Sual: Bazı avrupalılar İslamiyetin vahşet dini olduğunu, müslümanların teröristvari insanlar olduklarını söylüyor ve çocuklarına da Müslümanları zalim, gaddar insanlar olarak tanıtıyorlar. Bunlara ne cevap vermeli?

Cevap: Viyana’ya bakan Kahlenberg tepesine, yani 1683 Viyana kuşatmasında Osmanlı ordusunun karargahının bulunduğu mahalle çıkarsanız, orada bir âbide [anıt] görürsünüz. Burada (Allah bizi vebadan ve Türk şerrinden korusun) ibaresi vardır ve bu ibarenin altında bulunan taşbasması bir resimde de, Türklerin hıristiyan kadın ve çocukları boğazladıklarını telkin eden uydurma bir resim vardır. O tarihte Türkler, hıristiyanlarca, dünyanın en vahşi, en zalim, en gaddar milleti olarak tanıtılıyordu. Bunun da İslamiyetten geldiğini zannediyorlardı. Eğer Türkler hıristiyan olsalardı, (vahşi) ve (gaddar) olmayacaklardı, diyorlardı. İslam dininin bir vahşet dini olduğunu ileri sürenler, o zamanın hakimleri, zâlimleri, diktatörleri olan hıristiyan din adamları idi. Okullarda verilen din derslerinde bu husus dâima öne sürülüyor, genç hıristiyan çocukları, İslam dinini bir vahşet dini olarak tanıyorlardı. Bu korkunç iddia ve iftirâ, asırlarca devam ederek, günümüze kadar gelmiştir. Harputlu İshak efendi “rahime-hullahü teâlâ” kitabında, bir papazın, 1860 senesinde İslamiyetin aleyhine neşrettiği bir risalesinde şunları yazdığını nakletmektedir:

(Îsâ “aleyhisselâm”, kendi dinini dâima sevgi ile güzellikle, insanlara merhamet ve onların dertlerine çare bulmakla tebliğ etmiştir. Onun içindir ki daha nasraniyet dini başlar başlamaz, birkaç sene içinde 500 kişi hıristiyan olmuştur. Halbuki bir vahşet dini olan müslümanlık, insanlara zorla, ölüm korkusu ile kabul ettiriliyordu. Muhammed “aleyhisselâm” müslümanlığı zorla, korkutarak, tehtid ederek, ancak cenk ile cihat ile yaymaya çalıştı. Bu sebep ile Peygamber olduğunu iddia ettiği günün üzerinden 13 sene geçtiği hâlde, sadece tebliğ etmek sûreti ile müslümanlığı kabul edenlerin adedi ancak 180 kişi kadardı. Bu da, hakiki ve insani bir din olan hıristiyanlıkla, vahşet dini olan müslümanlığın arasındaki farkı göstermeye kâfidir. Hıristiyanlık, insanların kalbine giren, merhamet ve şefkat telkin eden, hiçbir cebr ve zor kullanmayan mükemmel ve insani bir dindir. Hıristiyanlığın tek ve hakiki bir din olduğu şundan anlaşılır ki hıristiyanlık zuhûr edince, ondan evvelki tek Allah dini olan mûsevîliğin hükmü ortadan kalkmıştır. Allahü teâlâ, yeni bir Peygamber gönderince, ondan evvelki dinlerin hükmünün ortadan kalkması icap eder. Yahudiler, nasraniyeti kabul etmedikleri için üzerlerine türlü türlü belalar gelmiş, hakir ve zelil olmuşlardır. Çünkü, yeni Peygamber göndermek, ondan evvelki dinlerin bozulduğuna alâmettir. Halbuki Muhammed “aleyhisselâm” geldikten sonra hıristiyanlık ortadan kalkmamış, yahudilere olduğu gibi hıristiyanların üzerlerine çeşitli belalar gelmemiş, aksine daha fazla yayılmıştır. Müslümanların bütün uğraşmalarına, milletleri kılınçtan geçirmelerine, kiliseleri yakıp yıkmalarına (mesela, halife Ömer zamanında 4000 kilise yıkılmıştır) rağmen, hıristiyanlar gün geçtikçe artmakta, refaha [zenginliğe] kavuşmakta, buna karşılık müslümanlar perişan olmakta, fakirleşmekte ve dünya üzerinde hiçbir kıymet ve ehemmiyetleri kalmamaktadır.) dedi.

Papazın bu iftirâlarına hoca İshak efendi “rahmetullâhi aleyh” aşağıdaki cevabı vermiştir:

Her şeyden önce, papazın verdiği bilgi ve rakamlar hakikate uymamaktadır. Çünkü, İslam dininin mukaddes kitabı (Kurân-ı Kerîm) de, (Dinde zorlama yoktur) emri bulunmaktadır. Hazret-i Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”, din-i İslamı tebliğ ederken, hiçbir cebr ve tehdid kullanmadığı hâlde, kendiliğinden ve seve seve müslümanlığı kabul edenler kısa zamanda artmıştır.Hıristiyan tarihçilerinden, Kurân-ı Kerîm mütercimi papaz SALEnin beyanları bu sözümüzü ispat etmektedir. [George Sale 1736’da öldü. İngiliz papazıdır. 1734 de Kurân-ı Kerîmi ingilizceye tercüme etti. Eserinin önsözünde İslamiyet hakkında uzun malumat verdi.] 1850 senesinde basılan bu (Kuran tercümesi) nde diyor ki: (Medine’de daha hicretten evvel, içinde müslüman bulunmayan bir tek ev kalmamıştı.) Demek oluyor ki o zamana kadar hiç kılınç yüzü görmeyen şehirlerdeki insanlar sırf İslamiyetin büyüklüğü, doğruluğu, Kurân-ı Kerîmin belâgati sayesinde, bu dini severek kabul etmişlerdir. Müslümanlığın pek sürat ile intişar ettiğini aşağıdaki hakiki rakamlar ispat etmektedir. Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefât ettiği zaman, müslümanların adedi 124.000’i bulmuştu. Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vefâtından 4 sene sonra, Ömer “radıyallâhu anh” 40.000 kişilik bir müslüman ordusu göndererek, bununla İran’ı, Suriye’yi, Konya’ya kadar Anadolu’yu ve Mısır’ı fethetti. Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, hiçbir zaman, gattarlık göstermedi. Zalim diktatörlerden aldığı memleketlerdeki hıristiyanlara, ateşe tapanlara, hiç zulüm yapmadı. Bu adaletini bütün cihan, dost ve düşman, kabul etmektedir. Bu memleketlerde yaşayan halkın çoğu, İslam dinindeki adaleti, güzel ahlakı görerek ve anlayarak, seve seve müslüman oldular. Eski batıl dinleri, yani hıristiyanlık, yahudilik ve mecusilik üzerinde kalanlar pek azdı. Böylece 10 sene gibi, pek az bir zaman zarfında, İslam memleketlerinde yaşıyan müslümanların sayısının 30 milyona ulaştığını, tarihçiler söz birliği ile bildirmektedir. Ömer “radıyallâhu anh”, 4000 kiliseyi yakıp yıkmak şöyle dursun,Kudüse girdiği zaman, kendisine hangi kiliseyi câmi yapmak istediği sorulunca, bu teklifi şiddet ile reddetmiş, ilk namazını kilise dışında kılmıştır.
Îsâ aleyhisselâmın göğe kaldırılmasından 300 sene sonra, birinci Kostantin hıristiyanlığı kabul etti. Onun yardımı ve zorlaması ile hıristiyanların nüfusu ancak 6 milyona ulaşabildi. Kostantin hıristiyanlığı kabul etmeyen yahudilerin kulaklarını kestirdi ve taşlattırdı.
Hıristiyanlık zuhûr edince, yahudiliğin ortadan kalktığı, üzerlerine çeşitli belalar geldiği iddiasına gelince, bu papazın tarihi iyi tetkik etmediği, bilmediği anlaşılmaktadır. Zira, yahudilik, hıristiyanlık zuhûr etmeden çok zaman evvel bozulmuş, Kudüs şehri Asuri hükümdarı Buhtunnasar [m.ö. 604-561] tarafından, sonraları da, Romalılar tarafından yakılıp yıkılmıştı. Bundan sonra, yahudiler darmadağın olmuşlar, bir daha kendilerine gelememişlerdi. Bütün bunlar, iseviliğin zuhûrundan evvel meydana geldiğinden, hıristiyanlık ile hiçbir ilgisi yoktur. Bugün, 21. asra girerken, karşımızda bir yahudi devleti görüyoruz. Demek ki hıristiyanlığa rağmen yahudilik, meydandadır. Esasen bugünkü İsrail devleti kurulmadan evvel de, Avrupada bütün servet kaynaklarının, bankaların, basının, büyük sanayiin başında yahudiler bulunuyor, yahudi avukatları bütün dünyada büyük rağbet görüyorlardı. Yahudilerin arasından Lord Disraeli gibi İngiltere İmperatörlüğünün en zengini ve milletvekili olan insanlar zuhûr etti. Yine yahudilerden Rotelid, dünyanın en zengin insanıdır. Bugün dahi, Avrupa ve Amerikada borsalar ve pekçok şirketler hep yahudilerin ellerindedir. Demek oluyor ki papazın, hıristiyanlık zuhûr eder etmez yahudiliğin ortadan kalktığı ve yahudilerin üzerlerine çeşitli belalar geldiği iddiası, tamamen yanlıştır. Ancak, kendi dimağında meydana gelen bir hayalden ibarettir.

Hıristiyan din adamları, hıristiyan dininin sırf sevgi, şefkat, merhamet, birbirine yardım esasları üzerine kurulduğunu ilan etmektedirler. Biz komşumuz olan hıristiyan papaza, Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i atik kısmının, Tesniye kitabı 20. babının 10-18. ayetlerinde ve Kitâb-ı mukaddesin 1886 senesinde İstanbul’da yapılan türkçe baskısının 169. sayfasında yazılı olan bir parçayı gösterdik. Bu parçada aynen şöyle denilmektedir:

(Bir şehre karşı cenk etmek için, ona yaklaştığın zaman, oranın halkını sulha çağıracaksın. Eğer, onlar bunu kabul eder ve kapılarını sana açarlarsa, bu şehrin içindeki bütün insanlar artık senin hizmetçin olacaklar ve ölünceye kadar sana kulluk edeceklerdir. Eğer sulhu kabul etmeyip, seninle cenk ederlerse, şehri muhasara edeceksin ve senin Allah’ın olan RAB, bu şehri senin eline verdiği zaman, şehirde bulunan her erkeği kılınçtan geçireceksin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve şehir içinde bulunan her şeyi [malları ve benzerlerini] kendin için yağma edeceksin. [Yani onlara el koyacaksın.] Böylece, Allah’ın olan Rab’ın sana verdiği düşmanlarının mallarını yiyeceksin. Yalnız bu şehirde değil, senden çok uzakta bulunan diğer bütün şehirlerde de böyle yapacaksın. Allah’ın olan Rab’ın sana miras olarak vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinde nefes alan hiçbir kimseyi sağ bırakmayacaksın. Hittileri ve Amorileri, Ken’anileri ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, Allah’ın olan Rab’ın sana emrettiği gibi, tamamen yok edeceksin. Ta ki kendi ilahlarına yaptıkları bütün rezil hareketlerine göre ibâdet yapmayı size öğretmesinler. Yoksa, Allah’ın olan Rab’a karşı isyan etmiş, suç işlemiş sayılırsın.)

Hıristiyan komşumuza, (Sizin mukaddes kitabınızda zavallı insanlara karşı çok gaddarca muamele emrolunmaktadır. Sizin mukaddes kitabınızda bulunan bu emrin, mütemadiyen tekrarladığınız, hıristiyanlık şefkati ve merhameti ile hiç bir münasebeti yoktur. Nerede sizin merhametiniz, acımanız? Kitâb-ı mukaddesteki bu parça müthiş bir vahşet ve zulüm emridir. Demek sizin dininiz size vahşeti emrediyor. Bizim kudsi kitabımız Kurân-ı Kerîmde ise, düşmana böyle muamele edileceği hakkında tek bir kelime yoktur. Aksine, Kurân-ı Kerîm, dâima şefkatten, merhametten, affetmekten bahs ediyor. Zulüm yapmayı haram ediyor. O hâlde, nasıl oluyor da, hıristiyan din adamları, İslam dininin vahşeti emrettiğini, hıristiyanlık dininin ise şefkat dini olduğunu söylemeye cesaret ediyorlar? İşte, elimizde sizin kudsi kitabınız Kitâb-ı mukaddesten bir parça! Demek oluyor ki sizin iddianızın aksine olarak, Kitâb-ı mukaddes vahşeti, barbarlığı, gaddarlığı emrediyor.Buna ne dersiniz?) dedik.

Evvela bu parçadan haberi olmadığını söyleyen ve kendisine yukarıda bildirilen Türkçe İncil getirilerek 169. sayfası gösterilen hıristiyan papaz, (Efendim, bu parçanın Îsâ “aleyhisselâm” ile hiçbir münasebeti yoktur. Bu parça, Musaya “aleyhisselâm” ait olan Tevrattan alınmış bir parçadır. Bahs edilen şey, Allahü teâlânın Mûsevîlere Mısırlılardan intikam almak için verdiği emirdir. Mısırlılar, o zaman hak dinini tanımamışlar, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmeye kalkmışlardı. Bunun üzerine, Allahü teâlâ, onlardan intikam almak için yahudilere, ismi yazılı kâfir milletleri yok etmek emrini vermişti. İşte Kitâb-ı mukaddese ilave edilen bu parçanın mânâsı budur. Bunun, hıristiyanlık dini ile hiçbir alakası yoktur) diye cevap verdi. Bunun üzerine, ona dedik ki:(Her dinin bir mukaddes kitabı vardır. O dine inananlar, ona ait mukaddes kitabın başından sonuna kadar her parçasına îman etmeye mecburdur. Parçaların nereden geldiği, nasıl tertiblendiği mevzuu bahs olamaz. Zira mukaddes kitaba, Allah kitâbi olarak ve içindeki yazılara da, Allah’ın emri olarak îman edilir. Hıristiyanların mukaddes kitabı (Kitâb-ı mukaddes), yani Tevrat ve İncildir. Onun için, siz Kitâb-ı mukaddeste yazılı bütün yazıları Allah’ın emri olarak tanımak mecburiyetindesiniz. Yok, burası eskiydi, yok burası yahudilere aittir, yok burası İsayı değil, Musayı ilgilendirir diye mukaddes kitabınızı parçalara bölemezsiniz. Bir kısmına îman edip, bir kısmına inanmamazlık edemezsiniz. Tamâmina îman etmek mecburiyetindesiniz. Eğer İncilin (Tesniye) kısmında bulunan bu parçanın, hıristiyanlıkla hiçbir münasebeti yoksa, sizin dini meclisleriniz, bu parçayı Kitâb-ı mukaddesten çıkarmaya, yahut bunun bir hurafe olup sonradan İncile eklendiğini bütün dünyaya bildirmeye mecbur idi. Böyle bir şey yapılmadığına göre, bu parçaya da, Allah’ın emri olarak inanıyorsunuz demektir. O hâlde, hıristiyan dininin çok gattar, vahşi bir din olduğunu, kimseye merhamet etmeden, bütün insanları yok etmek istediğini kabul etmek mecburiyetindeyiz.)

Hıristiyan papazı hayrette kalmıştı. Kendisi, Kitâb-ı mukaddesi hiç bir zaman tam okumamış, hele eski Ahd kısmını gözden bile geçirmemiş olduğu için, bu parçayı ancak bizim göstermemiz üzerine okumuş, hayretten ağzı açık kalmıştı. Nihâyet bize, (Siz yalnız beni değil, bütün hıristiyanlık alemini mahçup eddiniz. Ben bir din adamı değilim ve itiraf edeyim ki pek dindar da sayılmam. Fakat, Kitâb-ı mukaddeste yalnız şefkat, merhamet ve affetmek hususları bulunduğunu zannediyordum.Bu müthiş vahşet parçası, bana bir felaket tesiri yaptı. Aynı zamanda, papaz olduğum için de, çok mahçup oldum. Memleketime dönünce, bu işi ilmi çok olan din adamlarına nakledeceğim. Mümkünse Kitâb-ı mukaddesin bu kısmını, mukaddes kitaptan çıkartmak için alakalı makâmlara müracaat edeceğim. Bu kısım, muhakkak bir hurafedir. Çünkü, böyle korkunç bir emri Allah vermez. Her hâlde, bu kısım bir yahudi uydurması olacak) dedi. Kendisini teselli ettik. Ona İngilizce neşrettiğimiz (İslamiyet ve Hıristiyanlık) kitabından verdik. Dedik ki (Bu kitabı okursanız, Kitâb-ı mukaddeste daha pek çok hatalar bulunduğunu görürsünüz. Hatta, bir rivayete göre, bu yanlışlar 20.000’i bulmaktadır!).

Hıristiyanların, Allahü teâlâ tarafından gönderildiğine inandıkları, (Kitâb-ı mukaddes) de, zulmü, vahşeti emreden pek çok yerler vardır. Müslümanlara vahşi, İslam dinine vahşet dini diyen, sözde Mâ’sûm ve müşfik(!) hıristiyanlara bir ibret olması bakımından hıristiyanlığın mukaddes kitaplarındaki zulüm ve işkencelerden bazılarını kısaca zikredelim.

Tevratın Huruc [Çıkış] kitabının 23. babının 23. âyetinde, (Benim meleğim senin önünde gidecek ve seni Amorilerin, Hittilerin ve Perizzilerin ve Kenanlıların …………. arasına götürecek ve ben onları helak edeceğim). 24. âyetinde, (Onların tamâmını yok edip, dikili taşlarını tamamen parçalayacaksın) demektedir.

Adedler [Sayılar] kitabının 31. babının başında, (Rab Musaya, Midyanilerden İsrailoğullarının intikâminı al) demektedir. 7. âyetinde ve devâmında ise, (Midyanilere karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler, kadınlarını ve çocuklarını esir aldılar. Bütün hayvanlarını ve bütün sürülerini ve bütün mallarını gasp ettiler, yağmaladılar. Oturdukları bütün şehirleri ve bütün obalarını ateşle yaktılar) demektedir.

Bu ayetlerin devâminda, Mûsâ aleyhisselâmın, kadınları sağ bıraktığı için subaylarına kızdığı ve bütün kadınların ve erkek çocuklarının öldürülmesini emrettiği yazılıdır. Ayrıca öldürülmeyen kız çocuklarının sayısının 32.000 olduğu bildirilmektedir ki [Âyet 35] katledilenlerin sayısını siz düşünün!

Tesniyenin 7. babının başında, (Allah’ın Rab, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyara seni götüreceği ve senin önünden çok milletleri, Hittileri ve Girgaşileri ve Amorileri ve Kenanlıları ve Perizzileri ve Hivileri ve Yebusileri, senden daha kuvvetli ve daha büyük yedi milleti kovacağı ve Allah’ın Rab onları senin önünde ele vereceği ve sen onları vuracağın zaman, onları tamamen yok edeceksin, onlarla sulh etmiyeceksin ve onlara acımayacaksın) demektedir.

Hurucun [Çıkış] 32. babının 27. âyetinde, (Mûsâ onlara dedi, İsrailin Allah’ı Rab şöyle diyor: Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugahta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün) demektedir.

Birinci Samuelin 27. babının 8. ayeti ve devâminda, Davud aleyhisselâmın askerleri ile Geşurilere, Gizrilere ve Amalikilere hücum ettiği, erkek kadın kimseyi sağ bırakmadığı yazılıdır.

2. Samuelin 8. babında Davud aleyhisselâmın Suriyelilerden 22.000 kişiyi, daha sonra 18.000 kişiyi öldürdüğü yazılıdır. 10. babının sonunda ise 700 araba cengci ile 40.000 atlıyı öldürdüğü yazılıdır. 12. babının sonunda, Davud aleyhisselâmın teslim aldığı şehirdeki esirleri hizarlarla, demir tırmıklarla ve baltalarla katlettiği ve tuğla fırınında çalıştırdığı yazılıdır.

Ahd-i atikte Yuşa aleyhisselâmın,Mûsâ aleyhisselâmdan sonra milyonlarca insanı katlettirdiği yazılıdır.

Matta İncilinin 10. babının 34. âyetinde Îsâ aleyhisselâmın, (Yeryüzüne selamet getirmeye geldim zannetmeyin. Ben selamet değil, fakat kılınç getirmeye geldim) dediği yazılıdır.

Luka İncilinin 12. babının 51. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın, (Dünyaya selamet getirmeye mi geldim zannediyorsunuz? Size derim ki HAYIR. Fakat doğrusu ayrılık getirmeye geldim) dediği yazılıdır.

Yine Luka İncilinin 22. babının 36. âyetinde, Îsâ aleyhisselâmın havarilerine, (Şimdi kesesi olan onu alsın ve torbası olan da alsın ve olmayan esvabını satsın ve kılıç satın alsın) dediği yazılıdır.

(Kitâb-ı mukaddes) i okuyan insaflı bir kimse, onun vahşet ve zulüm sahneleri ile dolu olduğunu ve bütün bunların, Peygamberlere, Allahü teâlânın sevgili kullarına atf edildiğini görür.

Hıristiyanlar, Allah kelamı olduğuna inandıkları bu kitabın, emirlerine tâbi olarak, gerek birbirlerine, gerekse müslüman ve yahudilere çok zulümler ve tarihe kanla yazılan katliamlar yapmışlardır. Papaz Alex Kçithin ingilizce olarak telif ettiği ve papaz Merikin fârisîye tercüme ettiği (Keşif-ül asar ve fi kısas-ı enbiyâ-i Beni İsrail) ismi ile basılan kitabın 27. sayfasında, (BüyükKostantin, kendi zamanında memleketinde bulunan bütün yahudilerin kulaklarının kesilmesini emretmiş ve çeşitli yerlere sürgün ederek memleketinden atmıştır) demektedir. Papazların yazdığı (Siyer-ül-mütekattimin) kitabında, (Miladın 372 senesinde, Roma İmperatörü Gratienus, kumandanları ile meşveret ettikten sonra, memleketinde bulunan bütün yahudilerin hıristiyan olmasını, hıristiyanlığı kabul etmeyenlerin ise, öldürülmesini emretti) demektedir.

1849 senesinde Beyrutta basılan ve papazların yazdığı bir kitapta, papayı kabul etmediği için 230.000 protestanı katolikler katl etmişlerdir diye yazılıdır. Katolik papazlarından Thomasın İngilizceden Urducaya tercüme ettiği (Mîr’at-üs-sıdk) ismi ile 1851’de basılan kitabın 41-42. sayfalarınde, protestanların 645 manastır, 90 mektep, 2376 kilise ve 110 hastahaneyi katoliklerden alarak, yok behasına sattıkları yazılıdır. Kraliçe Elizabet’in emri ile katolik rahiblerinden ve din adamlarından çoğu gemilerle götürülüp, denize atılmıştır. Bu zulüm ve faciaların tafsilatını anlatan ciltlerle kitap yazılmıştır. Müslümanlara (Vahşi) diyen hıristiyanların vahşi olduklarını, papazların yazdığı bu kitaplar ispat etmektedir.

Hıristiyan din adamları, İslam dininin vahşet dini olduğunu ispat etmek için, Kurân-ı Kerîmde tek bir kelime bile bulamazlar. Fakat, yukarıda İncilin eski Ahd kısmında bulunan bu bahs, hıristiyan dininin tam bir vahşet dini olduğunu göstermiyor mu? Kendi kudsi kitaplarında, böyle vahşet emri bulunan hıristiyan din adamları, acaba ne yüzle İslam dininden (vahşet dini) diye bahs ediyorlar?Evvela, kendi kudsi kitaplarını tetkik etsinler, sonra tarihlere müracaat ederek, (Hıristiyanlık) nâmina yapılan vahşetleri okusunlar da, bir parçacık utansınlar.

Mâ’sûm, medeni ve müşfik denilen hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın kudsi topraklarını ve Kudüsü, vahşi dedikleri müslümanlardan kurtarmak için (Ehl-i salib [Haçlı] Seferleri) tertip ettiler. Halbuki o zamanki hıristiyanlar, yarı vahşi bir hâlde yaşarken, müslümanlar medeniyette son derece terakkî etmişler, ilim, fen, sanat, ziraat ve tıbda ilerleyerek dünyaya rehber olmuşlardı. Onların bu yüksek medeniyeti, zengin olmalarına sebep olmuş, müslümanlar büyük bir refaha kavuşmuşlardı. Bu yüksek refah derecesi, yarı aç, yarı çıplak olan hıristiyan milletlerinin gözünü kamaştırıyor, müslümanlara hased ediyorlardı. Akılları, fikirleri, bu zengin müslüman memleketlerini yağma etmekti. İşte, bunun için, bir vesile bulundu. Müslümanların elinde bulunan, Îsâ aleyhisselâmın mukaddes topraklarını, onların elinden almak lazım idi.

Pierre L’Ermite isminde, paraya ve kana susamış sadist bir papaz, rüyasında Îsâ aleyhisselâmın ona göründüğünü, (beni müslümanların elinden kurtar) diye feryat ettiğini söyleyerek, her tarafta Kudüs’ü kurtarma işine katılacak insanlar aradı. Bunları tahrik ve teşvik etti. Çapulcular tam fırsatı bulmuşlardı. Gidecekleri yerde, ellerine pek çok mallar, kıymetli eşyalar geçeceğini düşünerek, deli papaz Pierre L’Ermitein açtığı Birinci Haçlı Seferine katıldılar.Bu çapulcuların komutanları deli papaz L’Ermit ile şövalye yoksul Gautier idi. Önceleri, yalnız çapulculardan ibaret olan haçlılar, daha memleketlerinden ayrılmadan evvel, yağmaya başladılar. Almanya’da bazı şehirleri soydular. İstanbul’a girince, oldukça zengin olan bu Bizans şehrini, hıristiyan sahiplerinin feryatlarına kulak asmadan yağmaladılar. Başıboş bir hâlde sağa sola saldıran ve Kudüs’e varmadan, Selçuk Türkleri tarafından yok edilen haçlıların arkasından yeni haçlılar zuhûr etti. Artık bir şeref meselesi haline gelmiş olan haçlı seferleri, birçok büyük kralların da iştiraki ile büyük bir ordu haline geldi. Bir rivayete göre bir milyon, [fakat hiç olmazsa, 600.000] kişilik bir ordu şarka hücuma hazırlandı. Haçlı seferleri  1096’dan 1270 senesine kadar 174 sene, 8 dalga halinde devam etti. Sonra Türklere karşı da, haçlı seferleri teşkil edildi. Niğbolu’da, Varna’da Osmanlı Türkleri haçlı orduları ile cihat ettiler ve onları perişan ettiler. Bazı müteassıb [fanatik] hıristiyanlar, 1912/13 Balkan harbini bile bu seferlerin arasına sokmakta, türklere karşı yaptıkları bu harbi, Haçlı seferi olarak kabul etmektedirler.

Haçlı seferlerine Alman imperatörü Friedrich Barbarossa, II. Friedrich, III. Konrad, VII. Heinrich, İngiliz Kralı Aslan Yürekli Richard (Couer de Lion), Fransız Krallarından Philip Auguste, Saint Louis, Macaristan Kralı II. Andreas ve daha birçok kral ve prensler iştirak etti. Yolda, her vahşeti yaparak ve yukarıda bahs ettiğimiz gibi, kendi dindaşları olan Bizanslıların başşehri İstanbul’u bile yakıp, yıkarak ve yağma ederek Kudüse vardılar. Aşağıdaki yazıları Haçlı Seferleri hakkında 5 ciltlik bir eser yazmış olan hıristiyan Michaudnun kitabından alıyoruz:

(1099 senesinde, haçlılar Kudüse girmeye muvaffak oldular. Şehre girince, müslüman ve yahudi 70.000 kişiyi boğazladılar. Camilere sığınan müslüman kadınları ve çocukları, hiç acımadan öldürdüler. Sokaklardan sel gibi kan aktı. Sokakları dolduran ölüler yüzünden yollar tıkandı. Haçlılar, o kadar vahşileşmişlerdi ki daha Almanyada Ren nehri kıyılarında iken, orada rastladıkları 10 bin yahudiyi boğazlamışlardı.) Viyanada müslüman Türkler, bir tek kadını veya çocuğu boğazlamamıştır. Tepeye asılan resm, tam bir hayal mahsulüdür. Fakat, bir hıristiyan tarihçisi tarafından nakledilen Kudüsteki bu Ehl-i salib vahşeti, ne yazık ki tam bir hakikattir.
Ahmed Cevdet paşa “rahime-hullahü teâlâ”, (Kısas-ı Enbiyâ) kitabında diyor ki:

(Haçlı ordusu 1099’da Kudüse girdi. Şehirdeki halkın hepsini, kılınçtan geçirdi. Mescid-i aksaya sığınmış olan, 70 binden ziyâde müslümanı öldürdü. Bunların içinde, imamlar, âlimler, zahidler, eli silah tutmaz ihtiyarlar çoktu. Hıristiyan barbarları, (Sahratullah) denilen meşhur kıymetli taş yanındaki hazinede bulunan sayısız altın ve gümüş kandilleri ve beha biçilmez tarihi eşyayı yağma ettiler. Suriyenin birçok şehri haçlıların eline geçti ve bir (Kudüs krallığı) teşekkül etti. Bu krallık ile müslümanlar arasında uzun seneler, yüzlerce muharebeler oldu. Nihâyet, Sultan Selahuddin-i Eyyübi “rahime-hullahü teâlâ” çeşitli savaşlardan sonra, 1186 senesinde, Haddin zaferi ile Recep ayının 20. Cuma günü Kudüs’e girdi. Bir sene içinde, birçok şehirleri haçlılardan temizledi. Yüzbinlerce müslümanı esaretten kurtardı. Kudüs patriki ve piskoposlar, papazlar, matem elbisesi giyerek, Avrupayı dolaştılar. İntikam almak için, propaganda yaptılar. Papa mağlubiyet haberini işitince, kederinden öldü. Bütün Avrupada, yeniden haçlı ordusu kuruldu. Alman İmperatörü Fredrik, Fransa kralı Filip, İngiltere kralı Rişard, göğüslerine haçlar takınarak, birer büyük ordu ile geldiler.Kudüsü alamadılar.Mısır sultanı Melik Eşref “rahime-hullahü teâlâ” 1290 senesinde, haçlıların merkezi olan Akkayı ve diğer şehirleri alarak, haçlı seferleri nihâyet buldu.)

1099 dan 1187 ye kadar 88 sene hıristiyanların elinde kalan Kudüs, bu tarihte Selahuddin-i Eyyübi tarafından kurtarıldı. Kendisine karşı çıkan Aslan Yürekli Rişardı esir aldı. Fakat ona karşı son derecede nezaket ve şefkat ile davrandı. Ona bir esir değil, bir kral muamelesi yaptı. İşte size, (vahşi müslümanlık) ile (müşfik hıristiyanlık) arasındaki farkı gösteren en büyük misal!

Bazı kiliselerin müslümanlar tarafından camie çevrildiği doğrudur. Fakat, bunlardan hiç biri yıkılmamış, aksine tâmir edilmiştir. Fatih Sultan Muhammed Han “rahime-hullahü teâlâ”, İstanbul’u zabt ettiği zaman, Ayasofya kilisesini camie çevirdi. Bu, yapılan sulh şartlarından biri idi. Bu, yalnız dini bir olay değil, aynı zamanda Türklerin en büyük zaferinin bir hatırası idi. Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, İstanbul’un feth edileceğini evvelden haber vermiş ve bu şehri zabt eden kumandan ve askerleri için, (Ne mutlu onlara) buyurmuştu. İstanbul’u feth ederek tarihte yeni bir çağ açan Fatih sultan Muhammed Han, bunu bütün dünyaya ilan için hıristiyan sembolü olan Ayasofyayı, câmi haline, yani Müslüman sembolü şekline koymak zorunda idi. Fatih sultan Muhammed Han, Ayasofyayı asla tahrib etmedi. Aksine, tâmir etti. Kurân-ı Kerîmde kiliselerin yıkılması hakkında bir emir yoktur. İlerde göreceğiniz gibi, müslüman hükümetler, dâima kiliseleri ve sair ibâdet yerlerini tecavüzden korumuşlardır.

Şimdi size, kendilerini müşfik, Mâ’sûm ve merhametli sayan hıristiyanların bir camii kiliseye çevirme işinden bahs edeceğiz. Aşağıdaki yazı, 1894 senesinde, Almanyada Würzburg şehrinde neşredilmiş olan ve Prens Salvator, Prof. Graus, teolog Kirchberger, baron von Bibra, Bayan Threlfall tarafından hazırlanan (Spaneien = İspanya) ismindeki eserden alınmıştır:
(İspanyada en mühim şehirlerden biri, Cordoba (Arapça ismi: Kurtuba)dır. Bu şehir, Arap Endülüs devletinin merkezi idi.

Müslümanlar, Tarîk bin Ziyad “rahime-hullahü teâlâ” kumandasında, miladi 711’de İspanyaya geçince, bu şehri kendilerine başşehr yapmışlardı. Araplar bu şehre medeniyet getirdiler.Yarı vahşi olan bu şehri, tam bir medeni şehre çevirdiler. Bir büyük saray [El-kasır], hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük Câmia [Üniversite] kurdular. Avrupada ilk kurulan üniversite, budur. O zamana kadar Avrupalılar ilmde, fende, tıbda, ziraatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler.

Endülüs İslam devletini kuran I. Abdurrahmân bin Muaviye bin Hişam bin Abdilmelik “rahime-hümullahü teâlâ”, Kurtubada çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu camiin Bağdatta bulunan camilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişamlı olmasını istiyordu. Kurtubada bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir hıristiyana ait idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan birinci Abdurrahmân, isterse, zorla bu araziyi alabilirken, katiyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Camiin yapılmasına 785 senesinde başlandı. Abdurrahmân, günde birkaç saat bina inşaatında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaat malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnanın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Iraktan ve Suriyeden kıymetli taşlar, inci, zümrüd, fiil-dişi, bu araziye yığıldı. Her şey çok güzel ve çok boldu. Câmi, ihtişamlı bir bina halinde yavaş yavaş yükselmeye başladı. I. Abdurrahmânın ömrü, camiin bittiğini görmeye yetmedi. 788 senesinde vefât etti. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişam ve torunu birinci Hakem “rahime-hümallahü teâlâ”, camiin tamamlanmasına gayret ettiler. Câmi, 10 senede tamamlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilave edilerek, en son şeklini, 990 senesinde, yani ancak 205 sene sonra aldı. II. Hakem 976’da camie altından bir minber yaptırdı. İşte, böylelikle bu câmi pek muazzam, pek haşmetli ve son derecede güzel bir eser olarak ortaya çıktı. Câmi, 120×135 metre eb’adında ve müstatil [dikdörtgen] şeklinde idi. İki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kolun binanın esas gövdesinden çıkan kısımları arasında bir açık avlu meydana gelmişti. Camiin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydana getirilmişti. Camie girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu.

Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayran kalıyordu. Camie giren herkes, adeta büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Camiin, 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Camiin etrafında, diğer bahçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslümanların abdest alabilmesi için birçok şadırvanlar yapılmıştı. Camiin zemini, en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Duvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan, camie girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmiyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, camii aydınlatıyordu.

1632 senesinde Mısır’da vefât eden meşhur tarihçi Ahmed El-Makkari, (Nehy-ut-tib min-gasni Endülüs-ir-ratib) kitabında, bu camiden bahs ederken, onu aydınlatan lamba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin yakıldığını, Ramazan ve bayramlarda, diğer mübarek gecelerde ise, hepsinin yandığını, lamba ve kandillerin yanması için, senede 24000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca camie güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve öd ağacı yakıldığını yazmaktadır.

Minarelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar, mücevherler, inciler, zümrüdlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Lübnan’da hıristiyan papazların yazdığı (Müncid) lügat kitabında, Kurtuba camiinden iki nefis manzara resmi vardır.

Hıristiyanlar, 1492’de Endülüs Devletini mahvedip Kurtubaya girince, ilk iş olarak, bu camie saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binaya atlarıyla girdiler. Camiye sığınmış olan müslümanları, merhametsizce boğazladılar. O kadar ki camiin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalıyarak aralarında taksim ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve Osman radıyallâhu anhın yazdığı Kurân-ı Kerîmin bir eşi olan inci ve zümrüdle işlenmiş nefis Mıshaf-ı şerifi ayaklarının altına alarak çiğnediler.Böylece, minber ve Kurân-ı Kerîm, bu iki eşsiz nefis eser, tamamen yok edildi. Vahşi İspanyollar, bütün müslüman ve yahudileri kılıç tehtidi ile zorla hıristiyan yaptılar. Ellerinden kaçabilen yahudiler, Osmanlı devletine iltica ettiler.Bugün, Türkiyede bulunan yahudiler, bunların torunlarıdır.Halbuki müslümanlar, ilk defa bu memleketleri zapt ettikleri zaman, orada yaşayan hıristiyan ve yahudilere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyen mâni olmamışlardı.

Hıristiyan İspanyollar, görülmemiş bir vahşet ile müslüman ve yahudileri yok ettikten sonra, bu şaheser camii yıkmaya başladılar. Önce minarelerdeki altın ve zümrüdle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler. Bunların yerine âdi taştan yapılmış, güya melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdi taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmaya çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devrebildiler. Geri kalan sütunları âdi kireçle badana ettiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerce idi ve camiin içinde büyük bir mermer yığını halinde serilmiş, kalmıştı. 20 kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihâyet, en son bir vahşet eseri olarak, 1523 senesinde camiin içine bir kilise yapmaya karar verdiler.Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmperatörü olan 5. Karlostan [yani Almanya imparatoru 5. Charles Quint’den ( [m. 1500-1558])] izin istediler. Charles Quint, bu teklifi evvela reddetti. Fakat, müteassıb kardinaller onu mütemadiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması icap ettiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfuzu olan kardinal Alonso Maurique bulunuyordu. Bu kardinal, aynı zamanda papayı da bu iş için kandırmıştı. Papanın da camiin kiliseye çevrilmesini arzu ettiğini gören Charles Quint, bu işe muvafakat etmek zorunda kalmıştı. Kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı ve camide kalan sütun sayısı 812 ye kadar düştü. Yani, en azdan 600 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, camiin ortasında haç şeklinde 52×12 metre eb’adında çirkin bir bina olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtubaya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü, (Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrib edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezalandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdi bir binatan ibarettir.Halbuki bu haşmetli camiin bir nazirini yapmak imkanı yoktur) dedi. Bugün bu haşmetli binayı ziyaret edenler, harab olmasına rağmen, İslam mimarisinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayran kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin haline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar.) Spaneienden tercüme tamam oldu.

Yukarıda okuduğunuz yazı, hıristiyanlardan kurulmuş ve içlerinde din adamı papazların da bulunduğu bir heyet tarafından yazılmıştır. Sırf hakikattir. İşte görünüz:Kim zorla din değiştirtmiş, kim ibâdet yerlerini yakıp yağmalamış, kim zulüm yapmış, siz de öğreniniz. Kurtubadaki camiin ismi bugün (Lâ Mezquita Kilisesi)dir. Bu kelime “Mescid” isminden gelmektedir.Yani, hala bu bina mescid ismini taşımakta, onu ziyaret edenler, bir kilise değil, İslam medeniyetinin bir büyük ve haşmetli eseri olarak görmektedir.

Abdürreşid İbrahim efendi 1910’da İstanbul’da basılan türkçe (Âlem-i İslam) kitabının 2. cildinde, (İngilizlerin İslam düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilafet-i İslameyenin biran evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muharebelerine sebep olmaları ve burada türklere yardım etmeleri hilafeti mahvetmek için bir hile idi. Paris muahedesi, bu hileyi ortaya koymaktadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunde yaptıkları tekliflerinde de, bu düşmanlıklarını açıkça bildirmişlerdir.] Her zaman türklerin başına gelen felaketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmiştir. İngiliz siyasetinin temeli, İslamiyeti yok etmektir. Bu siyasetin sebebi, İslamiyetten korkmalarıdır. Müslümanları aldatmak için, satılmış namussuzları kullanmaktadırlar. Bunları İslam alimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, İslamiyetin en büyük düşmanı ingilizlerdir.)Amerikalı hukuk ve siyaset adamlarından Bryan William Jennings, kitapları, konferansları ve 1891 ile 1895 arasında ABD kongresi Temsilciler meclisinde azalık yapması ile meşhurdur. 1913-1915 arasında ABD hariciye vekili idi. 1925 de öldü. (Hindistan’da İngiliz hakimiyeti) kitabında, ingilizlerin İslam düşmanlığını, vahşetlerini ve zulmlerini uzun yazmaktadır.

Hıristiyanların müslümanlara yaptıkları zulmlerin, işkencelerin en vahşisi, en canavarcası, ingilizler tarafından Hindistan’da yapılmıştır. Hindistan’daki İslam âlimlerinin büyüklerinden, allame Fadl-ı Hak Hayır-abadi (Es-sevret-ül-Hindiye) , yani (Hindistan ihtilali) kitabının ve Mevlânâ Gulâm Mihr Alinin buna yaptığı (El-yevakit-ül-mihriye) haşiyesinin 1964 Hind baskısında diyorlar ki:İngilizler, ilk olarak, 1600 senesinde, Hindistan’da Kalküte şehrinde, ticarethaneler açmak için Ekber şahtan izin aldılar. Şâh-ı Âlem zamanında Kalkütede erazi satın aldılar. Bunları muhafaza için asker getirdiler. 1714 da sultan Ferruh Sir şahı tedâvi ettikleri için, bütün Hindistan’da, bu hak kendilerine verildi. Şâh-ı Âlem-i sani zamanında Delhiye girerek, idareye hâkim oldular. Zulme başladılar.Hindistan’daki vehhâbîler, 1858’de, sünnî, hanefi ve sufi olan sultan ikinci Behadır şaha, bidat ehli, hatta kâfir dediler. Bunların ve hindu kâfirlerinin ve hâin vezir Ahsenullah hanın yardımı ile İngiliz askeri Delhi şehrine girdi. Evleri, dükkanları basıp, malları, paraları yağma ettiler. Kadınları, çocukları dahi kılınçtan geçirdiler. İçecek su bile bulunmaz oldu.

[TENBİH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zaman, her yerde kötü insanlar iyilere saldırmışlardır. Allahü teâlâ her şeyi sebepler ile yaratmaktadır. Kötülerin cezasını da, kötü insanlar vasıtası ile vermektedir. İşkence edenlere dünyada da cezalarını vermektedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azap görmektedir. Bunların ve harpte ölenlerin ve kazada ölenlerin hepsi şehittir. Dünyada azap çeken iyi, suçsuz müslümanlara ahirette bol nimetler verilecektir. Ahirette nimete kavuşmak için, îman sâhibi olmak lazım olduğu din kitaplarında yazılıdır. Bu kitaplar dünyanın her yerinde çok vardır. Bu kitapları okuyup da inanmayana kâfir denir. İslamiyeti işitmeyen kâfir olmaz. İşitince (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslüman olur. Bunun mânâsı, (Her şeyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun Resûlüdür) dür. Müslüman olan, Onun son Peygamberine tâbi olur. Birçok yerde, kâfirler, zâlimler, suçsuz müslümanları, kadınları, çocukları öldürmüşlerdir. Öldürülen müslümanlar, şehit olur. Öldürülürken yapılan işkencelerin acısını duymaz. Ölürken, kabirde verilecek olan Cennet nimetlerini görerek çok sevinir. Şehitler ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok neşelenir. Cennet nimetlerine kavuşur. Hadis-i şerifte, (Müslümanların kabri Cennet bahçelerindendir.) buyuruldu.]

Hümayun şahın türbesine sığınmış olan çok yaşlı şahı, çoluk çocukları ile elleri bağlı olarak, kale tarafına götürdüler. Patrik Hudson, yolda şahın üç oğlunu soydurup, don ve gömlekle bırakıp, göğüslerine kurşun sıkarak şehit etti. Kanlarından içti. Cesetlerini kale kapısına astırdı. Bir gün sonra, başlarını İngiliz kumandanı Hanri Bernarda götürdü. Sonra, başları suda kaynatıp, Şaha ve zevcesine çorba olarak götürdü. Çok aç olduklarından, hemen ağızlarına koydular. Fakat çiğneyemediler, yutamadılar. Ne eti olduğunu bilmedikleri hâlde, çıkarıp toprağa bıraktılar.Hâin papaz Hudson, niçin yemediniz? çok güzel çorbadır. Oğullarınızın etinden yaptırdım dedi. Sonra sultanı, zevcesini ve diğer yakınlarını Rangon şehrine nefy ve hapsettiler. Sultan zindanda vefât etti. Delhide 3.000 müslümanı kurşunlıyarak, 27.000 kişiyi de keserek şehit ettiler. Ancak, gece kaçanlar kurtulabildi. Hıristiyanlar, diğer şehirlerde ve köylerde de sayısız müslümanları öldürdüler. Tarihi sanat eserlerini yaktılar. Eşi bulunmayan, kıymet biçilemeyen ziynet eşyalarını gemilere doldurup Londraya götürdüler. Allame Fadl-ı Hak 1861’de Andaman adasında, zindanda şehit edildi.

28.12.1994 tarihli Türkiye gazetesi takviminde diyor ki Hindistan ingiliz müstemlekesi iken, Armitsar şehrinde, bisikletle dolaşan bir ingiliz kızı ile alay ettikleri için, orada bulunan müslümanlardan 70 kişi kurşuna dizilerek öldürülüyor. Vâliye bunun sebebi soruldukta, (Bir ingiliz kızı, onların tanrılarından daha azizdir) demiştir. 31.12.1994 tarihli Türkiye gazetesindeki bir resmde, sokakta kanlar içinde yatan bir boşnak kızı ile yanında bir sırb askerinin kahkaha ile güldüğü görülmektedir. Resmin altında, (Saraybosnada, kasım 1994 de, 7 yaşındaki Nermin, hıristiyan canavarları tarafından böyle katl edildi) yazılıdır.

1979 senesinde ruslar Afganistanı işgal ederek, İslam sanat eserlerini tahrib ve müslümanları şehit etmeye başlayınca, evvela büyük âlim, velî İbrahim müceddidiyi, 121 talebesi ve zevce ve kızları ile kurşunlayıp şehit ettiler. Bu vahşetin, alçak hücumun sebebi de ingilizler oldu. Çünkü, 1945 senesinde, rus ordularını mağlub ederek, Moskovaya girmek üzere olan, Alman devlet reisi Hitler, radyoda, ingiliz ve Amerikalılara haykırarak, (Mağlubiyeti kabul ediyorum. Size teslim olacağım. Bana müsaade ve fırsat veriniz. Rusya ile harbe devam edeyim. Rus ordusunu perişan edeyim. Komünist felaketini dünyadan kaldırayım) dedi. İngiliz başvekili Çörçil, bu teklifi reddetti. Amerikalılar ve İngilizler Ruslara yardıma devam ederek, ruslar gelmeden Berline girmediler. Rusların dünyaya bela olmasını sağladılar.

Hıristiyanların yaptıkları muhtelif zulmleri saymak ve uzun uzadıya anlatmak istemiyoruz. Tarih, baştan başa bu zulmlerle doludur. Din namına yapılan Engizisyon (İnquisition) zulmleri, Sen Bartelmi (Saint Barthelemy) Faciası ve buna benzer toplu katller, hıristiyanların, mezhepleri farklı hıristiyanlara ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir.Müslüman hükümdarlar, müslüman kumandanlar, müslüman devlet adamları arasında hiçbiri, hiçbir zaman hıristiyanların yaptıkları gibi, zulmler yapmamış, bunları (din namına yapıyoruz) demek küstahlığında bulunmamış, müslüman alemini hıristiyanlara karşı teşvik etmemiştir. İslamiyette hiçbir mahluka zulüm yapmak câiz değildir.Bütün müslüman din adamları, zulme mâni olmuştur. İşte, size küçük bir misal:
(Fezleke-i tarih-i Osmani) 8. baskısında ve mektep-i sultani müdiri Abdurrahmân Şeref beğin “rahime-hullahü teâlâ” (Tarih-i devlet-i Osmaniye) sinin 1907’deki 3. baskısında diyor ki (Dar-üs-seade ağası iken emekli olan Sünbül ağa Mısra giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehit edildi. Venedik gemileri Moraya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce müslümanı öldürdü. 18. padişah sultan İbrahim, çok merhametli idi. Hıristiyanların bu katliâminı işitince pek üzüldü. 1646 senesinde bunlara karşılık olarak, Osmanlı idaresinde müstemin [misafir] olarak bulunan hıristiyanlara kısas yapılmasını [öldürülmelerini] emir ve ferman etti. O zamanda Şeyh-ul-İslam olan Ebüs-Saîd efendi “rahime-hullahü teâlâ”, yanına Bostancı başıyı alarak padişahın huzuruna çıktı. Böyle bir kararın ve haksız yere insan öldürmenin İslam dinine aykırı olduğunu bildirdi. Sultan İbrahim “rahime-hullahü teâlâ”, bütün Osmanlı sultanları gibi, İslam dinine ve Allahü teâlânın kitabına çok bağlı olduğu için, bu nasihati kabul ederek, kararından vazgeçti).

Şemsüddin Sami beğ, (Kamus-ül alam) da diyor ki (Sultan İbrahimin katti ve kameti mevzun, yüzü, gözleri güzel idi. İyi ahlakı ve cömertliği ile meşhur idi.) İşte İslam dini budur. Müslüman din adamları, hıristiyanları ölümden kurtarırken, hıristiyan papalar, patrikler, papazlar, dünyayı müslümanları öldürmeye davet ediyorlardı. Bir de, küstahca karşımıza çıkarak, İslam dininin vahşet dini olduğunu iddiaya kalkışıyorlar! Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) buyurdu demektedirler.
[İngilizlerle yahudiler, yalanlarla, iftirâlarla ve para, mevki vaat ederek, müslüman evlatlarını aldatıp, Osmanlı İslam devletini yıktılar. Gençler arasına dinsizlik modasını yaydılar.Kadınların, kızların açık gezmelerine, fuhşa, içkiye, ahlaksızlığa, dinsizliğe, ilericilik dediler. İslam âlimlerini, İslam bilgilerini yok ettiler. İngiliz casusları, masonlar din adamı şekline girerek, İslâmin güzel ahlakını, ibâdetleri bozdular. İslamiyet gitti. Yalnız adı kaldı. İttihatçılar zamanında, kanun yapanlar, beğler, paşalar da, İslam düşmanı oldu. İslamı yıkıcı kanunlar çıkardılar. Dine, imana bağlılık, suç oldu. Bir çok müslümanı astılar, kestiler, Dinin emirlerini yaymaya, haramlardan sakınmaya bölücülük denildi. Emr-i mâ’rûf yapanlara, yani İslamiyeti doğru olarak söyleyenlere, yazanlara rejim düşmanı denildi. Elhamdülillah! Hıristiyanların, bu hücumları şimdi kalmadı. Aziz yurdumuzda, İslam güneşi yeniden parlıyor. Düşmanların yalanları, hiyanetleri meydana çıktı. Hakiki din bilgileri serbestçe yazılıyor. Şimdi her müslümanın bu hürriyete şükretmesi, ecdadımızın, uğrunda canlarını fedâ ettikleri, mukaddes dinimizi, doğru olarak öğrenmeye çalışması lâzımdır. Evlatlarımıza, dinimizi öğretmezsek, İslamiyete uymaya alıştırmazsak, pusuda bekleyen düşmanlar ve bunlara satılmış olan ahmaklar, tekrar hücum ederek, yavrularımızı aldatacaklardır. Bütün Avrupa, Amerika milletleri, öldükten sonra, tekrar dirilmeye, Cennetin, Cehennemin var olduğuna inanıyor. Kiliseleri, havraları, her hafta dolup taşıyor. Mekteplerinde, din dersleri, mecburi okutuluyor. Avrupalılara, Amerikalılara, akıllı, ilerici, medeni diyerek, yalan, içki kumar, fuhuş ve zina yapmakta, onları taklit etmekle öğünen kimse, onlar gibi inanmayınca yalancı olmuyor mu? Biz müslümanlar, hıristiyanlara câhil, ahmak ve gerici diyoruz. Çünkü onlar, Îsâ aleyhisselâmda ve annesinde ülûhiyet sıfatı bulunduğuna da inanıp, onu put yapmışlar. Ona tapınıyor. Müşrik oluyorlar. Dünya işlerinde, Muhammed aleyhisselâmın dinine uygun olarak çalışanları, Allahü teâlânın nimetlerine kavuşarak, rahat ve huzur içinde yaşıyorlar ise de, bu yüce Peygambere ve İslamiyete inanmadıkları için, Cehennemde sonsuz yanacaklardır.]

Şimdi size hakiki bir müslümanın nasıl hareket etmesi icap ettiğini göstermek için, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir mektubunu aynen aşağıda naklediyoruz:

Peygamber efendimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” bütün müslümanlara hitaben yazdırdığı mektup şöyledir: [Aslı Feridun beğin (Mecmua-i Münşeat-üs-selatin) kitabı, 1. cilt 30. sayfasındadır.]

(Bu yazı, Abdullah oğlu Muhammedin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bütün hıristiyanlara verdiği sözü belirtmek için yazılmıştır. Şöyle ki Allahü teâlâ, kendisini rahmet ile müjdelemiş, insanlar üzerindeki emaneti muhafaza edici kılmıştır. İşte bu Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, bu yazıyı, müslüman olmayan bütün kimselere verdiği ahti tevsik için kaleme aldırdı.
Her kim ki bu ahtin aksine hareket ederse, ister sultan, ister başkası olsun Allahü teâlâya karşı isyan ve din-i İslam ile istihza etmiş sayılır ve Allahü teâlânın lanetine lâyık olur. Eğer hıristiyan bir rahib [papaz] veya bir seyah [turist] bir dağda, bir derede veya çöllük bir yerde veya bir yeşillikte veya alçak yerlerde veya kum içinde ibâdet için perhiz yapıyorsa, kendim, dostlarım, arkadaşlarım ve bütün milletimle beraber onlardan her türlü teklifleri kaldırdım. Onlar benim himayem [korumam] altındadır. Ben onları, başka hıristiyanlarla yaptığımız ahtler mucibince, ödemeye borçlu oldukları bütün vergilerden affettim. Haraç vermesinler veya kalpleri râzı olduğu kadar versinler. Onlara cebr etmeyin, zor kullanmayın. Onların dini reislerini makâmlarından indirmeyin. Onları ibâdet ettikleri yerden çıkartmayın. Bunlardan seyahat edenlere mâni olmayın. Bunların manastırlarının, kiliselerinin hiç bir tarafını yıkmayın. Bunların kiliselerinden mal alınıp müslüman mescidleri için kullanılmasın.Her kim buna riâyet etmezse, Allahü teâlânın ve Resûlünün kelâminı dinlememiş ve günaha girmiş olur.Ticaret yapmayan ve ancak ibâdet ile meşgul olan kimselerden, hernerede olurlarsa olsunlar, (cizye) ve (garamet) gibi vergileri almayın. Denizde ve karada, şarkta ve garbda, onların borçlarını ben öderim. Onlar benim himayem altındadır. Ben onlara (eman) verdim. Dağlarda yaşayıp ibâdet ile meşgul olanların ekinlerinden haraç [vergi] almayın. Ekinlerinden Beyt-ül-mal [Devlet hazinesi] için hisse çıkartmayın. Çünkü, bunların ziraati, sırf nafakalarını temin etmek için yapılmakta olup kar için değildir. Cihat için adam lazım olursa, onlara baş vurmayın. Cizye [varlık vergisi] almak gerekirse, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar malları ve mülkleri bulunursa bulunsun, yılda on iki dirhemden daha fazla vergi almayın. Onlara zahmet, meşakkat teklif olunmaz. Kendileriyle bir müzakere yapmak icap ederse, ancak merhamet, iyilik ve şefkat ile hareket edilecektir. Onları, dâima merhamet ve şefkat kanadları altında himaye ediniz! Nerede olursa olsun, bir müslüman erkekle evli olan hıristiyan kadınlara, fenâ muamele etmeyin. Onların kendi kiliselerine gidip, kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine mâni olmayın. Her kim ki Allahü teâlânın bu emrine itaat etmez ve bunun zıddina hareket ederse, Allahü teâlânın ve Peygamberinin “aleyhissalatü vesselâm” emirlerine isyan etmiş sayılacaktır. Bunlara kilise tâmirlerinde yardımcı olunacaktır. Bu ahtname [sözleşme] kıyamet gününe kadar devam edecek, dünya sonuna kadar değişmeden kalacak ve hiç bir kimse bunun aksine bir harekette bulunamayacaktır.)
Bu ahtname Hicretin ikinci senesi, Muharrem ayının üçüncü günü, Medine-i münevverede Mescid-i saadette Ali bin Ebû Talibe “radıyallahü teâlâ anh” yazdirlimiştir. Altındaki imzalar:

Muhammed bin Abdullah Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”.

Ebû Bekr bin Ebû-Kuhafe, Ömer bin Hattab, Osman bin Affan, Ali bin Ebû Talib, Abdullah bin Mesûd, Fadl bin Abbas, Zübeyr bin Avvam, Talha bin Abdullah, Sad bin Muaz, Sad bin Ubade, Sâbit bin Kays, Zeyd bin Sâbit, Haris binSabit, Abdullah bin Ömer, Ammâr bin Yasir “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.

Görüyorsunuz ki sevgili Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” başka dinden olan kimselere son derecede merhamet ve şefkat ile muamele edilmesini emretmektedir.

Şimdi bir de 4000 kilise yıktığı iddia olunan Ömer radıyallâhu anhın halifeliği zamanında İlya ahalisine verdiği (Eman) ın tercümesini okuyalım. Hıristiyanlar İlyas aleyhisselâma İlya derler. Kudüs şehrine de İlya diyorlar.

(İşbu mektup, müslümanların Emri Ömer-ül-Fârukun “radıyallahü teâlâ anh” İlya ahalisine verdiği eman mektubudur ki onların varlıkları, hayatları, kiliseleri, çocukları, hastaları, sağlam olanları ile diğer bütün milletler için yazılmıştır. Şöyle ki:

Müslümanlar onların kiliselerine zorla girmeyecek, kiliseleri yakıp yıkmayacak, kiliselerin her hangi bir yerini tahrib etmeyecek, mallarından bir habbe (tanecik) bile almayacak, dinlerini ve ibâdet tarzlarını değiştirmeleri ve İslam dinine girmeleri için kendilerine karşı hiçbir zor kullanılmayacak. Hiçbir müslümandan en ufak bir zarar bile görmeyecekler. Eğer kendiliklerinden memleketten çıkıp gitmek isterlerse, varacakları yere kadar canları, malları ve ırzları üzerine, eman verilecektir. Eğer burada kalmak isterlerse, tamamen teminat altında olacaklar. Yalnız İlya ahalisi kadar cizye [gelir vergisi] vereceklerdir. Eğer İlya halkından bâzıları rum halkı ile birlikte, aile ve malları ile beraber çıkıp gitmek isterlerse ve kiliselerini ve ibâdet yerlerini boşaltırlarsa, varacakları yere kadar canları, kiliseleri, yol masrafları ve malları üzerine eman verilecektir. Yerli olmayanlar, ister burada otursunlar, isterlerse gitsinler, ekin biçme zamanına kadar, onlardan hiç bir vergi alınmayacaktır.

Allahü azimüşşanın ve Resûlullah sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin emirleri ve bütün İslam halifelerinin ve umum müslümanların verdiği sözler, işbu mektupta yazılı olduğu gibidir.)

İmza:
Ömer-ül-Fâruk

Şahitler:
Hâlid bin Velid
Amr İbnil’as
Abdurrahmân bin Avf
Muaviye bin Ebû Süfyan.

Ömer “radıyallâhu anh”, Kudüse teşrif etti.Hıristiyanlar cizye vermeyi kabul ederek, Kudüsün anahtarlarını Ömer radıyallâhu anha teslim ettiler. Böylece kendi devletleri olan Bizansın ağır vergi ve işkencelerinden, eziyet ve cefalarından ve zulmlerinden kurtuldular. Çok kısa bir zamanda, düşman zannettikleri müslümanlardaki adalet ve merhameti açıkça gördüler. İslamiyetin, iyilik ve merhameti emreden, insanları dünya ve ahiret saadetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve korkutma olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslamiyeti kabul ettiler.

Yukarıdaki iki vesikayı tetkik ederseniz, yine göreceksiniz ki hakiki müslümanlar, hakiki din rehberleri, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsameha göstermişler, değil hıristiyan ve yahudileri zorla müslüman yapmak ve onların ibâdethanelerini tahrib etmek, aksine, onlara yardım, hatta kiliselerini tâmir etmişlerdir. Müslümanlar arasından hıristiyanlara fenâ muamele edenler çıkmamış mıdır? Belki çıkmıştır. Fakat bunlar, hem miktarca çok az, hem de dinimizin emirlerini bilmeyen câhiller idi. Bunlar, nefslerine uyarak hareket etmişler ve cezaları bizzat müslümanlar tarafından verilmiştir. Aklı başında olup İslamiyetin emirlerini iyi bilen hiçbir müslüman, onlara tâbi olmamıştır. Yalnız isimleri müslüman olan bu kimseler, yalnız hıristiyanlara değil, müslümanlara da zulüm etmişlerdir. Bunların hareketlerinin müslümanlık ile hiçbir alakası [ilgisi] yoktur. Allahü teâlâ, Kurân-ı Kerîmde Nisa sûresi 168. âyetinde meâlen, (Allah’ı inkâr edenleri ve zâlimleri hiç bir zaman affetmem) buyurmuştur.

Kurân-ı Kerîmin tefsirleri tetkik edilirse, görülür ki Allahü teâlâ, insanlara dâima merhamet ve şefkat ve afv ile muamele etmeyi, kendilerine fenâlık yapanları affetmeyi, dâima güler yüzlü ve tatlı sözlü olmayı, sabırlı hareket etmeyi, işlerinde dâima dostlukla anlaşmayı emretmektedir. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” dâima sulhu tavsiye ettiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzattığını, bütün dünya tarihleri yazmaktadır.

Hıristiyan din adamlarının, bütün bu hakikatlere gözlerini yumarak, İslam dinini bir vahşet dini olarak göstermesi ve genç hıristiyanları böyle terbiye etmesi yüzünden, ilk defa olarak, müslüman memleketlerine gelen zavallı hıristiyanların evvela ne kadar korktuklarını, sonra hakikati öğrenip, ne kadar hayret ettiklerini, size birkaç misal ile göstermek istiyoruz. Aşağıdaki yazıları, bu hususta yazılmış hıristiyanların kitaplarından alıyoruz. İstanbul’da yaşamış Bayan Georgina Max Müller’in 1897’de neşredilmiş olan (Letters from Constantinople = İstanbul’dan Mektuplar) eserinde şöyle yazılıdır:

(Mektebde okurken, bize müslümanların vahşi, hele Türklerin büsbütün gaddar olduğu öğretilmişti. Onun için,Hariciye Bakanlığında memur olan oğlumun İstanbul’a tayin edildiği haberini alınca, ne kadar korktuğumu, ne kadar üzüldüğümü tarif edemem. Halbuki hayatımın en güzel günleri İstanbul’da geçti. Oğlum İstanbul’a gidince, zevcim Prof. Müller’le birlikte, onu ziyarete karar verdik. Zevcim bilhassa tarihi hadiseler üzerinde tetkikler [etüd] yapan ve dünyaca meşhur bir kimse idi. O, benim kadar Türklerden korkmuyordu ve bu tarihi yerlerde bazı araştırmalar yapmak istiyordu. Ben, endişe ile seyahate hazırlanıyordum. Acaba bu vahşi müslümanlar(!), bize nasıl muamele edeceklerdi? Nihâyet, İstanbul’a geldik. İstanbul’un latif manzarası, üzerimizde çok hoş bir tesir yaptı. Fakat, asıl bizi şaşırtan, kendileri ile temas ettiğimiz müslümanlar oldu. Bunlar son derece nazik, son derece kibar, son derece medeni insanlardı. İstanbul’un kalabalık sokaklarından geçerken, yahut bir camii ziyaret ederken veyâhut tenha yerlerde terkedilmiş, Bizans eserlerini gezerken, her hangi bir korku veya tehlike düşüncesi aklımızdan geçmedi. Bütün tesadüf ettiklerimiz, bize son derecede dost davrandılar. Dâima sühulet gösterdiler. Başka bir dinden olmamız, onların üzerinde hiç bir zaman, fenâ bir tesir yapmadı. Onlar, diğer dinlere de kendi dinleri kadar hürmet ediyorlardı. Bunları gördükçe, bize yanlış bilgi ve terbiye verenlere ne kadar kızıyordum. Bize öğretildiğinin tam aksine, onlar Îsâ aleyhisselâmdan nefret etmiyorlar, aksine Ona da, Peygamber olarak inanıyorlardı. Bizim ayinlerimize müdahale etmiyor, ibâdetlerimizle alay etmiyorlardı. Bize, bir insan olarak hürmet ediyorlar, bizim, müslümanları şeytana uymuş Allahsızlar olarak görmemize mukabil, onlar dinimize karşı, en ufak bir fenâ kelime bile kullanmıyorlardı.

Bize öğretilen (Müslümanlık ile medeniyet cem olamaz) lafı, küçük bir hakikat çekirdeğinin çok şişirilmesi yüzünden meydana gelmiş olacak. Bu hakikat çekirdeği, müslümanların kendi adet ve örflerine çok sâdık olmaları ve onun için garblıların medeniyet zannettikleri bazı kötü adetleri, kendi İslam örf ve adetlerine uymadığı için, kabul etmemeleridir. Halbuki dikkat ile mülahaza edilecek, düşünülecek olursa, bunlar ehemmiyetsiz şeylerdir ve hakiki medeniyet ile hiçbir alakaları yoktur.

Türkler, adetlerine ve müslümanlığın güzel ahlakına son derecede sâdıktır. Günlük hayatlarını tanzim ederlerken, dâima bunlara riâyet ederler. Türkler, bence en iyi müslümanlardır. İran’da, Arabistan’da tanıdığım müslümanlarla kıyas ettiğim zaman, Türklerin çok daha hakiki müslüman olduklarını gördüm. Türklerin nasıl kalpten gelen bir samimiyet ile müslümanlık vazifelerini ifa ettiklerini görmek, insana büyük bir zevk veriyor ve insanı onlara daha çok yaklaştırıyor. Onlara karşı muhabbet ve hürmet hâsıl oluyor. Sokaklarda, bahçelerde, çarşılarda, dükkanlarda halkın, asker, hamal, hatta dilenci olsun, nasıl diz çöküp secdeye kapandığını veya ellerini ileri uzatarak duâ ettiğini görebilirsiniz. Fakat, bütün bunlar gösteriş için yapılmaz. İmanı halis olan müslüman, kısa süren ibâdet vazifesini tamamladıktan sonra, tekrar işinin başına döner. Müslüman, Kurân-ı Kerîmde yazılı olan ahlak esaslarına tam bağlıdır. Fakat, şunu unutmıyalım ki güzel ahlak esasları on üçbuçuk asırdan beri hiç bozulmadan devam etmiştir. Bugün bir Avrupa başşehrinde bunların çoğu bilinmemektedir. İşte bugün, müslümanları medeniyet düşmanı olarak gösteren husus, Avrupalıların Muhammed aleyhisselâmın koymuş olduğu güzel ahlak esaslarını bilmemesinden ileri gelmektedir. Halbuki bu büyük Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Ben bir insandan başka bir şey değilim.Size Allah’ın bir emrini bildirdiğim zaman, onu hemen kabul edin. Fakat, dünya işleri hakkında kendiliğimden bir şey söylersem, bu Allah’ın emri değildir. Bunu ben insan olarak söylerim) dediğini işitmemişe benziyorlar. Fen bilgileri, Muhammed aleyhisselâmın zamanından bu zamana kadar çok değişmiştir. O zaman yapılanların, sonradan hâsıl olan şartlara göre değiştirilmesini, İslam dini emretmektedir. Eğer bunlar, bu günün icaplarına göre yapılacak olursa, İslam dinine hiç bir halel gelmeyecek, aksine, onun medeni bir din olduğu meydana çıkacaktır.

Türkler, diğer din mensublarına karşı gösterdikleri nezaketi o kadar ileri götürmüşlerdir ki bugün devletin birçok fen ve tekniğe ait iş yerlerinde hıristiyanlar bulunmaktadır. O hâlde, niçin din bilgileri ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıyoruz? Mamafih, unutmıyalım ki garbda din ve fen işleri sonradan birbirinden ayrılmış, hıristiyan papazlarını, dini siyasete alet etmekten güçlükle uzaklaştırabilmişlerdir. Hıristiyanlarda, dini dünya menfeatlerine alet etmenin zararlarını anlamak kolay olmamıştır. Evet, Allahü teâlânın emirlerinde tahrifat yapılamaz. İbadetler, adalet ve ahlak üzerinde Peygamberlerin bildirdikleri esasların devam etmesi lâzımdır. Mesela, İskoçya kilisesi, kilisede org çalınmasının günah olduğunu bildirmiş ve (kilisesine orgu kabul edenlerin Cehenneme gideceğini) ilan etmiştir. Kilisenin bu hareketi, dünya işlerinde kullanılan fen veya zevk aletlerinin, din işlerine karıştırılmasının, doğru olmadığını göstermektedir. Osmanlı devletinde de, tıpkı Avrupada olduğu gibi, bazı câhiller, fende ve adette olan yeniliklere karşı çıkmışlar, fen üzerindeki her yeniliği, (Şeytan işi) diye reddederek, İslam dinine iftirâ etmişlerdir. Zamanla müslümanlar, kendilerini muhakkak bu câhil yobazlardan kurtaracaklardır diyen bayan Georgina yazısına şöyle devam etmektedir:

Avrupalılar, Türkleri zalim ve gattar olarak kabul eder. Fakat, onların gattarlığı hakkında zikir edilen hikayelerin menbaı, hep Orta çağa aittir. Elimizi kalbimiz üzerine koyarak insaf ile şunu itiraf edelim: Acaba Avrupalılar, Orta çağda gattarlık yapmamışlar mıdır?Bana kalırsa, biz Avrupalılar o zamanlar, çok zalimdik. Bizim tarihimiz zulüm ve işkencelerle doludur. Halbuki Kurân-ı Kerîmde harblerde dahi, esirlere merhamet edilmesi, din adamı, ihtiyar, kadın ve çocuklara hiç dokunulmaması emrolunmaktadır. Kurân-ı Kerîmin bu emirlerine uymayan müslüman kumandanları çıkmışsa, bunlar, Kurân-ı Kerîm okuyamamış ve din bilgilerini, câhil din adamlarından öğrenmiş olan kimselerdir. Kurân-ı Kerîmin her lisana tercüme ve tefsir edilmesi çok yerinde olacaktır. Fakat zannediyorum ki bunun için daha zaman lâzımdır. Çünkü, bütün müslüman memleketlerinde, Arabîden başka bir dili din işlerinde kullanmak, günah sayılmaktadır. Bundan birkaç sene evvel Hindistan’da Madrasta bir müslüman, camide Kurân-ı Kerîmden birkaç ayeti Arapça yerine hindce okuduğu için lanet edilmişti. [Çünkü bu, Kurân-ı Kerîmin mânâsını bildirmek için değil,Kuran olarak okunmuştu.] Kurân-ı Kerîm çok medeni ve mantıki bir din kitabıdır. Bazı müslümanlar, Kurân-ı Kerîmi bilmemekte, yobazların elinde oyuncak olmakta, onların saçma akidelerini, fikirlerini, inançlarını kabul etmeye mecbur kalmaktadırlar. Halbuki Kurân-ı Kerîmi tetkik eden İslam âlimleri, dinlerinin ne kadar faydalı bir din olduğunu, bazı yerlerde telkin edilen bozuk fikirlerin, Kurân-ı Kerîme hiç uymadığını görmektedir. Ben size açıkça söylüyorum ki MÜSLİMANLIK ve HIRİSTİYANLIK gibi, bütün ana hatları birbirinin aynı olan iki din daha yoktur. Bu iki din, birbirinin kardeşidir, aynı babanın iki evladı gibidir. Aynı ruhtan mülhemdir)demektedir. [Bu mektubu yazan madam, çocuk iken işittiği iftirâların tesiri altında kalarak böyle söylemekte ve zannetmektedir. İşin aslı ise, bunun tamamen aksidir. Kurân-ı Kerîm, birçok lisana tercüme edilmiş ve tefsirleri yapılmıştır. Ancak bu tefsirleri ve tercümeleri (Kurân-ı Kerîm) zannetmek ve ibâdette, namazda okumak yanlıştır.]

Yukarıdaki mektup, birçok hakikatleri meydana koymaktadır. İslamiyet, Kurân-ı Kerîmin başka dillere tefsirini, açıklanmasını asla menetmemiştir. İslamiyet, Kurân-ı Kerîmin, gerek gizli maksatlarla, hâin emellerle, gerekse bilmeyerek, değil başka dillere, arabîye bile yanlış ve bozuk olarak tercüme edilmesini yasak etmiştir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Kurân-ı Kerîmi kendi anlayışına göre tercüme eden kâfir olur) buyurdu. Herkes, kendine göre mânâ verirse, Kurân-ı Kerîmin mânâları hatalı olur.Her kafadan farklı sesler çıkar. İslam dini de, hıristiyanlık gibi anlaşılmaz, bozuk bir hâl alır. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Kurân-ı Kerîmin, başından sonuna kadar mânâsını Ashâbına bildirdi. Murad-ı ilâhînin ne olduğunu anlattı. Ashâb-ı kirâm da, bunları Tabiîne bildirdiler. Bunlar da kitaplara yazdılar. Böylece tefsir kitabı meydana geldi. Birçok fârisî ve türkçe tefsir kitabı ve binlerce din kitabı basılmıştır. Fârisî tefsirlerden birisi, meşhur (Mevahib-i aliyye) tefsiridir. Bu tefsiri, Hüseyin Vaiz kaşifi “rahime-hullahü teâlâ”, Hirat şehrinde, bu hıristiyan madam dünyaya gelmeden 3,5 asır evvel yazmıştır. Osmanlı sultanları ve âlimleri, bu tefsirin çok kıymetli olduğunu bildirmişler, türkçeye tercüme ederek, (Mevakib) tefsiri ismini vermişlerdir. Madrasta camide lanet olunan kimse, İslam dinini bozmak isteyen bir zındık, bir İslam düşmanı idi.Kurân-ı Kerîme yanlış, bozuk mânâ verdiği için lanet olunmuştur. Ona lanet edenler, fârisî ve hind dilinde kitaplar yazmış olan büyük İslam âlimleri idi.

Şimdi diğer bir yabancı kadının bu hususta neler düşündüğünü inceliyelim. Aşağıdaki satırlar, 1881 ile 1907 seneleri arasında İstanbul’da yaşamış olan İngiliz bayan Dorina L. Neaveın (Twenty six years on the Bosphorus = Boğaziçinde 26 yıl) ismindeki eserinden alınmıştır.

Bayan Neave de, müslümanların kibarlığından, diğer din mensublarına karşı gösterdikleri nezaketten bahs ettikten sonra, kendisine göre, İslam dininde gördüğü bazı noktalara temas ediyor ve bunlardan şikayet ediyor. Şimdi onun yazdıklarını okuyunuz:
(Burada Muharrem ayini diye bir müslüman merasimi var. Bu kadar sene İstanbul’da kalmama rağmen, ben bu merasimi görmeye gitmedim. Çünkü gidenlerin anlattıklarına göre, bu müslüman merasimi çok feci, çok vahşi imiş. İnsanlar yarı beline kadar çıplak olarak oraya geliyor, (Ya Hasan,Ya Hüseyin) diye bağırarak ellerinde bulunan zincirleri vücutlarına şiddet ile vurmakta ve kan revan içinde kalmakta imişler).

Bayan Neave dostlarının iştirak ettiği bir Rıfai ayini hakkında da şunları yazıyor: (Dostlarımın anlattığına göre, feryat eden dervişler [yani Rıfailer] bele kadar çıplak bir hâlde, sıraya girmişler.Yüksek sada ile şahadet getiriyor, aynı zamanda yavaş yavaş öne arkaya doğru sallanıyorlarmış. Ondan sonra hareketlerini gittikçe hızlandırarak, bir yandan da korkunç çığlıklar ve naralar atarak, adeta bir nev’ vecde gelerek veya sara nöbetine kapılarak, kendilerini gayb edinciye kadar havalarda sıçrayıp duruyorlarmış. Ellerindeki bıçakları vücutlarına saplıyorlarmış. Aralarında, kan içinde kalıp, yere yuvarlananlar da varmış. Bu hâlde iken, onların tam mübarek ve kudsi bir hâle geldiğini kabul eden Türk kadınları, evlerinden getirdikleri hasta çocuklarını iyileşsin diye, onların ayakları altına koyuyormuş. Çünkü, eğer bu Rıfailer bu hâlde iken çocukları çiğnerlerse, onların bütün hastalıklardan kurtulacaklarına inanıyorlarmış. Zannediyorum ki bu çıldırmış adamların küçük çocukların vücutlarına basarak yaptıkları tedâvi, muhakkak onları öldürmekte ve böylece, bütün hastalıklardan kurtarmaktadır.Nasıl oluyor da, böyle şeylere inanıyorlar?Bu Rıfailerin, tekkelerinde bağırmaları, tekkenin içini kaplıyan fenâ sarmısak ve nefes kokusu, buraya girenlerin midelerini bulandırıyormuş. Bana bunları anlatan dostlarım, (Bu hareketler bize Kurun-ı vüsta vahşetlerini hatırlattı. Bu kadar ibtidai adetleri, hiçbir yerde görmedik. Bu mahuf, dehşetli manzara karşısında, hasta olduk) dediler.)

Şimdi bu iki yazıyı biraz daha tetkik edelim.Bayan Müller yazdıklarında haklıdır. İslam dinini oldukça iyi tetkik etmiştir. Bayan Neave ise, tamamen hata etmektedir. İslam dini ile hiçbir alakası olmayan câhillerin ortaya çıkardıkları, Muharrem ayini ile yine İslam dini ile hiçbir alakası bulunmayan Rıfai ayinini, İslam dininin esaslarından zannetmiş, bu dinin vahşi ve ibtidai olduğu kararına varmıştır.Bu ayinleri Seyyid Ahmed Rifai hazretlerinden sonra, din cahilleri uydurmuşlardır.Bir İslam memleketinde senelerce oturduğu hâlde, yüzlerce medresede, okutulan fen ve din derslerini ve camilerde yüzbinlerce müslümanın abdest alarak tam bir beden ve kalp temizliği ile büyük bir huşû ve nizam içinde kıldıkları namazları görmeyerek, kulaktan duyduğu bir şeyin aslını dahi tahkik etmeden, İslam dinini tahkir etmek, birçok Avrupalıların yaptığı hatalı iştir.Bunun da sebebi, koyu bir hıristiyanlık taassupu ve İslam düşmanlığıdır.

Bayan Georgina Müller’in teklif ettiği Kuran tercümesi ve dinin dünya çıkarlarına alet edilmemesi, hakiki din âlimlerinde ve bunlara tâbi olan hükümetlerde her zaman tehakkuk etmiştir. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber vermiş olduğu, 72 çeşit bozuk fırkadaki kimselerin ve İslam dinini içerden yıkan bölücü tarîkatçıların uydurma ayinleri de, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitapları sayesinde İslam dininden uzaklaştırılmıştır. Bu büyük âlimler, Muharrem merasiminin ve Rıfai denilen tarîkatçıların, uydurma ayinlerinin İslam dini ile hiçbir alakası olmadığını, bütün dünyaya bildirmişlerdir. Böyle ayinler, İslam devletlerince men’, yasak edilmiştir. Bunlar, (Fetava-i hadisiyye) de ve (Mektûbât) ’ın 266. mektubu sonunda ve (Hadika) ve (Berika) da bildirilmiş, haram olduklarına fetva verilmiştir.

Müslümanlık, oyun, müzik, sihirbazlık, hokkabazlık yapmak değildir. Osmanlı devletinin Şeyh-ül-İslamlarından büyük âlim Ahmed ibni Kemâl efendi “rahime-hullahü teâlâ” (El-münire) kitabında diyor ki “Şeyhe ve müride ilk lazım olan şey, İslamiyete uymaktır. İslamiyet, Allahü teâlânın emir ve yasak ettiği şeyler demektir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Bir kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü yahut ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat sözleri ve işleri İslamiyete uygun olmazsa, onun büyücü, yalancı, sapık ve insanları doğru yoldan saptırıcı olduğunu biliniz!) ”. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime hümullahü teâlâ” bildirdiği hakiki İslam dini, bütün hurafelerden uzak, akıl-ı selime muvafık bir dindir. İslamiyette ilâhî kitap, Kurân-ı Kerîmdir. Kurân-ı Kerîmde, yalnız Allahü teâlâya ibâdet vardır ve bu ibâdet şekilleri de, Onun tarafından bildirilmiş olup en kibar, en vakarlı, en sıhhi ve Ubûdiyyete, kulluğa en münasib şekillerdir. Kurân-ı Kerîmde bildirildiğine göre, bütün müslümanlar Allahü teâlânın indinde müsavidir, eşittir. Müslümanın müslüman üzerine üstünlüğü ancak ilim ve takvâ iledir. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak demektir. Kurân-ı Kerîmde, Hucürat sûresi 13. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde en kıymetli, en üstününüz Ondan en çok korkanınızdır) buyurulmuştur.Kurân-ı Kerîmde, insanları müslüman yapmak için, hiçbir şiddete, hiçbir zorlamaya yer verilmemiş, bil’aks yasak edilmiştir. Cihat, imanı, İslamı tebliğ etmek, bildirmek için yapılır. İman ettirmek için yapılmaz.Kurân-ı Kerîmde insanlara dâima merhamet ve şefkat emrolunmaktadır.Bu emirlere kıymet vermeyenlerin müslümanlıkla irtibatı kalmamıştır.

Bugünkü Kitâb-ı mukaddeste hala Allahü teâlânın emirlerinden kalmış parçalar vardır.Bu kısımlar, Kurân-ı Kerîm gibi, insanlara, şefkati, merhameti emretmektedir. İslam âlimleri, Tevrat ve İncilde bulunan ve İslam dinine uygun olan kısımların Allahü teâlânın kelamı olduğunu kabul etmektedirler.Nasraniyet, esasında (Bir Allah)a imanı emreden bir din idi. Teslis denilen (üç Tanrı) fikri, yahudilerin nasraniyeti yıkma faaliyetlerinden ve yanlış tefsirden ileri gelmiştir. Îsâ aleyhisselâm, (sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin) demekte, kendisine zulüm ve eziyet yapanlar için (Allah’ım! Onların günahlarını affet! Çünkü onlar, ne yaptıklarını bilmiyorlar) diye yalvarmaktadır.Peki her iki din de şefkatten ve merhametten bahs ederken, her iki din de sabır, hüsn-i zannesası üzerine kurulmuşken, niçin asırlarca, birbirine karşı bu kadar nefret ve gattarlık hâsıl olmuş?Bu gattarlıkları ve zulmleri, yalnız hıristiyanlar yapmışlardır. Bunu kendileri de itiraf etmektedirler.

Yukarıda bildirilen korkunç hadiseler, hıristiyan papazların ve hıristiyan tarihçilerin eserlerinden alınmıştır. Eğer bu bilgileri İslam âlimlerinin eserlerinden almış olsaydık, belki şüpheye sebep olabilirdi. Müslümanlara karşı yapılan bu vahşet, bu zulüm ne kadar devam etti? Bunu, Engizisyon mahkemelerinin ne kadar devam ettiğini ecnebi menbalardan meydana çıkaralım. Avrupa menbalarına göre, Engizisyon mahkemeleri, 578 [m. 1183] den 1222 [m. 1807] senesine kadar tam 6 asır devam etmiş, İtalya, İspanya ve Fransada kurulan bu korkunç mahkemelerde, sayısız insanlar, ya din uğruna, ya da papazların maddi menfeatleri uğruna veya yeni fikirler ortaya koyduğu için, haksız yere öldürülmüş, yahut diri diri yakılmış veya muhtelif işkencelerle telef edilmiştir.

İspanyadaki yahudilerle müslümanlar tamamen imha edilinceye kadar, bu mahkemelerde sürünmüşler, oğlunu bile bu mahkemelerde idama mahkum ettiren İspanya kralı 5. Ferdinand, (İspanyada artık ne müslüman, ne de dinsiz kaldı) diye iftihar etmiştir. Engizisyon mahkemeleri, yalnız diğer dinlerden olanları değil, bütün münevverleri yok ediyor, fennin ve ilmin ortaya koyduğu yenilikleri günah sayıyordu.

Dünyanın küre şeklinde [yuvarlak] olduğunu ve döndüğünü müslümanlardan öğrenerek, Avrupalılara nakleden Galile bile bu beyanatından dolayı, engizisyon mahkemesine sevk edilmiş, ancak sözünü resmen geri alarak halas olabilmiş, kurtulabilmişti. Bu engizisyon mahkemelerini papazlar idare ediyor, bütün muamelat gizli yapılıyor, ictimaları, muhakeme heyeti toplantıları kapalı cereyan ediyordu. Engizisyon mahkemeleri insanlık tarihinin lekesi, hıristiyanlığın yüz karasıdır. İspanyada engizisyonu Napoleon Bonaparte 1807 senesinde birçok müşkilat ile kaldırmış, onun düşmesinden sonra, tekrar canlanan bu vahşet ancak 1834’de tarihe karışmıştır. Adedi pek fazla olan engizisyon mahkemelerinin kaç kişiyi ölüme mahkum ettiği katî olarak malum değil ise de, milyonları aştığı muhakkaktır. Çünkü, yalnız İspanyada küçük bir engizisyon mahkemesinin 28.000 kişiyi ölüme mahkum ettiğini söylersek, adedi pek fazla olan bu mahkemelerin kaç kişiyi idam ettiği düşünülebilir. Harputlu İshak efendi “rahime-hullahü teâlâ”, (Diya-ül-Kulûb) kitabında hıristiyanların müslüman ve yahudilere, katoliklerin de protestanlara ve protestanların katoliklere (din için) yaptıkları tecavüzlerin, zulmlerin ve katliamların bir hesabını çıkartmıştır. Buna göre, haçlı seferlerinde, İmperatör Theophil ve eşi Theodora zamanlarında yapılan, (hıristiyan olmayanları [imha] öldürme) savaşında, Papa 7. Gregorius tarafından verilen emir üzerine, yapılan toplu idamlarda, 14. asırda insanları zorla hıristiyan yapmak için girişilen toplu öldürmelerde, Endülüs devletinde bulunan müslüman ve yahudilerin imha edilmesinde, katoliklerin Sen Bartelmi gecesinde ve ondan sonra İrlanda’da yaptıkları protestanları yok etmek cinayetlerinde, İngiliz kraliçesi Elizabeth’in katolikleri katlettirmesinde ve buna benzer vahşetlerde, asgari 25 milyon insanın hayatını gayb ettiğini hıristiyan tarihçiler yazmaktadır.

Bunlara Rusların 1903’de orta Asyada ve 1917’de Bolşevik [komünist] ihtilalinde ve ondan sonra ve II. Cihan harbinden sonra bütün dünyada ve bilhassa 1986’da Afganistanda yaptıkları toplu katliamlar da ilave edilirse, rakam çok daha büyüyecektir.

Yukarıda yazılı ve çoğu hıristiyan kitaplarından alınan vesikalardan şu hakikat meydana çıkmaktadır:

1 — İslam dini, hiçbir zaman, vahşet dini olmamış, müslümanlar, hiçbir zaman hıristiyanları imha için tecavüz etmemiş, aksine icabında onları himaye etmiştir.

2 — Buna mukabil hıristiyanlar, birbirlerini müslüman ve yahudilere ve farklı mezhebe mensub dindaşlarına karşı tahrik etmiş, onları muhtelif mezalime tabi tutmuş, her vahşeti yapmış, Îsâ aleyhisselâmın dinini bir vahşet dinine çevirmişlerdir.

Bu gibi vahşetleri idare edenler, kendi şahsi menfeatleri [çıkarları] için veya memleketlerine iyilik yaptıklarını zannederek, yahut yağma yapmak için veya kin ve intikam hissi ile kısaca din ile hiçbir alakası olmayan sebeplerden veya sırf din için Mâ’sûm insanların canına kıymışlardır.

Din, tertemiz ahlak sâhibi olmayı emreden, sırf merhamet, muhabbet ve büyüklere itaat, küçüklere şefkat emreden, insanları doğru yola götüren, şahsi menfeatler için kullanılması en büyük günah olan (ALLAHÜ TEÂLÂNIN RÂZI OLDUĞU YOL)dur. Dini siyasete [politikaya] alet etmek, yahut başka zararlı maksatlar ve menfaatler için kullanmak, birtakım cahilleri, din ismi altında, tahrik etmek çok büyük bir günahtır. Gafur ve rahim olan Allahü teâlâ, en çok bu masiyeti zem etmekte, kötülemektedir. Müslümanları öldürtmek için, kendi mukaddes kitabının emrine karşı çıkıp, insan toplayan bir papa, bir kardinal, din adamı sayılır mı? (Din elden gidiyor) diye müslümanları kendi padişahları veya devlet adamları aleyhine kışkırtan yobazların İslamiyet ile ne alakası vardır? Elhamdülillah ki bugün artık din ve fen yobazlarının arkasından koşacak câhiller, ahmaklar pek kalmamıştır. Bugün hıristiyan gençleri ile müslüman gençleri, birbirlerinin dilini öğrenmekte, süratli nakil vasıtaları [araçları] sayesinde, kolayca birbirlerinin memleketlerine giderek, birbirleri ile tanışmakta ve anlaşmaktadır. Şimdi, hıristiyanlar da müslümanlığın vahşi bir din olmadığını görmekte, aslında iki dinin de aynı esasları emrettiğini anlamaktadırlar.

Bugün, birçok hıristiyanlar, tarihte okudukları hıristiyan zulümlerinden dolayı çok müteessir olduklarını, artık kendilerinin böyle düşünmediklerini, aksine İslam dinini en medeni din ve hakiki müslümanları da kâmil, medeni, güzel ahlaklı, sevimli insan olarak tanıdıklarını bildirmektedirler. Hatta, bunun aksini iddia edenlere gereken cevabı kendileri vermektedirler. Duâ edelim ki artık bundan sonra, insanlar dini, (DİN) olarak tanısınlar ve onu şahsi ve âdi maksatlar için kullanmak küstahlığında bulunmasınlar, elele verip, dinlere düşman olan komünistlerle mücadele ederek, onların pençelerine düşmüş olan esir milletleri, işkenceleri altında inleyen zavallı insanları hürriyete, insan haklarına kavuşturmak için çalışsınlar! Allahü teâlâ, bütün insanlara, kendi indinde yegane hak din olan İslamiyet ile şereflenmeyi ve Ona tam tâbi olmayı nasip eylesin. Âmin.

Huda Rabbim, Nebim hakka Muhammeddir Resûlullah.
Hem İslam dinidir, dinim; kitabımdır kelamullah.
Akaitte, Ehl-i sünnet oldu mezhebim hamdolsun.
Amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler