Sual: Fethu’l-mecid isimli vehhabi kitabının 168. sayfasında, “Evliyâ kerâmet olarak, diri ve ölü iken, istediklerine yardım edermiş. Şaşırdıkları, sıkıştıkları zaman, onlara yalvarıyor, yardım istiyorlar. Kabirlerine gidip, sıkıntılarının giderilmesini istiyorlar. Ölülerin kerâmet yapacaklarını zannediyorlar. Bunlara Ebdal, Nükaba, Evtâd, Nüceba, yetmişler, kırklar, yediler, dörtler, Kutub, Gavs gibi isimler takıyorlar. Bunların yalan olduğunu ibnül-Cevzi ve ibni Teymiyye bildirmektedir. Bunlar Kurân-ı Kerîme karşı gelmektir. Evliyânın diri ve ölü iken bir şey yapacağını Kuran reddetmektedir. Her şeyi yapan Allahtır. Başkaları bir şey yapamaz. Âyet-i kerimeler, ölüde his ve hareket olmadığını bildiriyor. Ölü, kendine bir şey yapamaz. Başkalarına hiç yapamaz. Allah, ruhların kendi yanında olduğunu bildiriyor. Bu zındıklar ise, ruhlar serbest olup dilediklerini yaparlar diyorlar. Bunların kerâmet olduğunu söylemeleri de yalandır. Kerâmeti, Allah dilediği velisine verir. Kendi istekleri ile olmaz. Sıkıntılı zamanlarda, onlardan yardım istemek, daha çirkindir. Peygamber, melek ve velî, kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Diri olan kimseden maddi yardım istemek câizdir. Fakat maddi olmayan, görülmeyen şeyler için, Allahtan başkasına yalvarılmaz. Hastanın, boğulacak olanın, fakirin, Peygamberlerden, ruhlardan, velilerden ve başka şeylerden yardım istemeleri şirktir. Bunlara kerâmet demek, puta tapanların koyduğu bir isimdir. Allah’ın Evliyâsı böyle olmaz” diyor.
299. sayfasında: “Bir kimse velî olduğunu söylerse, kaybolan şeyleri bilirim derse, bu kimse, şeytanın Evliyâsıdır. Rahmanın Evliyâsı değildir. Kerâmet, Allahü teâlânın mütteki kulunun elinde hâsıl ettiği bir şeydir. Duâsı ile veya ibâdeti ile hâsıl olur. Velînin bunda bir kuvveti ve arzusu tesir etmez. Evliyâ, Velî olduklarını söylemez. Allahtan korkarlar. Sahabe ve Tabiîn Evliyânın en yüksekleri idi. Bunlar, gaybı biliriz demedi. Allah korkusundan ağlarlardı. Temim-i Dari, Cehennem korkusundan uyumazdı. Evliyânın nasıl olduklarını Rad sûresi bildirmektedir. Böyle olan tasavvufçulara Evliyâ denir” diyor. Bunlara ne cevap vermelidir?
Cevap: Önce şunu bildirelim ki bu son yazısında, işin doğrusunu yazmaktadır. Keşke Evliyâdan yardım istemeye ve türbelerde duâ etmeye şirk demeseydi ve kubbeleri yıkmak lâzımdır demeseydi, ne iyi olurdu. Fakat doğru yazıları arasında zehir saçıyor. Müslümanlar arasında bölücülük yapıyor.
Velî, kerâmet ne demek? Bunun doğrusunu İmâm-ı Rabbânî “rahmetullâhi aleyh”in Mektûbât kitabının çeşitli mektuplarından alarak aşağıda bildireceğiz:
Kerâmet haktır. Kerâmet, şirkten kaçıp kurtulmak, mârifete kavuşmak, kendini yok bilmektir. Kerâmet ile istidrâcı birbiri ile karıştırmamalıdır. Kerâmet ve keşif sâhibi olmak istemek, Allahtan başkasını sevmek demektir. Kerâmet, kurb ve mârifet demektir. Kerâmetin çok olması, tasavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır. Kerâmet, yakini kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsan olunmuş Velînin kerâmete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerâmetin hiç kıymeti yoktur. Evliyânın keşfinde hata olabilir. Keşfin yeri kalptir. Sahih olan keşfler, hayal değildir. İlham ile kalpte hâsıl olur. Hayal karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyânın keşfi, İslamiyete uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyânın keşfleri, ilhamları, başkaları için huccet, senet olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için huccettir. Keşif ve kerâmet sâhibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecellîler, tasavvuf yolunun yolcularında hâsıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve ibâdettedirler. Evliyânın önüne, boynu bükük gelmelidir ki fayda elde edilebilsin. Evliyânın elbisesini edep ve saygı ile giyince, çok fayda hâsıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyâsını büyük günah işlemekten korur. Evliyâdan birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliyâ, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat, hemen gafletten uyandırılıp tövbe eder ve iyi işler yaparak, afv dilerler. Evliyâ, insanları hem İslamiyetin açık emirlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyânın bir kısmı, sebepler alemine inmemiştir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yoktur. İnsanlara faydalı olmazlar. Feyiz veremezler. Evliyânın çoğunda, velâyetin üstünlükleri vardır. Kutuplar, evtâd ve ebdal böyledir. Bunların gençleri yetiştirebilmeleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh”ın yardımı ile olur.
Velilerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyâlık, zıllere, gölgelere kavuşmak demektir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyâlık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyâlığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir. Evliyâlık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyânın, kendinin Velî olduğunu bilmesi lazım değildir. Evliyâlık verilip de, Velî olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Velî olmak için, dünya ve ahiret sevgisini gönülden çıkarmak lâzımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, ahirete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh aleminden gelmiş olan on latîfe, on kuvvet vardır. Evliyâlık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latîfede olur. Evliyâlık, fenâ ve bekâ demektir. Yani, kalbi dünyaya düşkün olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır. Evliyâlık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Mahlukları düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsan edilir. Mahlukların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fenâ) denir. Evliyâlığın bütün üstünlükleri, İslamiyete uymakla hâsıl olur. Peygamberliğin üstünlükleri ise, İslamiyetin görünmeyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyâlık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilhâm olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, yani Kitap ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilere tam uygun olur. Evliyâlıkta ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse, yalnız yükselmeyi evliyâlık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Halbuki bu iniş de, yükseliş gibi, evliyâlıktır. Evliyâlıkta cezbe ve sülûk vardır. Bu ikisi, evliyâlığın 2 temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lazım değildir. Evliyâlık derecelerinin sonu, kulluk makâmıdır. Kulluk makâmının üstünde, hiçbir makâm yoktur. Veliler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem de halka doğru olup birbirine engel olmaz. Evliyânın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.
Evliyâlık, 5 derecedir. Her biri, 5 latîfeden birinin yükselmesidir. Her biri, Ulül’azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselâmın yoludur. Evliyâlığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyâlığı, 5. derecede olan bir Velînin evliyâlığından daha kıymetlidir. Evliyâlığın (Velâyet-i hassa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fânî olması lâzımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu faniliği göstermektedir. Evliyâlık, ya hassa [hususi] olur veya umumî olur. (Velâyet-i hassa), Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığıdır. Onun ümmetinden, ona tam tâbi olan evliyâ da bu velâyete kavuşabilir. Bu velâyet, tam fenâ ve olgun bekadır. Burada nefs fânî olmuş, Allahü teâlâdan râzı olmuştur. Allahü teâlâ da, ondan razıdır. Evliyâlığın yüksekliği, 5 latîfenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfâ) latîfesinin evliyâlığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyâdan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyâlığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalp denilen aşağı derecedeki latîfenin evliyâlığına kavuşmuş bir Velî, asla daha karib [yakîn] olunca, Ahfâ latîfesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmayan Veliden daha üstün olur. Muhammed aleyhisselâmın evliyâlığına kavuşan Velî, geri dönmekten korunmuştur. Yani bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Veliler, korunmuş değildirler, tehlikededirler. Evliyâlık, yalnız kalbin ve ruhun fânî olması ile hâsıl olabilir. Fakat, bunların fânî olmaları için, öteki 3 latîfenin de fânî olmaları lâzımdır. Evliyânın evliyâlığına (Velâyet-i sugra) denir. Peygamberlerin evliyâlığına (Velâyet-i Kübrâ) denir. Velâyet-i sugranın sonu, enfüsteki ve afaktaki ilerlemenin sonuna kadardır. Velâyet-i sugrada, vehmden ve hayalden kurtuluş yoktur. Velâyet-i Kübrâda vehmden ve hayalden kurtuluş vardır. Velâyet-i sugra, 5 latîfenin, arşın dışındaki asıllarını geçtikten sonra başlayıp, bu aslların da aslları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Velâyet-i sugra âfâkta ve enfüste, yani insanın dışındaki ve içindeki mahluklarda olur. Yani zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecellî-i Berkî) ye, yani şimşek gibi çakıp geçen tecellîlere kavuşurlar. Velâyet-i Kübrâ, bu tecellîlerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyâlığı böyledir. Burada, tecellîler, daimidir. Velâyet-i sugra, (cezbe) ile (sülûk) dür. Evliyâlık kemâlâtına kavuşmak, sülûk, yani çalışarak ilerlemek, kalbin zikretmesi ve murakaba ve râbıta ile olur. Peygamberlik kemâlâtında ilerlemek ise, Kurân-ı Kerîm okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek için hiçbir sebebin tesiri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lutfü ve ihsanı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslamiyetten dışarı çıkamaz. İslamiyete uymakta sarsıntı olursa, bütün velâyet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile sevmek ile olur. Lütf ve ihsan başkadır. Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyâlığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. (Velâyet-i Muhammediye), bütün Peygamberlerin velâyetlerini kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin velâyetine kavuşmak, bu (Velâyet-i hassa) nın bir parçasına kavuşmaktır. Velînin inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velînin bâtını, yani kalbi ve ruhu ve öteki latîfeleri zâhirinden, yani duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır. Zâhirinin gâfil olması, batınına ulaşamaz. Hiçbir Velî, hiçbir Peygamberin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” derecesine ulaşamaz. Bir Velî, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fakat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Veliden daha üstündür. Velî, küçük günah işliyebilir. Fakat, hemen tövbe eder ve velilik derecesinden atılmaz. Tasavvuf yolunda aranılan şey, fenânın ve bekânın, tecellîlerin ve zuhûrların, şuhûd ve müşahedenin, söz ve mânânın, ilim ve cehlin, isim ve sıfatın, vehim ve aklın ötesindedir.
Mürşid yani Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan vasıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyiz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesiledir, Resûlullahın mübarek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalpleri vasıtası ile kendi kalbine gelen feyizleri neşreden bir vasıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kâmil, emme basma tulumba gibidir. Kalp makâmına inmiş olup kendi mürşidinden aldığı feyizleri, mârifetleri, talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmayan, hidayete kavuşamaz. [Bunun için vehhâbîler, Allahü teâlânın feyizlerinden, mârifetlerinden mahrumdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı olursa, feyiz alamaz. Bu sarsıntının ilacı yoktur. Rehberden feyiz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, imanları kuvvetlenir. İslamiyete uymak isteği hâsıl olur. Rehberin sözleri, halleri, hareketleri, ibâdetleri hep İslamiyete uygundur. Ona uyan, onu dinleyen, Resûlullaha uymuş olur. Böyle olmayan kimse, rehber olamaz.
[Doğru yolda olmayıp, sözde rehber geçinenler, talebesini doğru yoldan saptırır. Zararlı olurlar.]
Tasavvuf, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” izinde bulunmaktır. İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hâsıl olmuştur. Tasavvuf, ihlası arttırmak içindir. Tasavvuf yolunda Rehber lâzımdır. Rehber, 12 imâm ve Abdülkâdir-i Geylânî ve bunlar gibi olanlardır “rahime-hümullahü teâlâ”.
Allahü teâlâya kavuşturan yol 2’dir: Nübüvvet yolu, Velâyet yolu. Nübüvvet yolunda rehber lazım değildir. Bu yol asla kavuşturur. Velâyet yolunda rehber lâzımdır. Nübüvvet yolunda, fenâ, bekâ, cezbe ve sülûk gibi şeyler yoktur. Velâyet yolunda ilerlemek için her şeyi [dünyayı ve ahireti] unutmak lâzımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lâzımdır. Nübüvvet yolunda ahireti unutmak lazım değildir. Tasavvuf, imanı kuvvetlendirmek ve İslamiyete uymakta kolaylık duymak içindir. Tarîkat ve hakikat, İslamiyetin hizmetçileridir. Tarîkat, mahlukları yok bilmektir. Hakikat, Allahü teâlâyı var bilmektir. Birincisi, herkesten kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i mâ’rûf, nehy-i münker, cihat ve sünnetlere uymaktır. (Mektûbât) dan tercüme burada tamam oldu.
Hiçbir İslam alimi “rahime-hümullahü teâlâ” benim kerâmetim var, dilediklerinize kavuştururum dememiştir. Kerâmetlerini örtmeye çalışmışlardır. İslam dinini, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin bilgilerini yaymaya uğraşmışlardır. Feth-ul mecid kitabının müellifi, sapıkların, münâfıkların, zındıkların yanlış, bozuk sözlerini ve câhil müslümanların bilmeyerek yaptıkları yanlış hareketleri yazarak, İslam âlimlerine, tasavvuf büyüklerine saldırmakta, doğru yoldaki müslümanlara iftirâ etmektedir. Yalanlarına, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri de alet etmek çabasındadır. Bu ise, sapıklığın en aşağı, en iğrenç ve en kötü bir örneğidir. Hiçbir İslam alimi, levhil-mahfuzu bilirim dememiştir. Allahü teâlâ, dilediği, sevdiği, seçtiği kuluna, gaybden bilgi verir. Kerâmetler ihsan eder. Fakat bunlar, bu kerâmetleri kimseye söylemez. Kendileri, istemeden hâsıl olur.
Münâfıkların, facirlerin, hak sözü de söyleyecekleri hadis-i şerifte bildirildi. Bu hadis-i şerif, mezhepsizlerin, zındıkların âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler söyleyerek, müslümanları aldatacaklarını haber vermektedir. Allahü teâlâ, sevdiklerinin dualarını kabul edeceğini söz veriyor. Müslümanlar da, Allahü teâlânın bu vaadine güvenerek, İslamiyete uyan, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” izinde giden, İslam âlimlerinin dualarının kabul olacağına inanıyorlar. Bu mübarek insanlara, kendilerine duâ ve şefaat etmeleri için yalvarıyorlar.
Fâtiha sûresinde, (Yalnız Allahtan yardım isteriz) dememiz emrolundu. Bu âyet-i kerime gösteriyor ki Allahü teâlâdan başka hiçbir mahluk, hiçbir şey yaratamaz. Allahtan başkasından bir şey yapmasını isteyen, müşrik olur. Kitabın müellifi, insanları ölü ve diri olarak 2’ye ayırıyor. Ölüden ve uzakta olandan bir şey isteyen müşrik olur. Yanında bulunan diriden maddi yardım istemek câizdir diyor. Böylece, Fâtiha suresine karşı gelmektedir. Kurân-ı Kerîmi değiştirmektedir. Çünkü, bu âyet-i kerime, yanında bulunan diriden de bir şey yapması istenilemeyeceğini, Allahtan başka kimsenin bir şey yaratamayacağını bildirmektedir. Bunun için, böyle söyleyenlerin müşrik olmaları lazım gelmektedir.
Halbuki her şeyi yaratan, yapan yalnız Allahü teâlâdır. Fakat Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep ile yaratmaktadır. Böyle olduğunu âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve günlük olaylar açıkça gösteriyor. Câhiller de, âlimler gibi, böyle olduğunu bilmektedir. Bunun için, dünya hayatına (Âlem-i esbab) denilmiştir. Bir şeye kavuşmak için, o şeyin yaratılmasına sebep olan işi yapmak lâzımdır. Bir şeyin sebebine yapışmak, Fâtiha suresine karşı gelmek olmaz. Hadis-i şeriflerde, (Her şeye kavuşmak için yol vardır. Cennetin yolu ilimdir) ve (Mağfirete kavuşmanın sebebi, müslümanı sevindirmektir) ve (Mağfirete kavuşturan sebeplerden biri, aç olan müslümanı doyurmaktır) ve (Biz müşrikten yardım istemeyiz) ve (İlim öğretmek, büyük günahların afvına sebeptir) ve (Her hastalığın ilacı vardır) ve (Hafızasını kuvvetlendirmek isteyen, bal yesin!) ve (Şarap içmek kötülüklere sebeptir) buyuruluyor. Hadis-i şerifler, Allahü teâlânın, her şeyi sebepler ile yarattığını göstermektedir. Allahü teâlâ, Kehf sûresinde, (Zülkarneyne her şeyin sebebini öğrettim) buyurdu.
Mukaddemede bildirdiğimiz gibi, canlı, cansız, yakın, uzak, her şey, bir olaya, bir reaksiyona sebeptirler. Cansızların ve hayvanların bir kimseye faydalı sebep olmaları için, o kimsenin bunları akla uygun olarak kullanması lâzımdır. İnsanın bir şeye sebep olması için, önce sebep olmayı kabul etmesi, sonra bir iş yapması veya duâ etmesi lâzımdır. İnsanın bir şeye sebep olmayı kabul etmesi de, buna lüzum olduğunu kendiliğinden anlaması ile veya kendisinden talep edilmesi ile olur. Kitabın yazarı, cansızların ve hayvanların, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacaklarına, Ehl-i sünnet olan müslümanlar gibi inanıyor. Bu sebeplere yapışmaya şirk demiyor. Bu sebeplerden beklenen şeyleri Allahü teâlânın yaratacağına inanıyor. Diri ve yanında bulunan insanın yardım talebini işittiği zaman, bunun duâ ile yardım edeceğine de inanıyor. Uzakta olanın ve ölülerin ise, hem işitmelerine, hem de duâ ile yardım edeceklerine inanmıyor.
Görülüyor ki vehhâbî yazar, Ehl-i sünnet gibi, sebeplerin yaratıcı olmadıklarına inanmaktadır. Böylece müşrik olmaktan kurtulmaktadır. Fakat uzakta bulunanın ve ölünün duyduklarına ve ölünün duâ edeceğine ve dualarının kabul olacağına inanmadığı için, Ehl-i sünnetten ayrılıyor. Ehl-i sünnete, bunlara inandıkları için müşrik diyor. Hadis-i şeriflerde, (Din kardeşine arkasından yapılan duâ red olmaz) ve (Mazlumun duâsı kabul olur) ve (Ümmetimin günah işlemeyen gençlerinin duâları kabul olur) ve (Babanın oğluna duâsı, Peygamberin ümmetine duâsı gibidir) ve (Duâ belayı def’ eder) buyuruldu. Yukarıdaki hadis-i şeriflerin hepsi, (Künuzü’d-dekaık) kitabından alındı.
(Tenbihü’l-gâfilin) kitabındaki hadis-i şeriflerde, (Bir müslüman duâ edince, elbet kabul olur) ve (Bir lokma haram yiyenin 40 gün duâsı kabul olmaz) buyuruldu. (Bostan) daki hadis-i şerifte, (Bismillahillezi lâ yedurru measmihi şey’ün fiil erdı ve lâ fissemai ve huves-semiul âlim duâsını sabah, 3 kere okuyan kimse, akşama kadar, akşam okuyan da, sabaha kadar beladan kurtulur) buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, Sâlihlerin, Velilerin dualarının kabul olacağını göstermektedir. Kitabın müellifi, baştan başa her yerinde, buna saldırıyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmaya şirk diyor. Allahü teâlânın sevdiklerine yalvarmak, bunların sebep olmalarını istemek, Allahü teâlânın düşmanı olan putlara yalvarmaya, putların yaratmalarını istemeye benzetilebilir mi? Hak ile batıl birbirlerine karıştırılır mı? Allahü teâlâ, vehhâbîlere ve bütün mezhepsizlere akıl versin, insaf versin, doğru yola getirsin! Müslümanları bu felaketten kurtarsın!
Bu felaketi ortaya çıkaran kimse, İslam dininde büyük bir yara açtı. Şimdi, câhiller, İslam memleketlerine zehir saçıyorlar. Müslümanların, bunlara aldanmamaları için, İslamiyeti, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitaplarından doğru olarak öğrenmeleri lâzımdır. İslamiyeti doğru olarak öğrenenler, vehhâbîlerin yalanlarına, yaldızlı yazılarına aldanmazlar. Onların sapık, bölücü olduklarını, müslümanları bölmeye çalıştıklarını anlarlar. Vehhâbîliğin kurucusu, Muhammed bin Abdülvehhab, genç yaşında iken, Basra’da, Hempher isminde bir ingiliz casusunun tuzağına düştü. İslamın doğru imanından, temiz ahlakından ayrıldı. İngilizlerin (İslamiyeti yok etmek) çalışmalarına alet oldu. Casusun yazdırdığı bozuk şeyleri, (Vehhâbîlik) ismi ile neşretti. Mehdi “rahime-hullahü teâlâ” (Deccal) ı öldürdükten sonra, Mekke’ye, Medine’ye giderek, binlerle vehhâbî din adâmını kılınçtan geçireceği hadis-i şerifte açıkça bildirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ”, bu hadis-i şerifi (Mektûbât) da uzun açıklamaktadır. Vehhâbîler, Ehl-i sünnete, doğru yoldaki müslümanlara saldıracakları yerde, kâfirlere ve sapık fırkalara saldırsalardı, İslamiyete hizmet etmiş olurlardı. Ne yazık ki İslamiyeti yıkanlara, İslamiyete hizmet etmek nasip olmuyor.
Büyük İslam alimi İmâm-ı Kastalani’nin “rahime-hullahü teâlâ” (Mevahib-i ledünniye) kitabının tercümesi, 511. sayfasında diyor ki: Allahü teâlânın bu ümmete ikram ettiği kerâmetlerden birisi, bu ümmet arasında Kutuplar, Evtâd ve Nüceba ve Ebdal “rahime-hümullahü teâlâ” vardır. Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” buyurdu ki (Ebdal) 40 kişidir. İmâm-ı Taberaninin “rahime-hullahü teâlâ” (Evsat) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte buyuruyor ki (Yeryüzünde, her zaman 40 kişi bulunur. Her biri, İbrahim aleyhisselâm gibi bereketlidir. Bunların bereketi ile yağmur yağar. Bunlardan biri ölünce, Allahü teâlâ, onun yerine başkasını getirir). İbni Âdi “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki (Ebdal, 40 kişidir). İmâm-ı Ahmed’in “rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği hadis-i şerifte buyuruldu ki (Bu ümmette, her zaman 30 kimse bulunur. Her biri, İbrahim aleyhisselâm gibi bereketlidir). Ebû Nuaym’ın “rahime-hullahü teâlâ” (Hilye) kitabında bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim içinde, her 100 senede iyiler bulunur. Bunlar 500 kişidir. 40’ı ebdaldir. Bunlar, her memlekette bulunurlar) buyuruldu. Bunları bildiren, daha nice hadis-i şerifler vardır. Yine (Hilye) kitabında, Ebû Nuaymın merfu olarak bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim arasında her zaman 40 kişi bulunur. Bunların kalpleri, İbrahim aleyhisselâmın kalbi gibidir. Allahü teâlâ, onların sebebi ile kullarından belaları giderir. Bunlara ebdal denir. Bunlar, bu dereceye namaz ile oruç ile ve zekat ile yetişmediler) buyuruldu. İbni Mesud “radıyallahü teâlâ anh” sordu ki ya Resûlallah! Ne ile bu dereceye vardılar? (Cömertlikle ve müslümanlara nasihat etmekle yetiştiler) buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Ümmetim içinde ebdal olanlar hiçbir şeye lanet etmezler) buyuruldu. Hatib-i Bağdâdî “rahime-hullahü teâlâ” (Tarih-i Bağdat) kitabında, (Nükaba) 300 kişidir. (Nüceba) 70 kişidir. (Büdela) 40 kişidir. (Ahyar) 7 kişidir. (Amed) 4’tür. (Gavs) birdir. İnsanlara bir şey lazım olsa, önce Nükaba duâ eder. Kabul olmazsa, Nüceba duâ eder. Yine kabul olmazsa, Ebdal, daha sonra Ahyar, sonra Amed duâ ederler. Kabul olmazsa Gavs duâ eder. Bunun duâsı elbet kabul olur, dedi.
Görülüyor ki vehhâbî yazar, hadis-i şeriflerde bildirilen tasavvuf bilgilerini inkâr ediyor. Sonra, biz âyetlere, hadislere uyuyoruz diyerek, müslümanları aldatıyor.
Kerâmetleri inkâr etmek, İslamiyetten haberi olmamayı ve çok câhil olmayı açıkça göstermektedir. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hiç kerâmet göstermedi demek de, alçakça ve çok çirkin bir yalandır.
Ehi-zade Abdülhalim 1013 [m. 1604] de vefât etmiştir. (Riyadüssadat fi-isbat-il-keramat) kitabında, Evliyânın vefâttan sonra da kerâmetleri olduğunu ispat etmektedir.
Tavsiye Yazı –> Fıkıh Mezhep İmam-ı Azam