Sual: Adaletin ve zulmün tarifi nasıldır?
Cevap: Adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikişer tarîfi vardır:
1) Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koyduğu kanûn, kâide, çizdiği hudûd içinde hareket etmektir. Zulüm ise, bu kanûnun, bu hudûdun, bu dâirenin dışına çıkmaktır.
Âlemleri yaratan, yoktan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin hâkimi, herşeyin asıl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi, mâliki yoktur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmağa mecbûr etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müşâviri, bir yardımcısı yoktur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için işâret versin, yol göstersin. Bundan dolayı, Allahü teâlânın, adâletin bu tarîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona zulüm kelimesi yaklaşamayacağı gibi, bu tarîfe uyarak, âdil demek de, yakışmaz. Âdil denilmesi, zulmü hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir. Âdil olduğu muhakkaktır. Bu isim de, başka isimleri gibi, (te’vîl) olunur. İslâmiyyete uygun bir manâya çevrilir. Yanî, adl’den murâd, adâletin gâyesidir. Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa eğilmesine denir. Allahü teâlânın kalbi yoktur ki, meyletsin. O hâlde, rahm demek, rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek, iyilik etmektir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi, iyilik edici, nefse uygun gelen, tatlı gelen şeyleri verici demektir.
Allahü teâlâ, adle, adâlet yapmağa mecbûr değildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı. Yanî, irâdesi, isteği bulunmazdı. İrâdesi olmayan, mecbûr olur.
Bu tarîfe göre, “Filân şey adâlete uymuyor” denilemez. Allahü teâlâya, bu manâda âdil denilemiyeceği gibi, böyle adâlete mecbûr da değildir.
2) Adâletin yüksek tarîfi, “Kendi mülkünde olanı kullanmak” demektir. Zulüm de, başkasının malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki tarîfi de, işte budur.
Âlemlerin hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî, cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar], büyük ve küçük cisimler, Arş ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller, madde ve manâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc] mahlûkları ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstakil sâhibi, yalnız Odur. O, her hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yoktur ki, ikmâl etmek, tamâmlamak lâzım olsun. Ondan başka herşey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk mâlike, mahlûk hâlıka, mülkte ve yaratmakta şerîk [ortak] olmadığı gibi, birşeye de mâlik değildirler.
Bu her iki tarîfe göre, Allahü teâlânın işleri için, (adâlete uymayan) birşey olmaz. Böyle görmek, yaratanı, bazı şeylerde, yarattığı şeylere benzetmek olur. Bu ise, büsbütün haksızlıktır. Yaratan, hiçbir sûretle yarattıklarına benzemez.
[Bu cevap Seyyid Abdülhakim Efendi’nin yazdığı bir mektuptan alınmıştır. Mektubun tamamını okumak için tıklayınız]