Sual: İmanın 6 şartından birisi olan “kitaplara iman” nasıl olmalıdır?
Cevap: Türpüşti Risalesi’nde bu mevzu hakkında deniyor ki;
Allahü teâlânın peygamberlere göndermiş olduğu kitâblara inanmak vâcibdir. Allahü teâlâya ve peygamberlerine inanmak gibi îmânın sahîh olması için şartdır. Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” tasdîk ettiği gibi, diğer peygamberleri de tasdîk lâzımdır ve îmânlı olmanın şartıdır. Zîrâ Resûlullah, kendinden önce peygamberlerin gelmiş olduğunu haber vermiştir ve Onun sözünü tasdîk etmek şarttır. Kur’ân-ı kerîme îmân etmiş olmakla birlikde, Allahü teâlânın diğer peygamberlere gönderdiği kitâplara da inanmalıdır. Çünki Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” kendisinden önce Peygamberlere kitâplar gelmiş olduğunu haber vermiştir. Ona geleni tasdîk ise, Ondan önceki peygamberlere gelmiş olanları tasdîksiz olmaz.
Kur’ân-ı kerîmden başka kitâplar için, hepsi Allahü teâlâ katından gelmiştir, hepsi haktır, doğrudur demek, kendilerine gelen insanların bu kitâpları kabûlü ve ona tâbi olmaları, geçmiş peygamberlere inanmaları gibi farzdır demek yetişir.
Kur’ân-ı kerîme inanmak husûsunda ise bu kadar yetmez. Kur’ân-ı kerîmin hak ve doğru olduğunu ve Allahü teâlâ tarafından gelmiş bulunduğunu tasdîkten sonra, birkaç şeye dahâ inanmalıdır ki, Kur’ân-ı kerîme îmân tam ve doğru olsun:
1) Kur’ân-ı kerîmi kabûl edip, ona uymağı kendine farz bilmelidir.
2) Yine inanmalıdır ki, Kur’ân-ı kerîm kıyâmete kadar huccettir. Neshden, değiştirilmekten münezzehdir.
3) Kur’ân-ı kerîmin kelâm-ı ilâhî olduğuna, Cebrâîl aleyhisselâmın veyâ Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” vaz’ı olmadığına inanmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı kerîmi Allahü teâlâ kendi kelâm sıfatından söyledi ve Onun sözüdür. Bu sözümüze i’tirâz edip, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde iki yerde, Kur’ânın Cebrâîle âit olduğunu bildiriyor ve meselâ Tekvîr sûresi 19 ve 20. âyetlerinde meâlen, “O (Kur’ân), şüphesiz, değerli, güçlü ve Arşın sâhibi (Allahın) katında i’tibârlı bir elçinin (Cebrâîlin) sözüdür” buyuruyor, denirse, cevâbında deriz ki, hâyır, bu âyetlerin ma’nâsı sizin anladığınız gibi değildir. Çünki Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîme kendi kelâmı buyurmuştur. O hâlde Kur’ân-ı kerîmin hem Allahü teâlânın, hem de Cebrâîlin kelâmı olması mümkün değildir. O hâlde âyetlerin manâsı, bu Kur’ân-ı kerîm bir elçiden alınmış, yâhud dinlenmiş, yâhud kerîm bir elçi Onu Resûlullaha getirmiş demektir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” Cebrâîl aleyhisselâm getirdiği için böyle buyurulmuştur. Bu sözümüzün delîli şudur ki, Kur’ân-ı kerîm mu’cizdir. Mu’ciz demek, Allahü teâlâdan başka hiç kimsenin Ona gücü yetmez demektir. Eğer Cebrâîl aleyhisselâmın sözü olsaydı, mu’ciz [mislini getirmekten herkesi âciz bırakan, mu’cize] olmazdı. Aynı şekilde Peygamberin sözü olsaydı, yine mu’ciz olmazdı. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen, “Bu –Kur’ân– insan sözünden başka bir şey değildir” [Müddessir sûresi, 19. âyetinde] diyen Velîd bin Mugîre’ye la’net etmektedir.
4– İtikâd etmelidir ki, Kur’ân-ı kerîm, bulunduğu nazm üzere mu’cizdir. Eğer bütün mahlûklar bir araya gelse ve Kur’ân-ı kerîmin bir âyeti gibi bir âyet getirmeğe, söylemeğe çalışsalar, yapamazlar. Nitekim Tûr sûresi 34. âyetinde meâlen, “Eğer doğru söylüyorlarsa [Muhammed aleyhisselâm Kur’ân-ı kerîmi kendisi düzmüştür, Allah kelâmı değildir diyorlar ve bu sözlerinin doğruluğuna inanıyorlarsa], Onun benzeri bir söz getirsinler” buyurulmaktadır.
5– Yine inanmak lâzımdır ki, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” âhırete intikâlinden sonra, Eshâbı tarafından toplanıp bir mushaf hâline getirilen Kur’ân-ı kerîmin, Allahü teâlâ tarafından Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtası ile Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” indirilen Kur’ân-ı kerîmden hiç bir farkı yoktur. Hiç kimse ona bir şey eklemedi, hiç kimse hiç bir yerini değiştirmedi, hiç bir şey Ondan çıkarmadı. Allahü teâlâ bu kitâbı, böyle hâllerden korumağı kendi üzerine almış olduğunu Kur’ân-ı kerîmde bildirmektedir. Allahü teâlânın ise sözü, muhakkak hakdır ve doğrudur. Nitekim Hak teâlâ, “Kur’ânı kesin olarak biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız” [Hicr sûresi, 9. âyeti] buyurdu. –Bu âyet açıkca göstermektedir ki, Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlânın korumasındadır ve kaybolmaksızın, en ufak bir tahrîfe uğramaksızın kıyâmete kadar aslı üzere kalacakdır–.
Ve yine Fussilet sûresi 41. âyet-i kerîmesi sonu ile 42. âyetinde meâlen, “Hâlbuki O azîz [eşsiz] bir kitâbdır. Ona önünden de, ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sâhibi, çok övülen Allahtan indirilmiştir” buyuruyor. Yanî Kur’ân-ı kerîme yakışmıyan bir şeyi Kur’ân-ı kerîm için söyliyen, Allahü teâlâyı, haber verdiği bir konuda tekzîb etmiş olur ve kezâ Onun peygamberini de tekzîb etmiş [yalanlamış] olur. Eğer Kur’ân-ı kerîm bu bildirdiğimiz şekilde olmasaydı, ona tutunan hiçbir müslümân, dinde yakın [şüphesiz doğru] üzere bulunmazdı. İşte Kur’ân-ı kerîme îmân bu anlattığımız şekilde olur.
Kur’ân-ı kerîmle alâkalı inanılacak şeylerden biri de, Onda nâsih ve mensûhun bulunmasıdır. Nesh [değiştirme] odur ki, Allahü teâlâ bir mesele hakkında bir hüküm [emir veyâ nehiy-yasak] bildirir de, dahâ sonra aynı konuda ikinci bir hüküm bildirip, birinci hükmü onunla kaldırır. Meselâ Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem”, “Müşriklerden yüz çevir” buyurduktan sonra, “Bütün müşriklerle savaş!” buyurması, böyledir. Kur’ân-ı kerîmde böyle hükmü nesh edilmiş âyetler çoktur. Emr ve nehy bildiren ahkâmda nesh câîz olup, haber bildiren geçmiş ve gelecekten haber veren ifâdelerde câiz değildir. Şöyle oldu, yâhud böyle olacak, yâhud böyledir gibi haberlerde, aslâ nesh olmaz. Ammâ, şöyle yapın buyurup, dahâ sonra, öyle değil, şöyle yapın diye bildirdikleri tamâmen hikmet iledir. Yoksa Allahü teâlânın ilminde ayrılık olmaz. Allahü teâlâ bundan çok yüksekdir. Belki bir hüküm buyurduğunda, o zamânın insanları için onda nice faydalar vardır. O hükmü kaldırınca veyâ değiştirince de o yeni zamândaki insanlara en uygun ve en faydalı olan bu yeni hükümdür. Bu ise ma’lûmda farklılık olup, ilimde değildir. Meselâ bir doktor, hastasına bugün bir tedâvî şekli uygular, yarın bir başka şekil emr eder. Bu demek değildir ki, tıb ilmi değişmiştir. Ammâ hastanın mîzâcı ve hâli öncekinden farklı olmuş, ona göre tedâvî tatbîk edilmiş demekdir. Hâl değişince, hüküm de değişmiş olur.
Yehûdîler neshi inkâr etdiler. Maksadları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra gelmiş olan dinlere mensûb olanları tekzîb etmekdir. Mûsâ aleyhisselâmın dîninden önceki dinde harâm olmayan bir çok şeyin Mûsâ aleyhisselâmın şerîatinde harâm edildiğini bildikleri hâlde, neshi kabûl etmiyen o mel’ûnlara ne kadar şaşılsa yeridir. Meselâ aynı zamânda iki kızkardeşi nikâhı altında bulundurmak Ya’kûb aleyhisselâmın dîninde mubâh olup, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atinde yasak edilmiştir. Böyle değişen ahkâmın sayısı çoktur. Meselâ Beyt-ül-mukaddesden [Kudüsden] önce İsrâîl oğullarının kıblesi Mısır ve Mûsâ aleyhisselâma indirilmiş Levhâlar idi. Sonra ibâdet esnâsında Beyt-ül-mukaddese yüz dönmeleri emrolundu. Mûsâ aleyhisselâmdan önce, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesi Kâ’be idi. Bütün bunlar hep neshdir.
Râfizîlerden bir grub da neshi inkâr etti. Onların bu inkârları da, ne akla, ne de dîne uymamaktadır.
Kur’ân-ı kerîmden başka kitâblar için, îmânda bilinmesi lâzım gelenlerden biri de, şimdi yahûdîlerin ve hıristiyanların ellerinde bulunan Tevrât ve İncîlleri tasdîk etmemiz lâzım değildir. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, “Ehl-i kitâbı tasdîk de etmeyin, tekzîb de etmeyin! Allahü teâlânın göndermiş olduklarına inandım deyin”. Allahü teâlâ, onlara, hâin ve yalancıdırlar buyurduğu ve Kur’ân-ı kerîmde, onların kitâblarına kendiliklerinden birşeyler karışdırıp, bunlar Allahü teâlâ tarafından gelmiştir dediklerini bildirdiğinden ve kelimeleri, sözleri yerlerinden değiştirdikleri ve hakkı, doğruyu gizledikleri için, onların vâsıta ve rivâyetleri ile bize gelenleri kabûl etmemiz câiz değildir. Ve bilhâssa yehûdîler ve hıristiyanlar kâfir olduklarından, bizim [müslimânlar] hakkında şâhidlikleri câiz değildir. Allahü teâlâ ve Resûlü hakkında şâhidlikleri nasıl makbûl olabilir.
Büyük âlimlerden bildiriliyor ki, bizim bildiğimize göre, şimdiki yahûdîlerin ellerinde bulunan Tevrât dedikleri kitâb, hakîkî Tevrât değildir. Çünki içinde Mûsâ aleyhisselâma ters düşen çok şeyler vardır. Meselâ Tevrât dedikleri bu kitâbda, Mûsâ aleyhisselâmla Fir’avnın hikâyesi, sonra Mûsâ aleyhisselâmın ve İsrâîl oğullarının hâlleri, Mûsâ aleyhisselâmın vefâtı anlatılmakdadır. Aklı olan hiçbir kimse, bunun Tevrât olduğunu söyliyemez. Mûsâ aleyhisselâmın hikâyelerini Tevrâtdan değil, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Kur’ân-ı kerîmden açıkca öğrenmekteyiz.
Hıristiyanların İncîldir diye iddia ettikleri kitâpta açıkca küfürler vardır. Baba, oğul ve Rûh-ül kudsün ismi ile başlarım ve yâ Sâlûsa [teslîs-üç uknum] gibi. O hâlde zarûrî olarak böyle bir kitâb itimâda şâyân değildir. Ayrıca nakllerine [bildirdiklerine] güvenilen ma’rifet sâhibi büyük âlimler bildiriyor ki, Allahü teâlânın Îsâ aleyhisselâma gönderdiği İncîl, Buhtünnasr’ın [Nabukatnazar] Kudüs’ü yakıp yıkdığı ve tahrîb ettiği zamân kayboldu. Hıristiyan âlimlerinden ve din adamlarından bir takım kimseler bildiklerini ve kendi hâllerini bir kitâb hâlinde yazdılar ve rağbetten düşmemesi için ismini İncîl koydular. Hâl böyle olunca, böyle bir kitâbın tasdîki lâzım gelmez. Hattâ okuması ve yazması tasvîb edilemez. Nitekim Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömer’in elinde Tevrât’tan bir sahîfe tuttuğunu görünce, kızgınlıkdan mubârek yüzünün rengi değişti ve sitemle, “Size getirmiş olduğum apaçık ve tertemiz dinde hayretinizi mûcib bir şey mi var? Eğer Mûsâ aleyhisselâm sağ olsaydı, muhakkak bana tâbi’ olurdu” buyurdu.
Birisi sormak ister ve derse ki, mâdem ki, böyledir, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” niçin Tevrât istedi? Bir yahûdî kadını zinâ etdiğinden had cezâsı için istemişdi. Cevâbında deriz ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Tevrâtı, bu mes’ele hakkındaki hükmü bilmediği ve Tevrâttan okuyup öğrenmek için istemedi. Ancak Resûlullah o yahûdî kadını için recme [taş atılmasına] hükmedince, yahûdîler yalan söyleyip, “bizim kitâbımızda recm yoktur” dediklerinde, Abdüllah bin Selâm yahûdîlere, “Yalan söylüyorsunuz” dedi. Çünki, ellerinde bulunan Tevrât’ta recm vardı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” onlara delîl olması ve onları tekzîb ve onların hiyânetlerini göstermek için Tevrât istedi ve recm âyetini yahûdîlere gösterdiler. Böylece hakkı, doğruyu sakladıkları ortaya çıktı. Resûlullahın bunu yapması câiz idi. Çünki kendisine vahy yoluyla, Allahü teâlânın indirmiş olduğunun hangisi olduğu, yahûdîlerin ise yapmak istediklerinin hangisi bulunduğu bildirilmiş idi. Ammâ Onun makâmı bizde bulunmaz. Eğer onların sözüne uyarak dediklerinden bir şeyi kabûl edersek, kör gibi onların peşinden gitmiş oluruz. Bu ise câiz olmaz. O hâlde onların elindeki kitâplardaki bir şeyi tasdîk etmek ve bu söz Allahü teâlânın kitâbındandır demek yanlıştır. Bu söylediğimiz delîllerden ötürü, Tevrât ve İncîli okumak, yazmak ve saklamak müstehab olmaz.
Tavsiye Yazı —> Hakiki müslüman olmanın şartları nelerdir?