Sual: İnsan nedir?
Cevap: İnsanın kendi varlığı üstünde düşünmesi çok eskilere uzanır. Yeryüzünde doğumdan ölüme uzanan ömür çizgisi üzerinde diğer canlıların hepsinden üstün birçok özelliklerle mücehhez ve tanıdığı her şeyi kendi arzu ve istifadesine göre kullanarak bir ömür süren insanın kendi varlığının mâhiyeti, sınırları ve maksadını araştırması ilk çağlarda felsefenin belli başlı konularından olmuştur. Eski Yunan filozoflarının bu konudaki sözlerinin birbirlerini tekzip etmelerinin (yalanlamalarının) yanısıra vardıkları hüküm ve yaptıkları açıklamaların da ilmî bakımdan mitolojik (efsânevî) hikâyelerden fazla bir farkı olmamıştır. Eski Yunan-Roma’da hâkim olan putperest inanç sistemi, insanlara da ulûhiyyet (tanrılık) vasıflarının verilmesine sebep olarak, yaratıcı (Hâlık) ile yaratılmışı (mahlukları) birbirine karıştırmıştır. Bu durum; bedenî güç, ilim, güzellik, siyasî otorite, kahramanlık gibi bazı üstünlüklere sahip olan insanlarda yarı tanrılık, tanrılarla akrabalık vehmedilmesi neticesini getirmiş ve insanın ne olduğu konusu anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Eski Hind, Mısır ve Mezopotamya kavimlerinde de aynı halin benzerleri yaşanmıştır. Ya krallar, büyücüler, rahipler tanrı, diğer insanlar onun kulu tanınmış veya bunlar kendilerini tanrının oğlu, kızı, yakını tanıtarak insanları keyfî idâreleri altında inletmişlerdir. Bütün bunlar, insana ne olduğunu bütünüyle anlatacak izahlardan çok uzaklarda kalacak, tarihteki çeşitli cemiyet düzenlerine misâller teşkil etmekten öteye geçememişlerdir. Diğer taraftan fen bilgilerinin insan vücudu hakkındaki buluşları ilerledikçe ilk çağların mitolojik ve felsefî açıklamaları tamamen yıkılmış, unutulmaya yüz tutmuştur.
Ancak insandaki kendi varlığını tanıma ve kâinattaki yerini tesbit etme arzusu hiçbir zaman yok olmamıştır. Nitekim batı dünyasındaki filozoflar, son asırlara gelinceye kadar devamlı olarak bu konuyla da meşgul olmuşlardır. Çeşitli felsefe mekteplerine mensup olanlar kâh insandaki fevkalâde üstünlüklere bakarak onu “hep” (herşey) olarak görmüşler, kâh ihtiyaç ve âcizlikler içinde kıvrandığına bakarak “insan bir hiçtir” demişlerdir. Diğer felsefik görüşler de, ya bu 2 sınır arasında uçların herhangi birine yakın düşünceler öne sürmüş veya insanın ya tamamen maddî tarafını ele alarak materyalist, yahut da yalnız ruhî tarafını öne sürerek ruhçu teoriler içinde boğulup kalmışlardır.
İnsandaki beyin, kalp gibi organlarla, sinir, iskelet, kas, sindirim vs. sistemleri üstüne her geçen gün gelişen fen bilgilerini materyalistlerin istismar ederek insanı yalnız bir madde yığını olarak anlatmakta ısrar etmeleri ve onları reddedenlerin insandaki ruhî olaylar ile akıl, zeka, hedef seçme, beğenme, arzu etme, hatta ağlama-gülme gibi çeşitli tezâhürleri ele alarak cesede âit hususiyetleri inkâra kadar varan aşırılıklara düşmeleri, insanı batıda iyice anlaşılmaz bir hâle sokmuştur. Öne sürülen görüşler içinde insanı “mütekâmil bir hayvan” olarak değerlendirenler dahi ortaya çıkmıştır. Materyalist felsefe mensuplarınca her türlü vasıtaya başvurularak propagandası yapılan bu görüş çeşitli biyolog, antropolog, anatomicilerin isimleri ve çalışmaları da istismar edilerek yayılmaya çalışılmışsa da îtibâr görmemiş ve yanlışlığı ilmen ispat edilegelmiştir. Bu arada kazılardan çıkarılan insan kafalarına çeşitli hayvanlara âit çene kemikleri veya dişlerin ustalıkla monte edilerek özel kimyevî usullerle muamele yapılıp sanki binlerce yıl öncesinden kalmış gibi gösterilip bununla insanın hayvandan geldiği faraziyesinin ispata kalkışılması, evrim teorilerini ve bunları savunanları gülünç hale düşürmüş, hiçbir ciddiyetleri kalmamıştır.
Batıda son 1-2 asırda kurulan ve gelişen psikoloji ve sosyoloji ilimleriyle birlikte sosyologların ve psikologların yaptıkları insan târifleri de insanın yalnız bir cephesini ifade etmektedir. Meselâ; “İnsan, âlet yapan ve kullanan varlıktır.”, “İnsan düşünen hayvandır.”, “İnsan akıllı bir hayvandır.” gibi. Meşhur sosyologlardan Auguste Compte insanlığı “tapılacak ulu varlık” diyerek tanrılaştırmış, görüşlerini pozitivizm adı altında müdâfaa etmiştir. Bir başka sosyolog E. Durkheim de, “tanrı insanlığın kollektif ruhudur” diyerek insanı tanrılaştırmak istemiştir. Bu 2 sosyoloğun insan ve insanlık anlayışlarının Yahûdî inancı (cabalisme) ile büyük benzerlikleri bulunduğu görülmüştür. İnsanı bir bütün olarak anlatan bir târif veya görüş, batı dünyâsında günümüzde de mevcut değildir. Alexis Carrel’in Nobel mükâfâtı kazanmasına sebeb olan Man the Unknown (İnsan Denen Meçhûl) adlı meşhur eseri de, olanca kalınlığına ve bilgi yüküne rağmen dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelmekte ve “insanın meçhul olduğu”nda karar kılmaktadır.
Fen ilimleri, insan vücûdundaki sistemlerden kromozomların, genlerin yapısındaki inceliklere kadar ulaşan gayretine rağmen “İnsan nedir?” sorusunun muhâtabı olmaktan kaçınmaktadır. Esâsen artık günümüzde bu sorunun tam cevâbını bu ilimlerden ve fen bilginlerinden bekleyenlerin sayısı da yok denecek kadar azalmıştır. Son asırda bilhassa materyalist felsefe mensuplarınca fen ilimlerinin omuzlarına yüklenmek istenen bu fevkalâde ağır ve konusu dışındaki suâl, bu ilimler tarafından silkelenip atılmıştır. Çünkü insanın yalnız cesetten ibâret bir varlık olmadığı, ayrıca bir de ruhunun bulunduğu, her insanın her an yaşadığı ve idrak ettiği ispata ihtiyacı olmayan bedihi (açık) bir hakikattir. Böylece fen ilimleri kendi konularına göre insan vücudunun fizikî, kimyevî, biyolojik, anatomik vb. yapısını inceleyip var olanı tesbit etmek, anlamaya ve anlatmaya çalışmakla iktifa etmekte, aslî vazifeleriyle meşgul olmaktadır.
Dinlerde insan: İnsan, târih boyunca çeşitli din ve inanç sistemlerinin de konularından olmuştur. Bütün ilâhî dinler ve bunların bozulmuş şekillerinden doğan bâzı çok tanrılı inançlar, insanın “yaratılmış” olduğunu bildirmektedir. İnsanın ruh ve ceset olarak iki cephesi bulunduğu da, genel olarak hepsinde vardır. Ancak insanın yaratılışı, cesedi, ruhu, hayatı, kâinattaki yeri, ölümü, ölümden sonrası, yaratıcı karşısındaki durumu gibi konularda ilâhî dinler ile bâtıl inanç sistemleri birbirlerinden tamâmen ayrılmaktadır. Günümüzde bâtıl inanç sistemlerinin bu konulardaki taassuplarının artık hiçbir değeri kalmamıştır.
Brahma inancında insanlar 4 sınıfa ayrılmaktadır. Brahma “kutsal söz” demektir. Bunun 4 oğlu olduğu söylenmektedir. Oğullarından biri ağzından, diğer üçünün de elinden ve ayağından meydana geldiği sanılmaktadır. Bundan dolayı Brahmanlar insanları, sözlerine kimsenin karşı gelemediği “kutsal râhipler”, “savaşçılar”, “tüccarlar-çiftçiler” ve “köylü-amele-işçiler” olmak üzere 4 sınıfa ayırmışlardır. Bu 4 sınıftan çıkarılanlara parya denir ve bu zavallıların insan gibi yaşama hakları dahi yoktur. Hayvan muâmelesi görürler. Brahma inancında insan mukaddes sayılır ve öldükten sonra tekrar dünyâya geleceğine inanılır. Kendi kitaplarında insanın hayâtını talebelik, evlilik, münzevilik ve inanç uğruna dilencilik şeklinde dörde ayırırlar. Ruh ve beden hakkında hiçbir bilgileri yoktur. Ölülerini kutsal saydıkları Ganj Nehrine atarlar.
Budizm, Brahma inanışının değiştirilmiş şekli olup, tanrısız bir dindir. Bir insan olan önderleri Buda’yı bir nevi tanrılaştırmışlardır. İnsan hayatını bir ızdırap olarak anlatırlar. Doğum, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm, acı hakikatlerdir. İnsan, bütün geçici hevesler ve yaşama arzusundan kurtulursa Nirvana’ya (kutsal istirahata) kavuşur derler. Buda, insanları kutsal saymaz. Hepsini eşit görür.
Mecûsîlik de, Brahma inancının bir şubesi olarak insanların ateşe, ineğe, timsaha tapmasını ister. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Bir kulede saklayıp akbabalara yedirirler.
İnsan konusu, semâvî dinlerde diğer inançlara göre daha geniş ve daha mükemmel bir şekilde ele alınır. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’den îtibâren gelen bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri dinlerde îmân, ibâdet esaslarının yanısıra insanlara bizzat kendilerinden de haber verilmiş, ne olduğu anlatılmıştır. Günümüzde tek Allah’a inanan semâvî dinler 3 tânedir:
Yahûdî dîni: Bir hak din olan Musevîliğin insanlar tarafından bozulmuş, değiştirilmiş şekli olan Yahûdî dîninde, insanın bedeninin ve rûhunun birbirinden ayrıldığına ve rûhun dâimî olduğuna inanılmaktadır. Bugünkü Yahûdîlikte, Yahûdîler kendilerini Yehova dedikleri tanrının çocukları sayar. Yehova da, “Yahûdî kavminin kollektif rûhu” gibi telakki edilerek yalnız Yahûdîlerin tanrısı kabul edilir (cabalisme). Yahûdî olmayan bütün insanlar, “hayvan mesabesi”nde düşünülerek bunların köle, Yahûdîlerin de efendi olduğuna inanılır. Bu inancın siyâset sahnesindeki adı “siyonizm”dir.
Hristiyanlıkta insan: Îsevîliğin papazlar elinde bozulmuş ve değiştirilmiş şekli olan bugünkü Hıristiyanlık inancında, insanların günahkâr doğduğu kabul edilmektedir. Hazret-i İsâ, insanları bu günahtan kurtarmak için dünyâya gelen Allah’ın oğludur. Cenâb-ı Hak, insanların günahlarını affettirmek için kendi oğlunu haç’a gerdirmiştir. Dünyâ çile yeridir. Zevk ve safa yasaktır. İnsanlar doğrudan doğruya Allah ile temas edemezler, O’ndan birşey isteyemezler. Ancak râhipler, insanların yerine Allah’a yalvarabilir ve onların günahını affedebilirler. Hıristiyanların başında bulunan papa günahsızdır. Onun her yaptığı iş doğrudur. İnsanlarda ruh ve vücut ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar temizler. Vücut ise dâimâ günahkâr kalan çirkin bir şeyden ibârettir.
İslâmiyette insan: İnsan hakkında en doğru, en mükemmel ve tam mâlumâtı zamanımızda yalnız İslâm dîni bildirmektedir. İnsanın yaratılışı, hayat sürmesi, ölümü, âhiret hayâtı ve Allahü teâlâ ile münâsebeti Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve bunların açıklaması olan diğer din kitaplarında geniş yazılıdır. İslâmiyetin insan hakkındaki bildirdikleri, fen ilimlerinin tesbit ettiklerini, felsefecilerin sözlerinin bâzılarını ihtivâ ettiği gibi bunların hiç bilmediği ve haber vermediği şeyleri de içine alır. İnsanı her bakımdan kavrayan ve insanın varlığını tam izah eden yegâne din, İslâmiyettir.
İslâm dîninde insanın temel vasfı mahlûk, yâni yaratılmış olmasıdır. İnsan, kendiliğinden var olmamış, onu Hâlık (yaratıcı) yaratmıştır. Bu yaratıcının ismi “Allah”tır. Hiçbir insanda ulûhiyyet (ilâhlık) yoktur ve aslâ olamaz.
Allahü teâlâdan gayri olan her şey, madde, ruh, nebât, cisim, arâz, düşünce, hayal, fezâ, kürsi, Cennet, Cehennem, melek vs. mahlûktur (yaratılmıştır). İnsan, bütün mahlûklar içinde en şerefli olanıdır. Ona bu şeref Allahü teâlâ tarafından verilmiştir. İnsan olmak şerefi, belli kişilere mahsus olmayıp bütün insanlarda ortak olarak vardır. Allahü teâlâ; ilk insan, insanlığın atası ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’i topraktan yaratmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Hicr sûresi 26. âyetinde meâlen; “And olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” ve Mü’minûn sûresi 12. âyetinde meâlen; “Biz insanı (Âdem’i) muhakkak ki çamurun özünden yarattık.” ve Rahman sûresi 14. âyetinde meâlen; “O (Rahman) insanı(onun aslı olan Âdem’i) yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yarattı.” buyurulmaktadır.
Bütün insanlığın annesi olan hazret-i Havvâ ise hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratıldığı çeşitli tefsir kitaplarında ve Peygamberimizin sözlerinde açıklanmaktadır. Nisâ sûresi 1. âyetinde meâlen; “Ey insanlar, sizleri bir tek nefisten (Âdem’den) yaratan, o şahıstan da eşini(Havvâ’yı) vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar yaratan Rabbinizden korkun!..” buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem’in topraktan yaratılan cesedine Allahü teâlâ “ruh” vermiştir. Bütün insanların rûhu vardır. Kur’ân-ı kerîmde Secde sûresi 9. âyetinde meâlen; “Sonra Allah, onu (insanın şeklini) düzeltip tamamladı ve bizzat kendi kudretinden ruh üfledi…” buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem ve hazret-i Havvâ, uzun zaman Cennette yaşamışlar, unutarak yasak edilen bir meyveden yemeleri sebebiyle yeryüzüne indirilmişlerdir. Zamanla çocukları çoğalmış, kabileler ve kavimler teşekkül ederek bugünkü insanlığa gelinmiştir. Hazret-i Âdem’in yeryüzünde yaşamaya başladığından bugüne kadar geçen zaman hakkında, âlimler birkaç rivâyet bildirmişlerdir. İslâm âlimlerine göre insanlığın, yeryüzündeki târihi 313.000 seneden az değildir.
İnsanların birbirlerinden üremesi erkekten çıkan menideki spermler ile kadın yumurtasının birleşmesinden hâsıl olmaktadır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır:
İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi(bilmedi) mi ki şimdi o, açıktan açığa bir müfrit hasım olmuştur. O kendi yaratılışını unutarak bize bir misâl getirdi; “ Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş!” dedi. (Yâsîn sûresi: 77, 78)
İslâmiyette, insan, ruh ve cesediyle birlikte ele alınır. İnsan yalnız bir ceset olmadığı gibi, yalnız ruh da değildir. İnsan, maddesi ve rûhuyla bir bütün teşkil eder. İslâm dîni, insanın bu her 2 cephesine ait bütün bilgileri en öz ve mutlak doğru şekilde bildirmektedir. İnsan yavrusunun meydana gelmesi üstüne günümüzde en modern âlet ve tekniklerle yapılan bütün araştırmalardan elde edilen bilgiler, Kur’ân-ı kerîmde 14 asır evvel bildirilenlerden başka şeyler olmamaktadır. Modern embriyoloji ilminin anne karnındaki bebeğin ilk gününden îtibâren geçirdiği gelişme devreleri hakkındaki bütün tesbitlerini Kur’ân-ı kerîmde Mü’minûn sûresi 12-14. ayetlerinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
İnsan cesedinin yaratılışı hakkında mutlak doğru bilgiler veren İslâmiyet, insanın mânevî tarafını da bildirmektedir. Fen ilimleri, asırlar boyu çalışma neticesinde modern âlet ve cihazlar, müşahede ve tecrübelerle insan vücudu hakkında Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin bildirdiklerinin bir kısmını nihâyet anlayabilmiştir. Ancak insanda bir de ruh vardır ki; fen ilimlerinin tamâmen sahaları dışındadır. Psikologlar ise, ruh hakkında herhangi bir bilgileri olmadığından onu konuları dışında bırakıp insanın davranışlarını ele almışlardır. İnsanın mânevî tarafı hakkında yegâne mâlumât, ancak İslâmiyet tarafından bildirilmektedir. İnsanın kısaca “ruh” denilen mânevî tarafı da başlıbaşına bir hârikadır.
Allahü teâlâ, birbirine zıd olan on parçayı biraraya toplayarak yeni bir özellik sâhibi, bir birlik meydana getirmiştir. Buna insan şeklini vermiştir. İnsan on parçadan hâsıl olmuş bir birlik olduğu için, Allahü teâlânın yeryüzünde halîfesi olmak şerefine nâil olmuştur. İnsandan başka hiçbir mahluk bu şerefe mâlik değildir. İnsandan başka bütün mahlûklar, çok büyük oldukları halde, hiçbirinde bu on parça bir araya toplanmış değildir. Bütün insanlar, bu şerefte ortaktırlar.
İşte böylesine mükemmel ve şerefli olan insan, boşu boşuna yaratılmamış ve kendi bildiğine bırakılmamıştır. Bütün insanlardan Allah’a dönmeleri istenmekte ve Allahü teâlâ onları kendisine dâvet etmektedir. Bir imtihan yeri olan bu dünyâ hayatında bu dâvete icabet etmesi ve şartlarına uyabilmesi için insanlara bir vâsıta gönderilmiştir. Bu vâsıtaya din denir. En son din İslâmiyettir. İnsanların bâzıları bunu kabul ederek ve bu yolda ilerleyerek meleklerden daha üstün olabilmekte ve bâzıları da inatları yüzünden bu dâveti kabul edip uymadıklarından şerefli yaratılmış varlıklarını hayvandan daha aşağı derecelere düşürmektedirler. Kur’ân-ı kerîmde Tîn sûresi, 4. âyetinde meâlen; “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” ve A’râf sûresi 179. âyetinde meâlen; “Onlar (îmân etmeyen insanlar) hayvan gibidir. belki hayvandan daha aşağıdır.” buyrulmaktadır.
Bu şerefli varlığını îmân etmeyerek aşağıların aşağısı yapan ve bu hâliyle ölen insanların işledikleri suçun cezâsı sonsuz ve çok acıdır ki; dünyâda böyle cezâ olamaz. İşte Cehennem insana bu cezânın verildiği yerdir.
İslâm dîninde her insan, başlı başına orijinal bir varlıktır ve doğuştan günahsızdır. Ancak bülûğa erdikten sonra îmân etmesi ve İslâmiyetin hükümlerine uyması istenir. İslâmiyet, kâinâtın insan için; insanın da Allah’a kulluk etmek için yaratıldığını bildirmektedir. Çok yüksek yaratılışıyla insan, bütün kâinâtın en kıymetli ziyneti gibidir. Dünyâdaki herşey, insanın menfaatine ve istifâdesine sunulmuştur. Yasak edilen belli şeyler dışında kalan herşey aslı üzere mübahtır. İnsanın bunlardan İslâmiyetin hudutları dâhilinde istifâde etmesi serbest, hattâ lâzımdır. İnsan bunu sağlamak için dünyâyı, eşyâyı, olayları inceleyip tanımakla emrolunmuştur. Kendini, cisimleri, fezayı inceleyerek bunları yaratan Allahü teâlânın kudret ve azametini idrakla vazifelidir. İslâmiyet, insanın kendisini tanımasına o derece önem vermektedir ki; bir hadîs-i şerîfte; “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.” buyurulmuştur. İmâm-ı Gazâlî’nin; “Anatomi ve astronomi bilmeyen Allahü teâlânın kudret ve azametini anlayamaz.” sözü de meşhur olmuştur.
İslâm dîninde insandan istenen tek vazife vardır. Bu da, Allahü teâlâya kulluk yapmaktır. Kulluk insanın dünyâda geçireceği her an, yapacağı her iş ve bulunacağı her halde Allahü teâlâyı unutmaması ile olur. İnsan bunu, emredilen ibâdetleri yapmak, yasaklardan kaçmak ve mubahlarda ölçüyü kaçırmamakla yapmış olur. Müslüman olan her insan, Allahü teâlâ ile temas kurabilir. O’na kendisi ibâdet ve duâ edebelir, günahlarının affı ve isteklerinin yaratılması için yalvarabilir.
İslâmiyette Allahü teâlânın emrine icâbet ederek, O’na dönmek ve bu yolda ilerlemek, her insana açıktır. İnsanlardan bâzıları bunun için bildirilen vâsıtaya, İslâmiyete sıkı sarılarak zâhirlerini ve bâtınlarını, yâni bedenlerini ve ruhlarını her türlü kötülük ve çirkinlikten temizleyerek, diğer insanlardan daha şerefli, daha üstün ve kıymetli olurlar. Meselâ evliyâ böyledir. Peygamberler ise, peygamber olmayan insanların hepsinden üstün, şerefli ve kıymetlidirler. Allahü teâlâ onları, insanlara kendisine kavuşturan vâsıtayı (dîni) bildirmek için seçmiş ve bu vazifenin icâbı olan, diğer insanlarda bulunmayan vasıflar ve meziyetlerle yaratmıştır.
İnsanın rûhu, kendisinin hülasası, özüdür. Bu ruh, bilinemez ve nasıldır denilemez olarak yaratılmıştır. Allahü teâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekansızdır. Ruh da madde değildir. Rûh bedene bağlılığı, Allahü teâlânın âlem ile olması gibidir. Ruh, bedenin ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız bedeni varlıkta tutmaktadır. İnsan bedeninin her zerresini diri tutan rûhudur. Bunun gibi âlemi varlıkta durduran, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ bedeni, ruh vasıtası ile diri tutmaktadır. İnsan rûhu, nasıl olduğu anlaşılamaz olarak yaratılmıştır. Mümin insanın rûhu, bedeni ve bedendeki kuvvetleri emri altına alarak kendini ne kadar çok Allahü teâlâya verirse, Allahü teâlâdan gelen sonsuz nurların o kadar çok tecellilerine kavuşur. Böylece hakîki “Halîfe-i Rahmân” olur. Bütün bunlar, İslâm dîninde insanın nasıl bir Halîfe-i Rahmân olduğunu anlatmaya kâfidir. İslâmiyet insanın; göklerin, dağların, yerlerin yüklenmekten çekindiği bu emâneti yüklenerek diğer mahluklardan şerefli olduğunu bildirmektedir. Bu emâneti zâyi etmeyen, lâyıkıyla taşımaya çalışan Müslümanlar içinden birçok evliyâ yetişmiştir. İslâm dîninde evliyâ veya peygamber de olsa insan “kul”dur ve ölünceye kadar kulluk vazifeleri ile mesuldür. İnsanın kendi yaratanı Allahü teâlâ ile biricik bağlılığı, O’nun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yoktur. İnsan ve diğer mahlûklar, Allahü teâlânın büyüklüğünü, yüksekliğini ve kemâllerini göstermektedir. Tasavvuf yolunda yürüyenlerin ve geçmiş bâzı evliyânın Allahü teâlâ ile bundan başka bir bağlılık söylemeleri, meselâ birleşmek, benzemek, etrafını kuşatmak, beraber olmak gibi sözleri, kendilerini hâl kapladığı zamanlarda şuurları gitmişken söyledikleri şeylerdir. Bunlar şuura kavuşunca hep tövbe ve istiğfar etmişlerdir. Peygamber bile olsa, insanın kul olduğu İslâm dîninin temeli olan Kelime-i şehâdette de açıkça bildirilmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; “Ben de sizin gibi insanım. Bana vahyolundu.” buyurmaktadır.
İslâm dîni insanları 2 ana kısma ayırmıştır. Bunlar Müslümanlar ve Müslüman olmayanlardır. Bütün insanların, insanlık hakları hürriyetleri vardır. İnsanlar doğuştan hürdür. Müslüman olan bir insan diğer Müslümanların kardeşi olur. İslâmiyet insanlar arasında birbirinden ayrılmış sınıflara ve tabakalara izin vermez. Maddî ve mânevî olarak ilerleme, yükselme yolu her insana açıktır.
İslâm dîninde insanın cesedi de kıymetli ve mübârektir. Çirkin, pis ve kötü değildir. Rûhu o taşımakta ve rûhun sonsuz derecelere yükselmesinde güzel ameller yapan cesedin, çok büyük payı bulunmaktadır. İnsanların organları, parçaları da kıymetlidir. Saç, sakal, tırnak gibi parçaları da muhterem tutulmuş, yakılması, tahkir edilmesi yasaklanmış, kesildikten sonra gömülmeleri istenmiştir. İnsan, rûhunun ve cesedinin ihtiyaçlarını temin edip gidermekle mükelleftir. İnsanın ölmesi, ruhunun bedene olan bağlılığının sona ermesi, bedenden ayrılmasıdır. Ölmüş Müslümanın cesedi de, dirisi gibi muhteremdir. Cesedi yakılmaz. Diriyken yapılmayan şeyler ölüyken de yapılmaz. Yıkanıp kefenlenerek namazı kılınır ve kabre konur. Ruh ölmez. Ölmüş bir insanın ruhu başka bir insana geçmez. Kıyâmette, Allahü teâlâ her insanı âhiret hayatına uygun yeni bir bedenle yeniden yaratır. İnsan âhirette ebedî bir hayat sürecektir. Âhirette insan için Cennet ve Cehennemden başka 3. bir yer yoktur ve her ikisi de ebedîdir. Dünyâ hayâtını Allahü teâlânın rızasına uygun geçiren insanlar Cennette sonsuz zevk ve lezzetler içinde olacaklar, böyle olmayanlar ise Cehennemde çok acı, elim, şiddetli azaplara uğrayacaklardır.
İslâm dîni, insanlığı kendi başına bir nevi (tür) olarak bildirmektedir. İnsanın hayvanlara benzeyen tarafı, kas, sinir, kemik ve çeşitli anatomik sistemleridir. Bir de sevk-i tabiî denilen içgüdüler, insanda da vardır. Ancak insanda bunlardan başka nefis ve kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ latîfeleri de vardır. Ayrıca yalnız insana mahsus olmak üzere “akıl” verilmiştir. İnsan şuur, irade, zeka, idrak, hâfıza sâhibidir. İnsan; anlar, anlatır, karar ve hüküm verir. 5 duyusu, konuşma kâbiliyeti ve düşünce kuvveti vardır. İnsan maddî ve mânevî yapısında kendinden başka bütün mahluklardan bir nümûne taşıyan tek varlıktır. İnsanda ilâhî üstünlüklerin benzerleri, yerde ve göklerde bulunan her şeyden bir zerre, elementler, göklerin benzerleri, meleklerdeki iyilikler ve iblisteki kötülükler de vardır. Ancak insan aynı zamanda muhtaç ve âciz bir varlıktır. Hiçbir şey yaratamaz. İslâm dîninde insanın “âlem-i sagir” (küçük âlem), “zübde-i âlem” (âlemin özü) olduğu bildirilmiştir. İnsan her varlıktan bir eser ihtivâ eden bu muhteşem topluluğu ile, her varlıktan daha çok ilerlemeye, yükselmeye namzet olduğu gibi, her varlığa olan bu bağlılığının kendini yaratanı unutturması ve Allah’ı bırakıp o varlıklara bağlanması hâlinde de, her varlıktan daha aşağı ve zelil olmaya da namzettir. İslâm dîninin bildirdiği bu insan târifi hiçbir inanç sistemi, fen bilgisi, felsefe ekolünde yoktur ve hepsinin doğruları bir araya getirilirse de olmayacaktır. İslâm dîninde insan hakkında bildirilenlerin insana kendisini yaratandan gelen haberler; diğer bilgilerin ise gene kendisi gibi insanların akıl, tecrübe yoluyla elde ettikleri, zamanla değişebilen bilgiler, şahsî düşünceler, teoriler, zanlar, faraziyeler hatta uydurma sözler olması, bu hâlin yegâne, en büyük ve aradan hiç kaldırılamayacak sebebi ve farkıdır.
İslâm dîninde insan dünyada medenî bir hayat yaşamaya, rahat ve huzur içinde olmaya, âhirette ise ebedî saâdete kavuşmaya lâyık bir varlıktır. Peygamberler, insanlara bunu haber vermek, hatırlatmak ve rehber olmak için gönderilmişler, insanları hakikî insanlığa kavuşturmak için çalışmışlardır. İslâmiyet, insandan aklını, ilmini ve diğer kuvvetlerini kullanarak dünyâda medenî yaşamak için îcab eden her şeyi yapmasını, toprağı, mâdeni, okyanus diplerini ve fezanın derinliklerini bunun için kullanmasını, yeni yeni âletlerle ve cihazlarla işlerini kolaylaştırmasını istemekte, bunlara teşvik etmektedir. Ayrıca beraber yaşadığı insanlarla medenî, olgun münasebetler kurmasını, hoş geçinmesini, onlara yardım ve ikram etmesini emrederek insan cemiyetlerinin sosyal vasıflarını da yükseltmektedir.
İnsan olduğu için İslâm olmuş; İslâm olduğu için insan vardır. İslâmiyet, insanoğlunun ölümsüzlük arzusuna da cevap vermekte, insana ebedî bir hayat ve saâdet taahhüt etmektedir.
İslâm dîninde insan; kısaca, mânevî ve maddî bütün varlığı, şahsî ve sosyal hayatı, evveli ve âhiri, dünyâsı ve âhireti ile tam olarak ele alınmakta, hakikî insan ve hakîkî Halîfe-i Rahmân olmaya dâvet edilmektedir. Zâten İslâm dîni, Allahü teâlâ tarafından bunu sağlamak için gönderilmiştir.
Tavsiye Yazı –> İslamiyet ve Fen