Sual: Musa Carullah Bigiyef (Müslümanlar, rızkın ezelde ayrıldığına inanır. Kerim olan Allah’ın onu geçindireceğini düşünür. Yolun neresinde kırılıp dağılacağı bilinmeyen eski bir araba gibi, herhangi bir tesadüfün ona göstereceği maişet yolunda sürüklenir. Kazancını çalışarak artırabileceğini düşünmez. Fazla çalışmaya lüzum görmez. Tembel, mütevekkil oturmasında dinin tesiri böyledir.
İrade sahibi hür bir insan, nefsinin bir kuvveti olduğuna, nefsinin yapmaya kadir olduğuna inanır. Bu itimat-ı nefs, insana hayat için mücadele kuvveti verir. Mücadele ettikçe, maksadına mâni olan zorluklar çoğaldıkça, sarsılan gururunun artan ateşi ile daha fazla çarpışmak arzu ve kuvvetini kendinde duyar. Çünkü, sonunda kazanacağından emindir. İşte bu emniyet, bu iman karşısında hiçbir şey dayanamaz. Yaşamak istiyorsak, kendimizde itimat-ı nefs hâsıl edelim) diyor. Buna ne cevap vermek gerekir?
Cevap: I. Cihan Harbinde böyle ateşli itimat-ı nefs derslerini pek fazla aldık. Başımızı ne büyük belalara çarptığımızı gördük. Nefse güvenmek böyle deli gibi saldırmalara da sebep oluyor. I. cihan harbinde nefse güvenmek yerine, Allah’a tevekkül hakim olsa idi, o hareketlerden, makul ve meşru olan ince noktalardan hiçbiri ihmal edilmezdi. Çünkü, Allah’a tevekkül etmek için, ahkâm-ı ilâhiyyeye uymak lazımdır. Bu da, bütün ince noktalara ehemmiyet verdirir. İslamiyet, hem çalışmayı, hem de tevekkülü birlikte emretmektedir. Tembel oturup da, tevekkül ediyoruz diyenler, bu iki vazifeden birini yapmayan kusurlu ve dinin beğenmediği kimselerdir. Çünkü, İslamiyetin 2 emrinden birincisini yapıyor, ikincisini yapmıyorlar. Bunları kötüleyen reformcular da, birinci vazifeyi bırakıp, ikincisini istemekle, kötüledikleri kimseler gibi ayıplı, kusurlu oluyorlar. Hatta bunların hatası, çalışmayanların hatasından daha büyük oluyor. Çünkü, biz insanlar, elimizden geldiği kadar çalıştıktan sonra, Allah’a tevekkül ederek, işimizin karşılığını Allah’tan beklemek ihtiyacında bulunduğumuz gibi, çalışırken reformcuların bildirdiği nefs kuvvetini alırken bile nefsimize o kuvveti veren Allahı unutmayarak asıl tükenmez ve yenilmez kuvvetin Allah’ı unutmamakta olduğunu düşünerek, ondan yardım beklemek üzere ikinci bir tevekküle muhtacız. (Allah size yardım ederse, kimse size galip gelemez. Size yardım etmezse, kimse yardım edemez. O hâlde, müminler Allah’a tevekkül etsinler!) ve (Sevgili Peygamberim! Onlara de ki Allahü teâlâ dilemedikçe, kendime hiçbir fayda ve zarar getirmeye kadir değilim) mealindeki âyet-i kerimeler ve daha nice benzerleri var iken, tevekkülü kaldırarak itimat-i nefs diye bir şey aramak, dine yardım ettiklerini söyleyen reformculara yakışır mı? Bunlar, biz tevekkülün yanlış anlaşılmasına karşı, bunu istiyoruz da, diyemezler. Çünkü, itimat-i nefs, yani kendine güvenmek, tevekkülün tersi ve tevekkülü bozan bir şeydir. Bundan başka, egoistliğe, kendini beğenmeye yol açar. İtimad-i nefs, mantık ilmine de uygun değildir. Çünkü, güvenilecek bir şey bulamamak demektir. Bir güvenen bir de güvenilen olmak üzere ayrı ayrı iki şey düşünülmedikçe, güvenmek sözünün mânâsı kalmaz.
Mantık ilminde (Devr-i batıl) yani bozuk devir anlatılırken, (Bir şeyin kendine muhtaç olması lazım gelir) denilmektedir. Edebiyatta itimat-i nefs üzerinde çok durulur. Fakat, başka insanların yardımına güvenmek gibi bir düşünceye karşı olarak kıymetlendirilir. Bunu aşarak, Allahü teâlâya güvenmeyi sarstığı zaman, kötü ve zararlı olur. İtimad-ı nefsin, bu çıplak mânâsı ile akıl ve mantık karşısındaki mânâsızlıktan başka bir değeri olmadığı gibi, insanda bulunmayan büyük bir kuvveti elde etmeye de yaramaz. Çünkü, herkesin nefsi vardır. Herkesin nefsine itimatı insanların birbirinden farklı, üstün olmasına sebep olmaz. Başkasının yumruğunu yemeyen, kendi yumruğunu batman taşı sanır, atasözü meşhurdur. Birbiri ile çarpışacak kuvvetler için, sebeplere elden geldiği kadar yapıştıktan sonra, itimat-i nefs yerine Allah’a tevekkül ederek, Onun yardımını aramak ise, öyle değildir. İki taraf da Allaha tevekkül edince, eşit olurlar ise de, haklı olduğunu bilen taraf, karşısındakinin tevekkülden istifade edemeyeceğine inanır. İtimad-i nefs olunca, böyle inanmasına bir sebep yoktur. Bir kimse, Allah bana yardım eder, çünkü, ben haklıyım derse, yakışır. Fakat, nefsim bana yardım eder, çünkü ben haklıyım diyemez. Çünkü, haksız olan egoistin nefsi, daha çok istemekte, daha azgın saldırmaktadır. Tevekkülün, kendini haksız bilen tarafın işine yarar bir kuvvet olamaması da bir kusur değildir. İtimad-i nefs gibi, kötü maksatlarla kullanmaya elverişli olmadığını gösterir.
Tevekkülde, başkasının yardımına güvenmeyip, yalnız Allah’a sığınarak çalışmak inancı bulunduğundan, itimat-i nefsten beklenilen kuvvetten katkat fazla kuvvet hâsıl olmaktadır. Dinde reformcuların tevekkülü kötülemeleri, bunu anlayamadıkları için olsa gerektir. Çünkü, tevekkül eden kimse, Allah’a güvenip de, kendisi boş oturacak değildir. İtimad-i nefs sahibi de, kendine güvenerek boş oturmayacağı gibi, ikisi de çalışacak, başkasına güvenmeyecektir. Şu kadar var ki kendine güvenen adam, kimsesizdir. Tevekkül eden müslümanın, kendi çalışmasından başka, Allah’ı vardır. Bu tükenmez kaynaktan kuvvet almaktadır. Tevekkül eden müslüman, hem bütün kuvveti ile çalışmaktadır; hem de, kazancını kendinden bilmek gibi hodbinliğe, egoistliğe düşmemektedir.
İtimad-i nefs, kimsenin yardımına güvenmeyerek, fazla kuvvetle çalışmak olduğuna göre, tevekkül etmek de, böyle çok çalışmayı, akla ve mantığa uygun şekle sokuyor ve bir tevazula süslüyor. İtimad-i nefsten beklenileni, daha edebli ve daha kıymetli olarak temin ediyor. Hülasa, tevekkül, çalışmayıp, boş oturup, her şeyin kendi ayağına gelmesini beklemek değildir. Tevekkül, çalışıp, başarıya kavuşmak için, Allahü teâlâdan yardım istemektir.
Tavsiye Yazı –> İslam dini insanları tembelliğe mi sevkeder?