Sual: Doğru itikad nedir? Bir müslüman nasıl ve neye göre inanmalıdır? Nasıl yaşamalıdır?
Cevap: İmam-ı Muhammed Birgivi’nin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Tarikat-i Muhammediye kitabında ve bu kitabın şerhleri olan Berika ve Hadika kitaplarında diyor ki: (İmam-ı Buhari’nin ve imam-ı Müslim’in bildirdikleri hadis-i şerifte, “Elbet bir zaman gelecek ki benim ümmetim, İsrail oğulları, [yani yahudiler ve hristiyanlar] gibi olurlar. Bir çift ayakkabının birbirine benzedikleri gibi, onlara çok benzerler. Öyle olur ki onlardan biri, anası ile zina etse, ümmetimden de öyle yapanlar olur. İsrail oğulları 72 fırkaya ayrıldı. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılır. Bunların 72’si bozuk inanışlarından dolayı Cehenneme girecektir. Yalnız bir fırkası, girmeyecektir”. (O fırka, hangisidir?) denildiğinde, “Benim ve Ashâbımın yolunda olanlardır” buyuruldu. İsrail oğullarının, Musa aleyhisselâmdan sonra 71, İsa aleyhisselâmdan sonra 72 fırkaya ayrılmış oldukları, (Milel ve Nihal) ve Berika kitaplarında yazılıdır. İnanışlarından dolayı Cehenneme girmekten kurtulacak olan bu bir fırkaya, Ehl-i sünnet velcemaat mezhebi denir. 72 fırkadan her biri, kendisinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Kendisinin Cennete gideceğine inanıyor. Bu iş, söylemekle, sanmakla anlaşılmaz. Sözlerin ve işlerin, âyet-i kerimelere ve sahih hadislere uygun olması ile anlaşılır.
Ehl-i sünnet mezhebi de, Matüridi ve Eş’arî olarak 2’ye ayrılmış ise de, ikisinin aslı bir olduğundan ve birbirlerini kötülemediklerinden ikisi bir sayılır. Ehl-i sünnet fırkası, ibadette ve bütün işlerde 4 mezhebe ayrılmıştır. 4’ünün imanı hep bir olduğundan, hepsi bir fırkadır. Bu 4 mezhep, âyet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş olan hükümlerde, birbirlerinden ayrılmışlardır. Hepsi, bu hükümleri anlamak için ictihad etmiş, çok uğraşmış, başka başka anlamışlardır. Kur’ân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş olan hükümlerde ayrılıkları yoktur. Böyle, manaları açık ve kati olan nasslarda ictihad yapılmaz. Açıkça bildirilmeyen, inanılacak şeylerde ictihad ederken, yanılan affolmaz. Böyle yanılarak, itikadı bozulmuş olan 72 fırkaya bidat sahibi veya dalalet ehli, yani sapık denir. Fakat, bunlara kâfir denilmez. Dinde açıkça bildirilmiş olan şeylerden bir tanesine bile inanmayanın imanı gider. Kâfir olur. Yanlış ictihad ederek imanı gidenlere mülhid denir. 72 sapık fırkadan Batıni, Mücessime, Müşebbihe ve Vehhâbîlerden bir kısmının ve ibahilerin mülhid oldukları, Reddülmuhtar ve Nimet-i İslam kitaplarında yazılıdır.
Yukarıdaki hadis-i şerif gösteriyor ki bir insan, ya müslümandır, yahut kâfirdir. Müslüman da, ya Ehl-i sünnet mezhebindedir, yahut, bidat ehli, yani sapıktır. Bundan anlaşılıyor ki Ehl-i sünnet mezhebinde olmayan, yani mezhepsiz olan kimse, ya sapıktır, yahut kâfirdir.
İman, korkusuz olmak, İslam ise, teslim olmak ve kurtulmak demektir. Fakat, İslamiyette, iman ve İslam birdir. Muhammed “aleyhisselâm”ın Allahü teâlâdan vahiy olunarak getirdiği haberlerin hepsine kalp ile inanmaya İman ve İslam denir. Bu haberler, kısaltılarak 6 şeyin içine yerleştirilmiştir. Bu 66 şeye inanan, hepsine inanmış olur. Bu 6 şey, Amentü’de bildirilmiştir. Her müslümanın Amentüyü ezberlemesi ve çocuklarına ezberletip, mânâsını öğretmesi farzdır. Bunun için, çocuklarını, hükümetin izin verdiği Kur’ân-ı Kerîm kurslarına göndermek lazımdır. İtikadname adındaki kitapta, Amentünün mânâsı uzun yazılıdır. Bunlara inanan insana mümin veya müslüman denir. İbadetleri yapmaya, haramlardan kaçınmaya, İslamiyete uymak denir. İslamiyete uyan müslümanlara salih ve âdil denir. Ashâb-ı kiramın hepsi, âdil, salih mümin idiler. Tembellik ederek İslamiyete uymayan müslümana fâsık denir. Fasık da müslümandır. Yani günah işleyenin ve ibadet yapmayanın imanı gitmez. Fakat, ibadete ve günaha ehemmiyet vermeyenin, yani İslamiyete kıymet vermeyenin, İslamiyetin hükümlerinden bir tanesini bile beğenmeyenin imanı gider. İmanı olmayana, yani müslüman olmayana kâfir denir. Ehl-i sünnet mezhebinden olmayana Mezhepsiz denir. Mezhepsiz de, ya sapık veya kâfir olur.
Kadızade Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Birgivi vasiyetnamesi kitabını şerh ederken, 44. sayfadan başlayarak diyor ki Allahü teâlânın yer yüzünde insandan Peygamberleri olduğuna inanırız. Peygamberlerin hepsi, Allahü teâlânın onlara Vahiy ettiği, yani melekle bildirdiği ahkâmı, yani emirleri ve yasakları, kendi zamanında bulunan insanlara bildirmişlerdir. Bu insanlar, O Peygamberin ümmetidirler. Peygambere inananlarına, Ümmet-i icabet denir. İnanmayanlarına Ümmet-i davet denir. Peygamberlerin en sonra geleni Muhammed aleyhisselâmdır. Ondan sonra Peygamber gelmeyecektir. Dünyanın her yerinde, her zamanda bulunan insanların hepsinin ve cinnilerin Peygamberidir. Hepsinin, Ona inanmaları lazımdır.
Yeni bir din getiren Peygambere resûl denir. Daha önce gönderilmiş bir Resûlün dinine uymaya çağıran Peygambere ise, nebî denir. Her resûl, nebidir. Her nebî, resûl değildir. Resûllerin sayısı 313 diyenler oldu. Peygamberlerin hepsinin sayısı kesin delil ile belli değildir. 124.000 olduklarını bildiren hadis-i şerif Haber-i vahid’dir. Bir kişinin bildirdiği hadis, sahih olsa bile zan ifade eder. Bunun için sayılarını söylememek daha iyidir. Muhammed Masum-i Fârukî, 2. cildin 36. mektubu sonunda ve Emali kasidesinde ve Berika ve Akaid-i Nesefiye ve Hadika kitaplarında diyor ki: Peygamberlerin sayısını söylemek, Peygamber olmayanı Peygamber yapmak veya Peygamberi Peygamber tanımamak olabilir. Bu ise küfürdür. Çünkü, Peygamberlerden birini tanımamak, hiçbirine inanmamak demek olduğu, bütün kitaplarda yazılıdır. Bundan başka Emali kasidesinin şerhinde ve Berika’nın 309. sayfalarında, “Hiçbir Velî, Peygamber derecesine varamaz. Peygamberi tahkir, küfür ve dalaldir” diyor.
1979’da ölen Pakistanlı Mevdudi (İslam Medeniyeti) kitabında, Fatır sûresi 24. ayetine: “Hiçbir ümmet müstesna olmamak üzere, içinde bir korkutucu Peygamber gelmiştir” mânâsını vererek, “Her ümmete bir Peygamber gelmiştir. ‘124.000 Peygamber gelmiştir’ hadisi, bunu teyid etmektedir. Geçmiş Peygamberlerden nisbeten bilinenleri vardır. Hazret-i İbrahim, hazret-i Musa, Konfüçyüs, Zerdüşt, Krişna gibilerinin vatanlarını bile bilmek mümkündür. Her biri kendi kavimlerine gönderilmişlerdir. Bunlardan hiçbiri, benim risaletim bütün âlem içindir, dememiştir” yazıyor.
Bu âyet-i kerimedeki (korkutucu) nun, yalnız Peygamber olmayıp, Peygamber veya âlimler olduğu Beydavi’de ve Mevakib’de ve birçok tefsirlerde yazılıdır. Âyet-i kerimeye verdiği yanlış manayı da, zayıf bir hadis ile sağlamlamaya çalışmaktadır. Bu zayıf hadisi, İslam âlimlerinin hiçbiri senet olarak almamıştır. Guya kurnazlık yaparak, Konfüçyüs, Zerdüşt ve Krişna gibi kâfirlerin de Peygamber olduklarını gençlere inandırmaya çalışmaktadır. Bütün batıl dinler, Allahü teâlânın Peygamberler ile bildirdiği hak dinlerin bozulmasından hâsıl oldukları gibi, milattan 479 sene önce ölen Konfüçyüs de Çin’de eski hak dinlerden kalmış olan tapınmak fikirlerini ve iyi huyları övdüğünden, ölümünden sonra, felsefesi mezhep hâlini almıştır. Mezhebini bildiren, çeşitli dillerde, kitaplar vardır. Bunlardan biri Almanca (Wörte des Konfuzius) dır. Yani (Konfüçyüs’ün sözleri) kitabıdır. Bu kitapta, semavi dinlerin hepsinde bulunan, imanın 6 şartı görülmediği gibi, küfrünü gösteren sözleri de çoktur. Küfrü açıkta olan birisine, müslüman denemez. Nerede kaldı ki Peygamber denilebilsin. Krişna da, Hind Berehmen kâfirlerinin eski tanrılarındandır. Önce, bu isimdeki bir ırmağa tapınırlardı. Sonra, uzun hikayeleri olan bu adama da tapındılar.
Berika kitabında diyor ki (Peygamberlerin “salavatullahi teâlâ aleyhim ecma’în” adedi kesin olarak belli değildir. Çünkü, 124.000 veya 224.000 olduğunu bildiren hadis-i şerifi bir kişi haber vermiştir. Bu hadisin sahih olup olmadığı da bilinmiyor. Peygamberlerin sayısı kesin olarak söylenirse, Peygamber olmayanlar Peygamber yapılmış olur. Yahut, Peygamberlerden birkaçı inkar edilmiş olur. Bunun ikisi de küfür olur. Bu hadis sahih olsa bile zan hâsıl eder. İman edilecek şeylerde, zan ile konuşulmaz. Hele, böyle 2 türlü bildirilmiş ise, hiç kıymet verilmez).
Kâfirler [yani Allaha düşman olanlar] 2’ye ayrılır: Kitaplı kâfir, Kitapsız kâfir. Bir Peygambere ve buna gökten inen kitaba inanan kâfirlere Ehl-i kitap, yani (Kitaplı kâfir) denir. Kitapları ve imanları değişmiş, bozulmuş olsa da, bunların, kendi dinlerine göre Besmele okuyarak bıçakla kestikleri hayvanlar yenir. Fakat domuz hiç yenmez. Bunların kızları ile evlenilir. Fakat, bunlara müslüman kızı verilmez. Şimdiki yahudiler ile hristiyanların kendi bozuk dinlerine bağlı olanları kitaplı kâfirdir.
Hiçbir Peygambere ve semavi bir kitaba inanmayan kâfirlere (Kitapsız kâfir) denir. Bunların kestikleri yenmez. Kızları alınmaz ve kız verilmez. Müşrikler, Allahsızlar, Putperest, Mecusiler, Berehmenler, Budistler, Mülhidler, Zındıklar, Münafıklar ve mürtedler, hep kitapsız kâfirdirler. Allahü teâlâdan başka şeylere tapınanlara müşrik denir. Müşrikler 2’ye ayrılır: Ülûhiyette müşrik ve ibadette müşrik, Ülûhiyette müşriklerden biri, mecusilerdir. Bunlar, ateşe tapar. (Halık 2’dir: Biri, Yezdan olup iyilikleri yaratır. Öteki ise, Ehrimen olup kötülükleri yaratır) dediler. Eski tabiiyeciler, her şeyi tabiat yaratıyor dediler. İbadette müşrik olanlar, putperestlerdir. Bunlar kendi elleri ile yaptıkları heykellere tapınırlar. Putlar, kıyamette Allaha bizim için şefaat edecek derler. Hıristiyanların çoğu trinite, yani teslis yapıyor. Yani 3 tanrı olduğuna inanıyorlar. Çoğu da, İsa aleyhisselâma tanrı diyor. Yahudilerin bir fırkası da, Uzeyr Allah’ın oğludur, diyor. Hepsi müşrik oluyorlar. Fakat, ellerindeki kitabın gökten indiğine inanmaktadırlar. Komünistlerle masonlar ve son asrın cahilleri, Allahsız kâfirdirler. Anası babası müslüman olup da, kendisi müslüman olmayana (Mürted) denir. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inanmayan, fakat dünya menfaati için, müslümanlara karşı müslüman görünene, (Münafık) denir. Münafık, başka dindedir. Müslümanların arasında, onlar gibi ibadet yapar. Allah ismini dilinden düşürmez. Fakat bozuk inançlarını saklar. Hiçbir dinde olmadığı, Allahü teâlâya inanmadığı hâlde, müslüman görünüp, müslümanlığı değiştirmeye, dinsizliği müslümanlık olarak yaymaya uğraşana (Zındık) denir. Zındık, Allaha ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna inandığını, Kurana ve hadislere uyduğunu söyler. Fakat, Kur’ân-ı Kerîmi ve hadis-i şerifleri kendi cahil kafasına ve kısa görüşüne göre manalandırır. Bu bozuk anladıklarını, sapık düşüncelerini müslümanlık olarak yaymaya uğraşır. Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru sözlerini beğenmez. İslam âlimlerine cahil der. Böyle zındıklara da, şimdi aydın din adamı, (Müceddid) ve (Dinde reformcu) deniliyor. Böyle cahil, zındık, sahte din adamlarına aldanmamalı, bunların kitaplarını, mecmualarını okumamalıdır.
Müslüman olduğunu söyleyen, Kelime-i şehâdet okuyan kimseye, şüphe ile küfür damgası basılamaz. İbni Abidin, 3. ciltte, mürtedleri anlatırken diyor ki (Hülasa) ve başka kitaplarda, “Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin bir işinde veya sözünde birçok küfür alâmetleri ile bir iman alâmeti veya küfür olması şüpheli olan bir alâmet bulunsa, buna kâfir dememelidir. Çünkü müslümana iyi zan olunur”. Bezzaziye fetvasında şunu da ekliyor ki “Küfür alâmetini dilediği açıkça anlaşılınca, kâfir olur. Tevil etmemiz fayda vermez”.
Din kelimesi, lügatta yol, iş ve mükafat demektir. Millet, yazı yazmak demektir. Bir Peygamberin Allahü teâlâdan getirdiği inanılacak şeylere din veya millet yahut usul-i din denir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, bu manada olan dinleri, milletleri hep birdir. Din, su kaynağı demektir. Bir Peygamberin yapılmasını emir veya yasak ettiği şeylere Ahkâm-ı diniyye ve Füru-ı din denilmiştir. Peygamberlerin dinleri başka başkadır. Bugün, din deyince iman edilecek bilgiler ve İslam birlikte anlaşılmaktadır. Muhammed aleyhisselâmın dinine (İslam dini) veya (İslamiyet) denir.
Her müminin, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri iman edilecek şeyleri öğrenmesi ve bunlara göre inanması vâciptir. Bunlara kısaca inanan, doğru mümin olur. Fakat sebeplerini öğrenmediği için günaha girer. Yapılması ve sakınılması lazım olan ahkamın delillerini, sebeplerini öğrenmek emrolunmadı. Bunların sebeplerini bilmemek günah olmaz.
Büyük günah işleyenin imanı gitmez. Harama helal derse, imanı gider. Günahlar 2’ye ayrılır: (Kebair), büyük günahlardır. En büyükleri 7’dir.
1) Bir şeyi Allahü teâlâya ortak yapmak. Buna şirk denir. Şirk, küfrün çeşitlerinden en kötüsüdür.
2) Bir insanı veya kendini öldürmek.
3) Sihir, yani büyü yapmak.
4) Yetim malı yemek.
5) Faiz alıp vermek.
6) Muharebede düşman karşısından kaçmak.
7) Temiz kadınları kazf etmek, yani namussuz demek. Her günahın büyük olmak ihtimali vardır. Hepsinden kaçınmak lazımdır. Küçük günahı çok yapmak, büyük günah olur. Büyük günah, tevbe edince affolur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse, şefaat ile veya şefaatsiz affeder. Affolunmazsa, Cehenneme girer.
Zünnar denilen papaz kuşağını ve benzeri şeyleri kullanmak, putlara saygı göstermek, din kitaplarını aşağılamak, din âlimleri ile alay etmek, küfre sebep olan bir şey söylemek, kısacası, dinde saygı duymak lazım olan şeyi aşağılamak ve aşağılanması lazım olan şeye saygı göstermek küfürdür. Bunlar, İslam dinine inanmamak, inkar etmek alâmetidir. Küfrün işaretleridir.
Allahü teâlâ, tevbe edenleri sever. Affeder. Sonra, o günahı tekrar yaparsa, tevbesi bozulmaz. 2. bir tevbe lazım olur. Tevbe ettiği bir günahı hatırlayınca, günahı işlediğine sevinirse, tekrar tevbe lazım olur. Hak sahiplerine haklarını ödemek veya helal ettirmek, gıybet ettiği kimseden afv dilemek ve rızasını almak, yapmamış olduğu farzları kaza etmek farzdır. Bunlar tevbenin kendisi değil, şartıdırlar. 1 lirayı sahibine geri vermek, 1.000 sene nâfile ibadet yapmaktan ve 70 nâfile hacdan daha iyidir. Günahı bir daha yaparsam tevbem bozulur diyerek, tevbe yapmamak doğru değildir. Cahilliktir. Şeytanın aldatmasıdır. Her günahtan sonra, hemen tevbe etmek farzdır. Tevbeyi bir saat geciktirince, günah 2 kat olur. Buradan anlaşılıyor ki kaza namazlarını kılmayanın günahları, her namaz kılacak kadar zaman katkat artmaktadır.
Tevbe ettim demek, tevbe olmaz. Çünkü, tevbenin sahih olması için 3 şart lazımdır:
1) Hemen günahı bırakmalıdır.
2) Günah işlediğine, Allahü teâlâdan korktuğu için, utanmak ve pişman olmak lazımdır.
3) Bu günahı bir daha hiç yapmamayı gönülden söz vermektir. Allahü teâlâ şartlarına uygun olan tevbeyi kabul edeceğine söz vermiştir.
Ahlak değişir. İyi huylu olmaya çalışmalıdır.
Bir insanın ahirette mümin olup olmayacağı, son nefeste belli olur. 60 senelik bir kâfir, ölümünden az önce, müslüman olsa, ahirette mümin olarak dirilir. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” başka ve Cennete gidecekleri bildirilmiş olanlardan başka, kimse için (Cennetliktir) denilemez. Çünkü, son nefesin nasıl olacağı bilinemez.
Bir mümin ahirete gittikten sonra, dünyada hayratı ve Hasenâtı kalsa, yahut faydalı kitapları, salih çocukları kalıp, Ona duâ etse, bu mümine sevap yazılır. İnsan ölünce, hayır ve şer defteri kapanmaz. Ashâb-ı kiramdan Sad bin Ubade “radıyallâhu anh” “Ya Resûlallah! Annem öldü. Ona ne iyilik yapabilirim?” dedi. “Su sadakası iyidir” buyuruldu. Duâ ederken, müminlerin hepsinin ruhuna demelidir. Hepsine vasıl olur. Duâ, belayı giderir. Sadaka vermek, Allahü teâlânın gazabını yumuşatır. İnsanı azaptan kurtarır. Eceli gelmemiş olan hastanın şifa bulmasına sebep olur. Allahü teâlâ duâ etmeyeni sevmez.
Her müminin itikatta ve amelde mezhebini öğrenmesi vâciptir. Mezhep, yol demektir. Kur’ân-ı Kerîmde ve hadis-i şeriflerde kapalı bulunan bilgileri, müctehid denilen derin âlimler, ictihad ederek bulur. İtikatta mezhebimiz Ehl-i sünnet ve cemaat mezhebidir. Ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi demek, Resûlullahın Ashâbının ve cemaatinin itikadı ve imanları demektir. Ashâb-ı kiramın her biri “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” müctehittir. İslam dininin nurudur, ışığıdır. Müslümanların imamları, önderleri ve senetleridir. Onların yolundan ayrılan, Cehenneme gider. Ehl-i sünnet fırkasının imamı, önderi 2’dir: Birisi Ebû Mensur Matüridi “rahmetullahi teâlâ aleyh”dir. İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin mezhebinde yetişen derin bir alimdir. Hanefi âlimleri, bunun mezhebindedirler. İkincisi, Ebül Hasan-ı Eş’arî “rahmetullahi teâlâ aleyh”dir. Şâfiî mezhebindeki âlimlerin büyüklerindendir. Çok derin alimdir. Bu 2 mezhep arasında çok az fark vardır.
Bugün ictihad edebilecek kadar derin âlim hiç yoktur. Her müslümanın 4 mezhepten birinin ilmihal kitabını okuyup öğrenmesi, imanını ve bütün işlerini buna uydurması lazımdır. Böylece, bu mezhebe girmiş olur. 4 mezhepten birine girmeyen kimse, Ehl-i sünnet olmaz. Mezhepsiz olur. Mezhepsiz olan da, ya 72 bozuk fırkadan birindedir, yahut kâfir olmuştur. Es-Savi tefsirinde, Kehf sûresi 24. âyetinin tefsiri haşiyesinde buyuruyor ki “4 mezhepten olmayan kimsenin sözü, Sahabinin sözüne veya sahih olan hadis-i şerife, yahut âyet-i kerimeye uygun olsa da, buna uymak caiz değildir. 4 mezhepten birinde olmayan kimse sapıktır. Başkalarını da, hak yoldan ayırmaktadır. 4 mezhepten ayrılmak küfre kadar gider. Müteşabih âyetlere zahirleri gibi mânâ vermek, kâfirlerin adetleridir.”
Bir din adamı, Ehl-i sünnet mezhebinde olduğunu bildiriyorsa ve mezhebinin bilgilerini yayıyorsa, Onun sözleri ve kitabı kıymetli olur. Okuyanlar faydalanır. Mezhepsizlerin din kitapları zararlıdır. Okuyanların dinini, imanını bozar. Dostlarımıza, din kardeşlerimize vasiyetimiz şudur ki Ehl-i sünnet mezhebini öğrenmeye ve çocuklarına öğretmeye çalışsınlar! Bazı kitaplarımızın sonunda yazılı olan kitaplardan her biri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme edilmiştir. Bu kitaplardan almalı, okumalı, öğrenmeli ve tanıdıklara ve hatta bütün müslümanlara yaymaya, dağıtmaya uğraşmalıdır. Böylece, cihat sevâbı kazanılmış olur.
Cihat demek, ihtilal yapmak, amirlere karşı gelmek ve hükümete isyan etmek, dövmek, yıkmak, kırmak, sövmek demek değildir. Böyle şeyler yapmak, fitne çıkarmak olur. Yani bölücülük olur. Müslümanların ezilmesine, hapse girmesine ve din, iman bilgilerinin yasak edilmesine yol açar. Böyle fitne çıkaranlara Peygamber efendimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” lanet etmiştir. Hapse girmeyi istemek, bir müslüman için şeref değildir. Müslüman için şeref; İslamın güzel ahlakını edinmek, herkese iyilik etmek, İslamiyete uymak, her mahluka faydalı olmaktır. Hapse giren, bu şereflerden mahrum kalır. Kendini tehlikeye atmak ahmaklıktır, günahtır. Allahü teâlâ, “Kendinizi tehlikeye atmayınız!” buyuruyor.
Cihat etmek, Allahü teâlânın dinini, Onun kullarına ulaştırmak için, çalışmak demektir. Cihat 3 türlü yapılır. Birincisi, milletlerin başına geçmiş olup onları köle gibi kullanan, İslam dinini işitmelerine mâni olan, emrindeki insanlara zulüm, işkence yapan zalimlerle harp edip, onları kahr ve yok ederek, İslam dinini insanlara duyurmaktır. İslam dinini işitenler, müslüman olup olmamakta serbesttirler. İsterlerse müslüman olurlar. İsterlerse, İslamın ahkamına, kanunlarına tabi olarak yaşar, kendi ibadetlerini yaparlar. Bu silahlı cihatı, yalnız hükümet yapar. Devletin ordusu yapar. Bütün müslümanlar, hükümetin verdiği vazifeleri yapmak sureti ile bu cihata iştirak ederek, cihat sevâbına kavuşurlar. Dinimizi, milletimizi yok etmek için saldıran kâfirlere karşı da müdafaa için cihat yapar. Ayrıca İslam dinini bozmak, yıkmak için, tuzaklar hazırlıyan bidat ehli, sapık, bölücü kuvvetlerle de harp eder. Bütün millet, hükümete yardımcı olarak, cihat sevâbına kavuşurlar.
Cihatın 2. çeşidi, vaazlar, kitaplar, radyo, televizyonlar ve internet ile İslam ilimlerini, güzel ahlakını, adaletini ve insanlara verdiği hak ve hürriyetleri bütün insanlara duyurmaktır.
Cihatın 3. çeşidi, 1 ve 2. cihatları yapanlara duâ ile yardım etmektir. İslamiyeti yaymak için silahlı cihat yapmak farz-ı kifâyedir. Düşman hücum ettiği zaman, her erkeğe, bunlar kâfi gelmezse, kadınlara ve çocuklara da farz-ı ayn olur. Bunlar da kâfi gelmezse, bütün dünyadaki müslümanların, bunlara yardım etmeleri farz olur. Cihatın 2. çeşidi, gücü yetenlere, 3. çeşidi ise, herkese, her zaman farz-ı ayndır. Cihatın 2. çeşidini yapabilmek için, kanunlara uyarak, Ehl-i sünnet kitaplarını yaymaya çalışmalıdır. Dünya için durmadan çalışılıyor. Müslüman olan, ahiret için de durmadan çalışmalıdır. İslam düşmanları ve zındıklar, İslamiyeti yok etmek için hep çalışıyor. Müslümanların buna karşı koymak için, 2 şey yapması lazımdır: Birincisi, çocuklarını Kur’ân-ı Kerîm kursuna göndermelidir. İkincisi, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını yaymaya çalışmalıdır.
Fetava-ı Hindiyye’de Vakıf kısmının 14. babında diyor ki “Hayrat, Hasenât yapmak isteyen kimsenin, [hastahane gibi] umuma yarayan bina yapması, köle azad etmesinden daha efdaldir, daha iyidir. [Din, fen, ahlak gibi] faydalı kitaplar neşretmek, her şeyden daha efdaldir. Fıkıh kitapları hazırlamak, neşretmek, nâfile ibadetler yapmaktan daha sevaptır”.
Muhammed Kutub adında bir Mısırlı da, kitaplarında, İslamiyetin temeline sinsice saldırmakta, müslüman yavrularını aldatmaya, doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadır. (İnhiraf çizgisi) dediği bir yazısında bakınız neler saçmalıyor:
“İslamiyetin temelinde ilk çatlak, Emeviler devrinde idari ve mali siyasette kendini gösterdi. Çünkü “Melik-i adud” veraset nizamını (Padişahlık sistemini) ihtas ve mezalime başladı. Sultan ve valilerin yakınları adeta derebey haline geldiler. Sonra Abbasiler devri başladı. Hilafet ve velayet konaklarında, gayret ve çalışma şöyle dursun, işret ve fuhuş yaygın hâle gelmişti. Dansözlü, musikili eğlenceler tertip ediyorlar, haksızlık ve bencilliği son haddine vardırıyorlardı” diyor.
Tuhfe kitabı, mezhepsizlerin 70. yalanlarına cevap verirken buyuruyor ki “Bir kimsenin halife olacağı, Nass ile yani âyet veya hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmiş ise, buna Hilafet-i Raşide denir. 4 halifeye bunun için Hulefa-i raşidin denilmektedir. Halife olacağı akıl ile Nassın işaret etmesi ile anlaşılıyorsa, buna Hilafet-i adile denir. Halife olacağı açıkça veya işaret ile bildirilmemiş olan bir kimsenin, kuvvet zoru ile hükümeti ele geçirmesine Hilafet-i caire denir. Bu kimse de Melik-i adud olur”.
Şah Veliyullah-ı Dehlevi’nin İzalet-ül-hafa kitabının 528. sayfasındaki hadis-i şerifte, “Biz bu işe peygamberlikle ve Allahın rahmeti ile başladık. Bundan sonra, hilafet ve rahmet olur. Ondan sonra, melik-i adud olur. Ondan sonra da, ümmetimde zulüm, işkence ve fesad olur. İpekli giymek, içki içmek ve zina helal yapılır ve yardımcıları çok olur. Kıyamete kadar böyle gider” buyuruldu. Bu hadis-i şerifte, hazret-i Muaviye’nin güçle, zorla hükümeti ele geçireceği, fakat zulmün, fesadın Onun zamanında değil, daha sonra başlayacağı açıkça bildirilmektedir. Şah Veliyullah, hadis-i şerifte bildirilen zulmün, fesadın, Abbasi devletinin kurulması ile başladığını yazarak, Muhammed Kutub’un iftira ettiğini ortaya koymaktadır.
Hazret-i Muaviye’nin Melik olacağına hadis-i şeriflerde işaret vardır. Bunun için, hazret-i Muaviye, hazret-i Hasan hilafeti kendisine teslim ettikten ve Ashâb-ı kirâm oy verdikten sonra, (Halife-i âdil) olmuştur. Bu yüce Sahabiye (Melik-i adud) demek ve bu kelimeye zalim, kâfir gibi yanlış mânâlar vermek büyük iftiradır. Bunu azgın kral diye tercüme edenin ise, İslamiyetten nasip alamamış olduğu anlaşılmaktadır.
Kâfirlerin devlet başkanlarına kral denir. Vaktiyle Fransa kralı, İngiliz kralı, Bulgar kralları böyle idi. Bir İslam melikine, müslümanların halife diyerek, saydıkları ve sevdikleri mübarek bir zata kral demek, o melikin ve onun milletinin hepsinin kâfir olduklarını söylemek demektir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz, hazret-i Muaviye’ye melik diyor. Milyarlarca müslüman da, melik ve halife diyor. Hadis-i şeriflerde medh ve duâ buyurulan ve affolundukları ve Cennete gidecekleri âyet-i kerimelerle müjdelenmiş olanlardan biri bulunan hazret-i Muaviye gibi bir İslam mücahidine, bu şanlı ve şerefli sahabiye zalim damgasını basacak bir kimse meydana çıkmamıştı. İslam mücahitlerini, hadis-i şerifle övülen, hayırlı zamanın arslanlarını, Avrupa’daki zalim ve kâfir derebeylerine benzetmek, İslamiyetin şahdamarına hançer saplamak demektir. “Kıyamet günü azap melekleri, kâfirlerden önce, ilmi faydalı olmayan din adamlarına azap yapacaklardır” ve “Kıyamette azapların en şiddetlisi, ilmi faydasız olan din adamına olacaktır” hadis-i şerifleri meşhurdur. Bu hadis-i şerifler, gençleri uyandırıyor. Sahte din dergilerinin, din alimi olarak tanıttıkları kişilerin, Cehennemde şiddetli azap görecek birer mücrim, birer iman hırsızı olduklarını bildiriyor.
Yukarıdaki yazı, I. cihan harbindeki Lawrens casusunu hatırlatıyor. İyi Arabî bilen, sarıklı, sakallı, cübbeli bu İngiliz kâfiri, İslam alimi görünerek, Ehl-i sünnetin büyüklerini kötülemişti. Ashâb-ı kirama, İslam halifelerine ve Osmanlı Türklerine leke sürerek, yüzbinlerle müslümanı yoldan çıkarmıştı. Böylece, İslamiyeti değiştirmeye, bozmaya uğraşanların Türklerden ayrılarak, bir devlet kurmalarını sağlamıştı. Vehhâbî kitapları, halis müslümanlara müşrik diyor. Bize, yani Ehl-i sünnete kâfir damgasını basıyorlar. Lawrens casusu öldü. Cehenneme gitti. Onun yerine şimdi yerli malı casuslarını çalıştırıyorlar. Binlerle altın dağıtarak, her memlekette kendilerini öven mecmua ve kitaplar çıkartıyorlar. Bu kitaplarında Ehl-i sünnet âlimlerini kötülüyorlar. Halbuki o büyüklerin yükseklikleri, İslam âlimlerinin söz birliği ile bildirilmiş, bu konu, karara bağlanmış, sonra gelenlere tartışılacak bir nokta bile bırakılmamıştır. Olmuş bitmiş, tarihi ve dini hükmünü almış bir şeyi kurcalamaya kalkışmak, yapıcılığı değil, yıkıcılığı gösterir. Kötü niyetli olmak alâmetidir.
Emevi ve Abbasi ve Osmanlı halifelerinin hepsi, imanlı, ahlaklı, âdil, mübarek insanlardı. Evet, içlerinde tektük nefslerine mağlub olanlar, şeytana aldananlar çıktı. Fakat, bunların da, İslamiyete asla zararları olmadı. Nefslerine zulüm ettiler. En kötüsü, Ehl-i sünnetten ayrılmış, mutezili olmuştu. Buna da, sapık din adamları sebep olmuştu. Onları aldatan şeytan, iblisin soyundan olanlardan ziyade soysuzlaşmış insan şeytanları idi. İmam-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mektubat kitabında buyuruyor ki “Müslümanların ve devlet adamlarının doğru yoldan çıkmalarına, hep kötü din adamları, yani zındıklar sebep olmuştur”.
İslam halifelerinin harem dairelerindeki meşru ve mahrem hayatlarını kitap ve gazete sütunlarına dökerek, Onlara ahlaksız, dinsiz etiketi yapıştırmaya kalkışmak, ondan daha büyük ahlaksızlıktır. Namuslu kimselerin vicdanlarını titretecek ve tüylerini ürpertecek bir iştir. Evet, bir kimse, Avrupa tarihlerindeki ve papazların, masonların kitaplarındaki yalanları, iftiraları okuyarak, bunlara aldanmış olabilir. Bunlara biraz da, İslam tarihlerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumalarını tavsiye ederiz. Böylece, işin doğrusu öğrenilmiş olur. Zaten, bir yazının, hiçbir hadise ve hiçbir vesika göstermeden, mücerred hükümler halinde olması, din ve İslam ve iman bilgilerinde salahiyetli olmayan kâlemden çıktığını gösterir. Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar zamanlarında millette müslümanlık bulunduğunu yazıyorlar. Bu da, devlet adamlarının imanlı ve âdil olduklarını bildirmektedir. Çünkü, Peygamber efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “İnsanların dinleri, hükümet başkanlarının dinleri gibidir” buyurdu.
Biz müslümanlar, tarih boyunca, yalancı din adamlarından, iftiracılardan, çok ibret dersi aldık. Bir zamanlar, ibni Teymiye, orta şarkın imanını yıkmaya kalkışmıştı. Ehl-i sünnet âlimleri, onun haddini bildirdi. Binlerce ilim kitabı, onun çürük fikirlerini reddederek, rezil ettiler. Sonra Mısırda Abduh isminde biri, masonlarla işbirliği yaptı. Hristiyanlıkta protestanlık adında melez bir zümre çıkarıldığı gibi, bu sapık da, Ehl-i sünneti beğenmeyip, İslamiyete garbın dinsiz felsefesini sokuşturmaya kalkıştı. Bu da, cevabını aldı. Fakat ne yazık ki Kahire mason locası başkanı olan Abduh’un zehirli fikirleri, bir yandan Mısırda Camiul-ezher’e yayıldı. Böylece Mısır’da, Reşid Rıza ve Ezher medresesi Rektörü Mustafa Meragi ve Kahire müftüsü Abdülmecid Selim ve Mahmud Şeltüt ve Tentavi Cevheri ve Abdürrazık paşa ve Zeki Mübarek ve Ferid Vecdi ve Abbas Akkad ve Ahmed Emin ve Doktor Taha Hüseyin paşa ve Kasım Emin gibi (Dinde reformcular) türedi. Bir yandan da, üstadları Abduh’a yapıldığı gibi, bunlara da ilerici İslam alimi denilerek, kitapları türkçeye tercüme edildi. Birçok din adamının doğru yoldan kaymasına sebep oldular.
Büyük İslam alimi, 14. asrın müceddidi olan Seyyid Abdülhakim Efendi “rahmetullâhi aleyh”, “Kahire müftüsü Abduh, İslam âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, İslam düşmanlarına satılmış, sonunda mason olarak, İslamiyeti içerden yıkan azılı kâfirlerden olmuştur. İzmirli İsmail Hakkı, Ömer Rıza Doğrul, Hamdi Akseki ve Şerafeddin Yaltkaya ve Şemseddin Günaltay ve Mustafa Fevzi ve Konyalı Vehbi ve Muhammed Akif ve daha nice din adamları, onun kitaplarını okuyarak tesiri altında kalmışlar, çeşitli yollar tutmuşlardır” buyurdu.
Abduh gibi küfre veya dalalete sürüklenenler, kendilerinden sonra gelen genç din adamlarını da doğru yoldan çıkarmak için, adeta birbirleri ile yarış etmişler, “Ümmetimin felaketi, facir [sapık] olan din adamlarından olacaktır” hadis-i şerifinin haber verdiği felaketlere önayak olmuşlardır.
Abduh’un Mısırda yetişen çömezleri de, boş durmamış, kahr ve gazap-ı ilâhînin tecellisine sebep olan çok sayıda zararlı kitapları neşretmişlerdir. Bunlardan biri, Reşid Rıza’nın Muhaverat kitabı olup Hamdi Akseki tarafından türkçeye tercüme edilerek, (İslamda birlik) gibi bir isim takılmış ve 1914’de İstanbul’da basılmıştır. Bu kitabında, üstadı gibi, Ehl-i sünnetin 4 mezhebine saldırmış, mezhepleri fikir ayrılığı sanarak ve ictihad usul ve şartlarını, taassup ve münakaşa şeklinde göstererek, (İslam birliğini bozmuşlardır) diyecek kadar dalalete düşmüştür. 4 mezhepten birini taklit eden, 1400 seneden beri gelmiş, milyonlarla halis müslüman ile adeta alay etmiştir. Asrın ihtiyaçlarını karşılamayı, dini, imanı değiştirmekte arıyacak kadar İslamiyetten uzaklaşmıştır. Dinde reformcuların birleştikleri tek nokta, kendilerini gerçek müslümanlığı ve asrın ihtiyaçlarını kavramış geniş kültür sahibi bir İslam alimi olarak tanıtmaları, İslam kitaplarını okuyup, anlayıp, Resûlullahın varisi oldukları müjdelenmiş ve “Zamanların en hayırlısı, Onların zamanıdır” hadis-i şerifi ile övülmüş olan Ehl-i sünnet âlimlerinin yolunda giden hakiki salih müslümanlara da, avam gibi düşünen Taklitçiler demeleridir. Bu dinde reformcuların, zındıkların, İslam ahkamından, fıkıh bilgilerinden haberleri olmadığını, yani din bilgilerinden yoksun, kara cahil olduklarını kendi konuşmaları ve yazıları açıkça gösteriyor. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” “İnsanların en üstünü imanı olan alimlerdir” ve “Din âlimleri, Peygamberlerin varisleridir” ve “Kalp bilgileri, Allahın esrarından bir sırdır” ve “Âlimlerin uykusu ibadettir” ve “Ümmetimin âlimlerine saygılı olunuz! Onlar, yer yüzünün yıldızlarıdır” ve “Âlimler kıyamet günü şefaat edeceklerdir” ve “Fıkıh âlimleri kıymetlidir. Onlarla beraber bulunmak ibadettir” ve “Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında olan Peygamber gibidir” hadis-i şerifleri ile 1.400 seneden beri gelmiş olan Ehl-i sünnet âlimlerini mi meth buyuruyor? Yoksa, bunlardan sonra türemiş olan Abduh’u ve çömezleri gibi zındıkları mı övüyor? Bu suale, yine Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimiz cevap vermekte, “Her asır, önceki asırdan daha kötü olacaktır. Böylece, kıyamete kadar bozulacaktır” ve “Kıyamet yaklaştıkça, din adamları eşek leşinden daha bozuk, daha kokmuş olacaklardır” buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifler, (Tezkire-i Kurtubi muhtasarı)nda yazılıdır. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” meth ve sena buyurduğu İslam âlimlerinin hepsi ve binlerle Evliyanın hepsi, söz birliği ile bildiriyorlar ki Cehennemden kurtulacağı müjdelenen tek bir fırka Ehl-i sünnet velcemaat denilen âlimlerin mezhebidir. Ehl-i sünnet olmayanlar, Cehenneme gideceklerdir. Yine bildiriyorlar ki mezheplerin telfiki batıldır. Yani, 4 mezhebin kolaylıklarını toplayıp uydurma tek bir mezhep yapmanın, batıl, saçma bir şey olacağını da söz birliği ile bildirmişlerdir.
.
Aklı olan kimse, 1.000 seneden beri gelmiş olan İslam âlimlerinin söz birliği ile övdükleri, Ehl-i sünnet mezhebine mi uyar, yoksa, 100 seneden beri türemiş olan kültürlü(!), ilerici din cahili olan zındıklara mı inanır? Cehenneme gidecekleri hadis-i şeriflerle bildirilmiş olan 72 fırkanın ileri gelenleri, çenesi kuvvetli olanları, her zaman, Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmışlar, bu mübarek müslümanları lekelemeye yeltenmişler ise de, kendilerine âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle cevap verilerek rezil edilmişlerdir. İlim ile başarı sağlayamayacaklarını görünce, eşkıyalığa, zorbalığa başlamışlar, her asırda binlerce müslüman kanı dökülmesine sebep olmuşlardır. Ehl-i sünnetin 4 mezhebi ise, hep birbirlerini sevmişler, kardeş olarak yaşamışlardır.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, iş hayatında da, (Müslümanların mezheplere ayrılması, Allahü teâlânın rahmetidir) buyuruyor. 1865 senesinde doğmuş ve 1935’de Kahire’de füc’eten ölmüş olan Reşid Rıza gibi dinde reformcu zındıklar ise, mezhepleri birleştirerek İslam birliği kuracaklarını söylüyorlar. Halbuki Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” yeryüzündeki bütün müslümanların tek bir iman yolunda, 4 halifesinin doğru yolunda birleşmelerini emir buyurdu. İslam âlimleri, elele vererek çalışıp, 4 halifenin itikat yolunu buldular. Kitaplara geçirdiler. Peygamberimizin emrettiği bu yola, Ehl-i sünnet vel-cemaat ismini verdiler. Yer yüzündeki bütün müslümanların bu tek Ehl-i sünnet yolunda birleşmeleri lazımdır. İslamda birlik isteyenler, sözlerinde samimi iseler, mevcut olan bu birliğe katılmalıdırlar.
Fakat, ne yazıktır ki müslümanlar arasında bölücülük yapmaya, İslamiyeti içerden yıkmaya çalışan Reşid Rıza ismindeki zındığın bu kitabı, (İslamda Birlik ve Fıkıh Mezhepleri) ismi altında, Diyanet İşleri Başkanlığına sızmış olan sapık particiler tarafından 1974 senesinde, 157 neşriyat numarası ile bastırılarak, genç din adamları aldatılmaya çalışılmıştır. Çok şükür ki Diyanet İşleri bu mezhepsizlerden temizlendi. Onların yerini alan, insaflı, temiz, bilgili âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle sapık neşriyata karşı gençleri uyarıcı kitaplar yazmaktadırlar. Bu çeşitli kıymetli kitaplardan biri, Konya Y. İslam Enstitüsü hocalarından Durmuş Ali Kayapınar’ın tercüme ettiği, Ramazan el-Buti’nin (İslam Dinini Tehdid Eden En Korkunç Fitne Mezhepsizliktir) isimli kitabıdır. 1976 da Konya’da bastırılmıştır. Zındıklar, hep yaldızlı sözlerle müslümanları aldatmışlar, (İşbirliği sağlayacağız) maskesi altında (iman birliği)ni parçalamışlardır. Muhtelif müslüman isimleri altına saklanan zındıklar, İslamiyeti parçalamaya, bozmaya çalışıyor. İlimleri, akılları verimsiz ise de, paraları çok olduğundan, kiralık din adamları ile sahneye çıkmaktadırlar.
Tavsiye Yazı –> Bir Üniversiteliye Cevap (Seyyid Abdülhakim Arvasi)