Bu mektup, Han-ı Hanan-ı Cihan’a yazılmış olup Ehl-i sünnet îtikadını ve İslâmın beş şartını ve günahlardan tövbe etmeyi bildirmektedir:
Mektubuma Besmele ile başlıyorum. [Yani, dünyada, bütün insanlara faydalı şeyleri yaratıp göndermekle merhamet eden ve ahirette, Cehennemi hak etmiş olan müminleri, afv ve inayet buyuran, mahlukatı yaratan ve her ân varlıkta durduran ve korku ve dehşetten muhafaza buyuran Allahü teâlânın isim-i şerifi ile bu mektubu yazmaya başlıyorum.] Onun seçtiği, beğendiği iyi insanlara selametler olsun!
[Tavsiye Yazı –> Besmele Ne Zaman Çekilir?].
Lütfederek göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuz geldi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki şüphelerin arttığı şu zamanda, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan sizin gibi bahtiyarlar, temiz mayalarının icâbı olarak, hiçbir münasebet olmadığı hâlde, bir köşede kalmış, unutulmuş olan bu fakirleri düşünmekle, iltifat buyuruyor ve bu tâifeye îman ediyorsunuz. Ne büyük nimettir ki çeşitli meşguliyet ve bağlılıklarınız, sizleri bu devletten alıkoymamış ve dağınık işleriniz, onlara muhabbetinize mâni olmamış. Bu büyük nimetin şükrünü yerine getirmelisiniz ve “El mer’ü mea men ehabbe”, yani, “Herkes, ahirette, dünyada iken sevmiş olduğu kimselerle beraber bulunacaktır” hadis-i şerifinden ümitli olmalısınız!
Ey kıymetli ve bahtiyar insan! 73 fırka içinde, Cehennemden kurtulan, yalnız Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasıdır. Her müslüman, Ehl-i sünnet îtikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Asırlardan beri dünyaya yayılmış olan müslümanların çoğu, Ehl-i sünnet idi. [Gelmiş olan yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimlerinin, milyonları aşan kitapları, dünyanın her tarafına, İslamiyeti yaymış, tanıttırmıştır. Cehennemden kurtulmak isteyen, bu doğru kitapları bulup, okuyup îtikadını düzeltmelidir.] Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan îtikada uymayan fenâ, bozuk îtikatlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz ölüme, ebedî azâba götürür. Amelde, ibâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Ama, îtikatta gevşek davranmak affolunmaz. “Şirki yani küfrü, asla affetmiyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim!” mealindeki âyet-i kerime meşhurdur.
Ehl-i sünnet îtikadını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre îtikadı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu îtikat üzere daim olmayı istemelidir.
[Her şeyin yoktan var olduğunu, bütün varlıkların yok olduğunu görüyoruz. Bu hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Her şeyi yoktan var eden ve hiç yok olmayan bir yaratıcı yaratmıştır. Bu yaratıcı, varlığını bildirmek için, Peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberler ve kitaplar, meşhurdur. İsimleri, dünyanın her yerindeki kütüphanelerde yazılıdır. Meydanda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü teâlânın, varlığına inanmamak, meydanda olan şeyi inkâr etmek olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hadiseleri, kitapta okuyup, inanmamak gibidir. Bu da, akıllı bir kimsenin yapacağı bir şey değildir.]
Biliniz ki Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile var olmuştur. Onun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelidir. Yani hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezeli olan, Bâkî ve ebedî olur. Hadis ve mahluk olan, fânî ve muvakkat olur, yani yok olur. Allahü teâlâ birdir. Yani, varlığı lazım olan, yalnız Odur. İbadete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayat, İlim, Sem’, Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelidir. Varlıkları Zât-ı ilâhî iledir. Mahlukların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezeli olmasına mâni olmaz. Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, akılları da noksan olduğundan, müslümanlardan mutezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşya hadis olduğu için, bunları var eden ve idare eden sıfatlar da hadistir deyip geçtiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfat-ı kamile)ye, inkâr ettiler. İlim sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Yani, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünkü, eşyadaki değişiklikler, ilim sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Halbuki bilmediler ki sıfatlar ezelidir. Bunların eşyaya teallukları, bağlantıları hadistir.
Noksan sıfatlar, Onda yoktur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, yani hallerin sıfatlarından ve bunlara lazım olan şeylerden münezzehtir, uzaktır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekanlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmeyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlukudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki Arş, mahlukların en şereflisidir. Her şeyden daha saf ve daha nurludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşya gibidir. Hepsi, Onun mahlukudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyada bu kabiliyet yoktur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyaya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münasebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşya arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşya ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hududlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vasi) yani geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhit)dir. Yani her şeyi çevirmiştir. Fakat, bu ihâtâ, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karib)dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vasi, muhit, karib ve bizim ile beraber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen her şey yanlıştır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbir şeyle ittihat etmez, birleşmez. Hiçbir şey de Onunla birleşmez. Ona hiçbir şey hulul etmez. O da, bir şeye hulul etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlil [analiz], terkib [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yoktur. Kadını, çocukları yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, numunesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayalimize gelen her şeyden münezzehtir, uzaktır. İnsanlar Onu anlayamaz. Fârisî beyt tercümesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu
anlayanlar, O vardır diyip kestiler sözü.
[İmâm-ı Rabbânî 266. mektupta diyor ki “Allahü teâlâ vardır, birdir. Haydır, diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri, dünya ve ahiretteki şeyleri, ezelde, bir ânda bilir. O ve sıfatları ve işleri, akıl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz. İnsan bir şey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine (Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.”]
İslam âlimlerinin, “Allahü teâlânın gönderdiği nimetleri düşününüz. Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz”, sözleri meşhurdur. Allahü teâlânın isimleri, (Tevkifi)dir. Yani dinin sâhibinin bildirmesine mevkuftur, bağlıdır. İslamiyetin söylediği ismi söylemelidir. İslamiyetin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylenmemelidir. Cevad denir. Çünkü İslamiyet, Cevad demektedir. Fakat, yine cömert mânâsında olan (Sahi) ismi söylenemez. Çünkü İslamiyet, Ona sahi dememiştir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezan okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günah olur.]
Kurân-ı Kerîm Allah kelamıdır. Onun sözüdür. Sözünü, İslam harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Bununla kullarına emirlerini, nehy [yani yasak]lerini bildirmiştir.
Biz mahluklar, [boğazımızdaki ses iplikçikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzularımızı harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelam da Onundur. Yani harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelam-ı nefsi)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelam-ı lafzi)si hep Onun kelamıdır. Her ikisine de kelam demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsi ve lafzi kelamımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsiye hakiki deyip, lafziye mecaz demek, yani kelam gibi demek, yanlıştır. Çünkü, mecaz olan şeyler reddedilebilir. Allahü teâlânın kelam-ı lafzisini reddedip, buna, Allah kelamı değildir demek, küfürdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen kitaplar ve sayfalar de, hep Allah kelamıdır. O kitaplarda ve sayfalarde ve Kurân-ı Kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mesul tutmuştur.
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtâsız, yani bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı ahirette görmeye inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çare yoktur. Felsefecilere ve mutezile ismindeki müslümanlara ve Ehl-i sünnetten başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki kör olduklarından, buna inanmaktan mahrum kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeye kalkarak îman şerefine kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyada kendini göstermedi. His uzuvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmettir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakaret ederler, alay ederler, kahr ve gazap-ı ilâhiyye sebep olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azap görürdü. Dünyada rahat, huzur kalmazdı.]
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdiri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden razıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Mesela, her şeyin halıkıdır demeli. Fakat, pisliklerin veya domuzların halıkı dememelidir. Ona karşı edep, böyle olur. Mutezile fırkası [ve bazı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akıl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyleyen âlimler, yani Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de tesir ediyor dedi ve bu tesire (Kesb) ismini verdiler. Çünkü, elin titremesi ile istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyari hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, suale ve cezaya sebep olmakta, insan, sevap veya günah kazanmaktadır. İnsanların kudret ve ihtiyarına inanmayan, insanları âciz ve mecbur zanneden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamıştır. Bu büyüklerin insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kulluktan uzaktır. Büyüklerin sözü, insanlar, emrolunan şeyleri yapabilir demektir. Mesela, 5 vakit namaz kılabilir. Malın 40’ta 1’ini zekat verebilir. 12 ayda, 1 ay oruç tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kere hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı İslamiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların zayıflığına ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafif, en kolay olanları emretmiştir. “Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor” ve “Allahü teâlâ sizlere hafif, kolay emretmek istiyor. İnsanlar, zayıf, kuvveti az yaratılmıştır” mealindeki âyet-i kerimeler meşhurdur.
[Dinde haraç, zorluk yoktur, demenin mânâsı da budur. Yani, Allahü teâlâ kolaylık emretmiştir, demektir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri rahat ve kolay ve keyfine göre değiştirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfürdür, dinsizliktir.]
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saadet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabul edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanları ve inanıp da yapmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallâhü aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dini bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dini kıyamete kadar bakidir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ “aleyhisselâm” gökten inecek, Onun dini ile amel edecek, yani Onun ümmeti olacaktır.
[Bazı kimseler, din, zamana göre değişir, İslam ahkamı tefessüh etmiş, eskimiştir. Asrımızın icaplarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zamanla değişir. Fakat bunu, sâhibi, yani Allahü teâlâ değiştirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan beri, çok kere değiştirmiş ve en son olarak ve kıyamete kadar bütün icapları, ihtiyaçları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın dinini göndermiştir. Zavallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden daha iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanunları da, zamanla değışır. Fakat, bunu ancak millet meclisleri değiştirebilir. Her bekçi ve çoban değil! Mecelle’nin 39. maddesinde ve şerhinde diyor ki “Ahkâm zamanla değişir. Örf ve adete tâbi olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zamanla değişmez.”]
Muhammed aleyhisselâmın kıyametten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen iki meleğin sual sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yani ruhların cesetlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyamette sual ve hesap ve dünyada yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şahâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsus bir terazide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup ağır ve hafif gelmesi dünya terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafiftir. [Orada yer çekimi kuvveti yoktur.]
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar yani Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izini ile günahı çok olan müminlere şefaat edecektir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim”. Cehennemin üzerinde sırat köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
[Sırat köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihan köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihan köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçtiği için köprü diyoruz. Halbuki imtihanın, köprüye benzeyen hiçbir tarafı yoktur. İmtihan köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmaya benzemez. İmtihan köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırat köprüsünden de herkes geçecek, bâzıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacaktır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünya köprüleri gibi ve imtihan köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]
Müminlere mükafat ve nimet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azap için hazırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. [Kıyamette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra] ebedî olarak varlıkta kalacaklar, hiç yok olmayacaklardır. Sual ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azap çekeceklerdir. Bunların azaplarının azaltılması câiz değildir. [İbni Teymiye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmektedir.] “Onların azapları hafifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır” mealindeki âyet-i kerime meşhurdur. Kalbinde zerre kadar imanı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azap edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Müminleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalplerindeki zerre imanın hürmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyan etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yoktur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan bazılarını peygamber olarak seçmiştir. [Diğer meleklere] Vahiy [haber] götürmek vazifesi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitaplarını ve sayfalarını getiren bunlardır. [Mesela Enam sûresini Cebrâil “aleyhisselâm” ile birlikte 70bin melek getirmiştir.] Bunlar hata etmez, unutmaz. Hile yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüpheli, ihtimalli değildir. Melekler, Allahü teâlânın Âzameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.
İMAN: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan, Peygamberimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. [Her lisan ile söylemenin câiz olduğu, Dürr-i Yekta’da yazılıdır.] İbadetler, imandan değildir. Fakat, imanın kemâlini arttırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme”, îman artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü îman, kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehim denir. İmanın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbadet çok olunca, imanın kemâli çok denir. O hâlde, müminlerin imanları, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” imanları gibi olmaz. Çünkü, bunların imanları ibâdetler sebebi ile kemâlin tepesine varmıştır. Diğer müminlerin imanları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îman, îman olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vasıtası ile başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Müminlerin hepsi, insan olmakta, Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile ortakdır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “aleyhirrahme” (Ben elbette müminim) demelidir, diyor. İmâm-ı Şâfiî “aleyhirrahme” ise (Ben inşaallah müminim) demelidir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki imanını söylerken (Ben elbette müminim) demelidir. Son nefesteki imanını söylerken (Ben inşaallah müminim) der. Fakat, burada da, şüpheli söylemektense, elbette demek daha iyidir.
Müminin, büyük dahi olsa, günah işlemekle imanı gitmez. Kâfir olmaz. İşittiğime göre, İmâm-ı Âzam, Bağdat’ın büyük âlimleri ile bir yerde oturmuşlardı. Biri gelip dedi ki: (Bir mümin, babasını haksız olarak öldürse, (ve sonra şarap içerek) sarhoş olsa ve zina etse, imanı gider mi?). İşiten âlimlerin hepsi, o mümine kızdı. Bunu sormaya lüzum yok! İmanı elbet gider. Kâfir olur dediler. İmâm-ı Âzam “aleyhirrahme” buyurdu ki “O kimse yine mümindir. Günah işlemekle, imanı gitmez”. Âlimler, bu cevabı beğenmeyip, İmâm-ı Âzama dil uzattılar. Sonra, İmam sözünü ispat edince, hepsi kabul etti. Günahı çok olan bir mümin, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabul edeceğini vaat buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini affederek Cennete sokar. İsterse Cehennem ateşi ile veya sıkıntılar ile günahları kadar, azap yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünkü, ahirette merhamete kavuşamayan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lutfü, inayeti ile kavuşacaktır. Ya Rabbi! Sen bizlere hidayet verdikten sonra, doğru yolu gösterdikten sonra, kalbimizin, mürtedler tarafına kaymasından, bizleri koru! Bizlere merhamet et! Şu halimize acı! Bizleri bu küfür ve irtidat karanlığından ancak sen koruyabilirsin!
Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükafat versin!” göre halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Yani imana bağlı bir şey değildir. Fakat, bâzıları bunda taşkınlık yaptığından, [hoca şekline giren, çenesi kuvvetli birkaç zındık, kendilerine âlim deyip, sözleri ile kitap ve mecmuaları ile iftirâ ederek, müslümanları zehirlediklerinden], doğru müslümanların âlimleri, halifeliğe ait bilgileri, kelam ilmine, yani îman bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafa’dan sonra “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” müslümanların halifesi, yani Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vekili ve müslümanların reisi, Ebû Bekr-i Sıddîk’tır “radıyallâhu anh”. Ondan sonra, halife Ömer-ül-Fâruk’tur “radıyallâhu anh”. Ondan sonra, Osman-ı Zinnureyn “radıyallâhu anh”, ondan sonra, Ali ibni Ebû Talib’dir “radıyallâhu anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [yani ilk ikisinin], diğer ikisinden daha üstün olduğunu, Ashâb-ı kirâmın ve Tabiîn-i izâmın hepsi söylemiştir. Bu söz birliğini, din imamlarımız bildirmektedir. Mesela İmâm-ı Şâfiî’nin “aleyhirrahme” sözü meşhurdur. Ehl-i sünnetin reislerinden olan Ebül-Hasan-ı Eş’arî buyuruyor ki “Şeyhaynın, diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmayan, ya cahildir veya zındıktır”. İmâm-ı Ali “radıyallâhu anh” buyuruyor ki “Beni, Ebû Bekir ile Ömer’den “radıyallâhu anhüma” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim”. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Gunyetü’t-talibin kitabında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Allahü teâlâdan istedim ki benden sonra Ali “radıyallâhu anh” halife olsun. Melekler dedi ki: Ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîktır.” Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki Ali “radıyallâhu anh” dedi ki Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki: “Benden sonra halife Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da sen “radıyallâhu anhüm” olacaksın!”.
İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin’den daha üstündür “radıyallâhu anhüma”. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlimde ve ictihatta Âişe “radıyallâhu anha”, Fâtıma’dan “radıyallâhu anha” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallâhu anh”, Gunye kitabında diyor ki “Âişe “radıyallâhu anha” daha üstündür”. Bu fakire göre ise, ilimde ve ictihatta Âişe, zühd ve dünyadan kesilmekte ise, Fâtıma daha ileridir. Bunun içindir ki hazret-i Fâtıma’ya (Betül) [yani çok temiz] demişlerdir “radıyallâhu anhüma”. Âişe “radıyallâhu anha” ise, Ashâb-ı kirâma İslamiyeti öğretirdi. Ashâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
Ashâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muharebeler, mesela Deve vakası ve Sıffin vakası, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup nefsin arzuları ile inat ve düşmanlık ile değildi. Çünkü, onların hepsi büyük idi. Kalpleri Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mübarek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamıştı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muharebeleri de, Hak için idi. Her biri, kendi ictihadına göre hareket etmiştir. İctihadlarına uymayanlara inat ve düşmanlık etmeyerek, onlardan ayrılmıştır. İctihadı doğru olanlara 2 veya 10 sevap, isabet etmeyenlere de, bir sevap vardır. O hâlde, doğruyu bulmaya çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünkü, bunlar da, sevap kazanmıştır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki bu muharebelerde Emir [yani Ali] “radıyallâhu anh” haklı idi. Ona uymayan ictihadlar doğru değildi. Fakat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerede kaldı ki kâfir ve fasık denilebilsin! Bu muharebelerde Ali “radıyallâhu anh” buyurdu ki “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fasık değildir. Çünkü, ictihadlarına göre hareket ediyorlar”. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Ashâbıma dil uzatmaktan sakınınız!”. Görülüyor ki Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hürmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muharebelerini, başkalarının sulhlarından daha iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünkü, Ashâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallâhü aleyhi ve sellem” sevmekten ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şibli “kuddise sirruh” buyurdu ki: “Ashâb-ı kirâma hürmet etmeyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma îman etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.”].
[Alusi, (Galiye) kitabında diyor ki “Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde Ashâb-ı kirâmı övmektedir. İlk hicret edenlerden ve Ensardan ve iyilikte bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlâ, ancak mümin olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkan yoktur. Bunun için, Ashâb-ı kirâmı öven âyet-i kerimeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyleyenleri reddetmekte, böyle söyleyenlerin kötü niyetli, zındık olduklarını bildirmektedir. Ashâb-ı kirâmın hepsini öven hadis-i şerifler pek çoktur. Bunların meşhurlarından biri, Darimi’nin ve İbni Adi’nin bildirdikleri ‘Ashâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidayete kavuşursunuz!! hadis-i şerifidir”.
Ahmed Nameki Câmi’nin “rahmetullâhi aleyh” (Ünsü’t-taibin) kitabı fârisîdir. Rıza Şâh zamanında Tahran’da basılmış olanın 44. sayfasında, 4 halife isimleri ile yazılarak her biri ve Ashâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekte ve hepsini sevmemiz lâzımdır demektedir. Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemeyen, bu büyükleri kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen, 72 bidat fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Ali’nin “radıyallâhu anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslümanların çok sevdiği, mübarek (Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslam düşmanlığını bu mübarek ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki kısımdır. Biri, müslüman ismini taşıyan sinsi İslam düşmanları, yani zındıklardır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısım (Aleviler), hazret-i Aliyi seven hakiki müslümanlardır. Yalancı aleviler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbul’da Türkçe bastırdıkları (Hüsniye) isimli bir kitaptaki uydurma hikayeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar arasına yayarak, İslam büyüklerini kötülüyorlar. Bu kitabın, Mürteza adındaki bir yahudi tarafından Arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitabında bildirilmektedir. Sonra, İbrahim Esterabadi isminde bir hurufinin fârisîye tercüme ettiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü (Esma-ül müellifin)de yazılıdır. (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risalesinde o bozuk yazılar, çirkin iftirâlar, vesikalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radi bin Tâhir de, [406] da Bağdat’ta ölmüştür. Türkçe (Menakıb-ı Çihar Yar-i Güzin) kitabında, Ashâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitap, 1998 de İstanbul’da bastırılmıştır.
Hurufi denilen zındıkların îtikatta ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetten ayrılıyor ise de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmaktadır. Bunlar, yok olmak üzere iken, içlerinden, Şâh İsmailin devlet kurması ile çoğaldılar. Memleketimize de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok masumlar bu sari hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmiştir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i sünnetin doğru, temiz îtikadından ayırmasın. Müslümanlar arasında bölücülük yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlikesinden muhafaza buyursun! Âmin.
Tuhfe-i İsna Aşeriye kitabı başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdullah bin Sebe adında Yemenli bir yahudidir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Ali bunu Medâyin’e sürdü. [Bunun yahudi olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısır’dan Medine’ye gelip, müslüman olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asırda başka bir hâl almış, Şâh İsmail zamanında, belli bir şekle sokularak, kitaplar yazılmıştır. Şiilik, hazret-i Ali zamanında kuruldu. İnsanlar arasında yayılması daha sonra başladı. Hicretin 60 senesinde (Kisaniye), 66 senesinde (Muhtariye) ve 109 senesinde (Hişamiye) fırkaları ortaya çıktı ise de, tutunamadılar, yok oldular. Asırlar boyunca müslümanları doğru yoldan ayıran (Zeydiye) fırkası, 112 senesinde ve öteki fırkaların hepsi daha sonra meydana çıktı. Müslümanlar arasında bölücülük yapan bidat fırkalarının birkaçı Ashâb-ı kirâm zamanında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek müslümanlar arasına yayılması, Ashâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra olmuştur. Ashâb-ı kirâma iftirâ edenler, 3 grupta toplanmaktadır:
1) Tafdiliyye, hazret-i Ali, Ashâbın en üstünüdür, diyorlar.
2) Sebbiyye, Ashâb-ı kirâmdan birkaçından başkası, zalim, kâfir oldular, diyorlar. Bunları sebb ediyorlar. Yani kötülüyorlar.
3) Gulat, hazret-i Ali “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. Sebeiyye ve Nusayriyye fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, Abdullah bin Sebe ismindeki bir yahudi kurmuştur.
Bunlar, her zaman, hazret-i Ali’nin ve hazret-i Abbas’ın “radıyallâhu anhüma” torunlarından birinin etrafına toplanıp çeşitli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynelâbidin vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeyd’in yanında toplandı. Emevi hükümdarı Hişam bin Abdülmelik tarafından Irak valisi olan Yusuf-i Sekafi ile harp etmeye giderlerken, bir kısmı Zeyd’den ayrıldı. Zeyd bunlara (Rafizi) dedi. Kendileri ise (İmamiye) adını aldılar. Zeyd’in yanında kalanlara (Zeydi) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahtan sonra hilafet on iki imamdadır) dediler.
(12 imâm): Ali bin Ebû Talib, Hasan, Hüseyin, Zeynelâbidin, Muhammed Bakır, Cafer-i Sâdık, Mûsâ Kazım, Ali Rıza, Muhammed Cevad Takıy, Ali Nakıy, Hasan Askeri Zekiy ve Muhammed Mehdi’dir. Bu 12 imâmın çeşitli oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imamiye olup 3 ana inançtan birincisinde iseler de, inançlarında, zamanla çeşitli değişiklikler olmuştur. Bunlar, şimdi kendilerine (Caferi) diyorlar. Caferiler hakkında, kitabın sonundaki isim cetvelinde, (Cafer-i Sâdık) kelimesinde uzun bilgi vardır].
Muhbir-i sâdık [yani hep doğru haber verici] “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyamet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman güneş, adet dışı olarak garbdan doğacaktır. Hazret-i Mehdi “aleyhirrıdvân” çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökten inecek, Deccal çıkacak, (Yecuc ve Mecuc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır.
[Huccet-ullahi Alel’âlemin kitabında diyor ki “Yecuc ve Mecuc denilen kimseler, Nuh aleyhisselâmın oğlu Yafes’in soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Her birinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adedlerinin 10’da 9’u Yecuc ve Mecucdur. Arkasında kaldıkları setti her gün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehirlere, binalara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehirleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Ashâbı bunlara karşı duâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamayacak bir hâl alır”.
Yecuc ve Mecuc çok eski zamanda, bir duvar arkasına bırakılmış, kıyamete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kurân-ı Kerîmde haber verilmiştir. Arkeolojik araştırmalar, yer altında kalmış şehirleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o duvarın bugün meydanda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lazım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydana geldi ise, o iki milletin de, bugün nerede oldukları bilinemeyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları düşünülebilir].
Dabbetülerd denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip, “Ya Rabbi! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îman ediyoruz!” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki Aden’den çıkacaktır. [Aden, Yemen’dedir.] Hindistan’da birisi, Mehdi olduğunu iddia etmişti. Mezarı da Fere şehrinde imiş. Meşhur, hatta mânâsı tevatür derecesine varmış birçok hadis-i şerifler böylelerinin bu îtikat ve sözlerini yalanlamaktadır. [Memleketimizde de, bazı câhiller, tasavvuf kitaplarından tercüme ederek söyleyen ve yazan kimselere Mehdi diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Halbuki birçok hadis-i şeriflerde buyuruldu ki “Mehdi’nin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek: Bu Mehdi’dir, sözünü dinleyiniz! diyecektir.” Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: “İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [yani, o zaman bilinen memleketlerin çoğuna] 4 kişi mâlik oldu. İkisi mümin, ikisi de kâfir idi. Mümin olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleyman “aleyhimesselam” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrud ile Buhtunnasar idi. 5. olarak, yeryüzüne, benim evladımdan biri, yani Mehdi de, mâlik olacaktır”.
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babâmın ismi gibi olur ve dünyayı adaletle doldurur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adl ile (adaletle) dolar”. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ashâb-ı Kehf, hazret-i Mehdi’nin yardımcıları olacaktır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zamanında gökten inecektir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccal ile harp ederken, hazret-i Mehdi, onunla beraber olacaktır. Bunun hükümdarlığı zamanında, her zamankinin aksine olarak ve hesapların tersine olarak, Ramazan-ı şerifin 14. günü güneş tutulacaktır ve birinci gecesinde ay tutulacaktır”. O hâlde, insaf etsinler ki bu alâmetler, [câhillerin, Mehdi zannettikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdi’nin daha birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalatü vesselâm” haber vermiştir. Ahmed ibni Hacer-i Mekki hazretleri (Elkavlülmuhtasar fi alamatil-Mehdi) ismindeki kitabında, hazret-i Mehdi’nin 200’e yakın alâmetlerini yazmıştır. Geleceği bildirilen Mehdi’nin alâmetleri meydanda iken, başkalarını Mehdi sananlar, ne kadar cahildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasip eylesin! [Celâleddîn-i Süyuti’nin (Cüzün minel-ehadis vel-asar-il-varide-ti fi hakk-ıl-Mehdi) kitabında da hazret-i Mehdinin alâmetleri bildirilmektedir].
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Beni İsrail, 71 fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan 70’i Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasara da, 72 fırkaya ayrılmıştı. 71’i Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra, benim ümmetim de 73 kısma ayrılır. Bunlardan 72’si, Cehenneme gidip, yalnız 1 fırkası kurtulur”. Ashâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukta, “Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Ashâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurdu. [Bu hadis-i şerifin 4 (Sünen) kitabında bulunduğu (Milel-Nihal) tercümesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemaattir ki insanların en iyisinin “sallallâhü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Ya Rabbi! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” bildirdiği imandan, îtikattan ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyadan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, ya Rabbi! Bize hidayet verdikten sonra, kalplerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsan edenlerin en büyüğüsün!
İslâmin birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallâhü aleyhi ve sellem” imandır. Yani onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabul etmektir.
Îtikadı düzelttikten sonra, İslamiyetin emirlerini yapmak ve yasak ettiği şeylerden kaçınmak, yani ahkâm-ı İslamiyeyi yapmak, elbette lâzımdır. 5 vakit namazı, gevşek ve tembel olmaksızın, kılmalıdır. Tadil-i erkan ile kılmalıdır ve cemaat ile kılmalıdır. “Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıran namazdır”. [Namazı doğru ve iyi kılan bir kimse müslümandır. Namazı doğru kılmayan veya hiç kılmayan kimsenin müslümanlığı şüphelidir.] Bir kimse, namazı doğru ve iyi kılıca, İslam ipine yapışmış olur. Çünkü, namaz, İslamın 5 şartından ikincisidir.
İslâmın 3. şartı, zekat vermektir.
İslâmın 4. şartı, Ramazan-ı şerif ayında her gün oruç tutmaktır.
5. şart, Kâbe-i muazzamayı hac etmektir.
İslamın birinci şartı, îman olup kalp ile inanmak ve dil ile de söylemektir. Diğer 4 şart ise, vücut ile yapılacak ve kalp ile niyet edilecek ibâdetlerdir. Namaz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamıştır ve hepsinden daha üstündür. Kıyamette evvela namaz sorulacaktır. Namaz doğru ise, diğerlerinin hesabı, Allahü teâlânın yardımı ile kolay geçecektir.
Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkün olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusurlarını düşünüp, bunları yaptığına mahcup olmalı, utanmalıdır. Pişman olup üzülmelidir. Hiç günah yapmamaya karar vermelidir. [Bu üzülmeye ve karara (Tövbe etmek) denir. Günahlarını affetmesi için Allahü teâlâya yalvarmaya (İstigfar etmek) denir.] Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyleyen ve yapan, Allahü teâlâya karşı durmuş, inat etmiş olur. Bu inatları, hemen hemen onları İslamiyetten çıkarır.
[Rıyâdu’n-nâsıhîn kitabının 4. kısmı, 2. babının, 3. faslında buyuruyor ki: (Haramları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerektir. Çünkü, Allahü teâlâ, intikam alıcıdır ve ganidir. İstediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günah, intikâmına, gazabına sebep olabilir).
Rıyâdu’n-nâsıhîn 3. babı, 1. faslında buyuruyor ki: “Küfürden ve bidatten başka günahlar ikiye ayrılır: Birinci kısım, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günahlardır. İçki içmek, namaz kılmamak ve bunlar gibi. Bu günahların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki: “Bir zerrecik [yani çok az] bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplâmından daha iyidir”. Günahların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyüktür. Fakat, bazısı, bazısına göre küçük görünür. Mesela, yabancı kadına şehvetle bakmak, zina yapmaktan daha küçüktür. [El ile ihtiyacını gidermek, her ikisinden daha küçüktür.] Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nâfile ibâdetlerinden daha sevaptır. Çünkü, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günahlardan kaçınabilmek için, başka çare yoksa, küçük günahı işlemek câiz olur.
Her günahı yaptıktan sonra tövbe ve istiğfar etmek de farzdır. Her günahın tövbesi kabul olur. Kimyâ-i Saadet’te buyuruyor ki: “Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabul olur. Tövbenin kabul edileceğinde şüphe etmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir”. Tövbe edilmeyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikam alabilir. Çünkü, Allahü teâlânın gazapı, günahlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlip ve intikam alıcıdır. 100bin sene ibâdet eden makbul bir kulunu, bir günah için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Bunu Kurân-ı Kerîm bildiriyor ve 200bin sene itaat eden iblisin [şeytanın], kibir edip, secde etmediği için, ebedî mel’un olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halifesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard etti. Mûsâ “aleyhisselâm” zamanında, Bel’am bin Baura (İsm-i Âzam)ı biliyordu. Her duâsı kabul olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki sözlerini yazıp istifade etmek için, 2.000 kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am, Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meylettiği için, imansız gitti. “Onun gibiler köpek gibidir” diye dillerde kaldı. Karun, Mûsâ aleyhisselâmın akrabası idi. Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayır duâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin olmuştu ki yalnız hazinelerinin anahtarlarını 40 katır taşırdı. Birkaç kuruş zekat vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu. Salebe, sahabe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Camiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahabilik şerefine kavuşamadı, imansız gitti. Peygamber efendimize “sallallâhü aleyhi ve sellem” onun için duâ etmemesi emrolundu. Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günah sebebi ile böyle intikam almıştır. O hâlde, her müminin günah işlemekten çok korkması lâzımdır. Ufak bir günah işledikte tövbe, istiğfar etmesi, yalvarması lâzımdır”.
Rıyâdu’n-nâsıhîn 2. kısım, 2. babı, 1. faslda diyor ki “Tövbe ve istiğfar kalp ile dil ile ve günah işliyen aza ile birlikte olmalıdır. Kalp pişman olmalı. Dil, duâ etmeli, yalvarmalı. Aza da günahtan çekilmelidir. [Birçok âyet-i kerimede (Beni çok zikir edin) ve (İza cae) sûresinde (Bana istiğfar edin. Dualarınızı kabul ederim, günahlarınızı affederim) buyuruldu. Görülüyor ki Allahü teâlâ, çok istiğfar edilmesini emrediyor. Bunun için, Muhammed Mâ’sûm hazretleri, 2. cilt, 80. mektubunda (Bu emre uyarak, her namazdan sonra 70 kere istiğfar ediyorum. Yani, (Estağfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz! Her birini söylerken mânâsını (Beni affet Allah’ım) olarak düşünmelidir. Okuyanı ve yanındakileri, dertlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, okudu. Faydası hep görüldü” buyurdu.]
[Yatarken, sağ tarafa yatıp, 1 Euzü ve Besmele, 1 Ayetel kürsi, 3 İhlas, 1 Fâtiha, 1 Kul-euzüler, 1 (tevekkeltü alellah lâ havle vela kuvvete illa billah) oku. Büyüklerimiz, cinleri def’ için, bu kelime-i temcîdi okurdu. Sonra, bir istiğfar duâsı yani, (Estağfirullahel’azîm, ellezi lâ ilâhe illa hüv el hayyel kayyume ve etubü ileyh), 1 (Allahümmagfirli ve li-valideyye ve lil mü’minine vel mü’minat) ve 1 salavât-ı şerife ve 1 (Allahümme rabbena atina fiddünya haseneten ve fil-ahireti haseneten ve kına azâbennâr bi-rahmetike ya Erhamerrâhimîn) ve 3 veya 10 veya 40 yahut 70 kere istiğfar ve 1 kelime-i tevhid okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır. Hastaya şifa için, 70 istiğfar okumalı, tamam olunca, başı üzerine üfürmeli ve kısa bir duâ etmelidir. Duaların ve istiğfarın kabul olması için, namazları kılmak ve haramlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. İstigfarı ve duâları abdestli okumak müstehaptır.]
Ey büyüklerin büyüğü Allah’ım! Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana inanıyorum. Beni kabul et! Beni affet! Muhammed aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz bulmak, Seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin ateşinde yanmak, cezamız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki hakkın sonsuzdur. Bizi, Allah’ımızı tanımakla şereflendirdin. Müslüman olmak saadetine kavuşturdun. Sonsuz yanmak azabından kurtardın. Bunun için, benden sana sonsuz selamlar, sonsuz duâlar olsun! Allah’ım! Bu büyük Peygamberi bize tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitaplarını yazanlara ve yayanlara rahmet eyle ya Rabbi! Âmin.
İkinci kısım günahlar, kullar arasındadır ki bunlara tövbe etmek için, o kulu hoşnud etmek, râzı etmek de lâzımdır1.
Kimyâ-i Saadet kitabında buyuruyor ki hadis-i şerifte buyuruldu ki “Gizli yapılan günahın tövbesini gizli yapınız! Aşikare yapılan günahın tövbesini aşikare yapınız! Günahınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz!”.
O hâlde İslam dinine inanmayanlar, müslümanlara sıkıntı verenler öldükten sonra, bunlar için, “Belki tövbe etmiştir, irtidattan vazgeçmiştir” demek boştur. Bunların zulüm yapan azalarının iyilik yapması, dili ile duâ etmesi ve mazlumları hoşnud edecek vasiyette bulunmaları lâzımdır. Böyle tövbe etmeyen mürtedlerin ölülerine hüsn-i zannedilmez].
Oradaki insanların bilmediği, belki sizin dahi anlamadığınız, Cenâb-ı Hakk’ın size mahsus kıldığı bir devlete, bir nimete sahipsiniz. Şöyle ki vaktin sultanı yedinci ceddinden itibaren müslüman olup Ehl-i sünnettendir ve hanefi mezhebindendir. Her ne kadar, kıyametin yakın olduğu, Resûlullahın zamanından uzak bulunan zamanımızda, bir kaç seneden beri bazı ilim talebeleri, içlerindeki pislikten doğan ihtiras ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultanlara yaklaşmış ve onların gözlerine girmeye çalışmış ve böylece sağlam dinde şek ve şüpheler ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan ayırmışlar ise de, böyle şânı büyük bir padişahın, sizin sözünüzü dinleyip, kabul buyurması büyük bir saadettir. Ehl-i sünnet ve cemaat îtikadına uygun olan hak ve İslam kelimesini açık veya işaret ile ona anlatınız! Onun huzurunda imkan nisbetinde hak ehlinin, doğru yolun âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hatta dâima, bir yolunu bulup, mezhep ve dinle ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! Böylece, İslâmın hakikati ortaya çıkar. Sapıklık, batıllık ve küfrün ve kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü anlaşılmış olur. Küfrün batıl olduğu zaten aşikardır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün batıl olduğunu çekinmeden söylemeli, onların tapındıkları batıl ilahları, tanrıları, en ağır dille nefy ve reddetmelidir. Çünkü hak üzere ilah, ancak ve ancak tereddütsüz ve şüphesiz, göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye övdükleri şeyler, bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya gelse, bir şey yaratamaz. İbadet ettikleri şeylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz. Nasıl olur da, başkalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yaptıklarının kötü olduğunu işitince, kabahatlerini anlayarak, putlarımız, heykellerimiz, Allahü teâlânın yanında bize şefaat edecek. Bizi Ona yaklaştıracaklar. Onun için, bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cansız şeylerin, kendilerine şefaat edeceklerini nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine ortak yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefaatlerini kabul edeceğini, nereden anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki hükümete karşı isyan edenlere, yardım eder. Sıkıştığımız zaman, hükümetin yardımına kavuşmamız için, bu asiler, bize şefaat ve iltimas edecektir derler. Ne kadar ahmaklıktır ki asilere hürmet ediyor ve bunların şefaati ile hükümet bizi affedecektir diyorlar. Halbuki bunların hükümete yardım etmesi ve asileri bastırması lazım idi. Ancak böylece hükümete yaklaşır ve doğru yolda yürümüş olur ve emniyete ve rahata kavuşmuş olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı elleri ile yontarak, senelerle ona tapıyor. Kıyamet günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin dinlerinin bozukluğu meydandadır. [Putperestliğin ne zaman başladığı Mesmuat’ın 41. sayfasında yazılıdır.]
Müslümanlardan, doğru yoldan ayrılanlara, bidat sâhibi denir. Doğru yol, Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”in ve Onun 4 halifesinin “aleyhimürrıdvân” yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” Gunye kitabında buyuruyor ki: “72 bidat yolunun esâsı, 9 fırkadır ki hârici, şiî, mutezile mürcie, müşebbihe, cehmiye, dırariye, neccariye ve kilabiyidir. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Çihar yar-i güzinin “aleyhimürRıdvân” zamanında bunların hiçbiri yoktu. Bunların meydana çıkması, ayrı ayrı yollara ayrılması, Ashâb-ı kirâmın ve Tabiîn-i ızâmin ve Fükaha-i seb’ânın “Rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi”.
[Fükaha-i seb’a, 7 büyük âlim demektir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrid-i sarih) tercümesi, 1. cilt, 34. sayfasında diyor ki “Medine-i münevverenin bu 7 alimi, Saîd ibni Müseyib, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Harice-tebni-Zeyd, Ebû Seleme-tebni-Abdurrahmân bin Afv, Ubeydullah ibni Utbe ve Ebû Eyyüb Süleyman “radıyallâhu anhüm” idi”].
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Benden sonra müslümanlar arasında çok ayrılık olacaktır. O zamanlarda yaşıyanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin “aleyhimürrıdvân” yoluna yapışsın! Sonradan meydana çıkan, moda olan şeylerden kaçınsın! Çünkü, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmaktır. Benden sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizliktir”.
Bu hadis-i şerif gösteriyor ki Peygamberimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Hulefâ-i râşidînden sonra, dinde meydana çıkarılan bu bozuk mezhepler, kıymetsizdir. Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükredelim ki bizi, Cehennemden kurtulan Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkasından etti. Cehenneme gidecek olan 72 bidat fırkasından etmedi. Onların bozuk îtikatlarına kapılmaktan muhafaza buyurdu ve bazı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran, [Sen yarattın, senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini, hareketini kendi yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennette Allahü teâlâyı görmeye inanmayanlardan da etmedi. Halbuki bu görmek, dünya ve ahiret nimetlerinin en büyüğüdür. Şu iki fırkadan da etmedi ki insanların en iyisinin “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din büyüklerini fenâ sanıyor. Onları, birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve kinlerini gizleyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı biliyorlar. Halbuki Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde, Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirlerini her zaman sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka, Kurân-ı Kerîme inanmamış oluyor. Aralarında kin ve düşmanlık vardır diyorlar. Allahü teâlâ akıl ve insaf versin ve doğru yolu göstersin! Yine şükürler olsun ki bizleri, Allahü teâlâya madde ve cisim diyen, Onu zamanlı, mekanlı bilenlerden, yaratanı, mahluklarına benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkiye, rütbeye, rahata kavuşmak, keyif sürmek için, dinlerini satan, ecdadının mukaddesatını ayaklar altına alan mürtedlerden, ahmaklardan eylemedi].
Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki idareciler, cemiyetleri idare edenler, ruh gibidir, can gibidir. Millet, yani bütün insanlar da, ceset, beden gibidir. Ruh iyi ise, beden de sâlih, iyi olur. Ruh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, amirlerin iyi olmalarına, [milleti idare için, İslam düşmanı olmayanların seçilmesine] çalışmak, herkesin iyiliğine çalışmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslah etmeye çalışmak, ona İslamiyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti idare edeceklerin müslüman olmalarına çalışmak lâzımdır. Müslüman olduktan sonra, onlara, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikadını bildirmelidir. Bozuk fikirlerin ortadan kalkmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak nasip olan bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” varisi olur. Bu fırsat, size bedâva nasip olmuştur. Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam, yeridir. Fakat size bu kadar yetişir. İnsanları her şeye kavuşturan, ancak Allahü teâlâdır.
[Mecelle’nin 39. maddesinde, “Zamanın değişmesi ile adete dayanan hükümler değişebilir” diyor. Fakat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zaman değişmez. Her adet, delil-i şeri olamaz. Bir adetten hüküm çıkarılabilmesi için, bu adetin Nasslara muhalif olmaması ve sâlih müslümanlar arasında Seleften gelmiş olması lâzımdır. Haram işliyenler çoğalır, haramlar adet haline gelirse, yine helal olmazlar. Küfür alâmetleri de adet olur, müslümanlar arasına yayılırsa, İslam adeti olmaz. Küfür alâmeti olmaktan çıkmazlar. Mubah olan adetlerde ve fen bilgilerinde zamana uyulur. Teknikte ilerliyenlere ayak uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zamana uyulmaz. İman bilgileri, din bilgileri zamanla değişmez. Bunları değiştirmek, zamana uydurmak isteyenler, Ehl-i sünnetten ayrılır, kâfir veya sapık olurlar].
ÇOK MÜHİM TENBİH
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine [haramlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya ehemmiyet vermeyenin imanı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabirde azap çeker. Ahirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Affedilmesine, Cehennemden çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işte kâfir olmak ihtimali çoktur. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere istiğfar etse, yani (Estağfirullah) derse, muhakkak affolur, yani, (Ya Rabbi! Bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya iş yaptım ise, nadim oldum, pişman oldum. Beni affet) diyerek tövbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tövbe ve istiğfar etmelidir. Bu tövbeden daha mühim bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tövbe ederken, bu hakları ödemek ve terkedilmiş namazlara tövbe ederken, farzları kaza etmek lâzımdır.
İnsan beşer, durmaz şaşar, eyler hata, üçer beşer.
Düz ovada yürür iken, ayağını sürter, düşer.
Tavsiye Yazı —> Seadet-i Ebediyye Risalesi

