Sual: İmametin şartları nelerdir?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzu hakkında deniyor ki;
Âlimlerin bildirdiği şartlar şunlardır: İlim, adâlet ve yiğitlik. Bazıları kuvvet ve galebeyi de şartlardan saydılar. Çünki kuvvet ve gâlib olmazsa, hukûkun îfâsını ve hudûdun ikâmesini yerine getiremez. Bir şart dahâ vardır ve ulemâ bunda ihtilâflıdır, o da imâmın Kureyşli olmasıdır. Bütün mezheb sâhibleri bu sözde berâberdir. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “İmâmlar Kureyştendir” buyurmuşdur. Ehl-i milletin bazı mezheblerine göre, bundan başkası da câizdir. O zamân hadîs-i şerîfin manâsı, yâ böyle olması müstehâbdır, yanî imâmlık şartları bulununca, Kureyşli olması tercîh olunur, yâhud da, haberde geldiği gibi alınır ve sonuna kadar hep böyle gider.
Ta’yîn edilen imâma kaç kişinin bey’at [bi’at] etmesi gerektir mes’elesinde, âlimler ayrı ayrı söylemişlerdir. Hadîs-i şerîf ve dînin usûlüne riâyet ederek en uygun olan şu kavli buldum ki, rey, meşveret, temyîz ve adâlet sâhibi olanlardan 40 kimse, imâmlığa müsâid olan bir şahısta birleşir ve bu 40 kimse içerisinde kâdîlığa lâyık bir âlim bulunursa, o şahsa yapılan bey’at [bi’at] uygun ve geçerli olup, ona itâ’at müslümânlara vâcib olur. Ammâ âlim olan bir kişinin en önce bey’at etmesi lâzımdır.
İmâmette ismet [günâhsız olmak] şart değildir. İmâmetde ismet iddiasında bulunanlar şî’îlerdir. Onların bu iddialarının dînimizde hiçbir aslı ve esâsı yoktur. Ehl-i sünnet ve cemâate muhâlif oldukları diğer meseleler de bunun gibidir. Onlar bu meselede, imâm ma’sûm olmalıdır, ancak böylece müslümânların salâhına sebeb olabilir diyorlar ve hükme lâyık olmayana hükümdârlık ve vâlîlik [devlet idâresini] vermezler. Zîrâ insanlar ve memleket için zararlı olur.
İsmetin şart olmadığını gösteren delîl şudur ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hâsseten kendisinin şeytândan selâmetini buyurdu da, diğerleri için söylemedi ve, “Sizden herbirinizin yanında cinden ve melekten bir yakını bulunur” buyurduğunda, yâ Resûlallah sizin de var mıdır? dediklerinde, “Evet, benim yanımda da vardır, fakat Allahü teâlâ ona karşı bana yardım etti ve benimki müslümân oldu” buyurdu. Diğer bir delîl de şudur: Peygamberlik, mutlak olarak sözde ve amelde uyulmağı gerektirir. Yanî Peygamberin söylediği veyâ yaptığı bir şeyde, ümmetinden hiçbir kimse ona muhâlefet edemez, yâhud kendini bundan vâreste tutamaz. O hâlde Peygamberin ismet sâhibi olması şarttır. Çünki günâh işlese, ümmetin de ona uyması lâzım gelir. O hâlde ümmeti için Onun ma’sûm [günâhsız] olması îcâb eder.
İmâmlıkta ise hüküm, kazâ, emîrlik [başkanlık] ve emânet [güvenilir olmak] vardır. Bunlar için ise, ismetin şart olmadığını herkes bilir. O hâlde imâmette ismet şart olmaz.
Şî’îlerin ma’sûm imâm dediklerinin ilki Emîr-ül mü’minîn Alî’dir “radıyallahü anh” ve imâmete lâyık ismet sâhibi dediklerinin hepsinden üstündür. İlim ve fazîlet bakımlarından onların üstündedir. Amcasının oğlu Abdullah bin Abbâs “radıyallahü anhümâ” ona tâbi’ olanlardan ve Onun takımından olup, onun tarafından emîrlik ve vâlîlikle vazîfelendirilmişdir. Önce Hicâz ve Yemen’de, sonra Basra’da vâlîlik yapmışdır. Basra vâlîliği esnâsındaki bir çok ictihâdları hazret-i Alî’nin ictihâdlarına muhâlif olmuştur. Meselâ hazret-i Alî “radıyallahü anh” zındıkları ateşte yakınca, Abdüllah ibni Abbâs, “Onlara cezâ veren ben olsaydım, ateşte yakmakla cezâlandırmazdım. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Ateşle azâbı, ateşin Rabbinden başkası yapmaz” buyurmuştur. Ben onları öldürürdüm. Çünki Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Dînini değiştireni [müslümân iken mürted olanı] öldürün” buyurdu”, dedi. Onun söylediği bu hadîs-i şerîf, hazret-i Alî’nin kulağına gelince, hayret edip, “İbni Abbâs’a yazık” dedi. Ve yine meselâ hazret-i Alî’nin ictihâdına göre, abdest almış bir kimse teyemmüm etmiş olanın arkasında namâz kılamaz. Abdüllah ibni Abbâs’ın ictihâdına göre ise, kılar. Yine meselâ, hazret-i Alî herhangi bir Sahâbîden bir hadîs-i şerîf duysaydı, yemîn verdirmeyince, bildirdiği hadîsi kabûl etmezdi. İbni Abbâs’ın, hattâ bütün Sahâbenin ve Tâbi’înin ictihâdı buna muhâlifdir. Aralarında böyle birçok meselelerde ayrılık ve farklılık vardır. Hepsini yazmağa kalkışırsak bu kitâbın hacminden taşar. Delîl ve misâl için bu kadarı yeter.
Sözü toplarsak deriz ki, eğer hazret-i Alî ma’sûm olsaydı, Abdüllah ibni Abbâs, ona muhâlefet etmezdi ve bunu câiz görmezdi. Çünki hatâdan ma’sûm olana muhâlefet etmek günâhtır. Emîr-ül mü’minîn Alî “radıyallahü anh” kendisinin ma’sûm olduğunu vâcib bilseydi, dinde birçok mes’elede kendisine uymayan İbni Abbâs’ı müslimânların başına vâlî ve hâkim yapmaz, din işlerini ona ısmarlamazdı.
Bütün bunlardan dahâ çok şaşırtan odur ki, imâmların ma’sûm olmasını ileri süren bu mezhebdekilerin i’tikâdına göre, kim insanlara dahâ faydalı olabilecekse, Allahü teâlânın onun hakkını gözetmesini, Allahın üzerine vâcib bilirler. Onlara göre ma’sûm imâm ta’yîni kulların yapacakları hayırlı işlerin en büyüklerindendir, belki bütün mesâlihleri onlara tevdi’ edilmiştir. Yine onların sözlerine göre, ismet sâhiblerinden ikiden fazlası halîfelik yapmamıştır. Bu iki kişi ise, Emîr-ül mü’minîn Alî ve Emîr-ül mü’minîn Hasen’dir “radıyallahü anhümâ”. Hilâfet zamânları 5 sene birkaç aydır. Mezheblerince en sâlih olanı onlara Hüccet olur. Zîrâ biz deriz ki, 630 sene geçti, o imâm kimdir ve nerededir. Size göre, âlem onsuz salâh bulmayacağına, kazâ ve hükümler tatbîk edilemeyeceğine göre ve şu kadar asırlar geçip, cum’alar kılınmadı, cemâ’atler yapılmadı ve imâmların [devlet başkanlarının ve hâkimlerin] bulunmasına bağlı olan nice şer’î hükümler yerine getirilemediği hâlde, kullar için en sâlih ve lâyık olanı bulmak, nasıl en doğru yol ve hâl çâresi olur.
Bir kimsenin, ümmetlerin en hayrlısı bu ümmetdir, i’tikâdında olup, nice yıllar ve asrlar bu müslümânlar için dalâlet üzre bir araya gelmişlerdir, onların kazâ ve hükmleri, cum’a ve cemâ’atleri doğru değildir diye inanmasından dahâ büyük hangi günâh vardır. Hâlbuki Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Ümmetim aslâ dalâlet üzerinde birleşmez) buyurmuşdur. Ve yine buyurmuşdur, (Her zamân ümmetimden hak üzere bulunan bir tâife bulunur ve kıyâmete kadar bâtılla savaşır.) Peki bu tâife kimlerdir, mâdem ki, bütün ümmet dalâletdedir? Sizin ma’sûm imâmınızın ise, hiç bir yerde izine ve nişânına rastlıyan yok. Bu delîllere ve misâllere dikkat eden, onların bu sözlerinin bozuk olduğunu anlar. Bu mes’eleyi burada bu kadar anlatmamız, doğru i’tikâdlı müslimânların onların bu bozuk ve yanlış sözlerine ve da’vâlarının bâtıl olmasına karşı uyanık olmaları, sözlerine hiç bir değer vermemeleri ve Peygamberlerden başkasına ma’sûmdur demek fitnesini dinde küçük bir fitne saymamaları içindir.
Ma’sûm imâm sözü onlarca bir perde olup, [şî’îlerin bir kolu olan] bâtınîler, islâmın emr ve yasaklarına ri’âyet etmemek, yâhud şerî’atin emirlerine karşı kayıtsız ve gevşek davranmakda kullanıp, Ehl-i sünnet ve cemâ’ate doğru yoldan ayrılmıştır dediler ve onların öncüleri –ki Allah onlara la’net etsin– bu hadîsi oraya kadar uzattılar ki, iş hulûle kadar vardı ve “Ma’sûm imâmın helâlı harâm, harâmı helâl etmesi câizdir” dediler.
Bu sapıklardan bir çoğu bu iddia perdesi arkasına çekilip, amel işlemedi ve re’îslerini gösterip, İsmâ’îl bin Ca’fer-i Sâdık’a “radıyallahü anh” tâbi’ olduklarını söylediler. Böylece zındıklıklarına bir kapı bulmak istediler ve şi’âya meyilli câhilleri bu saçma sapan sözlerle yoldan çıkardılar. Bu iddiaların hepsi bâtınîlik bozuk mezhebinden kaynaklanmaktadır ve onların mezhebine göre ma’sûm kelimesi, dilini ve kulağını bu bid’atlere karışmaktan koruyan dindâr insanlar için kullanılmaktadır. Dalâlette olanları uyandıran ancak Allahü teâlâdır.[1]
[1] Nitekim şî’îler imâm Ca’fer-i Sâdık’tan bildirirler; buyurdu ki: Dînin 10’da 9’u takıyyededir. Takıyyesi olmayanın dîni yoktur. Yine o hazretten bildirirler: Dîninden kork ve onu gizle; çünki takıyyesi olmayanın îmânı yoktur.
İmâm Muhammed Bâkır hazretlerinden bildirirler: Takıyye benim ve babalarımın dînidir. Takıyyesi olmıyanın îmânı yoktur. (Keşf-ül gumme) sâhibi hazret-i imâm Alî Hâdi’den bildirir, buyurdu ki: “Takıyyeye riâyet, namâza riâyet gibidir desem, elbette doğruyu söylemiş olurum”. Bütün bunlara verilecek cevâb odur ki, sahîh hadîs-i şerîf’te geldi ki: “Bid’atler ortaya çıkıp, fitneler yayılınca ve Eshâbıma sövenler ve dil uzatanlar zâhir olunca, âlimler bildiklerini söylesinler. Bu zamânda bildiğini söylemeyen âlime, Allahın, meleklerin ve bütün insanların la’neti olsun”. (Keşf-ül lugat)
Hazret-i Ebû Bekr’in hilâfeti 2, hazret-i Ömer’in 10, hazret-i Osmân’ın 12, hazret-i Alî’nin 6 sene sürmüştür. “Radıyallahü anhüm”.
(Nûr-ül ebsâr)