Sual: Hakiki bir müslüman nasıl olur? Bunun şartları nelerdir?
Cevap: İslam kelimesi, Arapça “Nefsini teslim etmek, boyun eğmek, selamete ulaşmak” ve aynı zamanda “sulh” mânâlarına gelir. İmâm-ı Âzam “rahime-hullahü teâlâ”, “Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak ve boyun eğmek” diye tarif etmiştir.
Yukarıda zikir edilen tarifler, dikkat ile incelenirse, iyi bir müslümanın nasıl olacağı, kendiliğinden meydana çıkar. Bunları bir kere daha tekrar edelim:
Bir müslüman, her şeyden önce bedenen ve ruhen temizdir.
Evvela beden temizliğini anlatalım:
Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde çeşitli yerlerde meâlen, “Temiz olanları severim!” buyuruyor. Müslümanlar, camilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her müslümanın evinde hamamı vardır. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz.
Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktur.
Orta çağda, Paris’te oturan bir Fransız, sabahleyin kalktığı zaman, evinde bir abdesthane olmadığı için, oturağa yaptığı pislik ile içme suyu şişesini beraberinde Sen (Seine) nehrine götürür, o nehirden evvela içmek için su alır. Sonra pisliğini nehre dökerdi. Bu satırlar “İçme Suyu” (L’Eau Potable) adlı bir Fransız eserinden aynen alınmıştır. Kanuni Sultan Süleyman zamanında İstanbul’a gelen bir Alman rahibi, tahminen 1560 tarihinde yazdığı bir eserde: “Buradaki temizliğe hayran oldum. Burada herkes günde 5 defa yıkanır. Bütün dükkanlar tertemizdir. Sokaklarda pislik yoktur. Satıcıların elbiseleri üzerinde ufak bir leke bile bulunmaz. Ayrıca ismine (hamam) dedikleri ve içinde sıcak su bulunan binalar vardır ki buraya gelenler, bütün bedenlerini yıkarlar. Halbuki bizde insanlar pistir, yıkanmasını bilmezler” demektedir. Avrupa’da yıkanmak ancak asırlardan sonra müslümanlardan öğrenilmiştir.
Bugün ise, müslüman diyarları denilen yerlerde seyahat eden yabancılar, neşrettikleri kitaplarda: “Bir doğu memleketine gittiğimiz zaman evvela burnumuza bir kokmuş balık ve süprüntü kokusu geliyor. Her taraf pislik içindedir. Yerler tükürük ile doludur. Ötede beride toplanmış süprüntü ve ölmüş hayvan leşlerine rast gelinir. İnsan, böyle bir doğu memleketinden geçerken, iğreniyor ve müslümanların iddia ettikleri gibi temiz olmadıklarını anlıyor” demektedirler. Bugün, İslam devleti ismini taşıyan memleketlerde, îman bilgileri bozulduğu gibi, temizliğe de tam riâyet olunmamaktadır. Fakat bunda kabahat, İslam dininde değil, İslam dininin esasının temizlik olduğunu unutan kimselerdedir. Fakirlik, pis olmak için bir mazeret teşkil etmez. Bir insanın yere tükürmesinin, ortalığa pislik saçmasının para ile hiçbir ilgisi yoktur. Böyle pislik yapanlar, Allah’ın temizlik emrini unutan bedbahtlardır. Her müslüman, dinini iyi öğrense ve buna riâyet etmiş olsa, bu pislik hemen ortadan kalkar. O zaman, başka milletler, müslüman memleketleri ziyaret ettiklerinde, tıpkı orta çağdaki müslümanlarda olduğu gibi, temizliğine hayran kalırlar.
Hakiki müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine çok dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşitli tehlikeleri ve zararları olduğu için men edilen domuz etini yemez. Livâta yapanlarda yeni keşfedilen (Aids) ismindeki sari ve öldürücü hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunduğu tesbit edilmiştir.
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, tıb bilgisini çeşitli şekillerde medh buyurdu. Mesela, “İlim 2’dir: Beden bilgisi, din bilgisi”. Yani ilimler içinde en lüzumlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir buyurarak, her şeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lazım geldiğini emretti. İslamiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir.
Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki doktorluk 2 kısımdır: Biri hijyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi önce gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, arızalı, çürük kalır. İşte İslamiyet, tababetin birinci vazifesini, hijyeni garanti etmiştir. Mevahib-i ledünniye 2. kısımda, Kurân-ı Kerîmin tıbbın 2 kısmını da teşvik buyurduğu, âyet-i kerimeler gösterilerek ispat edilmektedir.
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Rum imperatörü Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir defa, Heraklius birçok hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince, “Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedâva bakacağım!” dedi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kabul buyurdu. Emretti, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiç bir müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, “Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim” diye izin isteyince, Peygamberimiz, “Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, müslümanların vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Ashâbım hasta olmaz! İslam dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Ashâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar” buyurdu.
Bunu söylemekle müslüman hiç hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiç bir kimse ölümden kurtulamaz ve her hangi bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, ancak müslümanlıkta emredilen hususlara ve temizliğe riâyet sayesinde olur.
Hıristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıb âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs’e tıb tahsil etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, ancak 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak (Çiçek aşısını bulan kimse) ünvanını aldı. Halbuki tam bir zulmet diyarı olan o zamanki Avrupa’da insanlar, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı 15. Louis 1774’de çiçekten öldü. Avrupa uzun zaman vebâ ve kolera salgınlarına uğradı.
I. Napolyon (Napoléon) 1798’de Akka kalesini muhasara ettiği zaman, ordusunda vebâ zuhûr etmiş ve hastalığa karşı çaresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir: “Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Evvela duâ ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar duâ ederek ve bizden hiç bir ücret veya hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”
Demek oluyor ki 2 asır evveline kadar garblılar hastalıklara karşı tamamen çaresizdi ve ancak sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [Kurân-ı Kerîmde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıb ilmini öğrendiler.
Ruh temizliğine gelince, müslüman, muhakkak güzel ahlaklı ve faziletli olmalıdır. İslam dini, baştan başa ahlak ve fazilettir. İslam dininin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. 14 asırlık hadiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Sayılamayacak kadar çok vesikalardan hatıra gelen bir tanesini bildirelim:
Bursa müzesi arşivinde, 200 sene öncesine ait bir mahkeme kaydında diyor ki Altıparmak’taki yahudi mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız dediklerinde, iş mahkemeye intikal ediyor. Arsanın yahudilere ait olduğu anlaşılarak, mahkeme camiin yıkılmasına, arsanın yahudilere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Adalete bakınız!
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki “İyi huyları tamamlamak, iyi ahlakı dünyaya yaymak için gönderildim”. Bir hadis-i şerifte, “İmanı yüksek olanınız, ahlakı güzel olanınızdır” buyuruldu. İman bile ahlak ile ölçülmektedir.
İslamiyette ruh temizliği esastır. Yalan söyleyen, hilekarlık yapan, insanları aldatan, zulüm eden, haksızlık yapan, din kardeşlerine yardım etmeyen, büyüklük satan, yalnız kendi menfaatini düşünen bir kimse, ne kadar ibâdet ederse etsin, hakiki bir müslüman sayılmaz. Maun sûresinin ilk 3 âyetinde meâlen, “Ey Resûlüm, kıyamet gününü inkâr eden, yetimi, öksüzü incitip hakkını gaspeden, fakiri doyurmayan ve başkalarını da fakire iyiliğe teşvik etmeyen o kimseyi gördün mü?” buyurulmuştur. Bu gibi kimselerin ibâdeti kabul olunmaz. İslam dininde yasaklardan, haramlardan sakınmak, emirleri, farzları yapmaktan daha önce gelmektedir. Hakiki bir müslüman, her şeyden önce, tam ve mükemmel bir insandır. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Kızmak nedir bilmez. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Kendisine yumuşaklık verilen kimseye dünya ve ahiret iyilikleri verilmiştir”.
Müslüman son derece mütevazi [alçak gönüllü]dür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkan buldukça yardım eder.
Müslüman vakurdur, kibardır. Ailesini ve vatanını sever. Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” “Vatan sevgisi imandandır” buyurmuştur. Bunun için, vatanına saldıranlara karşı hükümet harp ederken, seve seve askerlik vazifesini yapar. Yukarıda bahsettiğimiz 1560 tarihli bir Alman rahibi tarafından yazılan eserde şöyle denilmektedir: “Müslüman Türklerin niçin her seferde bizi yendiklerini şimdi anladım. Burada bir gaza olduğu zaman, Müslümanlar derhal silahlarına sarılıp, vatanları ve dinleri uğruna seve seve çarpışmakta ve ölmektedirler. Gazada ölenlerin Cennete gideceklerine inanıyorlar. Halbuki bizde bir harp ihtimali olunca, herkes askere gitmemek için saklanacak yer arar. Zorla askere alınanlar ise, isteksiz dövüşürler”.
Allahü teâlânın, kullarının nasıl olmasını istediği Kurân-ı Kerîmde ne güzel açıklanmaktadır: Furkan sûresinin 63-69. âyet-i kerimelerinde meâlen, “Rahmanın [yani kullarına acıması çok olan Allahü teâlânın faziletli] kulları, yer yüzünde gönül alçaklığı ve vakar ile yürürler. Câhiller kendilerine sataştığı zaman onlara, (sağlık, esenlik size) gibi güzel sözler söyleyerek doğruluk ve tatlılıkla günahtan sakınırlar. Onlar, Rableri için, secde ve kıyam ederek [yani namaz kılarak] gecelerler. [Ona hamd ederler.] Onlar (Rabbimiz Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu Onun azâbı devamlı ve acıdır, orası şüphesiz ne kötü bir yer ve ne kötü bir duraktır) derler. Onlar sarf ettikleri zaman, ne israf, ne de cimrilik ederler, ikisi ortası bir yol tutarlar ve kimsenin hakkını kesmezler. Onlar Allaha ortak koşmazlar. Allah’ın haram ettiği cana kıyıp, kimseyi öldürmezler. [Ancak suçluları cezalandırırlar.] Zina etmezler”. Ve 72-74. ayetlerinde, ([Allahü teâlânın sevdiği, faziletli kullar], Yalan yere şahâdet etmezler. Faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Böyle faydasız veya güçle yapılan bir işe tesadüfen karışacak olurlarsa, yüz çevirip vakarla uzaklaşırlar. Kendilerine Allah’ın âyetleri hatırlatıldığı zaman, körler ve sağırlar gibi görmemezlik, dinlememezlik etmezler. Onlar, (Ya Rabbi, bize zevcelerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzü aydınlatacak sâlih kişiler ihsan et! Bizi, Allaha karşı gelmekten sakınanlara önder yap! diye yalvarırlar) buyurulmuştur.
Bundan başka, Saf sûresinin 2. ve 3. ayetlerinde meâlen, (Ey îman edenler! Yapmadığınız bir şeyi niçin söylersiniz?Yapamadığınız şeyi yaptık demeniz, Allah katında büyük öfkeye sebep olur) buyurulmuştur ki bu da, bir insanın yapamayacağı bir şeyi vaat etmesinin, onu Allah katında kötü kişi yapacağını göstermektedir.
Hakiki müslüman, dinine, anasına, babasına, hocasına, amirine, memleketin büyüklerine ve kanunlara karşı son derecede saygılıdır. Lüzumsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgul olur. Kumar oynamaz. Vaktini boş geçirmez.
Hakiki müslüman, ibâdetini tam yapar. Allahü teâlâya olan şükran borcunu öder. İbadetini, yalnız laf olsun veya yasak ortadan kalksın diye yapmaz. İbadetini, büyük bir arzu, istek, sevgi ile yapar. Allahü teâlâdan korkmak demek, Onu çok sevmek demektir. İnsan, nasıl çok sevdiği bir kimsenin üzülmesini istemez ve onu üzeceğim diye korkarsa, Allahü teâlâya ibâdet de, Ona olan sevgimizi ispatlayacak bir şekilde yapılmalıdır. Allahü teâlânın bize verdiği nimetler o kadar çoktur ki Ona olan şükran borcumuzu ancak, Onu çok severek ve Ona candan ibâdet ederek ödemeye çalışmalıyız. İbadetin, muhtelif nev’leri vardır. Bir kısmı, yukarıda da zikir ettiğimiz gibi, Allahü teâlâ ile kul arasındadır. Allahü teâlâ, kendisine ibâdette kusur edenleri belki affeder. Başkasının hakkına riâyet etmek de ibâdettir. Başkalarına fenâlık edenleri ve üzerinde başkasının hakkı bulunanları, hak sahipleri affetmedikçe asla affetmez.
Aşağıdaki hadis-i şerifler, meşhur Mişkatü’l-mesabih kitabının fârisî şerhi olan Eşiatü’l-lemeat’ın 4. cildinden alınmıştır:
1) İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ merhamet etmez.
2) Zulme mâni olarak, zalime de mazluma da yardım ediniz!
3) Satın alınan bir gömleğe verilen paranın 10’da 9’u helal ve onda biri haram olsa, bu gömlekle kılınan namazı, Allahü teâlâ kabul etmez.
4) Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onun yardımına koşar. Onu küçük ve kendinden aşağı görmez. Onun kanına, malına, ırzına, namusuna zarar vermesi haramdır.
5) Allaha yemin ederim ki bir kimse kendisi için sevdiğini, din kardeşi için de sevmedikçe imanı tamam olmaz.
6) Allaha yemin ederim ki kötülüğünden komşusu emin olmayanın, imanı yoktur. [Yani, hakiki mümin değildir.]
7) Kalbinde merhameti olmayanın imanı yoktur. [Yani kâmil değildir.]
8) İnsanlara merhamet edene, Allahü teâlâ merhamet eder.
9) Küçüklerimize acımayan ve büyüklerimize saygılı olmayan, bizden değildir.
10) İhtiyarlara saygı gösteren ve yardım eden ihtiyarlayınca, Allahü teâlâ ona da yardımcılar nasip eder.
11) Allahü teâlânın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.
12) Yanında birini gıybet edeni susturan kimseye, Allahü teâlâ dünyada ve ahirette yardım eder. Gücü yeterken susturmazsa, Allahü teâlâ onu dünyada ve ahirette cezalandırır.
13) Din kardeşinin aybını, utanç verici hâlini görüp de, bunu örten, gizliyen kimse, İslamiyetten önce Arapların yaptıkları gibi, diri gömülen kızı mezardan çıkarmış, ölümden kurtarmış gibidir.
14) 2 arkadaştan Allahü teâlâ indinde daha iyi olanı, arkadaşına iyiliği daha çok olanıdır.
15) Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu, [müslüman] komşularının onu beğenip beğenmemesi ile anlaşılır.
16) Çok namaz kılan, çok oruç tutan, çok sadaka veren, fakat dili ile komşularını inciten kimsenin gideceği yer Cehennemdir. Namazı, orucu, sadakası az olup dili ile komşularını incitmeyenin yeri Cennettir.
17) Allahü teâlâ, dünyalığı, dostlarına da düşmanlarına da vermiştir. Güzel ahlakı ise, yalnız sevdiklerine vermiştir. [İyi huylu olan kâfirlerin ölümleri yaklaşınca, imana kavuşacakları umulur sözünün doğru olduğu buradan da anlaşılmaktadır.]
18) Bir kimsenin ırzına, malına saldıranın sevapları, kıyamet günü o kimseye verilir. İbadetleri, iyilikleri yoksa, o kimsenin günahları buna verilir.
19) Allahü teâlâ indinde günahların en büyüğü, kötü huylu olmaktır.
20) Bir kimse, sevmediği birisine bela, sıkıntı geldiği için sevinirse, Allahü teâlâ, bu kimseye de bu belayı verir.
21) 2 kişi mescide gelip namaz kıldılar. Kendilerine bir şey ikram edildi. Oruçlu olduklarını söylediler. Konuştuktan sonra, kalkıp giderlerken, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunlara, “Namazlarınızı tekrar kılınız ve oruçlarınızı, tekrar tutunuz! Çünkü konuşurken bir kimseyi gıybet ettiniz. [Kusurunu söylediniz.] Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâbını giderir” buyurdu.
22) Hased etmeyiniz! Ateş odunu yok ettiği gibi, hased de insanın sevaplarını giderir. [Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Yani, Allahü teâlânın birisine vermiş olduğu nimetin ondan gitmesini istemek demektir. Ondan gitmesini istemeyip de, kendisinde de olmasını istemek, hased olmaz. Buna gıbta etmek, imrenmek denir. Birisinde bulunan kötü, zararlı şeyin gitmesini istemek, gayret ve hamiyet olur.]
23) İyi huylu kimse, dünyada ve ahirette iyiliklere kavuşacaktır.
24) Allahü teâlâ, dünyada güzel sûret ve iyi huy ihsan ettiği kulunu, ahirette Cehenneme sokmaz.
25) Ebû Hüreyre’ye “İyi huylu ol!” buyurdu. İyi huy nedir deyince, “Senden uzaklaşana yaklaşıp nasihat et ve sana zulüm edeni affet ve malını, ilmini, yardımını senden esirgeyene bunları bol bol ver!” buyurdu.
26) Kibirden, hıyanetten ve borçtan temiz olarak ölen kimsenin gideceği yer Cennettir.
27) Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” borçlu olan birinin cenaze namazını kılmak istemedi. Ebû Katade ismindeki bir sahabi “radıyallâhu anh”, onun borcunu, havale yolu ile kendi üzerine aldı. Peygamberimiz de cenaze namazını kılmayı kabul buyurdu.
28) Zevcelerinizi döğmeyiniz! [Onları üzecek söz ve hareketlerde bulunmayınız!] Onlar, sizin köleniz değildir.
29) Allahü teâlâ indinde en iyiniz, zevcesine karşı en iyi olanınızdır. Zevcesine karşı en iyi olanınız, benim.
30) İmanı üstün olanınız, huyu daha güzel ve zevcesine daha yumuşak olanınızdır.
Yukarıda yazılı hadis-i şeriflerin çoğu, büyük İslam alimi, İbni Hacer-i Mekki’nin “rahmetullâhi aleyh” Zevacir’inde, (ihtikar)dan önce yazılıdır. Bunlar, güzel İslam ahlakının kaynağıdırlar. İslam âlimleri, bu hadis-i şeriflerden, çeşitli hükümler çıkarmışlardır. Bu hükümlerin birkaçı şunlardır.
1) Darülharbe, yani kâfirlerin memleketine giden müslümanın, onların mallarına, canlarına ve ırzlarına saldırması, orada hırsızlık yapması haramdır. Onların kanunlarına karşı gelmemeli, alış-verişte ve nakil vasıtalarında hile ve hıyanet yapmamalıdır.
2) Kâfirin malını almak, kalbini kırmak, müslümanın malını almaktan daha büyük günahtır. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından daha büyük günahtır.
3) Başkasının malını ondan izinsiz alıp, kullanıp, zarar yapmadan yerine bırakmak haramdır.
4) Bir kimse, malı olduğu hâlde, borcunu ödemeyi bir saat geciktirirse, zalim ve âsî olur. Her ân lanet altında bulunur. Borç ödememek öyle bir günahtır ki uykuda bile durmadan yazılır. Değeri düşük olan para veya işe yaramayan mal vererek öder ve bunu hak sâhibi istemeyerek alırsa, yine günah olur. Onu râzı etmedikçe, gönlünü almadıkça günahtan kurtulamaz.
İslam âlimleri, İslam dininin emrettiği güzel ahlaki 1400 seneden beri, hep anlatmışlar ve kitaplarında yazmışlardır. Böylece, İslam dininin bildirdiği güzel huyları gençlerin kafalarına, kalplerine yerleştirmeye çalışmışlardır. Güzel ahlakı yayan sayısız kitaplardan biri, misal olarak aşağıda yazılıdır.
Derin İslam alimi, büyük velî, 2. bin yılın müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî’nin “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitabı çok kıymetlidir. Osmanlı devletinde İslam medreselerinin en yükseği olan Medresetül mütehassısin’de tasavvuf müderrisi [profesörü] olan Seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hullahü teâlâ”, çok kere “İslam dininde, Mektûbât kitabı kadar kıymetli hiçbir kitap yazılmamıştır” ve “Allah’ın kitabı olan Kurân-ı Kerîmden ve Peygamberimizin hadis-i şeriflerinden sonra, en kıymetli, en üstün kitap, İmâm-ı Rabbânî’nin (Mektûbât) kitabıdır” buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” 1563’de Hindistan’da Serhend şehrinde doğmuş, [m. 1624] de orada vefât etmiştir. Abdülhakîm efendi, 1860’da Van’da tevellüd, 1943’de Ankara’da vefât etmiştir. Bağlum’da medfundur.
Mektûbât’ın 1 cilt, 76. mektubunda buyuruluyor ki:
Sûre-i Haşrin 7. âyetinde meâlen, “Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itaat ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!” buyurulmuştur. Dünyada felaketlerden, ahirette azaptan kurtulmak için, 2 şey lâzımdır: Emirlere sarılmak ve yasaklardan sakınmaktır. Bu ikisine İslamiyete uymak denir. Bu ikisinden en büyüğü, daha lüzumlusu, ikincisidir ki buna Vera ve Takvâ denir. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, “Hiçbir şey, vera gibi olamaz!” buyurdu. Yani, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadis-i şerifte de, “Dininizin direği veradır” buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, vera sayesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sayededir. Melekler de, emirlere itaat etmektedir. Halbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, veraya sarılmak ve takvâ üzere olmak, her şeyden daha lüzumludur. İslamiyette en kıymetli şey, takvâdır. Dinin temeli, takvâdır. Vera ve takvâ, haramlardan kaçınmak demektir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubahların fazlasından kaçınmalıdır. Mubahları, lazım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubah, yani İslamiyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubah işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvan gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, bir gün uçuruma düşebilir. Vera ve takvâyı tam yapabilmek için, mubahları lazım olduğu kadar kullanmalı, zaruret miktarını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazifelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Mubahların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubahların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalıdır. Mubahlar, lüzumundan fazla işlendiğinde, pişman olup tövbe etmelidir. Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmanlık, tövbe ve yalvarmak, belki mubahların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin afetinden, zararından korur. Cafer bin Sinan buyuruyor ki “Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir”.
Haramlardan kaçınmak da, 2 türlüdür: 1. kısmı, yalnız Allahü teâlânın hakkı olan, Onun emri olan günahlardan kaçınmaktır. 2. kısmı, insanların, mahlukların hakları da bulunan günahlardan kaçınmaktır. 2. kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbir şeye muhtaç değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtaç oldukları gibi, cimridirler. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Üzerinde kul hakkı olan, insanların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helalleşsin, ödesin! Zira ahiret günü altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sâhibinin günahları, buna yüklenecektir”.
[İbni Âbidin “rahmetullâhi aleyh” Dürrü’l-muhtar kitabını açıklarken, namaza niyet bahsi, 295. sayfada buyuruyor ki “Kıyamet günü, hak sâhibi, hakkını affetmezse, 1 dank hak için, cemaat ile kılınmış kabul olmuş 700 namazı alınıp, hak sâhibine verilecektir”. Bir dank, dirhemin 6’da 1’i, yaklaşık olarak, 0,5 gram gümüştür].
Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ashâb-ı kirâma karşı: “Müflis kime denir, biliyor musunuz?” buyurduklarında: “Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz” dediler. Buyurdu ki: “Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki kıyamet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekat sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır” buyurdu.
Tavsiye Yazı: Mektûbât’ın sertliği değil, yumuşaklığı tavsiye eden 98. mektubu
Seyyid Abdülhakîm Efendi “rahime-hullahü teâlâ”, (Er-riyad-üt-tasavvufiye) kitabında, tasavvufu tarif ederken, “Tasavvuf, insanlık sıfatlarından çıkarak, melek sıfatları ile bezenmek ve ilâhî ahlakı huy edinmektir” buyuruyor. Ebû Muhammed Ceriri’nin de, “Tasavvuf, bütün iyi huylarla bezenmek ve bütün kötü huylardan arınmaktır” dediğini bildiriyor.
Muhammed Mâ’sûm hazretlerinin Mektûbât kitabının I. cildinin 147. mektubu
Yukarıda 147. mektuptaki yazılı hadis-i şerifler, müslümanların birbirlerine karşı iyi huylu olmalarını, kardeş gibi yaşamalarını emretmektedir. Müslüman olmayan kimseye (Kâfir) denir. Müslümanların kâfirlere karşı da iyi huylu olmaları, onları incitmemeleri lazımdır. Böylece, İslam dininin, iyi huylu olmayı, kardeşce yaşamayı, çalışmayı emrettiği onlara da gösterilmiş olur. Böylece iyiliği seven insanlar, seve seve müslüman olurlar. Cihat etmek farzdır. Cihadı devlet, topla, kılınçla yapacağı gibi, soğuk harp ile propaganda, neşriyat ile de yapar. Her müslüman da, iyi huyları ile iyilik yapmakla cihat yapar. Çünkü (cihat etmek), insanları müslüman yapmaya davet etmek demektir. Görülüyor ki kâfirlere karşı da, iyi huylu olmak, onları incitmemek, cihat etmek oluyor. Her müslümana farz oluyor.
Yukarıdaki uzun mektubu yazan Muhammed Mâ’sûm Fârukî “rahime-hullahü teâlâ, İslam âlimlerinin büyüklerinden ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’ aziz” üstünlerinden biridir. Hicretin 1007 senesinde Hindistan’da, Serhend şehrinde doğmuş, 1668 senesinde orada vefât etmiştir. Babasının türbesinden birkaç yüz metre uzaktaki büyük türbede medfundur. Sayısız mektuplarıyla Hindistan’daki binlerce müslümana, devlet adamlarına, zamanının padişahı Alemgir Evrengzib sultana “rahime-hullahü teâlâ” nasihatlar vermiş, kardeşlik duygularını, iyi huylu olmayı, yardımlaşmayı, dünyada rahat ve huzur içinde yaşayıp, ahirette de saadete kavuşmaları için çalışmıştır. 140.000’den fazla kimse, sohbetinde, derslerinde bulunarak, tasavvufun yüksek derecesine kavuşmuşlar, birer Velî olmuşlardır. Bu seçilmiş talebesinden başka, kendisinden dinleyip, öğrenip dinini ve ahlakını düzeltenlerin sayısı yüzbinleri aşmaktadır. Yetiştirdiği Evliyâ arasında 400’den ziyâdesi irşad makâmına yükselmiş, her biri, gönderildiği şehirlerde, binlerce insanı felaketten, cehaletten, dalâletten kurtarmışlardır. 6 oğlundan her biri, büyük âlim ve velî olup bütün torunları böyle olmuş, bütün insanlara ışık tutan, çok kıymetli kitaplar bırakmışlardır.
Hakiki müslüman, batıl inançlara inanmaz. Sihir, uğursuzluk, fal, efsun, Kurân-ı Kerîmden başka şeyler yazılı muska, mavi boncuk, kehanet ve benzeri şeylere, bunların muhakkak iş yapacaklarına, mezarlara mum dikmeye, tel ve iplik bağlamaya itibar etmez ve kerâmet sâhibi olduğunu söyleyen sahtekarlara ancak güler. Batıl, bozuk şeylerin çoğu, başka dinlerden İslamiyete sokuşturulmuştur. Bazı din adamlarından kerâmet bekleyenlere büyük İslam alimi İmâm-ı Rabbânî “rahime-hullahü teâlâ” şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar, din adamlarından, kerâmet beklerler. Bunların bazılarının kerâmeti yoktur, ama diğerlerinden daha ziyâde Allahü teâlâya yakındır. En büyük kerâmet, İslamiyeti iyi öğrenmek ve ona uygun yaşayabilmektir.”
Tavsiye Yazı: Müslüman Olmayanlarda görülen Harikulade Hallere Dair
260. mektubunda buyuruyor ki “Evliyâlık, Allahü teâlâya yaklaşmak demektir. Bu dereceye yetişenlere mahluklara ait kerâmetler de verilebilir.Bu kerâmetin çok olması, Velînin yüksek olduğunu göstermez. Velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lazım değildir. Allahü teâlâ, bir Velînin şekillerini bir ânda çeşitli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde şaşılacak şeyleri yaptığı görülür. Halbuki kendisi bunları bilmez. Bilenleri olur ise de, başkalarına belli etmezler. Çünkü, kerâmete kıymet vermezler.”
Ehl-i sünnet âlimlerinin gözbebeği, sözleri huccet, senet olan İbni Hacer-i Mekki “rahime-hullahü teâlâ”, Zevacir kitabında, (İhtikar)dan önce, şu hadis-i şerifleri bildirmektedir: “Allahü teâlâya yemin ederim ki bir lokma haram yiyenin 40 gün ibâdetleri kabul olmaz” ve “Haram para ile alınan bir cilbab ile [yani gömlekle] kılınan namaz kabul olmaz” ve “Haram para ile verilen sadaka kabul olmaz. Günahı azalmaz”. Süfyan-ı Sevri diyor ki “Haram para ile hayrat, Hasenât yapmak, pisliği bevl ile yıkayıp temizlemek gibidir”. Hakiki bir müslüman, ibâdetini herkesin yanında gösteriş olarak yapmaz. Nâfile olan ibâdet gizli yapılır, farz ibâdetler açık veya toplu olarak camide icra olunur. İyi bir müslüman, iyilik yapmak veya sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yaptığı veya sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yaptığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kurân-ı Kerîmde birçok yerlerde emir buyurmaktadır.
Hülâsa, hakiki müslüman, bütün iyi huylara sâhip, vakarlı, seciyeli, bedenen ve ruhen tertemiz, her türlü itimata lâyık, mükemmel bir insandır.
Büyük İslam alimi İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ”, bundan hemen hemen 900 sene evvel fârisî olarak yazdığı (Kimyâ-i saadet) ismindeki eserinde insanları 4 kısma ayırmaktadır: Bunlardan 1. kısımdakiler, dünyada yemek içmek ve zevk etmekten başka bir şey bilmeyenlerdir. 2. kısımdakiler, cebr, şiddet, zulüm ile hareket edenlerdir. 3. kısımdakiler, hilekarlık ve mürailikle etrafındakileri aldatanlardır. Ancak 4. kısımdakiler yukarda bahsedilen güzel ahlak sâhibi olan, hakiki müslümanlardır.
Unutmamak lâzımdır ki her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mesele, bu yoldan İslam nurunun insanlara ulaştırılmasıdır. O nuru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısımdan olursa olsun, yaptığı fenâlıklara pişman olur ve doğru yolu bulur.
Eğer bütün insanlar, İslam dinini kabul etseler, dünyada ne fenâlık, ne hilekarlık, ne harp, ne şiddet ve ne de zulüm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir müslüman olmaya gayret etmek ve müslümanlığın esasını ve inceliklerini ve güzel ahlakını izah ederek, bütün dünyaya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçtur. Bunu yapmak cihat olur.
Başka dinden de olsa, insanlara dâima tatlı dille ve anlayışla hitab ediniz! Bunu, Kurân-ı Kerîm emretmektedir. Müslüman olmayanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günah olduğu, böyle söyleyenin cezalandırılması lazım olduğu, fıkıh kitaplarında yazılıdır. Maksat, herkese İslam dininin yüceliğini anlatmaktır. Bu cihat da, ancak tatlı dille, sabır, ilim ve imanla olur.Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvela kendisinin ona inanması şarttır. Mümin ise, hiç bir zaman sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakta müşkilat çekmez. İslam dini kadar, açık ve mantıki hiç bir din yoktur. Bu dinin esasını anlayan bir kimse, herkese bu dinin biricik hak din olduğunu kolaylıkla ispat edebilir.
Başka dinden olanların hepsini, fenâ huylu bir insan kabul etmemelidir. Evet küfür, yani müslüman olmamak, her zaman ve her yerde fenâdır. Çünkü küfür, insanı dünyada ve ahirette felakete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayıştır. Allahü teâlâ, İslam dinini, insanların dünyada rahat ve huzur içinde, kardeşçe yaşamaları için ve ahirette sonsuz azaplardan kurtulmaları için göndermiştir. Kâfirler, yani müslüman olmayanlar, bu saadet yolundan mahrum kalmış zavallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir. Bunları gıybet etmek bile haramdır. İnsanın, Saîd veya şaki olduğu son nefeste belli olur. Bütün semavi dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha îman esâsı vardır. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde bütün insanları doğru yolda bulunmaya davet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişteki bütün hatalarını affedeceğini vaat buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytanın veya müslümanlıktan haberi olmayanların aldattıkları zavallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, yanlış yola saptırılmış talihsiz insanlardır. Biz bunlara sabır ile tatlı dille, akıl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz.
Allahü teâlânın var ve BİR olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlayarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen 3 büyük din, yani Mûsevîlik, İsevilik ve İslam dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizim gibi bir insan olduğunu bildirmiştir. Ancak Yahudiler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselama inanmamışlardır. Hıristiyanlar, putlara tapınmaktan bir türlü kurtulamamışlar ve Îsâ aleyhisselâm, (Ben de, sizin gibi bir insanım. Allah’ın oğlu değilim) dediği hâlde, Îsâ aleyhisselâmı Allah’ın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (Îsâ aleyhisselâm) ve Ruh-ul-kuds ismi ile 3 ayrı ilaha tapınmaya başlamışlardır. Bunun yalan ve yanlış olduğunu anlayan ve düzeltmeye uğraşanlar arasında Honorius gibi papalar da vardır. Bu yanlış îtikatları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed Mustafa “aleyhissalatü vesselâm” vasıtası ile neşrettirdiği, İslam dini ile düzeltilmiştir. O hâlde, bu 3 dinin hakiki esaslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurafelerden temizleyen hakiki doğru dinin, İslam dini olduğunu kimse inkâr edemez.
Müslümanlığı kabul etmiş bir İngiliz olan Fellowes diyor ki; “Hristiyanlığın birçok yanlış akidelerini [inançlarını] düzeltmeye kalkan Martin Luther, bilmiyordu ki kendisinden tam 900 sene evvel Muhammed “aleyhissalatü vesselâm” İslamiyeti neşrederek, bütün bu kusurları düzeltmiştir. Bunun için, İslamiyeti, hurafelerden tamamen temizlenmiş nasraniyetin mütekamil bir şekli olarak kabul etmek ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğuna inanmak lâzımdır.”
Kimseye Bâkî değildir, mülk-i dünya, sim-ü zer,
Bir harab olmuş gönül, tâmir etmektir hüner.
Buna fânî dünya derler, durmayıp daim döner,
Adem oğlu, bir fenerdir, akıbet bir gün söner.
KAYNAK: Herkese Lâzım Olan Îmân