Sual: Marksizm nedir? Marksizm insanlığa huzur, mutluluk getirir mi?
Cevap: Târihî maddeciliğin 19. yüzyıldan îtibâren yeniden düzenlenmiş şeklidir. Karl Marx ve Friedrich Engels’in “diyalektik metodu”, iktisat târih, insan, cemiyet, ilim ve sosyal hâdiselere tatbik ederek meydana getirdikleri felsefî görüşlerin, ideolojik dünyâ görüşüdür
Marx ve Engels, Alman felsefecilerinden hegel’in diyalektiğini, İngiliz iktisatçılarından Adam Smith ve Ricardo’nun ekonomi-politiğini, Fransız sosyalistlerinden Saint Simon, Forrier ve Prudhon’un fikirlerini, Ağustino Thirry ve Guizot’un târihle alâkalı görüşlerini kullanarak Marxist felsefenin temellerini ortaya koydular.
Engels’e göre diyalektik, “tabiata, insana, cemiyete ve umûmî düşünceye âit hareket ve tekâmülün mantığıdır.” Diyalektik, Marxizmin metodu olup, Hegel’in felsefesinden alınmıştır. Buna göre her varlık, kendi içinde zıddını taşımakta, bir arada bulunan 2 zıddın birbiriyle mücâdelesinin belli bir safhasından sonra, ortaya yeni bir varlık çıkmaktadır. Yâni tez-anti tez mücâdelesinden sentez doğmakta, o da anti tezi ile mücâdele ederek, bir senteze varılmaktadır. Bu tez-anti tez mücâdelesi sürüp gitmekte, hareketin gelişme ve değişmesinin motoru sayılmaktadır. Diyalektik metoda göre bu mücâdele sırasında kemmiyet birikimleri belirsiz bir şekilde meydana gelirken, belli bir safhadan sonra “sıçrama”, “patlama” ve “ihtilâller” netîcesinde keyfiyet değişikliklerine yol açmaktadır. Ancak Hegel’in diyalektiğinde vetire (süreç) “idea”dan (ruh) kaynaklanırken Marxizmde maddeden doğduğu öne sürülür. Maddenin diyalektik mantığa göre gösterdiği değişmeler netîcesinde varlıklar meydana gelmektedir. Buna göre maddenin gelişimi ve değişimi atomdan moleküle, ondan canlı hücreye, bitkiye, hayvana, insana ve cemiyete doğru olmaktadır. Bu noktada Darwinizm’i (evrimi) aynen benimseyen Marxizmin meşhur ideoloğu Marx, Sermâye (Das Kapital) isimli eserini Darwin’e ithâf etmiştir.
Marxizm’e göre her şey maddeden kaynaklanmakta, madde spontane bir kuvvete sâhip temel belirleyici olarak görülmektedir. Hegel’in diyalektik metodu ile hâdiseler buna göre yorumlanarak, diyalektik materyalist felsefe meydana getirilmiştir. Engels, Hegel’den aldıkları diyalektik metodu kendi görüşleri istikâmetinde nasıl kullandıklarını; “Hegel’in diyalektiği başı üzerinde duruyordu, biz onu ayakları üzerine oturttuk.” sözleriyle îzâh etmeye kalkmışsa da, bu aynı zamanda Marxizmin temelindeki kaosu gösteren bir îtirâftır.
Diyalektik, materyalizmi târihe tatbik eden Marxizme göre târih, sınıflar mücâdelesinden ibârettir. Bu mücâdelede, maddenin hâkim olduğu üretim ilişkileri (ekonomi) temel belirleyici unsurdur. Üretim ilişkileri, cemiyetin ekonomik yapısını tâyin etmekte, sınıflar arasındaki mücâdelede cemiyetin ekonomik gelişmişlik seviyesine göre olmaktadır. Üretim ilişkileri “alt yapı”yı; bunun dışında kalan din, hukuk, düşünce, ahlâk, devlet gibi müesseseler “üst yapı”yı teşkil etmektedir. “Üst yapı”yı “alt yapı” belirlemekte, “alt yapı”daki değişiklikler “üst yapı”da da bağlılık ilişkisi sebebiyle değişikliğe sebeb olmaktadır. Üretim ilişkilerine göre belirlenen sistem en gelişmiş seviyesine ulaştıktan sonra, diyalektik metodun öngördüğü kuralları sebebiyle yıkılıp, yeni bir cemiyet nizâmı ve üretim ilişkileri ortaya çıkacaktır. Bunda tez-anti tez mâhiyetindeki temel mücâdele, sınıflar arasındadır. Kapitalizmin teşekkülü ve tekâmülünden hareketle târihi îzâha çalışan Marxizme göre sınıflar, üretim vâsıtalarına sâhib olanlarla olmayanlardan müteşekkildir. Cemiyetler ilkel komünal, köleci, feodal ve kapitalist safhalardan geçerek sosyalist ve komünist bir nizâma doğru gitmektedirler. Hür olmak, diyalektik materyalist felsefeyi benimseyerek bu vetirenin (usulün) idrâkine varmaktır. Bu yolda hareketi hızlandırıp, her türlü vâsıtaya mürâcaat ederek, makyavelist metodu da kullanmak esastır (Hedefe ulaşmak için her yolu mubah görmek). Marxizmin üzerinde durduğu kânunların hemen hepsi daha önceleri, 18. yüzyıldan başlayarak, o çağın ileri sanâyi ülkesi olan İngiltere’de Ricardo, Smiht ve Petty gibi iktisatçılar tarafından ele alınmış ve incelenmiştir. Fakat Marxizm düşüncesini, sistemli bir şekilde açıklayan, bir Alman Yahûdîsi olan Marx’tır (1818-1883). Marx, bu görüşünü bir İngiliz fabrikatörünün oğlu olan Frederik Engels (1820-1895) ile birlikte geliştirmiştir.
Marxizm görünüşte kapitalizmle libaralizmin îzâh ve tenkidine yönelik bir felsefe olarak doğdu. Kapitalizmi inceleyerek geçmişe yönelen Marx, kendi devrini ele alarak, buradan hareketle geçmişe dâir iddialar ileri sürmüştür. Buna göre serbest emeğin piyasaya arz edilmesi ve sermâyenin belli ellerde toplanması netîcesinde teşekkül eden kapitalist nizamda, üretim vâsıtalarına sâhib olan burjuva sınıfı ile buna sâhib olmayan proleterya sınıfı arasındaki farklılıklar tedricen artmaktadır. Kâr hadleri, sistemin işleyişinden ileri gelen bir mecbûriyetle düşmekte, proleterya sınıfının satın alma kapasitesinin azalması da noksan tüketime yol açmaktadır. Marx bunu îzâh ederken, İngiliz iktisatçılarından, husûsiyetle Adam Smith ve Ricardo’nun görüşlerinden faydalanmıştır. Bu görüşleri geliştirip kendisine âit artı değer teorisini ortaya koyarak kapitalist sömürüyü açıklamaya çalışmıştır. Yeni bir sistemin doğması için, eski sistemin son haddine kadar gelişip olgunlaşması gerekmektedir. Kapitalizmin en ileri safhasında ortaya çıkan bu buhran, Marxizme göre üretim araçlarına sâhip olmayan sınıfın siyâsî iktidârı ele geçirmesiyle çözülecektir. Köleci ve feodal toplumlarda da benzer usul işlemiştir. Proleterya sınıfı iktidârı ele geçirdikten sonra, sınıfsız bir cemiyet nizâmı olan komünizme varmak için önce proleterya diktatörlüğüne dayanan bir devlet kurularak, eski sömürücü sınıfı ve “kalıntıları”nı tasfiye ederek özel mülkiyete son verecektir. Böylece siyâsî literatürde “ihtilâl” denilen hâdise ile yeni bir senteze varılmış olunacaktır. Sosyalizmin en yüksek safhası olan komünizmde ise “Devlet de ortadan kalkacak, zıt ideoloji ve menfaatler, sınıflar, bunların mücâdelesi kaybolup her türlü üretim ve değer kendiliğinden dağılacaktır.” görüşüyle Marxist felsefenin son sözünü söylemiş olurlar.
Marxizmde son gâye ise, devletsiz bir toplum meydana getirmektir. Zîrâ bu anlayışa göre gerçek hürriyet, ancak devletsiz bir toplumda gerçekleşebilir. Devletsiz bir toplum düşünülemiyeceğine göre, Marxizmin bu görüşü hayalden öteye geçememiştir.
Marxizme göre sosyalizm ve komünizm ulaşılması mecbûrî olan bir safhadır. Marx ve Engels, sosyalist safhayı, mutlaka gerçekleşecek bir nizam olarak görmüş, bu bakımdan “ütopik sosyalistler”den ayrılmıştır.
Marxizmde 2 tür devlet anlayışı mevcuttur: Birincisi sınıf ayrılıklarını ortadan kaldıracak, burjuvaziyi “tasfiye” ederek sınıf mücâdelesine son verecek, proleterya diktatörlüğüne dayanan devlettir. İkincisi de “hâkim güçler”in baskı vâsıtası, siyâsî gücü olan, tahakküm unsuru devlet anlayışıdır. Ordu, polis, hukuk, kânunlar, hapishâneler, onun baskı vâsıtasıdır. Marxizmin siyâset anlayışı, bu devleti ele geçirmektir. Diyalektik usul, devletin ele geçirilip, sınıfsız, eşitlikçi bir yapıya sâhip, üretim ilişkilerinin teşekkül ettiği komünist nizâmın kurulmasıyla sona erecekti. Bundan sonra komünist cemiyet târihî bir durgunluk içine girecektir. Târihî durgunluğa ermiş cemiyette sâdece proleterya sınıfı kalacağı için, tez-anti tez mâhiyetindeki mücâdelenin yerini neyin alacağı ise, meçhuldür.
Marxizme göre, nihâî safha olan komünizmle ilkel-komünel toplumun sınıfsız, eşitlikçi yapısına geri dönülmüş olacaktır. Bâzı târih yorumcularının hayâlî sözlerine dayanılarak, yeryüzünde ilk önce mevcut olduğu iddiâ edilen bu toplumda herkes ihtiyâcına göre ürettiği için sömürü ve artı-eksi değere el koymak söz konusu değildi. Özel mülkiyetin doğuşu, birbirleriyle mücâdele eden 2 sınıfın teşekkülüne sebeb olmuştur. Köleci, feodal ve kapitalist üretim ilişkileri meydana çıkarken, üretim vâsıtalarına mâlik olanlar aynı zamanda siyâsî iktidâra ve devlete de sâhiptirler. Marxizmde, böyle bir farklılığın mevcûdiyeti ve komünist safhada bunların ortadan kalkacağı iddiâ edilmektedir.
Marxizmde dînin yeri yoktur. Marxizme göre din, insanın kendi gücünü anlamaya başladığı sırada, kendi gücünü tabiatta görmesi sonucu doğmuştur. Marxizme göre, insanın kendi dışında gördüğü ideali hâline gelmiş hayâli Allah olmuş ve insan, kendi kafasından meydana getirdiği hayâle tapmaya başlamıştır.
Diyalektik metod, yaratma fikrini reddettiği, her şeyi maddedeki gelişmelere bağladığı için Marxizm dîne karşıdır. Marx, “Din afyondur!” ve “Bütün tanrılara kinim var!” diyerek bu tavrı açıkça belirtmektedir. “Doğru” ve “yanlış” diye 2 değeri kabul etmeyip, her şeyin izâfî olduğunu iddiâ etmektedir. Mânevî ve mukaddes kavramlar reddedilmektedir. Ancak Marksizmde, bunların yerine konulmaya çalışılan bâzı mistik husûsiyetler mevcut olup gücünü ve taraftarlarını bu sağlamaktadır. Diyalektik materyalizm her hâdiseyi mücâdele, çatışma ve çoğu kere de tesâdüflerle açıklamaktadır. Hegel’in diyâlektiğinde tez-anti tez arasında bir uzlaşma söz konusu olduğu için, Marxizm bunun “burjuva karakterli” olduğunu söylemektedir. Marxizm, hareketin kaynağını maddeye bağlarken, modern fizik, bunun dışarıdan geldiğini söylemektedir. Kuvvetin tanımı, diyalektiğe ters düşmektedir. Hegel’de ve Marxizmde “idea” ile “madde” ne olduğu meçhul bir “veri” olarak kabûl edilmektedir. Günümüzde maddenin enerjiye dönüşüp yok olabildiği kesin olarak ispatlanmış, maddenin asıl gerçek ve kalıcı olduğu iddiaları haklılık kazanamamıştır. Marxizmde maddenin devamlı değiştiği kabul edilmekte, ancak bu değişiklikleri yaratan ve hiç değişmeyen bir mutlak varlığın mevcudiyeti inkâr edilmektedir. Hegel’in ve Marxizmin diyalektik metodu her türlü kullanışa müsâittir, tezi ele alarak istenilen senteze varmak mümkündür. Îzâh edilemeyen hususlar tesâdüflerle açıklanmakta, yaratılış inkâr edilmektedir.
Marx’ın görüşünün aksine, kapitalist iktisâdî düzeni ortadan kaldıracak olan ihtilâl, ileri derecede sanâyileşmiş batı Avrupa memleketlerinde değil, ekonomisi geniş ölçüde zirâata dayanan Rusya’da vukû buldu. 1917 yılında Lenin’in liderliğindeki Bolşevikler, silâhlı bir ayaklanma yaparak iktidârı ele geçirdiler. Resimlerini büyük bir terör içinde yerleştirmeye başladılar. Bu terörün sonunda 15 milyon insan öldürüldü. Bu zulüm ve îdâmlar, Stalin’in 1924 yılında Rusya’nın başına geçmesinden sonra daha da şiddetlendi.
Marxizm, Rusya’dakinden biraz farklı şekilde Çin’de de Mao Tse Tung (Mao Ze Dong) tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Kezâ, 1944’ten îtibâren Halk Demokrasileri adı altında orta ve doğu Avrupa’da Marxizm tatbik edilmeye başlanmıştır. Bu devletler arasında Yugoslavya, Çekoslovakya, Bulgaristan, Küba Arnavutluk, Romanya ve eski Doğu Almanya sayılabilir.
1990’da başta Rusya olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri Marxizmi ve Sosyalizmi terk etmişlerdir. Marxizm, ideoloji ve pratikte iflâs ederek, câzibesini ve inandırıcılığını kaybetmiş bir doktrindir.
Sual: Karl Marks kimdir?
Cevap: Yahûdî asıllı Alman felsefecisidir. 1818’de Almanya’nın Trier şehrinde doğdu ve 1883’te Londra’da öldü. Babası, felsefeye meraklı bir avukat olup, 1824’te Protestanlığı kabul etti. Yüksek tahsilini Bonn ve Berlin Üniversitelerinde yaptı. Tahsili esnâsında Hegel’in felsefesinin tesiri altında kaldı. Bu arada Feuerbach ile tanıştı.
Önce öğretmenlik sonra gazetecilik yaptı. Başyazarlığını yaptığı ve Köln’de çıkan Rheinische Zeitung adlı propaganda gazetesinin kapatılması üzerine Paris’e gitti. Burada Fransız sosyalistleriyle tanıştı. Daha önce tanıdığı ve zengin bir fabrikatörün oğlu Friedrich Engels’le dostluk kurdu. Bu berâberlikleri ölene kadar devâm etti. Marx, Engels’in tesiriyle sosyalizmi benimsedi. 1847’de Fransız sosyalistlerinden ve anarşizmin öncülerinden Proudhon’un Sefâletin Felsefesi (Philosophie de la Misere) isimli kitabına karşılık olarak Felsefenin Sefâleti (Misere de la Philosophie)ni yazdı. Proudhon’u, mülkiyetin tekamülünü ekonomik açıdan değil, hukûkî yönden ele aldığı için tenkit etmektedir. Marx’a göre cemiyette en yabancılaşmış sınıf işçi sınıfı olup, onun “kurtulması” özel mülkiyetin kaldırılmasına bağlıdır. Târihi tekâmül de özel mülkiyetin kaldırılması yönünde olup, Proudhon’u bunu görememekle suçluyordu. Marx, kitabında mülkiyetin gelecekte alacağı şekli de îzâh etmektedir.
1848’de arkadaşı Engels ile birlikte Komünist Beyannâmesi’ni yayınladı. Burada komünizmin kurulması için düşündüğü çâreleri sıralamaktadır. İhtilalci fikirleri sebebiyle Almanya’dan kovuldu ve Fransa’ya, oradan da Londra’ya kaçtı. Burada ölene kadar Engels’in maddî yardımları sâyesinde yaşadı. Onun ölümüyle yarım kalan eseri Das Kapital’i (Sermâye) burada yazdı. Bu eserinde kapitalizmin temellerini ve bu sistemi çöküşe götürecek kendi bünyesindeki tezatlarını îzâh etmektedir. 1864’te I. İşçi Enternasyonalinin liderliğini yapan Marx, Çarlık Rusyasının aleyhinde ve İngiliz emperyalizminin lehinde yazılar yazdı. Çünkü sosyalizmin ilk önce İngiltere’de kurulacağını zannediyordu. Çarlık Rusyasına karşı hürriyet mücâdelesi veren Şeyh Şâmil’i methetmesi de sâdece bu sebeptendir. Nitekim 13.9.1851’de Engels’e yazdığı bir mektubunda şöyle demektedir: “Türkleri komünal hayâta sokmak mümkün değildir. Onları vatan sevgisinden, dinlerinden, gelenek ve dillerinden koparmadan ihtilâle sürüklemek imkânsızdır.”
1853 yılında yazdığı Şark Meselesi (Question d’Orient) isimli eserinde de Yunan Devletini kuran Rumların da, Ruslar gibi slav asıllı olduğunu belirtmekte, Çarlık Rusya’sının Balkanlarda yaşayan Osmanlı azınlıkları arasındaki faaliyetlerini îzâh etmektedir. “Rus memurları Türkiye’yi dolaşarak Ortodoks Rus Çarının Hıristiyan Rumların hâmisi ve reisi olduğu fikrini telkin ettiler. Bilhassa güney slavlarına Rus çarını, bütün slav ırkını bir idâre altına alarak, Avrupa’nın en hâkim milleti yapacak mutlak kudretin sâhibi olarak gösterdiler. Rum patrikhânesine bağlı olan papazlar, bu fikirleri yayacak bir gizli cemiyetin en faal üyeleriydiler. Osmanlı Devletine karşı nerede bir isyan hareketi başlasa Ruslar fiilen ve nakden bu isyâna yardım ederlerdi.” demektedir.
Marx’ın fikirlerinin dünyâda büyük bir taraftar kazanması, bünyesinde insan tabiatının hırs, kin, şehvet gibi vahşî tarafları ile ekonomik olayları ve siyâsî çalkantıları sınırsız bir şekilde istismâr etmesinden ileri gelmekteydi. Marksizm ve ondan doğan fikir akımları, dünyânın kurulu düzenindeki bütün otoritelere karşı dâimâ düşmanlık ve anarşinin temelinde yatan psiko-sosyal dinamikleri besleyen fonksiyonlara sâhib olmuştur. İnsan tabiatına ters, tatbiki imkânsız düşünceler fiiliyâtta isyankârlık ve inkâr felsefesi olarak kendini göstermektedir. “Yığınlaştırma” çalıştığı cemiyet uğruna ferdin hak ve hürriyetlerine değer vermemektedir. Ona göre insan, hiçbir özelliği olmayan “ekonomik hayvan”dır. Tek değer emektir.
Günlük hayâtın ve pratiğin yalanladığı teorileri, kendisinden sonra devamlı gözden geçirilmektedir. Bunu ilk olarak Edward Bernstein yaptı. Günümüzde en çok tartışılan yorumlar Jean Paul Sartre ve Althausser’e âittir. Eurocommunism ise Marksizmi Avrupa şartlarına uydurarak sosyalist tabanı genişletmek maksadına yöneliktir. 1975’lere kadar tartışılmış, ancak pek rağbet görmemiştir. 1990 yılından îtibâren Marx teorisi tamamen iflas etmiştir.