Sual: İctihad ne demektir? Müctehid kime denir? Her Müslüman ictihad edebilir mi?
Cevap: Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri “Ashâb-ı Kirâm” risâlesinde ictihad ve müctehidler hakkında buyuruyor ki:
“İctihad, kudret ve kuvvet nisbetinde yani çok zahmetler çekerek çalışmak demektir. Asl ictihaddan maksad “Yüce ibarelerinde sarahat, açıklık bulunmayan âyet-i kerimeleri ve hadîs-i şerîfleri, gayet açık ve tafsilatlı bildirilen dinin mukaddes hükümlerine kıyas ederek delil çıkarmak, hüküm istinbat etmektir.”
Mesela, anaya ve babaya karşı itaati ve tam bağlılığı emreden {O ikisine “Öf, sıkıldım!” demeyin!} âyet-i kerîmesinde dövmekten, sövmekten bahsedilmemiştir. Âyet-i kerîme’de bunların en hafifi olan {üffin} kelimesinde açıkça bildirildiğine göre fıkıh ilminin büyük âlimleri, bundan dövmenin, sövmenin, anaya ve babaya hakaret etmenin elbette haram olduğunu kıyas etmişlerdir.
Yine, {Ey iman edenler! Muhakkak hamr [alkollü içecekler], kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları şeytanın pisliklerinden birer pisliktir…} yüce meâlindeki âyet-i kerîme’de “şarab’ın şeytanın işlerinden olduğu gayet açık beyan buyurulması hasebiyle yasak edilmiş ancak müskiratın ya’ni serhoşluk verici diğer çeşitlerinden bahs buyurulmamıştır. Şarabın haram olmasının sebebi {hamr} kelimesinden de anlaşılacağı üzere, tahmir-i akl ya’ni aklı darmadağın etmesinden ileri gelmektedir. Bundan dolayı büyük müctehidler “{Hamr}ın haram olmasındaki sebeb, herhangi bir şeyde bulunsa, o şey haramdır.” diye kıyasla ictihad etmişler ve bunun zımmında gerek sıvı ve gerekse sıvı olmayan sarhoşluk verici her şeyin haram olduğuna, kıyasla ve ictihadla hükm etmişlerdir.
“İctihad” emri, Âyet-i kerîmeler ile sabittir. {Ey akıl sahibleri! Akıl erdiremediğiniz meselelerde, o meseleleri bilip de künhüne tam vukufiyyeti olanlara tâbi olunuz!}, {Akıl etmiyor musunuz?}, {Anlamıyor musunuz?!} ve buna benzer Âyet-i kerîmeler’den kudreti, ilmi ve fıkhî kifâyeti kemal derecede olanların ictihad ile emrolundukları delil olarak çıkarılmaktadır. Binaenaleyh, kudsî mânâsı gayet açık olarak anlaşılamayan âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin mazmununda bulunan hükümleri ve dinî meseleleri, bu hususda ehliyyeti ve liyakati rusuh derecede, ilmî ve fıkhî kudreti tam ve kâmil olanların; âyet-i kerîmeleri mefhum, mantuk ve delâlet olarak anlamak kuvvetini ve kudretini haiz bulunan liyâkat ve istihkâk sahibinin ictihad etmesi farzdır.
Fakat bu liyâkat ve istihkâk, birçok kayda ve şarta bağlıdır. Evvela Arabî yüksek ilimlerine tamamen vakıf olmakla beraber Kur’an-ı Kerîm’in tamamını ezbere bilmek; sonra Kur’an-ı Kerîm’in âyetlerinin murâdî mânâlarını, işârî mânâlarını, zımnî mânâlarını, iltizamî manâlarını bilmek; Âyet-i kerîmeler’in ne zaman ve hangi sebeble nâzil olduklarını; küllî, cüzî, nasih veya mensuh, mutlak veya mukayyed olup olmadığını ve bunlara benzer diğer vechelerini, yedi ve on kıraetten ve şazz kıraetten ne keyfiyyetle çıkarıldığını bilmek; “Kütüb-i Sitte”de ve diğer Hadîs-i şerîf kitablarında zabt edilmiş ve yazılmış Hadîs-i şerîfler’in hepsini ezbere bilmek; her Hadîs-i şerîf’in buyurulma cihetini, neleri ihtiva ettiğini, hangi Hadîs-i şerîf’in hangi Hadîs-i şerîften önce veya sonra şeref-sâdır buyurulduğunu, aidiyyet yönünü, hangi vak’a ve hadise üzerine söylendiğini, ravilerinin kimler olduğunu, ravilerinin herbirinin hal tercümelerini bilmek; Fıkhi ka’idelere ve usullere âşina olmak, on iki alet ilmini, Kur’an-ı Kerim’in ve Hadîs-i şerîf’in remzlerini, işaretlerini, sûrî ve ma’nevî mânâlarını yakîn derecede idrak edecek çok yüksek ledünnî marifetlere, mutme’in, nurlu, tahkikî imanla dolu bir kalbe ve daha pek çok yüksek hallere ve makamlara sahib olmakla ictihad makamının icablarından mutlak şartlarındandır.
Fakat bu gibi pek yüksek faziletler sahibleri ve kemal derecede akıllı kimseler, Allahü Teâlâ’nın Rasûlü’nün “ Sallallahü Aleyhi Ve Sellem” saadetli zamanında, Sahabe-i Kiram’ın, Tabi’in in ve Tebe-i Tabi’in’in zamanlarında vardı. Bu zâtlar da Allahü Teâlâ’nın Rasûlü’nün “Sallallahü Aleyhi Ve Sellem” şerefli sohbetleriyle müşerref olmakla ve sonraki asırda da, müşerref olanların sohbetlerindeki yüksek terbiyeyle ve edeble yetişmişlerdi. Saadet asrından ve İslamiyyetin sadrından zaman olarak uzaklaşıldığı sonraki devirlerde fikirlerde ve reylerde çeşitlilik arttıkça ve bunlar arasında da bir muvafakat kalmayınca, çeşit çeşit bidatler çıkmış; sözleri dinde sened olan yüksek faziletli kimseler zamanla azalmış; hicrî üçüncü ve dördüncü asırlar’dan sonra bu vasıfları ve şartları haiz hiçbir âlim kalmamıştı.
{Ey akl sahibleri,ibret alın!} meâlindeki Âyet-i kerîme’de Allahü Teâlâ’nın muradı {Ey akl sahibleri! Akl erdiremediğiniz mes’elelerde, o mes’eleleri bilen ve o mes’elelerin derinliğine tam vakıf olanlara tabi’ olunuz!} demektir. İctihad makamında olan yüksek zâtlar, kendi ictihadlarıyla amel ve hareket etmek mecburiyyetinde olduklarından, diğer ictihadların hükmlerine tabi’ olmazlar. Hatta Allahü Teâlâ’nın peygamberleri “aleyhimüssalatü vesselam” zemanlarında da Sahabelerden biri, kendi peygamberinin re’yine ve ictihadına muhalif ictihadda bulunursa, kendi ictihadına tabi’ olurdu ve ictihadının icabına göre amel ve hareket ederdi.
Burada “Allahü Teâlâ’nın peygamberleri de ‘aleyhimüssalattü vesselam’ ictihad ederler miydi?” diye bir sual hatırlara gelebilir. Evet, onlar da açıklık göremedikleri ilahî tebliğlerin emirlerini, gayet açık emirlere kıyas yoluyla ictihad ederlerdi. Fakat ictihadlarında hata ihtimali olduğundan, faraza ictihadlarında hata bulunsa, derhal ilahî vahy ile ictihadları tashih olunur ve hata devam etmezdi. Netekim Bedr Gazvesi’nde Server-i Âlem’in “Sallallahu Aleyhi Ve Sellem” Sahabe-i Kiram’dan bazılarıyla esirler hakkındaki ictihadlarına İmam-i Ömer “Radıyallahü Anh” muhalif ictihad ettiler. Daha sonra bu mes’elede {Onlara izn verdiğin için Allah seni affetti.} meâlindeki Âyet-i kerîme şerefle nazil oldu ki, İmam-i Ömer’in “Radıyallahü Anh” kalem ve divit meselesi’ndeki ictihadı da buna dâhildir ki, ileride tafsilen bildirilecektir.
Hicrî üçüncü ve dördüncü asırdan sonra eimme-i erbe’a yani dört imâm ve bunların mezhebleri dairesinde ictihad eden İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed, İmam-ı Züfer, İbn-i Nüceym, İmam-ı Rafi’i, İmam-ı Nevevî, İmam-ı Gazâlî ve emsali gibi yüksek zatlar yetişmedi. Zîrâ saadet asrından zaman olarak uzaklaşıldığı ve Hadîs-i şerîf rivayet eden her on iki silsilenin râvîleri çoğaldı. Binaenaleyh, hadisler’in hangi silsileden ve hangi râvîlerden rivayet edilmesi gerektiği meselesi ortaya çıktı; bu meseleyi halletmek, çok müşkil ve belki de muhal oldu. Buna binaen ictihad yolu kesildi. Müslümanların hepsi dört imamdan birine tabi’ olup, o imamın mezhebine göre amel ve hareket etmek ve o imamın mezhebinin kaydlarına uymak mecburiyyetinde kaldılar.
İctihad, bir hak ve Allahü Teâlâ’nın bir hükmü olduğundan, hiçbir müctehid diğer bir müctehide ictihadından dolayı hata isnâd edemez. Zîrâ her müctehide, kendi ictihadı haktır ve doğrudur.
Mesela, İmam-i Şafi’i, Hanefi Mezhebi’nde olmadığı halde “Ebû Hanife’nin re’yini ve ictihadını reddedene Allah lanet etsin!” buyurmuştur. İmam-ı Ebû Yusuf, İmam-ı Muhammed ve sâir imamların İmam-ı A’zam’a muhalefetleri, re’yini ve sözünü redd demek değildir. Bu muhalefetleri, ictihâdîdir ve kendi ictihadlarını beyâna ve izhâra memurdurlar.
Server-i âlem “sallallahu aleyhi ve sellem” dünyanın çeşitli yerlerine gönderdikleri Sahabe-i Kirâmı’na müşkilata maruz kaldıkları meselelerde Kur’an-ı Kerim’in âyetlerinin hükmlerine müracaat etmelerini, Âyet-i kerîmeler’in hükümlerinde bulamadıklarında, Hadîs-i şerîfler’den yararlanmalarını ve bu da maksadı temine kâfî gelmezse kendi reyleriyle ve ictihadlarıyla amel ve hareket etmelerini emr buyurmuşlardır. Velev ki kendilerinden ilmen, fikren yüksek dahî olsalar, başkalarının fikrlerine ve ictihadlarına tâbi olmalarını yasaklamışlardır. Nitekim İmâm-ı Ebû Yusuf ve İmâm-ı Muhammed ilimde, fikirde ve fazilette kendilerinin çok üzerinde olan ve üstelik kendilerinin üstadları olduğundan iktidâ ettikleri İmâm-ı A’zam’a “rahimehullah” fıkhî birçok meselede tâbi olmayarak kendi ictihadlarıyla amel ve hareket ederlerdi.
İşte, din imamları arasında meydana gelen ihtilaflar, bundan ibaretdir. Mesela, Hanefî mezhebinde kan akmakla abdest bozulduğu halde, İmam-i Şafi’i’nin ictihadında bu hâl, abdesti yenilemeyi, tekrar abdest almayı icab ettirmez. Şafi’iler’den biri, elinden kan aktığı halde abdest almaksızın namaz kılarsa, hiçbir Hanefî, onun abdestsiz namaz kıldığına hükmedemez. Zîrâ, onun tâbi olduğu mezheb imamının ictihadı bu yoldadır. Hanefî mezhebine tâbi bir kimse bir hatunun eline temas ettikten sonra abdest tazelemeden namaza dursa, hiçbir Şafi’i de o Hanefî’nin abdestsiz namaz kıldığını söyleyemez. Zîrâ mensub olduğu mezhebin imamı bu yolda ictihad etmiştir. Binaenaleyh gerek abdestte, gerek namazda, nikahta, mirasta, vasiyyetlerde, talakta, cürmde, cinayetlerde, alış-verişte ve sair bunlara benzer meselelerdeki ihtilaflar, umumen ictihadla ilgili olup, hiçbiri diğerini sapıklıkla ve fâsıklıkla suçlamak fikrine düşmemiştir.
Nitekim Ebu Bekr-i Sıddîk “ radıyallahü anh”, halifelikleri zamanında İslamiyyetle yeni şereflenmiş birini, yani {kalbleri İslam’a ülfetlendirilen}lerden bir kimseyi, zekat hissesini alması için bir sahabî ile beraber o zemanda Beytü’l Mâl’in muhafazasında vazifeli İmâm-i Ömer’e “radıyallahu anh” göndermiş idi. İmâm-i Ömer “radıyallahu anh” ise bu parayı vermek istememişti. İmâm-ı Ebu Bekr “ radıyallahü anh” vermekten imtina’ etmesinin sebebini sormuş ve {Sadakalar [zekâtlar], Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, miskinler, zekât toplayan memurlar, mü’ellefe-i kulub ya’ni kalbleri islamiyyete ısındırılacak olanlar, hürriyyetlerini satın almaya çalışan köleler, borçlular, Allah yolunda çalışıp cihad edenler ve yolcular içindir.] meâlindeki Âyet-i kerîme’nin hükmünce, bunların zekâta müstehak olduklarını beyan ve ifade buyurduğunda, İmam-ı Ömer “ radıyallahu anh” dahî “{Kalblerin İslamiyyete ısındırılması} emri, İslamiyyetin Allahü Teâlâ’nın vad ettiği gücü ve kuvveti kazanmasından önceki zamana yani kafirlerin taşkınlıkları ve kuvvetleri zemanına aittir. Şimdi ise İslamiyyetin kuvveti yükselmiş ve kâfirler mağlup ve yerle bir olmuş vaziyettedir. Bu hâle göre kâfirlerin kalplerini mal ile kazanmaya lüzum ve ihtiyaç kalmamıştır.” tarzında cevab vermişlerdir.
İmâm-ı Ömer’in “radıyallahü anh” bu ictihadının Sıddîk-i A’zam’ın “radıyallahü anh” re’yine ve ictihadına muhalif düşmesi, O’nun bu emrini reddetmek demek değildir. Beytü’l Mal’in muhafazasına ve murâkabesine memur olduğu için, ictihadına binaendir. Hazret-i Sıddîk “radıyallahü anh”, İmam-i Ömer’i “radıyallahü anh” bu ictihadından dolayı muahaze etmemiştir.”
KAYNAK: Eshâb-ı Kirâm
Tavsiye Yazı –> Fıkıh Tarihine Dair Sualler