Sual: Bir mecliste Kur’an-ı kerim okunurken ne yapmak lazımdır?
Cevap: Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri bir vaazlarında buyuruyorlar ki;
Arâf Sûresi’nde “Kur’ân-ı Kerîm okunduğu vakit dinleyiniz, susunuz, konuşmayınız! Bu sûretle İlâhî rahmete nâil olursunuz.” meâl-i şerifindeki Âyet-i Kerîme’nin nüzûl sebebi şudur: İslâmiyyet’in tebliğ edildiği ilk yıllarda namâz farz olduğu vakit, imâm, namâz esnâsında cehran yanî sesli olarak Kur’ân okurken, cemâatten bazıları konuşurlardı. Allâhü Teâlâ, bu Âyet-i Celîle ile konuşmanın doğru olmadığını bildirerek bundarı men etti. “Kâdî Beydâvî Tefsîri”nde ve “Celâleyn Tefsiri Hâşiyesi”nde aynen böyle yazılıdır. Bu Âyet-i Kerîme’nin zâhirinden anlaşılan manâ, Kur’ân’ın her zamânda ve her mekânda okunduğunda dinlenilmesinin vâcib ve sünnet olduğudur. Hüccet ve delîl, Kur’ân’ın nâzil olmasının sebebinin hükmüne esâs olmasıdır. Nüzûl sebebi de, Kur’ân, sesli olarak namâzda okunduğunda yanî kırâat edildiğinde hemen susmak ve dinlemek farz olmuş olur. Kur’ân’ın Âyetleri’nden yalnız emre bakılsaydı, Kur’ân’ın hükmü anlaşılamazdı. Kur’ân’ın hükmünü Allâhü Teâlâ’nın indindeki kadrinin, mertebesinin delâletiyle ve işâretiyle en evvel bilen Resûlullâh Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Bundan sonra, Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem’in şerefli huzûrlarında, mübârek kalblerinden aks etmekle ve insıbâb ile yanî kalblerine akıtılmakla, kalblerinde İlâhî ilim zuhûr eden Ashâb-i Kirâm “radıyallâhü anhüm ecma‘în” hazretleri’dir. Bundan sonra, büyük müctehidlerdir; yanî Hanefî Mezhebi’nin, Mâlikî Mezhebi’nin, Şâfi‘î Mezhebi’nin ve Hanbelî Mezhebi’nin reîsleri ve diğer müctehid âlimler ve Hadîs-i Şerîf ilimlerinde ictihâd makâmındaki muhaddislerdir. Bunların hepsi, namâz içinde okunan Kur’ân’ı namâz dışında olup da işitenlerin dinlemelerinin farz olduğunu; namâz dışında okunan Kur’ân’ı dinlemenin de sünnet olduğunu bildirmişlerdir. Burada “sünnet”, aynen farz gibi 2 kısım olup “sünnet-i ayn” ve “sünnet-i kifâye”dir. Namâz dışında okunan Kur’ân’ı dinlemek, sünnet-i kifâyedir. Tefsirlerin anası olan “Kâdî Beydâvî Tefsiri”nde “Namâz nâzil olduğunda yanî namâz emri geldiğinde, konuşulurdu. Dahâ sonra, namâzda okunan Kur’ân’ı dinlemek, dinlemek için susmak emr edildi.” diye yazılıdır. Kur’ân Âyetleri’nin bir usûlü vardır. Bu usûlü bilen âlimlere “Usûl Âlimleri” denmiştir. Bunların reîsleri İmâm-i A‘zam Ebû Hanîfe’dir. Usûl Âlimleri, bir Âyet-i Kerîme’nin hükmünü ve delâletini diğer Âyet-i Kerîmeler’in hükümleriyle ve delâletleriyle kıyâs ederek ve Allâhü Teâlâ’nın Rasûlü’nün “sallallâhü aleyhi ve sellem” sözleriyle, fiilleriyle karşılaştırarak çıkarırlar. Çünki Kur’ân’ın hükmünü ve delâletini ancak Resûlullâh “sallallâhü aleyhi ve sellem” bilir. Şerî‘at de Rasûlullâh’ın “sallallâhü aleyhi ve sellem” fiillerinden ve sözlerinden çıkarılır yanî alınır. “Kur’ân-ı Kerîm okunduğu vakit dinleyiniz, susunuz, konuşmayınız! Bu sûretle İlâhî rahmete nâ’il olursunuz.” me’âl-i şerifindeki bu Âyet-i Kerîme’den sonra “Nefsinde, Rabbini tezarru ile ve hufye ile yanî yalvararak, korkarak ve gizli bir sesle zikr et!” meâlindeki Âyet-i Kerîme ile emr ediliyor. Bu Âyet-i Kerîme’nin zâhirî hükmünden maksad, Kur’ân-ı Kerîmin, okuyanın kendi nefsinde işitecek kadar âşikâre, açıktan okunmasıdır.
İmâm-i Şâfiİ “radıyallâhü anh”, bu Âyet-i Kerîme’den istidlâl ederek yanî delîl, hüccet çıkararak, namâzda imâmın farz olarak okuduğu Kur’ân Âyetleri’nin cemâat tarafından da okunmasının farz olduğuna hükmetmiştir. Bunun da yeri ve zamânı, imâmın Fâtiha-i Şerife Sûresi’ni okuyup bitirmesinden sonra, Fâtiha-i Şerîfe’yi okuduğu sesten biraz dahâ düşük, yavaş sesle zamm-ı sûreyi okurken, cemâatin de Fâtiha-i Şerife Sûresi’ni okumasına meydân bıraktığı zamândır. İmâm-i Şâfi‘î, bu istidlâli ile yanî bu ictihâdı ile bu kırâatin hakîkî kırâat olmasını kabûl ediyor. İmâm-i A‘zam Ebû Hanîfe “radıyallâhü anh” ise, bu kırâati, hükmî kırâatden sayıyor ve imâmın kırâatiyle iktifâ ederek namâzların sahîh olmasına hükmediyor. Gerek hakîkî kırâat olsun, gerek hükmî kırâat olsun; kırâat, mutlaktır. Yanî her iki kırâat de, mutlak kırâatin kısımlanndandır. Her iki sûretle de mutlak kırâat îfâ edilmiş oluyor. İmâm-i Şâfi‘î, nazarını dâ’imâ Âyet-i Kerîme’nin zâhirine; İmâm-i A‘zam ise, nazarını zâhirinden hakikatine meyl ettirerek Kur’ân’ın hükmünü istihrâc ediyorlar, çıkarıyorlar. Kur’ân’ın bu Âyeti’nin zâhirinden ve hakikatinden Kur’ân’ın zikrinin yanî okunmasının “hafi” yanî “gizli” ve “cehri’ yanî “açık” olmak üzere 2 hükmü sâdır oluyor. Gizli okumak demek, okuyanın kendisinin işiteceği kadar bir sesle okuması demektir. Açıktan okumak ise, 3 çeşittir:
1) Cehrî namâzlarda yanî Kur’ân’ın açıktan okunduğu namâzlarda cehr ile yanî ancak cemâaatin işitebileceği bir sesle Kur’ân’ın okunmasıdır.
2) Bayramlarda, bayrâm namâzına giderken ve bayrâm namâzında câmi‘lerde cehrî yanî sesli tekbîr getirmektir.
3) Arafât’da gerek tek başına ve gerekse cemâ‘at hâlinde yüksek sesle tekbîr getirmektir.
Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın ve zikirlerin tevâzu‘la, gâyet zelîl hâlde, gizli okunması lâzımdır. Öğle namâzında ve ikindi namâzında Kur’ân’ın cehrî, açıktan okunmasının farz olmaması, insânların çalışıp kazanmakla me’mûr olduklarından, insânlan Kur’ân’ı dinlemeye mecbûr etmemek içindir. Farz olan şeyleri farz bilmemek ve farz olmayan şeyleri farz bilmek, küfrdür. Cehâlet sebebiyle bilmeyen, ma‘zûrdur. Lâkin bu memlekette özür, kabûle şâyân değildir.
Kur’ân’ı bilenler, tahkik ehli olanlardır; muhakkik âlimlerdir. Tahkik ehli olanlar, zâhirî ve bâtınî ilimleri yanî ma‘rifetleri en son mertebelerine kadar bilenlerdir. Kur’ân’ın şifâ olması, rûhu ebedî ölümden muhâfaza ettiği içindir. Sûrî yanî mâddî hastalıkların devâsı da mâddî ilâçlardır. Ma’nevî hastalıkların ya‘nî rûhî hastalıkların tedâvîsi ise, Kur’ân okumak, bilmek ve amel etmektir. Bunun tabîb-i hâzikı yanî mütehassıs doktoru da, tahkîk ehli âlimlerdir.
Tavsiye Yazı –> Bir Üniversiteliye Cevap (Seyyid Abdülhakim Arvasi)