Sual: Vehhabilerin Fethu’l-mecid isimli kitabının 385. sayfasında, “Din imamlarının ictihad yapmaları câizdir. Çıkardıkları hükümleri, delilleri ile yazarlar. Bir kimse, eline geçen delile yani âyete ve hadise uymayıp, imâmının hükmüne uyarsa, bu kimse sapık olur. İmâm-ı Mâlik ve Ahmed ve Şâfiî de böyle söyledi” diyor.
Cevap: Ehl-i sünnetin bu üç büyük imamı ve hatta İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyhim”, bunu müctehid olan derin âlimler için söylediler. Bir müctehid, bir âyet-i kerime ve hadis-i şerif görünce, bu delile uyar. Hiçbir müctehidin ve kendinin ictihadlarına uyamaz. Çünkü, ayetin veya hadisin açıkça bildirdiği bir iş için ictihad yapmak câiz değildir.
Berika 376. sayfada diyor ki “Bizler, müctehid değiliz. Bize mukallid (taklid eden) denir. Bizim gibi mukallidler için, delil, senet, fıkıh âlimlerinin, yani müctehidlerin sözleridir. Bildiğimiz âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler, bunların sözlerine uymaz görünürlerse, onlara değil, bunların sözlerine uymamız lâzımdır. Bunlar, onları görmemiş veya görmüşler de anlayamamışlar demek câiz olmaz”. Yazar, Ahmed ibni Teymiyye’yi ve talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyye’yi müctehid biliyor. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden bunların anladıklarına uyup, din imamlarımızın ictihadlarını beğenmiyor. Halbuki kendisinin de yukarıda bildirdiği gibi, din imamlarımız ictihad buyurdukları hükümleri bildirirken, dayandıkları âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri birlikte yazmışlardır. Kitabın müellifi, din imamlarına uyan Ehl-i sünneti, Allahü teâlânın kitabını bırakıp da, papalarına, hahamlarına uyan hıristiyanlara ve yahudilere benzetiyor. Müslümanlara müşrik diyecek kadar alçaklaşıyor. Kendisi, müctehid olmayan câhillere, Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklüklerini anlayamayanlara uyduğu için, kendisinin dalâlette olduğunu anlayamamaktadır. Eğer anlayabilseydi, ne güzel olurdu.
İbni Âbidin, Tahareti anlatmaya başlarken diyor ki “Müctehidlerin delillerini, senetlerini, mukallidlerin araştırmaları, anlamaları lazım değildir”. Vehhâbî yazar, buna da inanmıyor. Muaz hadisini yazıyor. Halbuki bu hadis-i şerif, onun sapık inanışlarını çürütmektedir. Memleketinin icâbı olarak Arabî dilini iyi bildiğinden, her sözünü ispat etmek için bir çok âyet-i kerime ve hadis-i şerif yazıyor. Aklı ermediği, mantık ve muhakemesi olmadığı için, vesika sanarak yazdığı âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin, kendi savunmalarının bozuk, çürük olduğunu açığa vurduğunu anlayamıyor. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin “rahime-hullahü teâlâ” talebesine karşı “Ayeti, hadisi alınız! Benim sözümü bırakınız” buyurduğunu da yazıyor. Talebeleri İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve İmam Züfer gibi müctehidler için söylenmiş olan bu sözlerin, bizim gibi ve İbni Teymiyye, İbni Kayyım, M. Abduh gibi mukallidler için de olduğunu sanıyor. Bunların bir mezhep imâminın kitaplarını okuyup öğrenmeleri ve mezhep imâmına uyarak saadete kavuşmaya çalışmaları lâzımdır.
Fethu’l-mecid kitabı 393. sayfada, “Münâfıkları Allahü teâlâya ve Resûlüne çağırırsanız, yüzçevirirler, gelmezler”, âyet-i kerimesini yazarak, Ehl-i sünneti bu münâfıklara benzetiyor. “Ehl-i sünnete âyet, hadis gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrar ediyor, müşrik oluyorlar” diyor.
Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftirâ etmektedir. Âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları yanlış, bozuk manalara inanmadığımız için, bize doğru yoldan ayrıldı diyor. Buna deriz ki biz bu âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Bu âyet-i kerimelere değil, sizin bunlara verdiğiniz yanlış manalara uymayız. Bu âyet-i kerimelerin ve hadis-i şeriflerin mânâları, sizin anladığınız gibi değildir. Bunların doğru mânâlarını Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Ashâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm” anlattı. Ehl-i sünnet âlimleri de “rahime-hümullahü teâlâ” Ashâb-ı kirâmdan sorup öğrendiler. Anladıklarını, kitaplarına yazdılar. Açık bildirilmiş olanlarını açık olarak yazdılar. Kapalı bildirilmiş olanlarını da, ictihad buyurup anladıkları gibi açıkladılar. Biz o büyük âlimlerin anlayıp yazdıklarına uyuyoruz. Mezhepsizlerin yanlış anladıklarına uyarak aldanmak istemiyoruz. Kitaptan ve sünnetten ayrılan, bizler değil, sensin diyoruz.
Usûlü’l-erbea fi-terdidi’l-vehhâbîye kitabının 4. aslında, fârisî olarak buyuruyor ki İslam dininin hükümlerini biz câhillere derin âlimler ve olgun sâlihler bildirdi. Bunlar, Muhaddisler ve Müctehidlerdir “rahime-hümullahü teâlâ”. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri incelemişlerdir. Doğru olanlarını ayırmışlardır. Müctehidler de, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden ahkâm çıkarmışlardır. Biz, ibâdetlerimizi ve bütün işlerimizi bu ahkama uygun olarak yaparız. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” zamanından çok uzak olduğumuz ve nassların nasih ve mensuh olanlarını ve muhkem (mânâsı açık) ve müevvel (mânâsı açık olarak anlaşılamayan) olanlarını ve birbirine uymaz görünenlerinin uygun olduklarını anlayamadığımız için, bir müctehidi taklit etmemiz lâzımdır. Çünkü müctehid, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” zamanına yakın olduğu için ve derin âlim ve çok takvâ sâhibi ve hüküm çıkarmakta maharet sâhibi olduğu ve hadis-i şeriflerin mânâlarını iyi anladığı için, onun anladığına uymaktan başka çare yoktur. Böyle olmayan bir kimsenin Nasslardan, yani Kitaptan ve sünnetten hüküm çıkarmasının câiz olmadığını, mezhepsizlerin çok büyük âlim dedikleri İbni Kayyım Cevziyye İ’lâmü’l-mukî’în kitabında bildirmektedir.
Kifâye kitabında diyor ki “Ami olan [yani, müctehid olmayan] kimse, bir hadis-i şerif işitince, bundan kendi anladığına göre iş yapması câiz olmaz. Belki onun anladığından başka mânâ verilmesi icap eder. Yahut mensuh olabilir. Müctehidin fetvası ise, böyle şüpheli değildir.” (Tahrir) şerhi olan (Takrir) de de böyle yazılıdır. Bunda, “Mensuh olabilir” dedikten sonra, “Fıkıh âlimlerinin bildirdiklerine uyması lâzımdır” demektedir. Seyyid Semhudi “rahimehullah”, Ikt-i ferid kitabında diyor ki: Hanefi âlimlerinin büyüklerinden İbn-ül-Hümam, İmâm-ı Ebû Bekr-i Razi’nin, “Avâmın Ashâb-ı kirâmı taklit etmekten men edilmelerini ve bunların sonra gelen âlimlerin kolay anlaşılan, kısımlara ayrılmış olan ve açıklamaları yapılmış olan sözlerine uymaları lazım olduğunu, derin âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir” sözünü haber vermiştir.
[m. 1707] senesinde vefât etmiş olan Muhibbullah Bihari Hindi’nin “rahime-hullahü teâlâ” Müsellemü’s-sübut kitabında ve bunun Fevatihu’r-rahemut şerhinde, “Avâmın Ashâb-ı kirâmı taklit etmekten men’ olunmalarını ve bunların, İslamiyeti açıklıyan, sözleri kolay anlaşılan, kısımlara ayırmış olan âlimlere uymaları lazım olduğunu derin âlimler söz birliği ile bildirmişlerdir. Takıyüddin Osman ibnüs-Salah Şehr-i zuri “rahime-hullahü teâlâ” [m. 1181]-[m. 1243], dört imamdan başkasını taklit etmenin câiz olmadığını buradan çıkarmıştır” demektedir. Şerh-i minhacü’l-usûl de diyor ki “İmam-ül-Haremeyn, Burhan kitabında, avam Ashâb-ı kirâmın mezheplerine uymamalıdır. Din imamlarının, yani dört mezhep imâmının mezheplerine tâbi olmalıdırlar demektedir”. [İmam-ül-Haremeyn Abdülmelik Nişapuri Şâfiî 478 [m. 1085] de vefât etti.]
İslam âlimlerinin yukarıda yazılı icmâlarına uymayanların sapık oldukları anlaşılır. Çünkü, Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” cihat ile İslamiyeti yaymak ile uğraştıkları için, tefsir ve hadis kitapları hazırlamaya vakit bulamadılar. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” nuru, Onların mübarek kalplerine o kadar çok işledi ki kitaptan öğrenmeye ihtiyaçları kalmadı. Her biri, bu nurun kuvveti ile doğru yolu bulurdu. Asırların en iyisi [olan 1. asır] bitince, fikirlerde, bilgilerde ayrılıklar hâsıl oldu. Ashâb-ı kirâmdan ve Tabiînden nakledilen haberler, birbirlerine uymaz oldu. Hak yolu arayanlar şaşırdılar. Allahü teâlâ, lütfederek, bu ümmet-i merhume arasından sâlih, mütteki dört alimi seçti. Nasslardan hüküm çıkarmak üstünlüğünü bunlara ihsan etti. Bunları taklit ederek bütün müslümanların hidayete kavuşmalarını diledi. Bunları taklit etmeyi Nisa sûresi 58. âyetinde emretti. Bu âyet-i kerimede meâlen, “Ey îman edenler! Allaha itaat ediniz ve Resûle itaat ediniz ve Ulül-emrinize itaat ediniz!” buyurdu. Burada Ülül-emir, ictihad derecesine yükselmiş olan âlimler demektir. Böyle âlimler de, herkesin bildiği dört büyük imamdır. Yani meşhur olan dört mezhebin imamlarıdır. Bu âyet-i kerimedeki Ülül-emir denilen üstün kimselerin, müctehidler olduğunu, Nisa sûresi 83. ayeti açıkça bildirmektedir. Bu âyet-i kerimede, “Ülül-emir, Nasslardan ahkâm çıkarabilen âlimlerdir” denilmektedir. Bâzıları, Ülül-emir, hakimler, valiler demektir dedi. Bu söz, nasslardan ahkâm çıkarabilen hakimlerdir demek ise, doğrudur. Bunlar, âlim oldukları için, Ülül-emirdirler. Hâkim oldukları için değil! Dört halife ve Ömer bin Abdülaziz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” böyle idi. Câhil, fasık veya kâfir olan emirler böyle değildir. Çünkü, hadis-i şerifte, “Hiçbir kimsenin, günaha sebep olan sözüne itaat edilmez!” buyuruldu. [Fakat, kanunlara karşı gelmek, hükümete isyan etmek, hiçbir zaman câiz değildir. Müslümanlar, her zaman hükümeti desteklemelidir. Hükümet zayıflarsa, fitne, ihtilal hâsıl olur. Bunlar ise, en kötü hükümetten daha fenâdır.] Lokman sûresi 15. âyetinde meâlen, “Bilmediğin bir şeyi bana şerik yapmaklığın için uğraşırlarsa, onların bu emirlerine itaat etme!” buyuruldu. Hadis-i şerif, Ülül-emrin ne demek olduğunu açıkça bildirmektedir. Abdullah Darimi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “Ülül-emir, fıkıh âlimleridir” buyuruldu. İmâm-ı Süyuti (İtkan) ismindeki tefsirinde, ibni Abbas’ın “radıyallahü teâlâ anhüma” “Ülül-emir, fıkıh ve din âlimleridir” dediğini yazmaktadır. (Tefsir-i kebir) in 3. cildinin 375. sayfasında ve İmâm-ı Nevevi’nin “rahmetullâhi aleyh” (Müslim şerhi) 2. cildinin 124. sayfasında ve (Mealim) ve (Nişapuri) tefsirlerinde de yazılıdır. Âyet-i kerimelerin ve hadis ve tefsir âlimlerinin bu açık beyanları, müctehidlere itaat etmek lazım olduğunu gösterdiği gibi, mezhepsizlerin “Allahtan ve Peygamberden başkasına itaat etmek şirk ve bidattir” sözlerinin bozuk ve saçma olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu konuda birçok hadis-i şerif ve haberler de vardır. Bunlardan:
I – Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Muaz bin Cebel’i “radıyallahü teâlâ anh” Yemen’e hâkim olarak gönderirken, “Orada nasıl hüküm edeceksin?” buyurunca, Allah’ın kitabı ile dedi. “Allah’ın kitabında bulamazsan?” buyurdu. Allah’ın Resûlünün “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sünneti ile dedi. “Resûlullahın sünnetinde de bulamazsan?” buyurunca, ictihad ederek, anladığımla dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, mübarek elini Muaz’ın göğsüne koyup, “Elhamdü lillah! Allahü teâlâ, Resûlünün resûlünü, Resûlullahın rızasına uygun etti” buyurdu. Bu hadis-i şerif, Tirmüzi’de ve Ebû Davüd’da ve Darimi’de yazılıdır. Ülül-emrin müctehid demek olduğunu ve buna itaat edenden Resûlullahın râzı olduğunu, bu hadis-i şerif açıkça göstermektedir.
II – Ebû Davud’ün ve İbni Mace’nin bildirdikleri hadis-i şerifte, “İlim üçtür: Âyet-i muhkeme, Sünnet-i kâime ve Farîdat-i âdile” buyuruldu. Eşiatü’l-lemeat ismindeki Mişkat şerhi, bu hadis-i şerifi, fârisî olarak açıklarken, “Farida-i adile Kitaba ve sünnete uygun ilimdir. İcmaa ve Kıyasa işarettir. Çünkü, İcmâ ve Kıyas, Kitaptan ve Sünnetten çıkarılmaktadır. Bunun için, İcmâ ve Kıyas, Kitaba ve Sünnete muadil ve müsavi tutuldu ve Farida-i adile denildi. Böylece, ikisi ile amel etmenin vâcib olduğu tenbih buyuruldu. Hadis-i şerifin mânâsı, dinin kaynağı dörttür: Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas demek oldu” demektedir.
III – Ömer-ibnül-Hattab “radıyallâhu anh”, Şüreyhi kadı olarak gönderirken, (Allah’ın kitabında açık olarak bildirilene bak. Bunu başkasından sorma! Burada bulamazsan Muhammed aleyhisselâmın Sünnetine tâbi ol! Burada da bulamazsan, ictihad et ve anladığına göre cevap ver!) buyurdu.
IV – Hazret-i Ebû Bekre “radıyallâhu anh” davacı gelince, Allahü teâlânın kitabına bakardı. Burada bulduğuna göre hükmederdi. Burada bulamazsa, Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” işittiğine göre cevap verirdi. İşitmemiş ise, Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” sorup, Onların icmaı ile hükmederdi.
V – Abdullah ibni Abbas’a “radıyallâhu anhüma” bir şey sorulunca cevabını Kurân-ı Kerîmde bulup, cevap verirdi. Kurân-ı Kerîmde bulamazsa, Resûlullahtan işittiğini söylerdi. İşitmemiş ise, Ebû Bekr ile Ömer’e “radıyallâhu anhüma” sorardı. Cevap alamaz ise, kendi reyi ile bulup hüküm ederdi.
Şimdi, Müctehid âlimlere sormak, dört mezhep imamlarına sormak demek olduğunu açıklayalım! Dört imamı taklit etmenin birinci vesikası: Ashâb-ı kirâmın asrından ve ondan sonraki asırdan, bu zamana kadar, bütün müslümanlar, bu dört imamı taklit etmişler. Bunlara itaat etmekte icmâ hâsıl olmuştur. “Ümmetim dalâlet olan bir şeyde icmâ yapmaz!” ve “Allahü teâlânın rızası, icmadadır. Cemaatten ayrılan, Cehenneme gider” hadis-i şerifleri, bu icmaîn sahih olduğunu açıkça göstermektedir.
Dört imamı “rahime-hümullahü teâlâ” taklit etmenin vâcib olduğunu gösteren ikinci vesika, İsra sûresi 71. ayetidir. Bu âyet-i kerimede, “O gün, her fırkayı imamları ile çağırırız!” buyurulmaktadır. Kadı Beydavi “rahime-hullahü teâlâ”, bu âyet-i kerimenin tefsirinde, “Her ümmeti kendilerine reis yaptıkları Peygamberleri ve dinde uydukları kimselerin isimleri ile çağırırız” dedi. Medârik’de de böyle yazılıdır. Mealimü’t-tenzil tefsirinde “İbni Abbas, kendilerini dalâlete veya hidayete sürükleyen devlet reisleri ile çağrılır dedi. Saîd bin Müseyib ise, her kavim, kendilerini hayra ve şerre sürükleyen reislerinin yanına toplanırlar dedi” demektedir. Tefsir-i Hüseyni’de ve Ruhu’l-beyan’da “Mezhebinin imamı ile çağrılırlar. Mesela, ya Şâfiî yahut ya Hanefi denilir” demektedir. Bundan anlaşılıyor ki kâmil ve mükemmil olan imamlar kendilerine tâbi olanlara şefaat edeceklerdir. Mîzanü’l-kübra’da diyor ki şeyh-ul-İslam İbrahim-ül-Lakani vefât edince, bazı sâlihler, bunu rüyada görüp, Allahü teâlâ sana ne yaptı dediler. “Sual melekleri beni oturtunca, İmâm-ı Mâlik gelip böyle bir kimseye, Allahü teâlâya ve Resûlüne imandan sorulur mu? Bunu bırakınız dedi. Beni bıraktılar” cevabını verdi. [İbrahim ibn-ül-Lakani, maliki kelam alimi olup [m. 1632] de vefât etmiştir.] Yine Mîzan kitabında, “Tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, kendilerine tâbi olanlara şefaat ederler. Ruh teslim ederken ve kabirde Münker ve Nekir sual ederken ve Haşrda, Neşrde, Hesapta, Sıratta yanında bulunurlar. Onu unutmazlar. Tasavvuf büyükleri, kendilerine tâbi olanları, bütün korkulu yerlerde kollayınca, müctehid imamlar korumaz olurlar mı? Bunlar, mezhep imamlarıdır. Bu ümmetin bekçileridirler. Sevin ey kardeşim! Dört mezhep imamlarından dilediğini taklit et de saadete kavuş!”. Görülüyor ki kıyamet günü, herkes mezhep imâmının ismi ile çağrılacaktır. İmam, kendisini taklit edene, şefaat edecektir. Dört mezhep imamlarının her biri böyle yüksek idi. Allahü teâlâ, Lokman sûresi 15. âyetinde, “Bana inâbet edenin yoluna tâbi ol!” buyurdu. Bu dört büyük imâmın, Allahü teâlâya inâbet, rücu etmiş oldukları söz birliği ile bildirilmiştir.
Taklit etmenin vâcib olduğunu bildiren üçüncü delil, Nisa sûresinin 114. âyet-i kerimesidir. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerimede meâlen, “Hidayet yolunu öğrendikten sonra, Peygambere uymayıp müminlerin yolundan ayrılanı, saptığı yola sürükleriz ve çok fenâ olan Cehenneme sokarız!” buyurmaktadır. İmâm-ı Şâfiî hazretlerine İcmaın delil olduğunu gösteren âyet-i kerime hangisidir diye sordular. Kurân-ı Kerîmi 300 kere okuyarak delil aradı. Cevap olarak, bu âyet-i kerimeyi buldu. Bu âyet-i kerime, müminlerin yolundan ayrılmayı haram ettiği için, bu yola uymak vâcib olur. Nesefi Abdullah, Medârik tefsirinde, bu âyet-i kerimeyi açıkladıktan sonra, “İcmaın delil olduğunu ve Kitaptan, Sünnetten ayrılmak câiz olmadığı gibi, icmadan ayrılmanın da câiz olmadığını bu âyet-i kerime göstermektedir” yazılıdır. Beydavi tefsiri de, bu âyet-i kerimeyi açıklarken, “Bu âyet, icmadan ayrılmanın haram olduğunu gösteriyor. Müminlerin yolundan ayrılmak haram olunca, bu yola uymak vâcib olur” diyor. Bu ümmetin sâlihleri, âlimleri, “bir mezhebi taklit etmek vâcibdir. Mezhepsiz olmak büyük günahtır” dediler. Âlimlerin bu söz birliğinden ayrılmak, bu âyet-i kerimeden ayrılmak olur. Çünkü, Allahü teâlâ, Âli-i İmrân sûresi 11. âyetinde meâlen, “Siz, insanlar için hayırlı ümmetsiniz! İyi şeyleri emreder. Fenâ şeyleri men edersiniz” buyurdu. Bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin fenâ olduğunu bildirdiler. Mezhepsiz olmayınız dediler. Bunun için, mezhepsiz olmak câizdir diyerek, âlimlerin bu sözlerinden ayrılan, bu âyet-i kerimeyi inkâr etmiş olur.
Sual: Kadıyaniler ve Niçeriler ve diğer mezhepsizler mümin değil midir? Bunlara uymak da, müminlerin yolunda olmak değil midir?
Cevap: Bu mezhepsizlerin âlimleri, Edille-i şer’iyyenin 4 kaynağından yalnız ikisine uyduklarını söylüyorlar. Diğer ikisini kabul etmiyorlar. Böylece, müslümanların çoğunun yolundan ayrılıyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemaat yolundan sapıyorlar. Bunlara uymak, insanı Cehennemden kurtarmaz. Şiîler, Hâriciler, Mutezile, Cebriye, Kaderiye ve Vehhâbî fırkalarında olanlar da, kendi âlimlerine tâbi olduklarını söylüyorlar. Mezhepsizlerin, o fırkalara verdikleri cevapları, biz de mezhepsizlere cevap olarak söyleriz.
Bir mezhebi taklit etmenin vâcib olduğunu gösteren dördüncü delil, Nahl sûresinin 43. ve Enbiyâ sûresinin 7. âyet-i kerimesidir. Bu âyet-i kerimede meâlen, “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!” buyuruldu. Bu âyet-i kerime, ibâdetlerin ve işlerin nasıl yapılacağını bilmeyenlerin, bilenlerden sorup öğrenmelerini emretmektedir. Âyet-i kerimede, sorup öğrenmek herkesten ve din cahillerinden değil, âlimlerden sormak ve bilinmeyenleri sormak emrolunmaktadır. Bunun için, bir kimse, yapacağı şeyi, Kurân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde arayamaz, bulamazsa, taklit ettiği mezhebin müctehidinden sorup [yahut mezhebin âlimlerinin kitaplarından okuyup] öğrenmesi lazım olmaktadır. Sorup, öğrendiğine göre yapan kimse, o müctehidi (Taklit) etmiş olur. Sormaz veya müctehidin sözüne uymaz, inkâr ederse, mezhepsiz olur.
Âyet-i kerimede bildirilen “Zikir ehli” kimdir? Mezhep imamı demek midir? Yoksa, câhil din adamları mıdır? Bunun cevabını, hadis-i şerif bildiriyor: İbni Merdeveyh Ebû Bekr Ahmed’in bildirdiği ve Enes bin Malik’in haber verdiği hadis-i şerifte, “Bir kimse namaz kılar, oruç tutar, hac ve gaza eder. Fakat münâfıktır” buyurulunca, “Nifakı nerden gelmiştir?” denildi. “İmâmına tan ettiği [beğenmediği] için münâfıktır. Onun imamı, zikir ehlidir” buyuruldu. [İbni Merdeveyh Isfehani, [m. 1019] da vefât etti.] Bundan anlaşılıyor ki âyet-i kerimedeki (Ehl-i zikir), Ülül-emir demektir. Ülül-emrin ne demek olduğu, birinci delilde bildirilmişti. Sahih olan kavle göre, Ülül-emir, ulema-i rasihin ve dört mezhebin imamlarıdır. “Ancak akıl sahipleri anlar” ve “Elbet akıl sahipleri anlar” ve “Ey akıl sahipleri, ibret alınız!” mealindeki âyet-i kerimeler, dört mezhep imamlarının üstünlüklerini göstermektedirler. Biraz Arabî, fârisî öğrenip, zahidlerden, takvâ ehlinden ve Allah adamlarından feyiz almamış olan ve Nasslara, yani âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere kendi kısa görüşlerine göre mânâ veren câhil ve sapıklar, mezhep imamlarının üstünlüklerinden çok uzaktırlar. Bu mezhepsizler, “Tefsir ilminden haberi olmadan, Kurân-ı Kerîme kendiliğinden mânâ verenler, Cehennemde, ateşten kazıklara oturtulacaklardır” ve “Bir zaman gelecek, din alimi kalmayacak. Câhiller din adamı yerine geçirilerek, bilmeden fetva vereceklerdir. Bunlar, doğru yolda olmayacak ve herkesi, doğru yoldan çıkaracaklardır” hadis-i şeriflerinde bildirilen sapıklardır.
(Mişkat) kitabında, Cabir “radıyallâhu anh” diyor ki yolculukta, arkadaşlarımdan birinin başı yaralandı. Teyemmüm yapmak câiz olur mu dedi. Câiz olmaz, başını yıka denildi. Yıkadı. Öldü. Medine’ye gelince, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber verdik. “Onun ölümüne sebep oldular. Allahü teâlâ da onları öldürsün. Bilmediklerini niçin sorup öğrenmediler? Cehlin ilacı, sorup öğrenmektir!” buyurdu. Bu sahabiler, daha çok bilenlerden sormadan, kendiliklerinden fetva verdikleri için, çok sert sözle karşılaşıp, kendilerine, “Allahü teâlâ, onları öldürsün!” buyurulunca, şimdi din adamı geçinen bir kimsenin İslam âlimlerinin kitaplarını okumadan, kendi boş kafası ve kısa görüşü ile Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere mânâ vermeye kalkışmasına, böylece, müslümanların dinlerini, imanlarını bozmasına ne denileceği meydandadır. Böyle kimseye, din, îman hırsızı demek yerinde olur. Allahü teâlâ, hepimizi böyle din hırsızlarının zararlarından muhafaza buyursun! Âmin.
İbni Sirin buyuruyor ki “Dininizi kimden öğrendiğinize dikkat ediniz!”. [Muhammed ibni Sirin, [m. 729] da Basra’da vefât etti.] Ebû Musel Eş’arî hazretleri, Ashâb-ı kirâmın büyüklerinden olduğu hâlde, Abdullah bin Mesud’un yanında fetva vermekten çekinir. “Bu ilim deryasının yanında bana bir şey sormayınız” derdi. Çünkü, Abdullah ibni Mesud, Ebû Musel Eş’arî’den daha âlim idi. Fıkıh bilgisi daha çok idi “radıyallâhu anhüma”. İmâm-ı Şâfiî, derin âlim olduğu hâlde, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin mezarı yanında iken, sabah namazında kunut okumayı ve rükûdan kalkarken iki eli kaldırmayı terkederdi. Bunun sebebini sorana, “O yüce imama olan edebim, huzurunda, Onun ictihadına uymayan iş yapmama mâni oluyor” buyurmuştu. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, böyle büyük bir İslam alimi idi. Onun büyüklüğünü anlayabilmek için, İmâm-ı Şâfiî gibi âlim olmak lâzımdır. Bu büyük âlim, İmâm-ı Âzâm’ın kabirde diri olduğunu bilmiş, Onun huzurunda, Onun mezhebine uymayan iş görmekten sakınmıştır. Evet, bu büyük imamlar “rahime-hümullahü teâlâ” fıkıh ilminin mütehassısları idi. Buhârî’nin bildirdiği, “Allahü teâlâ, birine iyilikler vermek isterse, Onu fıkıh alimi yapar” hadis-i şerifindeki müjdeye kavuşmuşlardı. [İmâm-ı Muhammed Buhârî, hadis âlimlerinin reisi olup [m. 870] da Semerkant’ta vefât etmiştir.]
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki İslam ahkâminı, fıkıh âlimlerinden, mezhebinin müctehidlerinden öğrenmek lâzımdır. Hadis-i şeriflerden ve tefsirden öğrenmemelidir. “Herkes, bir iş için yaratılmıştır” hadis-i şerifi, bu sözümüzün vesikasıdır. Hadis âlimleri, hadis-i şerifleri inceleyip, sahihlerini ayırmak için yaratıldı. Tefsir âlimleri, Kurân-ı Kerîmin mânâlarını doğru olarak anlayıp, bildirmek için yaratıldı. Bunların ikisi de, vazifelerini yapmak için çok çalıştı. Maksatlarına kavuştular. Fıkıh âlimleri de, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin nasslarından ahkâm çıkarmak için yaratıldı. Bu büyük âlimler “rahime-hümullahü teâlâ” de, bu ilmin son noktasına kadar yükseldi. Bizim gibi câhillerin işini kolaylaştırdılar. Derin ilimleri ile ve Allahü teâlânın kendilerine vermiş olduğu takvâ yardımı ile nassların birbirine uygunsuz görünen yerlerini birbirine uydurdular. Muhkem olanlarını, te’vîlli olanlarından ayırttılar. Sonra gelmiş olanlarını, önce gelmiş olanlarından, nasih olanlarını mensuh olanlarından ayırdılar. İşte bunun için, bu ümmet-i merhumenin hepsi, yeryüzünün her tarafında, bu büyükleri taklit etmeye sarıldılar. Bu imamların izinde bulunmayı, İslam ahkâmının anahtarı bildiler. Bütün Âlimler, Fadıllar, Sâlihler, Müttekiler, Veliler, Kutuplar, Evtâd ve Allah yolunda olanların hepsi ve Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” âşıkları, kendilerini İslam ahkâmının bu önderlerine teslim etti. Hadis âlimlerinin ve tefsir mütehassıslarının ve fıkıh bilgisinde müctehid olan yüce imamların bilgilerinin biraraya toplanmasından (din-i İslam) meydana geldi. Bizim gibi câhillerin ve şaşkınların bu din büyüklerine iktida etmemiz [uymamız, tâbi olmamız] vâcibdir. Kurtuluş yolu, ancak bu imamların gösterdiği yoldur. Ancak bu yola uyanlar kurtulur. Nefslerine uyup, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere kendi düşüncelerine göre mânâ verenlere uyanlar felakete sürüklenir. Enam sûresi 90. âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, onlara doğru yolu gösterdi. Onların yoluna iktida et!” buyuruldu. Kendilerine hidayet verilenler, mezhepsizler değil, mezhep sâhibi olan yüce imamlardır “rahime-hümullahü teâlâ”.
Sual: Kendilerine itaat etmemiz emrolunan Ülül-emir, müctehid olan imamlar olduğuna inandım. (Ehl-i zikir) denilen âlimler de bunlardır. Bunları taklit etmemiz de vâcibdir. Bunların belli birini mi, yoksa hepsini mi taklit etmek lazım olduğu nerden anlaşılmaktadır? Bir işin dört imamdan “rahime-hümullahü teâlâ” herhangi birine uygun olması kâfi olur mu?
Cevap: İki veya üç yahut dört imamı birlikte taklit etmek mümkün değildir. Çünkü, dört imâmin ictihadlarının birbirlerine uymadığı çok iş vardır. Bir işi yapmaya biri vâcib, diğeri ise haram demiştir. Mesela, deriden kan çıkınca, İmâm-ı Âzam, abdest bozulur dedi. İmâm-ı Şâfiî bozulmaz dedi. Erkeğin derisi, kadının derisine değince, İmâm-ı Şâfiî, ikisinin de abdesti bozulur dedi. İmâm-ı Âzam ise, ikisinin de bozulmaz dedi. İmâm-ı Mâlik ile İmâm-ı Ahmed bin Hanbel arasında da böyle ihtilaflar vardır. Böyle ihtilaflı olan işlerde, mesela İmâm-ı Âzam’a uysa, diğerlerine uymamış olur. Diğer imamlara uygun yapan da, bu işte İmâm-ı Âzam’a uymamış olur “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”. Böyle bir işi, dört mezhebe de uygun yapmak imkansız olduğu gibi, üç imama ve iki imama birlikte uyarak yapılamayacak işler çoktur. Böyle [ihtilaflı] işler, ancak bir imama uyarak yapılabilir.
Sual: Bazı işleri bir imama uyarak, başka işleri de, başka bir imama uyarak, daha başkalarını da, üçüncü imama uyarak, başka işleri de, dördüncü imama uyarak yaparsak, dört imama da uymuş oluruz. Buna ne dersiniz?
Cevap: Böyle yapmak, dini oyuncak yapmak olur. Helal ve haram ortadan kalkar. Bu ise, memnûdur. Haramdır. Müslim’deki hadis-i şerifte, “Münâfık, iki koç arasında dolaşan koyun gibidir. Bir ona gider. Bir ötekine gider” buyuruldu. Buhârî’deki hadis-i şerifte de, “İnsanların kötüsü, iki yüzlü olanlardır. Bazılarına bir yüz ile başkalarına, başka yüz ile görünür” buyuruldu. Bunlar, Tevbe sûresinin 38. âyetinde bildirilen kimselerdir. Bu âyet-i kerimede meâlen, “Nesi, küfürde ziyâde olmaktır. Kâfirler bununla aldatılır. Bir ayı helal sayarlar. Başka sene ise, bu ayı haram sayarlar” buyuruldu. Yani, bir şeye, bir yıl helal derler. Başka zamanda haram derler.
İbnül Hümam, Tahrirü’l-usûl kitabında ve İbnül-Hacib, Muhtasarü’l-usûl kitabında ve Dürrül-muhtar’da, “Bir işi bir mezhebe göre yapmaya başladıktan sonra, bu işi ve buna bağlı olan işleri yapmaya devam ederken, bu mezhebi taklit etmekten vazgeçmenin memnû olduğu söz birliği ile bildirilmiştir” denilmektedir. [Osman ibni Hacib-i Maliki [m. 1248] de İskenderiyede vefât etti.] Bahrü’r-raık’da “İmâm-ı Âzam’ı taklit edenin, hep hanefi mezhebine tâbi olması vâcibdir. Zaruret olmadıkça, başka mezhebe göre iş yapması câiz değildir. Büyük âlim Kasımın bildirdiği gibi, bir mezhebe göre amel edenin, bu mezhepten ayrılmasının câiz olmadığı söz birliği ile bildirilmiştir” diyor. [Kasım bin Katlubüga Mısrî hanefi [m. 1474] de vefât etti.] Müsellemü’s-sübut kitabında diyor ki “Mutlak müctehid olmayanın, âlim de olsa, bir [mutlak] müctehidi taklit etmesi lâzımdır”. Bu kitabı Muhibbullah Bihari Hindi hanefi yazmış, [m. 1707] de vefât etmiştir.]
İmâm-ı Abdülvehhab-ı Şarani, Mîzan kitabının 24. sayfasında diyor ki “Ayn-ül-ülaya yükselmemiş bir âlimin, dört mezhepten birini taklit etmesi vâcibdir. Taklit etmezse, doğru yoldan sapar. Başkalarını da saptırır”.
İbni Âbidin “rahmetullâhi aleyh”, Reddü’l-muhtar’ın 283. sayfasında diyor ki “Âminin mezhep değiştirmesi câiz değildir. Dilediği bir mezhebi taklit etmesi lâzımdır”. Ami, müctehid olmayan demektir.
Şâh Veliyullah-ı Dehlevî “rahime-hullahü teâlâ” Ikdü’l-ceyyid kitabında diyor ki “İctihad derecesine yükselmemiş din adâmının, hadis-i şeriften anladığı ile amel etmesi câiz değildir. Çünkü, hadis-i şeriflerin mensuh veya te’vîlli yahut muhkem olduğunu ayıramaz”. İbni Hacib de, (Muhtasar) kitabında böyle yazmaktadır. Yine Şâh Veliyullah-ı Dehlevî “rahmetullâhi aleyh”, Füyudü’l-Haremeyn kitabında, Hanefi mezhebi, mezheplerin en kıymetlisidir. Buhârî kitabında toplanmış olan sünnet-i Nebeviye yoluna en uygun olan, bu mezheptir” demektedir.
Data Genc-i Bahş-i Lahori “rahime-hullahü teâlâ”, Keşfü’l-mahcûb kitabında diyor ki Yahya Muaz-ı Razi “rahmetullâhi aleyh” Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” rüyada gördü. Ya Resûlallah! Seni nereden arayıp bulayım, dedi. “Ebû Hanîfenin mezhebinde” buyurdu. [Yahya bin Muaz “rahmetullâhi aleyh”, [m. 872] de Nişapur’da vefât etti.]
İbni Hümam “rahmetullâhi aleyh”, (Tahrir) kitabında diyor ki “Bir kimsenin, taklit ettiği mezhebi, yani ona uygun iş yapmaya başladığı mezhebi terketmesinin câiz olmadığı söz birliği ile bildirilmiştir”.
Mevlânâ Abdüsselam, (Cevhere) şerhinde diyor ki “İbadetlerde ve ictihad ile yapılan işlerde, dört mezhepten birini taklit eden kimse, böyle yaptığı işi, Allahü teâlânın emrine uygun olarak yapmış olur”. [Abdüsselam bin İbrahim Lakani Maliki “rahmetullâhi aleyh”, babasının Cevheretü’t-tevhid manzumesini şerh ederek, (İttihaf-ül-mürid) ismini vermiş, [m. 1668] de Mısırda vefât etmiştir.]
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sani “rahmetullâhi aleyh”, (Mebde ve Mead) kitabında buyuruyor ki “Hanefi mezhebinde, imâm arkasında, cemaatin ayakta okumamasının haklı olduğunu, Allahü teâlâ bu fakire bildirdi”.
Şâh Abdülaziz-i Dehlevî “rahime-hullahü teâlâ”, “Allahü teâlâya şerik yapma!” âyet-i kerimesinin tefsirinde buyuruyor ki “İtaat olunması farz olan kimseler altıdır: Din bilgilerinde müctehid olanlar, turuk-ı aliyye meşayihi,..”. [Abdülaziz Dehlevî, [m. 1823] de Delhi’de vefât etti.]
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullâhi aleyh”, Kimyâ-yı saadet kitabında, emr-i mâ’rûfu anlatırken buyuruyor ki “Taklit etmekte olduğu mezhebe uygunsuz iş yapmaya, hiçbir âlim câiz dememiştir”.
Abdülhak-ı Dehlevî “rahmetullâhi aleyh”, Sıfrü’s-saadet şerhinde diyor ki “İslam dininin binası, bu dört direk üzerine kurulmuştur. Bir kimse, bu dört yoldan birine girerse ve bu dört kapıdan birini açarsa, başka yola geçmesi ve başka kapıya sarılması, abes ve lehv olur. İşlerinin düzenini bozmuş, doğru yoldan ayrılmış olur”. Başka bir yerinde buyuruyor ki “Âlimlerin söz birliği ve ahir-zamanda müslümanlara en uygun yol, dört mezhepten birini taklit etmektir. Din ve dünyanın düzeni böyle olur. Herkes, önceden dilediği mezhebi seçer. O mezhebi taklite başladıktan sonra, bunu bırakıp, başka mezhebe geçmek, hiç şüphesiz, birinci mezhebe sui zannetmek olur. İşler ve sözler bozulur, karışır. Sonra gelen âlimler, bunu söz birliği ile bildirdiler. Doğrusu da budur. Hayır bundadır”.
İmâm-ı Kuhistani “rahime-hullahü teâlâ” Muhtasar-ı Vikâye şerhinde, Kitabü’l-eşribe’den önce diyor ki “Mutezile gibi, hak yolun çeşitli olduğuna inananlar, âminin [câhilin] mezhepleri dilediği gibi karıştırabileceğini söylediler. Ehl-i sünnet âlimleri, hak teaddüd etmez dedi ve âminin belli bir imama uyması lazım olduğunu bildirdiler. (Keşif) kitabı, bunu uzun anlatmaktadır. Her mezhepte mubah olanları, kolay olanları araştırıp, bunları yapmaya, mezhepleri (Telfik) denir. Böyle yapan, fasık olur. Saîd bin Mesudün (Tahavi şerhi) bunu iyi anlatmaktadır”. [Muhammed Kuhistani Hanefi, [m. 1508] de Buhara’da vefât etmiştir.]
Sual: Mezhepleri (Telfik) etmenin, din ile oynamak olduğuna inanan ve bir mezhebi taklite başlayınca, başka mezhebe geçmenin câiz olmadığını kabul eden kimse, kendi mezhebinin haklı olduğunu söylemez mi?
Cevap: Her mezhepte bulunanın böyle söylemesi için, vesikaları vardır. Burada, Hanefi mezhebine tâbi olmanın daha iyi olacağını gösteren vesikaları bildireceğiz. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Numan bin Sâbit “rahmetullâhi aleyh”, dört mezhep imamları içinde, Ashâb-ı kirâma en yakın olanı, en âlim olanı, fıkıhta en derin olanı, veraı en çok olanı idi. İmâm-ı Abdülvehhab-ı Şarani “rahmetullâhi aleyh” Şâfiî mezhebinde olduğunu bildirdiği hâlde, insaf ile İmâm-ı Âzam’ı şöyle tanıtmaktadır: “Ona hiç kimse dilini uzatmamalıdır. Çünkü O, dört imâmin en büyüğü, mezhebin ilk kurucusu, senetleri Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” en yakın olanı, Ashâb-ı kirâmın ve Tabiînin yaşayışlarını en çok göreni idi. Her sözü Kitaba ve Sünnete dayanmaktadır. Kendi reyi, düşüncesi ile hiç bir şey söylememiştir”. İmâm-ı Şarani gibi büyük bir âlimin (Rabbânî âlim) dediği ve kendi reyi ile hiçbir şey söylememiştir dediği bir yüce imâm için ve talebeleri için, birkaç hadis aliminin (Ashâb-ı rey) demeleri çok haksız bir isnattır. Böyle söyleyenleri Allahü teâlâ afv buyursun. [İmâm-ı Âzam, 150 [m. 767] de Bağdat’ta, Abdülvehhab-ı Şarani, 973 [m. 1565] de Mısır’da vefât etmişlerdir “rahime-hümallahü teâlâ”.]
Şâfiî mezhebindeki büyük âlimlerden ibni Hacer-i Mekki İmâm-ı Âzam’ı tanıtmak için “rahime-hümallahü teâlâ” ayrı bir kitap yazmıştır. Kitabının ismi Hayrat-ül-hisan fi-menakıbi’n-Numan’dır. [Ahmed Tahavi Hanefi’nin Ukudü’l-Mercan fi-menakıb-ı Ebû Hanifeti’n-Numan kitabı da meşhurdur. Tahavi, [m. 933] de vefât etti.]
Hanefi âlimlerinden ibni Âbidin “rahime-hullahü teâlâ”, Redd-ül-muhtar kitabının önsözünde diyor ki İmâm-ı Âzâm’ın, büyüklüğünün şahiti, mezhebinin en çok yayılmış olmasıdır. Diğer mezhep imamları, Onun bütün sözlerini senet olarak almışlardır. Mezhebinin âlimleri, Onun zamanından, bu zamana kadar, her yerde Onun sözleri ile fetva verdiler. Evliyâdan çoğu, Onun mezhebine göre çalışarak kemâle geldiler. Anadolu, Balkan müslümanları, Hind, Sind ve Maveraünnehr [yani Türkistan], yalnız Onun mezhebini bilirler. Abbasi devleti, her ne kadar, cedlerinin mezhebinde idi ise de, kadılarının, hakimlerinin, âlimlerinin çoğu hanefi mezhebinde idi. 500 seneye yakın bu mezhebe göre amel ettiler. Bu devletin yerine kurulmuş olan Selçuki ve sonra Harezmi melikleri ve büyük Osmanlı devleti hep hanefi idi.
Büyük âlim Muhammed Tâhir Sıddîki hanefi, [m. 1573] de vefât etti. (Mecmaul-bihar fi-garaibi’t-tenzil ve letaifi’l-ahbar) kitabında diyor ki “İmâm-ı Âzamdan Allahü teâlânın râzı olduğuna alâmet, mezhebinin her yere yayılmasını kolaylaştırmasıdır. Bu işte bir sırr-ı ilâhî olmasaydı, yeryüzündeki müslümanların çoğu Onun mezhebinde olmazdı”.
İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sani Ahmed Fârukî “kaddesallahü sirrehul’aziz” (Mektûbât) ismindeki fârisî kitabının 2. cildinin 55. mektubunda buyuruyor ki İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, Îsâ aleyhisselâma benzemektedir. Vera ve takvâ nimetine kavuştuğu için ve Sünnet-i seniyeye uyduğu için, nasslardan ahkâm çıkarmakta ve ictihad yapmakta, çok yüksek dereceye ulaşmıştır. Bazı âlimler, Onun bu derecesini anlayamadılar. Onun ictihad ile bulduğu şeyler, çok ince bilgiler oldukları için, Kitaba ve Sünnete uymıyor sandılar. Bu yüce imama, rey sâhibi dediler. Onun ilminin hakikatine yetişemedikleri, Onun anladığını anlayamadıkları için, böyle yanıldılar. Halbuki İmâm-ı Şâfiî “aleyhirrahme”, Onun anladığı bilgilerden, az bir şey sezerek, “Fıkıh âlimlerinin hepsi, fıkıh ilminde, Ebû Hanîfe’nin talebesidir” dedi. Muhammed Parisa “rahimehullah”, (Füsul-i sitte) kitabında, “Hazret-i Îsâ “aleyhisselâm” gökten [Şam’a] inince ictihad ve ameli İmâm-ı Ebû Hanîfe’nin mezhebine uygun düşecektir” buyurdu. Bu söz, belki yüce imâmin Îsâ aleyhisselâma benzerliğini göstermektedir. 55. mektubundan tercüme burada tamam oldu. [Muhammed Parisa, Buhara’nın büyük alimi ve büyük Velî olup [m. 1419] de, Medine’de vefât etti.]
Bu ümmetin Âlimlerinin, Sâlihlerinin [Velilerinin] çoğu hanefi mezhebinde idiler. Mezhepsizlerin böyle bir âlime ve ilmi ile amile dil uzatmaları ve mezhep taklit edenlere kâfir sözleri, hatta “Fıkıh kitaplarını okuyan kâfir olur” gibi küstahca konuşmaları, (El-cerh-u alâ Ebû Hanife) ve başka kitaplarda açıkça yazılıdır. Bu nasipsizlerin, bu büyük ve mübarek imama böyle saldırmalarının sebebi acaba nedir? Bilmiyorlar ki Ona düşmanlık, bu ümmet-i merhumeye düşmanlıktır. (Usûl-i Erbea) kitabının, 4. kısmında, buraya kadar yazılmış olanların çoğu, Mevlânâ mahbûb Ahmed Müceddidi Emretserinin (Kitab-ül-mecid fi-vücûb-it-taklid) kitabından alındı.
[m. 1266] de vefât etmiş olan Ebül-Müeyed Muhammed bin Mahmud Harezminin toplamış olduğu (Müsned-i kebir-i İmâm-ı Ebû Hanîfe) kitabı on nev’dir. Birinci nev’de, İmâm-ı Âzamı metheden haberler ve eserler bildirilmiştir. [Haber, hadis-i şerif demektir. Eser, sahabi sözü demektir.] Birinci nev’inde, Sadr-ül-kebir Şeref-üd-din Ahmed bin Müeyedinin Harezm şehrinde kendisine bildirdiği hadis-i şerifi yazmaktadır. Ebû Hüreyre’nin “radıyallâhu anh” bildirdiği bu hadis-i şerifte, “Ümmetim arasında Ebû Hanîfe denilen biri gelecektir. O, kıyamet günü ümmetimin ışığı olacaktır” buyuruldu. Yine bu yoldan gelen bir hadis-i şerifte, “Ümmetim arasında biri gelecektir. İsmi Numan, künyesi Ebû Hanîfe’dir. O, ümmetimin ışığıdır” buyuruldu. Yine bu yoldan gelen Enes bin Malik’in bildirdiği hadis-i şerifte, “Benden sonra bir kimse gelir. İsmi Numan bin Sabittir. Künyesi Ebû Hanîfe’dir. Allahü teâlâ, dinini ve benim sünnetimi Onun elinde kuvvetlendirecektir” buyuruldu. Yine bu yoldan gelen haberde, “Size, Kufe şehrinde gelecek birini bildiriyorum. Künyesi Ebû Hanîfedir. Kalbi ilim ve hikmet ile doludur. Ahir zamanda, (Benaniye) denilen kimseler, Onun yüzünden helak olacaklardır” buyuruldu. Mezhepsizler bu hadis-i şeriflere karşı gelir. Bunları haber verenler arasında, nasıl oldukları iyi bilinmeyen kimseler var derler. Onlara deriz ki sonra gelenlerin bilmemeleri, önce gelmiş olanlara kusur olmaz. Bu hadis-i şerifler, (Kütüb-i sitte) de yoktur derlerse, hadis-i şeriflerin sayısı, Kütüb-i sittede bildirilmiş olanlar kadar değildir. Başka hadis kitaplarında da sahih hadislerin çok bulunduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Tirmizi’de yazılı, Ebû Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “İman Süreya yıldızına gitse, Faris ehlinden biri, onu geri getirir” buyuruldu. Bunun İmâm-ı Âzam’ı bildirdiği muhakkaktır. (Usûl-i erbea) dan tercüme burada tamam oldu. [Bu kitabı fârisî olarak Muhammed Hasan Can Serhendî Müceddidi “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmış, [m. 1928] de Hindistan’da ve 1975 de İstanbul’da basılmıştır. Hasan Can, [m. 1931] de Pakistan Haydarabat’ta vefât etti.]
İmâm-ı Abdurrahmân Süyutinin (Dürr-ül-mensur) kitabında, Hakimin Abdullah ibni Mesud’dan bildirdiği hadis-i şerifte, “Önce inen kitaplar, bir harf yani kelime idi ve bir şeyi bildirirlerdi. Kurân-ı Kerîm 7 harf üzerine nazil oldu. 7 şey bildirmektedir: Zecr (yasak), Emir, Helal, Haram, Muhkem (açık bildirilenler), Müteşâbih (açıkça anlaşılamayan) ve Misaller. Bunlardan, helali helal biliniz! Haramı haram biliniz! Emredilenleri yapınız! Yasak edilenlerden sakınınız! Misal ve hikaye olanlardan ibret alınız! Muhkem olanlara uyunuz! Müteşâbih olanlara inanınız! Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir deyiniz!” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, vehhâbî kitabının 406. sayfasında da yazılıdır. Suriye’de Hama’da Sultan camii hatib ve müderrisi allame Muhammed Hamid, (Lüzum-ü ittibaı mezahib-il eimme) kitabında, hanefi mezhebini uzun anlatmakta ve dört mezhepten birine tâbi olmanın vâcib olduğunu ispat etmektedir. Kitap [m. 1968] de yazılmış, 1984 de İstanbul’da ofset ile tekrar basılmıştır.