Sual: Bir Hristiyan papazı “İslam dini, din uğruna öldürmeyi, yakıp yıkmayı, memleketleri istila etmeyi ve ahaliyi kılıçtan geçirmeyi emretmekte ve buna “Cihat” adını vermekte” diyor. Ve İslamiyetin kaba kuvvet ile yayıldığını söylüyor. Bu iddialara ne cevap verilir?
Cevap: Bu iddia tamamıyla yanlıştır. İslam dininde mevcûd olan cihatta esas, memleketleri yıkmak, insan öldürmek değil, dini yaymak ve aynı zamanda dini korumaktır. Bu da, hiçbir zaman yakıp yıkma ile zulüm ile yapılmaz. İslam dini, kendisine tecavüz, hücum edenlere karşı korunmayı ve mücadele etmeyi emretmektedir. Halbuki hristiyanlar, yukarıda uzun uzadıya anlattığımız gibi, din uğruna en korkunç cinayetleri yapmaktan çekinmemişler, kendilerine insaf ve merhamet telkin eden Îsâ aleyhisselâmın sözleri ve nasihatları hilafına, her türlü fenâlıkları ve vahşetleri yapmışlardır. Tarih, onların yaptıkları vahşetler ile doludur. Allahü teâlâ, Enfal sûresinde, İslam devletinin, kâfir memleketlerinde yapılan harp silahlarını araştırıp, öğrenip, bunların hepsini, sulh zamanında yapmalarını emrediyor. [Bunları yapmayan bir hükümet, İslamiyete uymamış olur. Düşmanların hücumlarına cevap veremeyip, milyonlarca müslümanın şehit olmasına ve İslamiyetin zayıflamasına sebep olur.]
Bir müslüman, hiç kimseye karşı hiçbir tecavüzde bulunmaz. Kendisine veya dinine karşı bir saldırı olursa, ona tatlı dil ile nasihat verir. Kabul etmezse, mahkemeye haber verir. Mahkeme, adalet ile ceza verir. Mahkeme vasıtası ile hakkına kavuşamazsa, evine, iş yerine çekilir. Tecavüz edenler arasına karışmaz. Evine, iş yerine saldırılırsa, hicret eder. Yani o şehri terk eder. Gidecek şehir bulamazsa, o memleketi terk eder. Gidecek İslam memleketi bulamazsa, insan haklarına riâyet eden bir kâfir memleketine hicret eder. Bir müslüman dili ile eli ile kimseyi incitmez. Kimsenin malına, mülküne, ırzına ve namusuna dokunmaz. Cihat, Allahü teâlânın kullarına, Allahü teâlânın hak olan dinini bildirmek demektir. Bu da, Allahü teâlânın dininin, Allahü teâlânın kullarına ulaşmasına mâni olan zalim, sömürücü diktatörleri, kılınç kuvveti ile zor kullanarak ortadan kaldırmakla yapılır. Önce nasihat edilir. İslamiyeti kabul etmeleri teklif olunur. Kabul etmezler ise; İslam hakimiyeti, yani haraç ve cizye vermeleri teklif olunur. Bunu da kabul etmezler ve karşı koyarlarsa, bu engeller ortadan kaldırılır. Zor ile kuvvet ile olan cihadı şahıslar değil, İslam devleti yapar.
Kurân-ı Kerîmde Bakara sûresinin 256. âyetinde meâlen, “Dinde zorlama yoktur” buyurulmuştur. Bir gayrimüslim, zorla müslüman yapılmaz. Müslümanlar hiç bir zaman, hristiyanların dâima yaptıkları gibi, zorla veya maddi kazançlar vaad ederek bir insanı müslüman yapmaya teşebbüs etmezler. Kim isterse, seve seve müslüman olur. Tatlı, yumuşak, mantıki akla uygun sözleri ile ve güzel ahlak ve iyi hareketleri ile onların seve seve müslüman olmalarına sebep olurlar. Müslüman olmayanlar, İslam devletinin himayesi altında, zimmi olarak yaşarlar. Müslümanların bütün hak ve hürriyetlerine mâlik olarak, kendi dinlerinin icaplarını serbestçe yaparlar. Bunlar Diyaü’l-kulûb kitabının 293. sayfasından başlayarak anlatılmaktadır.
Menakıb-i Cihar Yar-ı Güzin kitabında, 70. menkıbede diyor ki “Bir ticaret kervanı gelip, gece Medine’nin dışına kondu. Yorgunluktan hemen uyudular. Halife Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, şehri dolaşırken bunları gördü. Abdurrahmân bin Avf’ın “radıyallahü teâlâ anh” evine gelip, “Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Fakat, bize sığınmışlar. Eşyaları çoktur ve kıymetlidir. Yabancıların, yolcuların bunları soymasından korkuyorum. Gel, bunları koruyalım” dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında mescide gittiler. İçlerinden bir genç uyumamıştı. Arkalarından gitti. Soruşturup, kendilerine bekçilik eden şahsın halife Ömer “radıyallâhu anh” olduğunu öğrendi. Gelip, arkadaşlarına anlattı. Roma ve İran ordularını perişan eden, adaleti ile meşhur, yüce halifenin, bu merhamet ve şefkatini görerek, İslamiyetin hak din olduğunu anladılar ve seve seve müslüman oldular.”
Yine Menakıb kitabında diyor ki “Ömer “radıyallahü teâlâ anh” halife iken, şark cebhesi kumandanı olan Sad bin ebû Vakkas “radıyallahü teâlâ anh” Kufe şehrinde bir köşk yaptırmak istedi. Arsaya bitişik bir mecusinin evini satın almak icap etti. Mecusi satmak istemedi. Evine gidip hanımına danıştı. Bu da, onların Medine’de bir Emir-ül-mümininleri var. Ona gidip şikayet et dedi. Medine’ye gelip halifenin sarayını aradı. Onun sarayı, köşkü yok dediler. Kendisi şehir dışına çıktı, dediler. Gidip aradı. Askerleri, muhafızları göremedi. Toprak üstünde uyumuş birini gördü. Halife Ömer’i gördün mü dedi. Halbuki bu zât, Ömer “radıyallahü teâlâ anh” idi. Onu niçin arıyorsun dedi. Onun kumandanı, benim evimi zor ile satın almak istiyor. Onu kendisine şikayet etmeye geldim dedi. Ömer “radıyallâhu anh”, mecusi ile evine geldi. Kağıt istedi. Evde kağıt bulamadı. Bir kürek kemiği gördü. Bunu istedi. Kemik üzerine, (Bismillahirrahmanirrahim. Ey Sad, bu mecusinin kalbini kırma! Yoksa, hemen yanıma gel!) yazdı. Mecusi, kemiği alıp evine geldi. Boşuna yoruldum. Bu kemik parçasını kumandana verirsem, alay ediliyor sanıp, çok kızar dedi. Kadının ısrar etmesi üzerine Sad’a gitti. Sad, askerleri arasında oturmuş, neşe ile konuşuyordu. Sad’ın gözü, uzakta duran mecusinin elindeki kemikteki yazıya ilişti. Emirül-müminin Ömer’in “radıyallâhu anh” yazısını tanıyıp ansızın rengi soldu. Bu ani değişikliğe herkes şaşırdı. Sad, mecusinin yanına gelip, her ne istersen yapayım. Aman beni Ömer’in karşısına çıkarma! Zira Onun cezasına takat getiremem dedi. Mecusi, kumandanın bu yalvarmasını görünce, hayretten aklı gitti. Aklı başına gelince, hemen müslüman oldu. Seve seve nasıl müslüman oldun diyenlere, (Bunların Emirlerini gördüm. Yamalı hırkasını örtünmüş, toprak üstünde uyuyordu. Büyük kumandanların bundan titrediklerini de gördüm. Bunların hak dinde olduklarını anladım. Benim gibi, ateşe tapan bir kimseye böyle adalet yapılması, ancak hak olan dine inananlarda olur) dedi.”
Hazreti Ömer’in Adaleti
Hindistan’ın Nedvetül-ulema meclisinin reisi, meşhur (el-İntikad) kitabının yazarı, tarih profesörü Şibli Numani 1914’de ölmüştür. Bunun urdu dilindeki (El-Fâruk) kitabını serdar Esedullah hanın annesi ve Afganistan padişahı Nâdir şahın kızkardeşi fârisîye tercüme etmiş, Nâdir şahın emri ile 1933’de Lahor şehrinde bastırılmıştır. 180. sayfasında diyor ki (Rum Kayseri Herakliyüsün büyük ordularını perişan eden İslam askerlerinin başkumandanı Ebû Ubeyde bin Cerrah zafer kazandığı her şehirde adamlarını bağırtarak, rumlara halife Ömer’in “radıyallâhu anhüma” emirlerini bildirirdi. Humus şehrini alınca da, (Ey rumlar! Allahü teâlânın yardımı ile ve halifemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmayacaktır. İslamiyetin adaleti aynen size de tatbik edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, müslümanlardan hayvan zekatı ve öşür aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.) dedi. [Cizye miktarı, fakirlerden 40, orta hallilerden 80, zenginlerden 160 gram gümüş veya bu değerde mal yahut tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyarlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.] Humus rumları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmal emini Habîb bin Müslim’e teslim ettiler. Herakliyüs’ün, bütün memleketinden asker toplayarak Antakya’ya hücuma hazırlandığı haber alınınca, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük’teki kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde memurlar bağırtıp, (Ey Hristiyanlar! Size hizmet etmeye, sizi korumaya, söz vermiştim. Buna karşılık, sizden cizye almıştım. Şimdi ise, halifeden aldığım emir üzerine, Herakliyüs ile gaza edecek olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramayacağım. Bunun için hepiniz Beytülmala gelip, cizyelerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır) dedi. Suriye şehirlerinin çoğunda da böyle oldu. Hristiyanlar, müslümanların bu adaletini, bu şefkatini görünce, senelerden beri Rum imparatorlarından çektikleri zulümlerden ve işkencelerden kurtuldukları için bayram yaptılar. Sevinçlerinden ağladılar. Çoğu seve seve müslüman oldu. Kendi arzuları ile rum ordularına karşı İslam askerine casusluk yaptılar. Ebû Ubeyde böylece, Herakliyüs ordularının her hareketini günü gününe haber alırdı. Büyük Yermük zaferinde bu rum casuslarının büyük yardımı oldu. İslam devletlerinin meydana gelmesi, yayılması, asla, saldırmakla, öldürmekle olmadı. Bu devletleri ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îman kuvveti idi ve İslam dininde, çok kuvvetli bulunan adalet, iyilik, doğruluk ve fedâkarlık kudreti idi.)
Batının batıl îtikatlarını, moda ve ahlaksızlıklarını taklit etmek medeniyet değildir. Müslüman milletinin bünyesinde tahribat yapmaktır. Bu tahribatı da, ancak İslama düşman olanlar yapar. İslam dini, müslümanların tembel, miskin oturmalarına asla izin vermez. Müslümanların her türlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emreder. Ziraat, ticaret, doktorluk, kimyâ ve harp sanayiinde başkalarından ileride olmalarını emreder. Müslümanlar, başka milletlerdeki fen vasıtalarını araştırır, öğrenir ve yapar. Fakat, onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, adetlerini almaz, taklit etmez.
1821’de Patrik Gregoryus’un rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektubu ibret vericidir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkansızdır. Çünkü Türkler, müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gâyet mağrurdurlar ve izzet-i îman sâhibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ân’anelerinin kuvvetinden, padişahlarına [devlet adamlarına, kumandanlarına, büyüklerine] olan itaat duygularından gelmektedir.
Türkler zekidirler ve kendilerini müsbet yolda yönetecek reislere sâhip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gâyet kanaatkardırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve mânevî rabıtalarını [bağlarını] kesretmek [parçalamak], dini metanetlerini [sağlamlığını] zaafa uğratmak [zayıflatmak] icap eder. Bunun da en kısa yolu, ân’anat-i milliye [milli geleneklerine] ve müslümanlığa uymayan hârici fikirler ve hareketlere alıştırmaktır.
Müslümanlıkları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zâhiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, mücerret olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir. Hatta, sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden, kendilerini anlamalarına sebep olabilir.
Yapılacak olan, Türklere bir şey hissettirmeden, bünyelerindeki dini tahribi tamamlamaktır.)
Bu mektup ders kitaplarında ezberletilecek kadar mühimdir. Mektupta ibret alınacak çok şey varsa da, en önemlisi, Türkleri yabancı fikir ve adetlere alıştırmaktır. Bu hedefe batının inanç, moda ve ahlaksızlıklarını taklite alıştırmakla ulaşılır. Bunun için, Mustafa Reşid paşa, mason olunca, Londra’daki müstemlekeler nezaretinden aldığı emre uyarak, bazı velâyetlerimizde, fransızca ve ingilizce kolejler açtı. Buralara mason öğretmenler getirdi. İslâmın büyük düşmanı olan nefs-i emmarenin istediği şeylere ilericilik denildi. İslamiyetin yasak ettiği bu kötü şeyler hüner sayıldı. Bu kolejlerde yetişen ilericiler, yüksek makâmlara getirildi. II. Abdülhamid Han, masonların bu hâin siyasetlerini anlayarak, bunları iş başından ve basından uzaklaştırdı ise de, müstemlekeler nezaretinin yetiştirip, gönderdiği binlerce casusun, bol para ve yalanlarla aldattıkları ilericilerden meydana gelen dahili düşmanların gazete ve radyolarla yaptıkları hücumlar ve ingiliz ordusunun modern silahlarla yaptıkları hücumlar karşısında âciz kaldı. (Allahü teâlâ, rahmet ve mağfiret eylesin! Âmin.)
Batının ilim, fen, teknik ve her sahadaki fenni gelişmelerini almak elbette lâzımdır. Zaten İslamiyet bunu emreder.
Bütün dinleri iyi incelemiş olan, İngiliz ilim adamlarından Lord Davenport, 20. asır başlarında Londra’da bastırdığı (Hazret-i Muhammed ve Kurân-ı Kerîm) adındaki İngilizce kitabında diyor ki:
(Ahlak üzerinde son derece titizliğidir ki müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muharebede kılıca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, dâima afv ile karşılamışlardır. Juryo diyor ki müslümanların hristiyanlara karşı davranışı ile papalığın ve kralların müminlere reva gördüğü muamele, asla birbirlerine benzetilemez. Mesela 1572 senesi Ağustosun 24. günü (Saint Bartelemi yortu günü), 9. Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emri ile Paris ve civarında 60.000 protestan öldürüldü. [Sent Bartelemi, 12 havariden biri olup miladi 71 senesi, Ağustos ayında hristiyanlığı neşrederken, Erzurum’da öldürülmüştür.] Böyle nice işkencelerde dökülen hristiyan kanları, müslümanların harp meydanlarında döktükleri hristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki birçok aldanmış insanı, İslamiyetin zalim bir din olduğu zannından kurtarmak lâzımdır. Böyle yanlış sözlerin, hiç bir vesikası yoktur. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranışları, ağzı süt kokan bir sabininki kadar yumuşak olmuştur.
Chatfeld diyor ki: (Araplar, Türkler ve başka müslümanlar, hristiyanlara karşı batılı milletlerin, yani hristiyanların müslümanlara karşı uyguladıkları fenâ muamele ve gattarlığın aynını yapmış olsalardı, bugün doğuda tek hristiyan kalmazdı).
İslamiyet, başka dinlerin hurafe ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, akli ve fikri asaletin sembolü olmuş bir dindir.
Milton der ki (Kostantin kiliseyi zenginleştirince, papazlar makâm ve servet hırslarını arttırdılar. Bunun cezasını, parça parça olan hristiyanlık çekti).
İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibâdeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emretti. Sosyal adaletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hâcet bırakmadan dünyaya kolayca yayıldı. [İslam cihatı da bu demektir.]
İlim davasına müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemiştir denilebilir. Muhammed aleyhissalatü vesselâmın pek çok hadisleri, samimi bir ilim teşvikçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslamiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Muhammed aleyhissalatü vesselâm, dâima ilim öğrenmeyi ve yaymayı emretmiş, Ashâbı da, bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyatın koruyucuları, Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Osmanlılar zamanındaki müslümanlar olmuştur). Davenport’un yazısı tamam oldu.
Buraya kadar bazı parçalarını yazdığımız Davenport’un İngilizce kitabı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmiştir. Hindli Rahmetullah efendinin “rahime-hullahü teâlâ” İzharü’l-hak kitabının II. cildinde, (İslamda cihat)ın ne olduğu uzun yazılıdır.