Bu mektup, Mirza Hüsameddinin oğlu Hâce Cemaleddin Hüseyine yazılmış olup nihâyetin, âfâk ve enfüsün dışında olduğunu bildirmektedir:
Bismillahirrahmanirrahim. Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Alemlere rahmet olarak gönderdiği O büyük Peygambere “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” duâ ve selam olsun. Onun kıymetli olan Âline, akrabasına ve yüksek olan Ashâbına “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyamete kadar duâ ve selam olsun!
Bir sâlik niyetini düzelttikten ve kendini dünya arzularından kurtardıktan sonra, Allahü teâlânın ismini zikretmeye başlar ve güç riyazetler çeker [(Riyâzet) nefsin arzularını yapmamak demektir] ve şiddetli, ağır mücâhedeler yapar [(Mücâhede) nefsin istemediği şeyleri yapmaktır] ve tezkiye hâsıl eder [yani nefsi temizlenir] ve kötü huyları iyi huylara döner ve günahlarına tövbe eder ve Allahü teâlâya dönmek nasip olur, dünya sevgisi kalbinden çıkar ve sabır, tevekkül ve rıza hâsıl olur ve bu kazandıklarının mânâlarını, işaretlerini yavaş yavaş ve sıra ile âlem-i misâlde görmeye başlar ve bu âlem-i misâl aynasında kendini insanlığın kirlerinden ve insanlık sıfatlarının aşağılıklarından temizlenmiş görürse, (Seyr-i âfâkî)ye [yani kendinin dışında ilerlemeyi] tamamlamış olur. Bâzıları, bu yolculukta ihtiyatlı davrandı. İnsanın yedi latîfesinden her birini âlem-i misâl aynasında, renkli bir nur olarak gördüler. Her latîfenin temizlendiğini, kendi nurunun, âlem-i misâlde görünmesiyle anladılar. Bu seyre [yürüyüşe] kalp ismindeki latîfeden başladılar. Yavaş yavaş ve sıra ile latîfelerin sonuncusuna ilerlediler. Mesela sâlikin kalbinin temizlendiğinin alâmeti olarak, (Âlem-i misâl) aynasında, kırmızı nurun görünmesini kabul etmişlerdir. Ruh ismindeki latîfenin temizliğinin alâmeti, sarı nurdur. Böylece, beş latîfenin temizliğini gösteren beş nur vardır. Demek oluyor ki seyr-i âfâkîyi tamamlıyan bir sâlik, sıfatlarının ve ahlakının değişmesini âlem-i misâl aynasında görüyor. Kendindeki zulmetleri, kötülükleri, o âlem aynasında his ederek temizlendiğini anlayor. Sâlik bu yürüyüşte, her ân, hallerindeki değişikliği, âlem-i misâlde görüyor. Kendindeki değişiklikleri haber veren o âlemdeki değişiklikleri görüyor. Âlem-i misâl afaktandır. [Yani insanın dışında bulunan şeylerdendir.] Böylece insan, âfâkta ilerlemiş oluyor. Evet sâlik, hakikatte kendinde seyr etmekte, değişiklik yapmaktadır. Yani, onun sıfatlarında ve ahlakında keyifi, kalitatif bir hareket olmaktadır. Fakat, o, bu hareketini âfâkta görmektedir. Kendinden haberi yoktur. Bunun için, seyr-i âfâkî denilmiştir. Âfâkta olan bu seyr tamam olunca, seyr-i ilallah tamam olmuş olur. Fenâ hâsıl olmuş olur demişlerdir ve bu seyr-i ilallaha, (Sülûk) demişlerdir.
Bundan sonra olan seyre, (Seyr-i enfüsî), (Seyr-i fillâh) derler. Bu seyrde, (Bekâ-billah) hâsıl olur derler. Bu makâmda, sülûkten sonra, cezbe hâsıl oluyor derler.
Sâlikin latîfeleri, birinci seyrde, tezkiye bulduğu, insanlık kusurlarından temizlendiği için, bu latîfeler, sâlikin rabbi [terbiye edicisi, yetiştiricisi] olan isim-i ilâhînin akslerini, zıllerini, kendilerinde gösterecek bir ayna gibi olmuşlardır. Bu ismin çeşitli kısımlarının tecellîsine, görünmesine ayna olmuşlardır.
İkinci seyre, enfüsî şunun için denir ki sâlikin enfüsü, yani kendisi, isimlerin akslerine, zıllerine ayna olmuştur. Yoksa sâlik, kendinde seyr etmekte değildir. Nitekim seyr-i âfâkîye de, âlem-i misâl ayna olduğu için, Seyr-i âfâkî denmişti. Yoksa, sâlik âfâkta seyr etmiyordu. Bu ikinci seyr, hakikatte, enfüs aynalarında isimlerin zıllerinin, hayallerinin seyridir. Hatta bunun için, (Aşıkta maşukun seyri) demişlerdir. Fârisî beyt tercümesi:
Hareket eden, ayna değildir,
aynadaki sûretlerdir.
Bu seyre, seyr-i fillâh da denmesine sebep, sâlik bu seyrde, Allahü teâlânın sıfatları ile sıfatlanır. Bir sıfattan bir sıfata geçer. Çünkü, aynadaki sûretlerin sıfatlarının bazısından aynanın da nasibi olur. Bundan dolayı, sanki Allahü teâlânın isimlerinde seyr etmiş gibidir.
İşte tasavvufçuların sözlerinin mânâsı budur. Makâm sahiplerinin hâli ve söz sahiplerinin muradı herkesin anladığı gibi olmaz. Herkes anladığı kadar söyler. Bu sözden, başkaları da anlayışı kadar mânâ çıkarır. Bir kimse, sözü ile bir şeyler anlatmak ister. Dinleyenler, bu sözden başka şeyler anlayabilir.
Tasavvufçuların seyr-i enfüsîye sıkılmadan seyr-i fillâh demeleri ve çekinmeden Bekâ-billah ismini vermeleri ve kavuşmak, yetişmek bilmeleri bu fakire ağır geliyor. Bu sözlerine doğru mânâ vermek, düzeltmek için güçlük çekiliyor.
Seyr-i âfâkîde, sanki kötülüklerden temizlenmek ve seyr-i enfüsîde, iyi ahlak ile ahlaklanmak vardır. Çünkü, kötülüklerden ayrılmak, Fenâ makâmına uygundur. İyiliklere kavuşmak, Bekâ makâmına uygun olur. Bu seyr-i enfüsînin nihâyeti yok demişlerdir. İnsanın ömrü sonsuz olsa, bu seyr bitmez sanmışlardır. Çünkü, mahlukun sıfatlarının nihâyeti yok demişlerdir. Allahü teâlânın sonsuz sıfatları, sâlikin latîfeleri aynasında tecellî etmekte, Onun kemâlâtından bir kemâl görünmektedir. O hâlde, bu seyr bitmez ve sonu gelmez.
Seyr-i âfâkîde hâsıl olan Fenâ ile seyr-i enfüsîde hâsıl olan Bekânın ikisine birden, velâyet [Evliyâ olmak] demişler ve kemâlin, yükselmenin sonu buraya kadardır sanmışlardır. Bundan sonra, seyr [yolculuk] olursa, geriye doğru olur ki buna (Seyr-i anillah) demişlerdir. Geriye inerken, bir dördüncü yolculuk vardır ki buna da (Seyr-i fiil-eşya) demişlerdir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, başkalarını kemâle getirmek ve irşad etmek içindir. İlk iki seyr, velâyeti hâsıl etmek içindir, demişlerdir.
Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ ile kul arasında, yetmiş bin nurdan perde ve yetmiş bin zulmetten perde vardır) buyuruldu.
Tasavvufçulardan bir kısmına göre, seyr-i âfâkîde yetmiş bin perde aşılmaktadır. Çünkü, yedi latîfeden her birinde onbin perde geçilir dediler. Bu seyr tamam olunca, perdelerin hepsi aradan kalkmış olup sâlik, seyr-i fillâh yapmaya başlar ve (Vuslat) makâmına erişir sandılar.
İşte, Evliyânın seyr ve sülûk dedikleri şeyler bunlardır. İnsanın kemâle gelmesi ve başkalarını da irşad etmesi böyle olur derler.
Allahü teâlânın lütfederek, ihsan ederek, bu fakire bu bilgilerden zâhir ettikleri ve ne sûretle yetiştirdiklerini, nimeti bildirmek ve şükrünü yapmak maksadı ile aşağıya yazıyorum. Kalbi uyanık olanlar istifade eder.
Hak teâlâ, bi-çun ve bi-çigunedir. Yani hiçbir şeye benzemez. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Âfâkta olmadığı gibi, enfüste de bulunmaz. O hâlde, seyr-i âfâkîye, seyr-i ilallah demek ve seyr-i enfüsîye seyr-i fillâh ismini vermek doğru olmaz. Bu her iki seyr de, (Seyr-i ilallah) olur. Seyr-i fillâh, âfâk ve enfüs ile ilişiği olmayan ötelerin ötesi bir seyrdir. Şaşılacak şeydir ki seyr-i enfüsîye, seyr-i fillâh demişler. Bu seyri bitmez tükenmez bilip, sonsuz olarak seyr edilse, tamamlanamaz sanmışlar. Halbuki enfüs de, âfâk gibi mahluk olduğundan, mahluklarda seyr etmiş oluyorlar. Böylece, büyük hataya, sonsuz husrana düşüyorlar. Sonra, ebedî olarak Fenâ hâsıl olamayınca, Bekâ hiç hâsıl olmaz. Vüsûl, kavuşmak, nasıl olur? Yaklaşmak ve kemâl nasıl elde edilir? Sübhânallah! Tasavvuf büyükleri, böylece, serabı su sanarak ve seyr-i ilallaha seyr-i fillâh diyerek, mahluku Hâlik düşünerek ve zamanlı mekanlı olana, bi-çun diyerek kendilerini avutunca, küçüklerden ve görüşleri kısa olanlardan şikayet etmeye sıra gelir mi? Yazıklar olsun! Nasıl oluyor da, enfüse Hak teâlâ diyorlar. Hududü ve sonu olan bu seyri, nihâyetsiz sanıyorlar. Seyr-i enfüsîde sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları görünüyor diyorlar. Halbuki bu görünenler, isimlerin ve sıfatların akslerinden, zıllerinden bir zıldir. İsimlerin ve sıfatların kendileri değildir. Burasını bu mektubun sonunda daha açıklayacağız, inşaallahü teâlâ.
Allahü teâlâ, bi-çun ve bi-çigunedir. Anlaşılabilen, düşünülebilen her şey, Ondan uzaktır. O hâlde, âfâk ve enfüs aynalarında yerleşemez. Bu aynalarda görülenler, zamanlı, mekanlı şeylerin görünüşüdür. Âfâk ve enfüsü geçerek, Onu, âfâk ve enfüsün ötesinde aramak lâzımdır. Âfâk olsun, enfüs olsun, Onun Zâtı, mahluklar aynasına yerleşmiyeceği gibi, isimleri ve sıfatları da, bunlara yerleşmez. Buralara aks eden her şey, isimlerin ve sıfatların aksleri, zılleri ve misalleridir. Hatta, isimlerin ve sıfatların zılleri ve numuneleri de, âfâk ve enfüsün dışındadır. Burada, kudretin görünmesinden başka bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları da, kendisi gibi bi-çun ve bi-çigunedir. Benzerleri ve numuneleri yoktur. Âfâk ve enfüsten dışarı çıkılmadıkça, isimlerin ve sıfatların akslerinin ve zıllerinin ne demek olduğu anlaşılamaz. Nerede kaldı ki isimler ve sıfatlar anlaşılmış olsun. Şaşılacak şeydir ki bu fakire bildirilenler, gösterilenler, o büyüklerin tattıklarına ve gördüklerine hiç uymuyor. Bunlardan birini söylesem, kim inanır? Kim kabul eder? Eğer söylemeyip saklasam, yanlışın doğru ile karışmasına ve Hak teâlâya câiz olmayan şeylerin söylenmesine göz yummuş olurum. Onun için, ister istemez, doğrusunu ve Allahü teâlâya söylenmesi yakışanı bildireceğim. Uygun olmayanları reddedeceğim. İster inansınlar, ister inanmasınlar. Bunu düşünmüyorum ve üzülmüyorum. Kendi bilgisinden, keşflerinden şüphesi olan, başkalarının inanmamasından korkar. İşin doğrusu güneş gibi açıkta olunca, keşflerin doğruluğu, ayın ondördü gibi meydanda olunca ve akslerden, hayallerden kurtulmuş ve misallerin, numunelerin üstüne çıkarılmış olunca, bilgilerde hiç şüphe olur mu? Hocam [Muhammed Bâkî] “kuddise sirruh” buyurdu ki (Hallerin doğru olmasına alâmet, bunlara tam bir yakîn ve inanmaktır). Bundan başka, Allahü teâlânın lutfü, ihsanı ile bu büyüklerin söyledikleri hallerin her biri, ayrı ayrı bu fakire [yani İmâm-ı Rabbânî’ye “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz] bildirildi. Tevhid, ittihat, ihâtâ ve sereyân mârifetleri gösterildi. O büyüklere gösterilen ve bildirilenlerin içyüzü hâsıl oldu. İlmlerinin, mârifetlerinin incelikleri meydana çıkarıldı. Bu makâmda çok zaman kaldım. Bütün bunların, azına çoğuna kavuştum. Bunlarda artık şüphe ve tereddüt kalır mı?
Nihâyet Allahü teâlânın lutfü ile anlaşıldı ki bu görünenlerin, anlaşılanların hepsi, zıllerin, akslerin, hayallerin oyunlarıdır, görünüşleridir. Misallere, hayallere kapılmaktan başka bir şey değildir. Aranılan, bunların ötesindedir. İstenilen, bunlardan başkadır. Bunu anlayınca, çaresiz, bu mârifetlerin hepsinden yüz çevirdim. Bi-çun olan Zât-ı ilâhiyye teveccüh ettim. Yeri, miktarı ve sıfatı olan her şeyden uzaklaştım. Halim böyle olmasaydı, büyüklere uymayan söz söyleyebilir mi idim? Bu ayrılık, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olmasaydı ve Allahü teâlânın takdis ve tenzîhi için olmasaydı, bu büyüklere uymayan sözü yine söylemezdim. Ağzımı açamazdım. Çünkü, onlara ihsan olunan nimetlerin artıklarını toplayan bir dilenci gibi idim. Onların nimet sofralarını temizleyen bir hizmetçiyim. Yine söylüyorum ki bu fakiri [yani İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”], lütfederek terbiye eden, yetiştiren onlardır. Katkat ihsanları ile faydalandiren onlardır. Fakat, ne yapayım? Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında olduğundan ve Onun mukaddes Cenabına yakışmayan kelimeler kullanıldığından, bunun karşısında susmak ve başkalarının inanmamasından korkmak, dine ve diyanete sığmaz ve kulluğa uymaz.
Vahdet-i vücûd ve benzeri bazı bilgilerde, âlimlerin tasavvufçulardan ayrılması, akıl yolu ile ve istidlal iledir. Bu fakirin ayrılması ise, keşif ve şuhûd, yani görmek iledir. Âlimler, tasavvufçuların bilgilerinin çirkin olduğunu söylüyor. Bu fakir ise, güzel olduğunu, fakat maksadın, arzunun bunlar olmadığını, bunları bırakıp ilerlemek lazım geldiğini söylüyorum. Şeyh Alaüddevle “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” de, vahdet-i vücûd bilgilerine uymuyor. Âlimlerin bildiği gibi, çirkin biliyor. Buna şaşılır. Çünkü, onun bilgisi, keşif yolu iledir. Keşif sâhibi, bu bilgileri çirkin bilmez. Çünkü, vahdet-i vücûdda garib haller, şaşılacak mârifetler vardır. Bu bilgiler, çirkin değildir. Fakat bu bilgilere saplanıp kalmak da güzel değildir.
Sual: Bu sözlerden, tasavvuf büyüklerinin batıl bir yolda bulundukları ve hakikatin, onların keşif ve buluşlarından başka olduğu anlaşılıyor.
Cevap: Batıl, hiçbir hakikate dayanmayan şey demektir. Halbuki bu haller ve mârifetler, muhabbetin fazla olmasından hâsıl oluyor. Allahü teâlânın sevgisi, bu büyükleri o kadar kaplıyor ki başka şeylerin ismi ve cismi hatırlarına gelmiyor. Başka bir şey görmiyorlar. İster istemez, sevmek sarhoşluğu ile üzerlerini bu halin kaplaması ile başka şeyleri yok biliyorlar. Allahü teâlâdan başka bir şey görmüyorlar. Bu hâle batıl denir mi? Burada batıl yoktur. Bunları, hak kaplamıştır. O büyükler, Allahü teâlânın sevgisine dalarak, kendilerini ve her şeyi yok etmişlerdir. Batıl, bunların yanına yaklaşabilir mi? Bunlar tamamen haklıdır ve hak içindirler. Yalnız görünüşü bilen âlimler, bunların hakikatini anlayabilir mi? Görünüşte uygunsuzluktan başka ne anlarlar? Onların büyüklüğünden ne elde edebilirler?
Sözün doğrusu şudur ki bu hallerin ve mârifetlerin ötesinde, başka kemâller ve üstünlükler vardır ki o kemâlâtın yanında bu haller ve mârifetler, okyanus yanındaki bir damla su gibi kalır. Fârisî beyt tercümesi:
Gök, Arşa bakınca, aşağıdır,
fakat, toprağa nazaran çok yüksektir.
Yine sözümüze dönelim! Perdelerin yırtılmasında diyorlar ki seyr-i âfâkîde nurlu ve zulmetli perdelerin hepsi aradan kalkar. Bu fakire göre, bu sözleri de yerinde değildir. Hatta, tamamen başka türlü anlayorum. Görüyorum ki zulmetli perdelerin kalkması için mahlukların hepsini aşmak, yani seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nurdan perdelerin aradan kalkması için de, Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında seyr etmek lâzımdır. Yani isimleri, sıfatları, şanları ve itibarları hiç görmemelidir. Ancak bu zaman, nurdan perdelerin hepsi kalkarak, (Vasl-ı uryânî) hâsıl olur. Böyle olanlar pek azdır. Seyr-i âfâkîde, zulmetten olan perdelerin yarısı bile aradan kalkmaz. Nurdan perdeler hiç kalkar mı? Perdeler çok çeşitlidir. Onun için şaşırmışlardır. Mesela, nefsin perdelerinin zulmeti, kalbin perdelerinin zulmetinden çoktur. Zulmeti az olan perdeler, nûrânî perde gibi görünmüştür. Görüşü keskin olanlar, zulmani perdeyi nûrânî perde ile karıştırmaz. Zulmete nur demez. Bu, öyle bir nimettir ki dilediğine ihsan eder. Allahü teâlâ, büyük ihsan sâhibidir.
Bu fakiri [yani İmâm-ı Rabbânîyi “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”] yetiştirmek için şereflendirdikleri yolda hem cezbe, hem sülûk vardır. Latîfeleri [insanların kötü huylarından] temizlemek ve Allahü teâlânın sıfatları ile doldurmak, bir aradadır. Tasfiye [sülûk] ve tezkiye [cezbe], bu yolda beraberdir. Seyr-i enfüsîde, seyr-i âfâkî dahi yapılmış olur. Tasfiye içinde, tezkiye de hâsıl olur. Cezbe, sülûkü de hâsıl eder. Âfâk, enfüsün içinde bulunur. Fakat, latîfeleri temizlemek cezbeden önce ve tasfiye, tezkiyeden öncedir. Bu yolda, göz önünde olan enfüstür. Âfâk değildir. Bunun için, bu yol ile çabuk varılır. Hatta, diyebilirim ki bu yol, elbette kavuşturur. Kavuşturmamak ihtimali yoktur. Allahü teâlâdan istikâmet ve fırsat dilemek lâzımdır.
Bu yol, elbette kavuşturur dedim. Çünkü, bu yolun başlangıcı cezbedir ki elbette kavuşturur. Sâlikleri yolda bırakan, ya sülûk konaklarıdır veya sülûkü bulunmayan kuru cezbelerdir. Bu manilerin ikisi de, bu yolda yoktur. Çünkü, sülûk, cezbeye bağlıdır. Cezbe ile beraber, cezbenin içinde hâsıl olur. Burada, halis sülûk olmadığı gibi, kuru cezbe de yoktur. Onun için, sâlikin yolu kesilmez. Bu yol, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsus olan caddedir. Bu büyükler, çeşitli derecelerine göre, bu yoldan vasıl olmuşlardır. Afakı ve enfüsü bir adımda geçmişler, ikinci adımı, âfâk ve enfüsün ilerisine koymuşlardır. Sülûk ve cezbeyi geride bırakmışlardır. Çünkü, sülûkün nihâyeti, Seyr-i âfâkînin sonuna kadardır. Cezbenin nihâyeti, Seyr-i enfüsînin sonuna kadardır. Seyr-i âfâkî ve enfüsî tamam olunca, sülûk ve cezbe de tamam olur. Bundan sonra ne sülûk kalır ne cezbe. Bu sözümüzü sülûk ve cezbe sahipleri anlayamaz. Çünkü, onlara göre, âfâk ve enfüsün üstünde yol yoktur. İnsanın ömrü sonsuz olup hep seyr-i enfüsî yapsa, yine tamamlayamaz. Bu büyüklerden biri buyuruyor ki fârisî beyt tercümesi:
Eğer bütün ömrünce yürüse de insan,
Kendinden dışarı çıkmaya bulmaz imkan.
Bu yolu bana gösterenler o kadar büyüktür ki Onların sayesinde gözümü açtım. Onların sayesinde bunları söyleyebiliyorum. Tasavvufun elifbasını Onlardan öğrendim. Mevleviyet derecesine Onların teveccühü ile kavuştum. Eğer ilmim varsa, Onların ilim deryalarından birkaç damladır. Eğer mârifet sâhibi isem, Onların iltifatlarının eseridir. Nihâyetin başlangıçta yerleşmiş bulunduğu yolu Onlardan öğrendim. Kayumluk cihetine çeken ipin ucunu Onlardan aldım. Onların bir bakışı ile öyle şeylere kavuştum ki başkaları kırk gün çile çekmekle göremez. Onların sözünden öyle şeyler edindim ki başkaları senelerle çalışmakla ele geçiremez. Fârisî iki beyt tercümesi:
Şemseddinin bir bakışına Tebrizde kavuşan kişi,
Çile çıkaranlara güler, ayblar daim herkesi.
Nakşbendiyye, nasıl kafile sürücüdür?
Kafilesini gizlice maksada götürür.
Bu büyükler, yola, seyr-i enfüsîden başlıyor. Seyr-i âfâkîyi bununla beraber yapmış oluyor. Bu hâle, (Sefer der vatan) sözü ile işaret ediyorlar.
Bu büyüklerin yolu pek kısadır. Maksada çabuk ulaştırır. Başkalarının yolunun sonu, bu yolun başlangıcına varır. Bunun içindir ki (Biz, nihâyeti, başlangıca yerleştirdik) buyurmuşlardır. Velhasıl, bu büyüklerin yolu, başka tasavvuf yollarından çok yüksektir. Diyebilirim ki bunların huzuru ve agah olmaları [Allahü teâlâ ile her ân beraber olmaları], Onların çoğunun huzurunun üstündedir. Bunun içindir ki (Bizim bağlılığımız, bütün bağlılıkların üstündedir) buyurmuşlardır. Fakat, âfâk ve enfüsün dışında ve sülûk ve cezbenin üstünde Evliyâya yol olmadığı için, bu büyükler de, ister istemez âfâk ve enfüsün ötesinden konuşmamışlar. Cezbe ve sülûkün dışından haber vermemişler. Evliyâlık kemâlâtına uygun olarak, (Evliyâ, Fenâ ve Bekâdan sonra her şeyi kendilerinde görür. Kendilerinde bulurlar) buyurmuşlardır. Kendilerinde seyr ettikleri için, Zariyat sûresinin (Kendinizde bulunmaktadır, niçin görmüyorsunuz?) mealindeki âyet-i kerimesine uymuşlardır.
Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki bu büyükler, enfüsün dışından haber vermedi iseler de, enfüse bağlanıp kalmış da değildirler. Enfüsü de, âfâk gibi (Lâ) deyip yok etmek istiyorlar. Allahü teâlâdan başka olan her şey gibi, onu da yok biliyorlar. Muhammed Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” buyurdu ki (Her gördüğün, her işittiğin ve her bildiğin, O değildir. Bunların hepsini, (Lâ) derken, yok etmek lâzımdır). Fârisî beyt tercümesi:
Nakşibenddirler fakat, her nakşa bağlanmazlar,
insanlar, şaşkınlıktan, başka nakş ararlar.
Başka şeyleri yok etmek başkadır. Başka şeylerin yok olması başkadır.
Evliyâlıkta cezbe ve sülûktan ve âfâk ve enfüsten dışarı çıkılamaz dedik. Çünkü, velâyetin bu dört temelinin üstünde, (Kemâlât-ınübüvvet) başlar. Evliyâlık, buraya ulaşamaz. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Ashâbının çoğu ve Ashâb olmayanlardan pek az bahtiyarlar, Peygamberlere “aleyhimüssalavâtü vettehiyyat” tam uydukları için, bu devlete kavuşmuştur. Cezbe ve sülûkü içinde bulunduran bu yoldan seyr ederek ilerlemişler, sülûk ve cezbenin dışına çıkmışlardır. Zıllerden, hayallerden kurtulmuşlar, enfüsü de, âfâk gibi, geride bırakmışlardır. Burada, başkalarına şimşek gibi çakıp biten (Tecellî-i Zâtî)ler, devamlı olmuştur. Hatta bunların işi, ister şimşek gibi olsun, ister devamlı olsun, bütün tecellîlerin üstündedir. Çünkü, bütün tecellîlerde [görünüşlerde] az da olsa, zıll, aks bulunur. Halbuki bu büyüklere, nokta kadar zıll, büyük dağ gibi gelir. Bu büyüklerin kazanclarının başlangıcı, Zât-ı ilâhînin çekmesi ve sevgisidir. Cenâb-ı Hakk’ın lutfü ile bu sevgi her ân artarak, başka şeylerin sevgisi yavaş yavaş azalır. Başka şeylere bağlılık, yavaş yavaş yok olur. Bir saadetli kimseyi, Allah sevgisi kaplıyarak, başka her şeyin sevgisi kalmayınca ve Allah sevgisi, bütün bu sevgilerin yerine yerleşince, onun aşağı sıfatları ve bütün kötü huyları yok olur. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeylere, uzun bir sülûke ve sıkı riyazetlere ve çetin mücâhedelere lüzum kalmadan kavuşur. Çünkü, sevmek, sevgiliye, itaat etmeyi ister. Sevgi son haddini bulunca, itaat da tamam olur. Sevgiliye, insan gücünün yetişebildiği kadar, tam bir itaat hâsıl olunca (Makamat-i aşere) ele geçer. [Makamat-i aşere: Tövbe, züht, vera, sabır, fakr, şükür, havf, reca, tevekkül ve rıda olduğu (Neşrül-mehasin)de yazılıdır.] Bu (Seyr-i mahbubi) ile seyr-i âfâkî gibi, seyr-i enfüsî de tamamlanmış olur. Çünkü, hep doğru söyleyici “aleyhi ve alâ Âlihissalatü vesselâm” (İnsan, sevdiği ile beraberdir) buyurdu. Sevgili, âfâk ve enfüsün dışında olduğundan seven de Onunla beraber olacağından âfâk ve enfüsün dışına çıkar. Böylece, seyr-i enfüsîyi de, geride bırakmış olur. Beraberlik devletine kavuşur. İşte, bu büyükler, muhabbet devleti sayesinde, âfâk ve enfüs ile uğraşmazlar. Âfâk ve enfüs, onlara tâbi olur. Sülûk ile cezbe, bunların işlerine bağlı bulunur. Bu büyüklerin sermayesi, muhabbettir. Muhabbet, sevgiliye itaat etmeyi ister. Sevgiliye itaat ise, ahkâm-ı İslamiyeye uymakla olur. Çünkü, sevgilinin beğendiği şey, yol, ahkâm-ı İslamiyidir. O hâlde, muhabbetin çok olmasına alâmet, ahkâm-ı İslamiyeye çok uymaktır. (Ahkâm-ı İslâmiyye)ye uymak, farzları yapmak ve haramlardan sakınmak demektir. Ahkâm-ı İslamiyeye tam uyabilmek ise, ilim, amel ve ihlas ile olur. Her sözde, her işte, her harekette, her duruşta, kendiliğinden hâsıl olan ihlas, muhlas olan kimseye nasip olur. Muhlisler, bu muamayı anlayamaz. (Muhlisler, büyük tehlikededir) buyuruldu.
Yine sözümüze dönelim! Seyr ve sülûkten maksat ve cezbe ve tasfiyeden beklenilen şey, nefsi kötü huylardan ve çirkin sıfatlardan temizlemektir. Bu çirkin sıfatların başı, nefse düşkün olmak ve onun arzularına, isteklerine tutulmaktır. O hâlde, Seyr-i enfüsî lâzımdır. Kötü sıfatlardan güzel sıfatlara dönmek lâzımdır. Seyr-i âfâkî lüzumlu değildir. Maksat, gaye bu seyre bağlı değildir. Çünkü, afaka düşkünlük, nefse düşkün olmaktan ileri gelir. İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmek, onlardan istifade edeceği içindir. Seyr-i enfüsîde, insanı, Allahü teâlânın sevgisi kaplıyarak, insan, kendini sevmekten kurtulduğu için evlat ve mal sevgisi de, bununla beraber yok olur. O hâlde, seyr-i enfüsî muhakkak lâzımdır. Seyr-i âfâkî buna bağlı olarak, bununla beraber müyesser olur. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” seyrleri, yalnız seyr-i enfüsî idi. Seyr-i âfâkî bununla beraber yapılıyordu. Evet, seyr-i âfâkî de, ara yerde, hiç durmadan, devamlı yapılır. Sonuna varılırsa, bu da iyidir. Fakat, arada takılıp kalınırsa ve sonuna varılmazsa, hemen hemen faydasız olur. İstenilen gayeye mâni olan şeylerden biri sayılır.
Seyr-i enfüsî ne kadar ilerlerse, o kadar karlı olur. Bu seyri tamamlıyarak enfüsten dışarıya çıkmak, çok büyük nimettir. Enfüsteki değişiklikleri âfâk aynasında görmeye, kendindeki değişmeleri âfâkta görmeye ne lüzum var. Kalbin temizliğini âlem-i misâlde anlamak ve bu temizliği, âlem-i misâlde kırmızı nur olarak görmek de böyledir. Niçin kendi vicdanına bırakmıyor ve değişikliklerini ve temizliğini kendi firaseti ile anlamıyor. Meşhurdur ki birisi on iki sene tabibe muhtaç olmamış, hallerindeki değişikliği kendi vicdanı ile anlamıştır. Sıhhatini ve hastalığını kendi firaseti ile bilmiştir. Evet, seyr-i âfâkîde, ilimler, mârifetler, tecellîler ve zuhûrlar çok olur. Fakat, bunların hepsi zıllerin görünüşüdür. Misallerle, hayallerle avunmaktır. Bazı mektuplarda bildirdiğimiz gibi, seyr-i enfüsî zıllere, akslere bağlıdır. O hâlde, Seyr-i âfâkî zıllerin zılline bağlı olur. Çünkü, âfâk, enfüsün zılleri gibidir ve enfüsü gösteren ayna gibidir. Enfüsteki değişiklikleri, âfâk aynasında görmek ve latîfelerin temizlenmesini ve sıfat-ı ilâhiyye ile sıfatlanmasını âfâk aynasından anlamak, insanın rüyada, âlem-i misâlde kendini padişah görmesine veya zamanın Kutubu görmesine benzer. Halbuki ne padişahtır, ne de Kutub olmuştur. Bu rüyadan, onun, haricde, uyanık iken de padişah ve Kutub olabileceği anlaşılır. Tezkiye [latîfelerin temizlenmesi] seyr-i enfüsîde olur. Seyr-i âfâkîde görülen bu tezkiyenin kabil ve mümkün olmasını haber verir. Seyr-i enfüsîde kendini temiz görmedikçe ve vicdanı ile kendini temizlenmiş bulmadıkça, Fenâ hâsıl olmaz. Makamat-i aşereye kavuşamaz. Yedi hâlden eline ancak hava girer. Görülüyor ki Seyr-i enfüsî de, Seyr-i ilAllah’ın içindedir. Seyr-i ilAllah’ın tamamlanması ile Fenânın hâsıl olması, Seyr-i enfüsînin tamam olmasına bağlıdır. Seyr-i fillâh, Seyr-i enfüsîden çok sonra hâsıl olur.
Ey mesud insan! Seyr-i enfüsîde, insanın kendine olan bilgisi ve sevgisi kalmadığı için, kendine bağlılığı da kalmaz. Bunun sonucu olarak, başkalarına bağlılığı da yok olur. Çünkü, kendine bağlı olduğu için, başkalarına da bağlanmıştır. O hâlde, Seyr-i âfâkî Seyr-i enfüsînin altında yapılmaktadır. Sâlik, yalnız Seyr-i enfüsîyi yapınca, hem kendine bağlılıktan, hem de başkalarına bağlanmaktan kurtulur. İşte bu söylediklerimizden, Seyr-i enfüsînin ve Seyr-i âfâkînin mânâsı kolayca anlaşıldı. Çünkü, enfüste seyr, âfâkta da seyrdir. Kendine olan bağlılıkları yavaş yavaş ortadan kaldırmak, enfüste seyrdir. Seyr-i enfüsî yaparken, afaka olan bağlılıkların çözülmesi de, seyr-i âfâkîdir. Halbuki başkalarının anlattığı seyr-i âfâkî ve Seyr-i enfüsîyi açıklamak güçtür. Evet, doğru olan şeylerde güçlük olmaz.
Seyr-i enfüsîde, sâlikin latîfeleri aynasında, Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları görünüyor diyorlar. Buna tahliyeden [boşaltmaktan] sonra doldurmak diyorlar. Bu görünenler, hakikatte isimlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıllin görünüşüdür. Önce isimlerin ve sıfatların zıllerinden bir zıll, talibin aynasında görünür. Onun zulmetlerini ve kötülüklerini temizler. Yani, tasfiye ve tezkiye yapar. Bu tasfiye ve tezkiye, Seyr-i enfüsî tamam olunca hâsıl olur. Latîfeler tahliye olup isimlerin ve sıfatların görünmesine elverişli olur. Seyr-i enfüsîde elde edilen (Tahliye), tasfiye ve tezkiyenin tamam olmasına bağlıdır. Seyr-i âfâkîde görünen tahliye, hakiki tahliye değildir. Bunun için, seyr-i enfüsîde isimler ve sıfatlar görülmez. Demek oluyor ki zılle kavuşmak, sevgiliden başka her şeyden ayrılmaktan önce olur. Yani, sevgilinin zıllerinden bir zıll, sâlikin aynasında görülmedikçe, sevgiliden başka şeylerden kesilmek olamaz. Fakat, sevgiliye kavuşmak, başkalarından kesilmekten sonra hâsıl olur. Şu hâlde, tasavvuf büyüklerinden, kavuşmak [peyvesten] öncedir diyenler, bir zılle kavuşmayı demek istemişlerdir. Kavuşmak sonradır diyenler ise, asla kavuşmayı bildirmişlerdir. Böylece, her iki tarafın ayrılığı, yalnız kelimededir. Şeyh Ebû Saîd-i Harrâz “kuddise sirruh” burada başka türlü söylüyor ve (Kurtulmadıkça bulamazsın ve bulmadıkça kurtulamazsın! Hangisi önce olduğunu bilmiyorum) demiştir. Anlaşılıyor ki zılli bulmak, kurtulmaktan öncedir. Aslı bulmak kurtulmaktan sonradır. Burada şüphe edecek bir şey yoktur. Nitekim sabah vakti güneş doğmadan evvel, güneş ışınlarının zılleri görünüp, yer yüzünü karanlıktan temizler. Zulmetler gidip, her taraf tasfiye bulduktan sonra, güneşin kendi doğar. Burada da, güneşin zıllinin görünmesi, zulmetlerin gitmesinden öncedir ve güneşin doğması, zulmetlerin tahliyesinden ve zıllin tasfiyesinden sonradır. Fakat, burada zulmetlerin tahliyesi ve ortalığın tasfiyesi, zıllerin zuhûrundan önce olmuyor.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız