Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin doğumu:

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri 1158 [m. 1745] senesinde Pencab vilâyetinin Tebâle kasabasında doğdu. Doğum târihi ebced hesâbına göre “Mazher-i Cûd (cömerdlik aynası)” ifâdesine denk düşmektedir. Nesebi hazret-i Alî Mürtezâ’ya “kerremullahi vecheh” ulaşır.

Babası Şâh Abdüllatîf, zâhid ve mücâhid bir zât idi. Şüpheli korkusuyla insanların hâzırladıkları yemekleri yemez, kırlarda yetişen meyvelerle yetinirdi. Sahrâya gider, zikr-i cehrî ile meşgûl olurdu. Onun hocası Nasûriddîn Kâdirî idi. Hocasının ve kendisinin mezârı Dehlî’de Ceyşpûr denilen yerde Muhammed Şâhîn’in mezârı yanındadır. Çeştiyye ve Şettâriyye yolundan da pay almıştı. Tam 40 gün hiç uyumadan ve geceleri az bir şey yiyerek, gündüzleri oruc tutarak nefsini ıslâha çalıştı.

Abdüllatîf Şâh efendi, oğlu Abdullah-ı Dehlevî’nin doğumundan bir kaç gün önce rüyâsında hazret-i Alî’yi “radıyallahü anh” gördü. Çocuğuna benim ismimi koy buyurdu. Doğunca ismini Alî koydu. Büyüyüp temyîz yaşına gelince, kendisi edeben hazret-i Alî’nin hizmetçisi manâsında, ismine Gulam Alî dedi. Bu isimle meşhûr oldu. Annesi de o günlerde rüyâsında bir zât gördü. O zât, doğacak çocuğun ismini Abdülkâdir koyasın buyurdu. Müellif der ki, rüyâda gördüğü o zât, Gavsü’l-a’zam Abdülkâdir Geylânî “rahmetullahi aleyh” olsa gerektir. Amcası büyük bir evliyâ idi. Bir ayda Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. O da Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” görüp, çocuğa Abdullah isminin verilmesi emrini aldı. Doğunca babası Alî, annesi Abdülkâdir, amcası da Abdullah ismini koydu.

Babası, onu Hızır aleyhisselâm ile sohbet ehli olan, kendi hocası Nasruddîn hazretlerinden bî’at alması için Dehlî’ye götürdü. Takdîr-i ilâhî, oraya vardıkları gece o zât Receb ayının 11’inde vefât etti. Bunun üzerine babası ona biz bî’at için gelmiştik, nasîb değilmiş! Şimdi sen serbestsin. Nereden bir me’arîf gelirse, seni yetiştirebilecek bir âlim ve velî bulabilirsen ona gidip, büyüklerin yolunu öğrenebilirsin, dedi. Bunun üzerine, o zamânda Dehlî’de bulunan Allah adamlarının sohbetinde bulunmaya gayret etti. Hazret-i Hâce Muhammed Zübeyr’in halîfelerinden olan, hazret-i Ziyâullah ve Şâh Abdüladl’in, Hâce Nâsır’ın oğlu Hâce Mîr Derd’in, Mevlevî Fahruddîn’in, Şâh Nâvû ve Şâh Gulâm gibi Çeştî yolunun büyüklerinin ve diğer büyük zâtların sohbetlerine devâm etti. Hicrî 1180 senesinde 22 yaşına girdiği sırada, Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin dergâhına gitti. Şu beyt onun hâline uygun idi.

Beyt:

Aşk secdesi için bir eşik buldum,

Öyle bir yer ki, göklere denk gördüm.

Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine kendisini talebeliğe kabûl buyurmasını, bî’at etmek istediğini arz etdi. Bizim yolumuz tuzsuz taş yalamak gibidir. Sen zevk ve şevk bulunan bir yere bî’at et, buyurdu. Benim arzûm, sizin yolunuzdur deyince, mübârek olsun diyerek talebeliğe kabûl buyurdu. Bu bî’atından sonraki hâlini Abdullah-ı Dehlevî hazretleri kendisi şöyle yazmıştır: Tefsîr ve hadîs ilmini tahsîl etdikten sonra, Kâdiriyye tarîkatı bî’atını hazret-i Şehîd Mazher-i Cân-ı Cânânın mübârek elinden aldım. Bana tarîkat-ı Nakşibendiyye-i Müceddiyyeyi de telkîn buyurdu.

15 sene zikir ve murâkabe halkasında bulunmakla şereflendim. Sonra bu fakîre mutlak icâzet verip, halîfesi yapmakla şereflendirdi. İlk zamânlarda Nakşibendiyye yoluna girip, bu yolda çalışmamdan dolayı Gavsü’l-a’zam hazretleri râzı olur mu diye tereddüd ettim. Manâ âleminde gördüm ki, hazret-i Gavs-ül-a’zam bir makâma gelip, oturdu. O makâmın tam karşısına da Şâh-ı Nakşibend hazretleri gelip, oturdu “rahmetullahi aleyhimâ”. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin huzûruna gitmek istedim. Gavsü’l-a’zam Abdülkâdir Geylânî hazretleri, maksad Allahü teâlâya kavuşmakdır. Oraya gitmenizde hiçbir mahzûr yokdur, buyurdu.

Yine kendisi şöyle anlatmıştır: İlk zamânlarda geçimimde çok güçlüklerle karşılaştım. Elimde ne kadar dünyâ malı varsa hepsi tükendi. Allahü teâlâya tevekkülü ahlâk edindim. Eski bir hasırı yatak, bir tuğlayı da yastık edindim. Bir defasında za’îflikden o kadar çâresiz kaldım ki, bulunduğum oda benim mezârım olacak diye düşünmeye başladım. Bu durumda iken, Allahü teâlâ yardım eyledi. Bir kimse vâsıtasıyla bu hâlden kurtulmayı nasîb etdi. Elli seneyi kanâatle geçirdim.

Şöyle anlatmışlardır: O hazret odasında tevekkül köşesine çekilip, ölürsem bu odada öleyim demişti. O sırada Allahü teâlânın ihsânı yetişti. O günlerde odasının yanına bir kimse geldi. Kapıyı açınız, dedi. Kapıyı açmadı. Tekrâr açınız, diye ısrâr etdiyse de açmadı. Bunun üzerine pencereden bir miktâr para atıp gitdi. O gün kalb gözü açılıp, büyük ihsânlara kavuştu. Âlim ve sâlihlerden yüzlerce kimse uzak memleketlerden huzûruna geldi. Onun hizmetiyle şereflenip, kalblere devâ olan sohbetlerine kavuştular. Bazıları da rüyâsında Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görerek, onun huzûruna gitmesi için emir alarak geldiler. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, Şeyh Ahmed Kürdî, Seyyid İsmâ’îl Medenî, bu zâtlardandır. Bazıları da büyüklerin işâretiyle huzûruna gelip, bî’at etdiler. Mevlânâ Muhammed Cân bunlardandır. Bazıları ise, kendisini rüyâda görüp, talebe olmakla şereflendi.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin dergâhında hergün ortalama 200 kişi bulunurdu. Dergâhdaki az bir yiyeceğe ve mâla Allahü teâlâ bereket verir, herkesin bütün ihtiyâcı râhatlıkla karşılanırdı. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri çok yüksek derecelere ve makâmlara sâhib olmasına rağmen, devâmlı kırıklık ve tevâzu içinde yaşardı. Bir gün karşıdan gelen bir köpeğe bakarak: “Yâ Rabbî! Şu mahlûkun hurmetine bana merhamet eyle! Ben kimim ki, her tarafdan talebeler akın akın Allahü teâlâya kavuşmak için geliyorlar. Bizi vesîle ve vâsıta yapıyorlar. Hâlbuki ben, o gelenlerin hâtırı için Rabbimden istiyorum” buyurdu.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri hadîs-i şerîflere uygun yaşardı. Hadîs ilminde Şâh Veliyyulah Muhaddisin oğullarından ve kendi hocasından hadîs-i şerîf rivâyeti isnâdı aldı. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Fakat herkes bunu bilmezdi. Çok az uyurdu. Geceleri teheccüd namâzına kalkınca, talebeleri uykuya dalmışlarsa, onları da uyandırırdı. Teheccüd namâzından sonra yatmaz, Kur’ân-ı kerîm okur, murâkabe ve zikir ile meşgûl olurdu. Hergün 10 cüz okurdu. Sabâh namâzını ilk vaktinde cemâat ile kılardı. Sonra işrak vaktine kadar murâkabe ve zikir ile meşgûl olurlardı. Talebelerinin çok kalabalık olması sebebiyle birkaç halka kurulurdu. Önce gelenler kalkar diğerleri otururdu. Dahâ sonra, hadîs-i şerîf ve tefsîr dersi verirdi. Ziyâret için gelenlere, ikrâmlarda bulunur, onlarla kısa görüşür, sıkıntılarını giderdikten sonra müsâde ederdi. Dervîşler kabir düşüncesiyle meşgûldürler, buyururdu. Bir gün Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin neslinden ve Muhammed Bâkîbillah’ın “radıyallahü anhümâ” torunlarından Muhammed Emîr Hân ziyâretine geldi. Büyüklerin torunu olması hasebiyle çok alâka gösterdi. Bir müddet sohbetten sonra, bugünlük bu kadar buyurup, kalkmasını arzû etdi. Fakat Muhammed Emîr Hân muhabbetinin çokluğundan huzûrundan pek ayrılmak istemedi. Hizmetciye Nevvâb Sâhib’le alâkadar olunuz, o kalkmadı, biz kalkalım, buyurdu ve kalktı. Öğleye doğru biraz yemek yerdi. Zenginlerin gönderdikleri mükellef yemekleri yemez, talebelerine de yedirmez, komşulara, şehir halkından gelen misâfirlere verirlerdi. Bazen içinde yemek gelen tencereleri olduğu gibi bırakırlar, herkes istediğini alıp götürürdü. Eğer bir kimse para gönderse ve bu paranın şüpheli yerden kazanılmadığını, helâl olduğunu anlarsa, önce 40’ta 1’ini zekât için ayırırdı. Çünki, İmâm-ı a’zam hazretlerine göre, nisâba mâlik olunca, bir sene dolmadan zekâtını vermek câizdir. Ayrıca farz olan zekât sevâbına nâfile sevâbı da eklenmiş olur. Sevâbı büyüklerin, bilhâssa hazret-i Hâce Behâeddîn Nakşibend’in “rahmetullahi aleyh” rûhları için tatlı ve yemekler hâzırlatır, fakîrlere dağıtırdı. Kendi babası için de duâ ederdi. Dergâhda bulunan fakîrlerin borçlarını öder, huzûruna gelip, ihtiyâcını arz eden herkese verirdi. Bazen bir kimse haber vermeden götürse, onu görmezlikten gelirdi. Bazı kimseler kütübhânesinden kitâpları götürürler, sonra da o kitâpları satmak için getirirlerdi. O kitâbı medh eder, sonra para vererek alırdı. Bazen bir kimse efendim bu kitâb sizin kütübhânenizin kitâbıdır. İşâreti ve damgası da üzerindedir, derdi. Bunu görmezlikden gelir, o kitâbı satmak için getiren kimseyi incitmeyi men ederdi. Bir kâtib aynı kitâpdan bir kaç tâne yazmış buyururdu.

Sözümüzün başına dönelim. Öğleye yakın, bir miktâr yemekten sonra, kaylûle yapardı. Sonra Nefehât, Adâbü’l-müridîn ve benzeri kitâbları bir müddet okuturdu. Sonra öğle namâzını kılardı. Dahâ sonra ikindiye kadar hadîs ve tefsîr dersi yapardı. İkindi namâzını kıldıktan sonra hadîs-i şerîf kitâbları, Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, Avârifü’l- me’ârif, Risâle-i Kuşeyrî gibi kitâplar okuturdu. Sonra akşama kadar zikir ve teveccühle meşgûl olurdu. Akşam namâzından sonra has talebelerine teveccüh eder ve akşam yemeği yerdi. Yatsı namâzını kılıp, gecenin çoğunu zikir ile geçirirdi. Eğer uyku çok galebe çalarsa, seccâdesi üzerine sağ yanına yatardı. Ayaklarını uzatarak yattığı hiç görülmedi. Çoğu zamân murâkabe hâli olan iki diz üstü oturarak uyurdu. Resûlullahın da “aleyhissalâtü vesselâm” böyle yapdığı nakledilmişdir. Evliyâ-ı kirâmdan da, meselâ Gavsü’l-a’zam da hayâsının çokluğundan böyle oturur, ayaklarını nâdir uzatırdı. Vefâtı, bu edeb hâlinde, yanî otururken vuku bulmuştur. İhsânları fakîrlere taksim ederdi. Sert ve kalın elbise giyerdi. Birisi kıymetli bir elbise hediye etse, onu satar parasıyla bir kaç elbise alarak fakîrlere sadaka olarak dağıtırdı. Birkaç kişinin giyinmesi bir kişinin giyinmesinden dahâ iyidir, buyururdu. Diğer eşyâlar için de böyle yapardı. Resûlullah da “sallallahü aleyhi ve sellem” sert ve kalın elbise giyerdi. Hattâ vefâtında üzerinde böyle bir elbise olduğunu hazret-i Âişe’nin “radıyallahü anhâ” bildirdiği Buhârî ve Müslim’de yazılıdır.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin cömerdliği son derecede idi. Bu husûsta gizliliğe çok riâyet ederdi. Ders ve murâkabe halkası sırasında hayâsının çokluğundan insanların yüzlerine bakmaz, gözgöze gelmemeye çalışırdı. Aynada kendi yüzüne dahî bakmazdı. Müslümânlara o kadar şefkatli ve merhametli idi ki, gecenin ekserisinde, onlara duâ ederdi. Hakîm Kudretullah Hân onun komşusu idi. Çoğu zamân Abdullah-ı Dehlevî hazretlerini gîybet ederdi. Bir defasında bir sebepten hapse düştü. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri onu hapisten çıkarmak için her çâreye başvurdu. Huzûrunda dünyâlıktan bahsedilmezdi. Meclisinde umerâdan ve fukarâdan bahs edilmezdi. Meclisi sanki Süfyân-ı Sevrî’nin meclisi gibi idi. Eğer bir kimse gîybet etse, o kötülüğe en lâyık benim, derdi. Bir şahıs pâdişâh Şâh-ı Âlemi kötüledi. O gün Abdullah-ı Dehlevî hazretleri oruclu idi. Eyvâh oruc gitti buyurdu. Bir şahıs siz gîybet etmediniz ki dedi. Biz her ne kadar gîybet etmediysek de gîybeti işittik. Gîybetde söyleyen de dinleyen de aynıdır, buyurdu. Emr-i bil-ma’rûf ve nehy-i anil-münker onun şîvesi hâline gelmişti. Bunları dâimâ yapardı. İnsanları harâmlardan ve kötülüklerden sakındırmakta kimseden korkmazdı. Pâdişâha îkâz için yazdığı bir mektûb Mekâtib-i şerîfe kitâbında mevcûddur.

Seyyid İsmâ’îl Medenî, Medîne-i münevvereden Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” izni ve işâreti ile Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûruna gelmişti. Bir defasında hazret-i Îşânın işâretiyle, Şâh Cihân Câmi’ine, mukaddes emânetleri ziyârete gitti. Dönüşünde, orada her ne kadar Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bereketleri hissediliyor ise de küfür zulmeti de var diye arz etdi. Bunun üzerine araştırdılar. Oraya bazı meşhûr kimselerin resimlerinin konmuş olduğunu gördüler. Abdullah-ı Dehlevî hazretleri bu husûsta pâdişâha bir mektûb yazıp, o resimleri o mescitten kaldırttı.

Bendîlkuhend denilen yerin reîsi, Nevvâb Şimşîr Behâdır huzûruna geldi. Başında bir hıristiyan başlığı bulunuyordu. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin kalbi daralıp, üzüldü ve bir dahâ bunu giymeyiniz, dedi. O da, eğer bana emr-i ma’rûf yaptıysanız bir dahâ buraya gelmem deyince; Allahü teâlâ sizi bizim evimize getirmesin, buyurdu. Behâdır Hân gadâbına mağlûb olarak oradan kalkıp gitti. Dışarı çıkıp, başındaki hıristiyan külâhını hizmetçisine verip, geri geldi ve bî’at edip, talebelerinden oldu. Bazı kimseleri harâmlardan sakındırırken yumuşaklık ve kolaylık gösterirdi. İlk defa emr-i ma’rûf yaparken kolaylık göstermek gerekir, buyururdu.

Mîr Ekber Alî şöyle anlatmışdır: Amcamın sakalı yoktu. Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin sohbetine gitmişti. Hazret-i Îşân onun bu hâlini görünce yumuşakca, Mîr kardeşimizin sakalının olmamasına şaşılır, buyurdu. Sonra gâyet yumuşak bir tavırla huzûra geldi. Buyurdu ki: Sizin hânedânınız, büyükleriniz ne buyurmuşlarsa, biz onların buyurduğunu yapıyoruz. Nihâyet o şahıs huzûrdan ayrıldı ve sakal bıraktı.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri dünyâya hiçbir zamân meyl etmezdi. Dünyâyı terk etmekte o hâle geldi ki, zamânın pâdişâhı ve diğer devlet adamları dergâha harcanması için para gönderirlerdi. Bunları kabûl etmesi için yalvarırlardı. Çok kere şu şiiri cevâb olarak bildirirdi.

Şiir:

Toprakta oturan bir Süleymânım, ki, bana sultânlık tâcı ar olur.

Kırk yıldan beri hep onu giyerim, Uryânlık hil’atim berkarar olur.

Tûk ve Surunç beldesinin vâlîsi Emîr Hân da hediye göndermişdi. Önde gelen talebelerinden Şâh Raûf Ahmed’e, hediye gönderen Emîr Hâna şu beyti cevâp olarak yazınız buyurdu:

Beyt:

Biz fakîrliği ve kanâati şeref biliriz,

Emîr Hâna söyle ki, mukadderdir rızkımız.

Buyurdu ki: Bizim dayanağımız Allahü teâlânın şu vaadidir: (Semâda ise, rızkınız (yağmur) ve vaad olunduğunuz Cennet vardır.) (Zâriat sûresi: 22). Sübhânallah! Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin dergâhının din ve dünyâya âit bütün mühim ihtiyâcları gaybdan gönderilirdi.

Buyurdu ki: Bizim bu yolumuzda dört şey zarûrîdir. Eli harâmdan çekmek, ayağı harâmdan alıkoymak, dîne tam sarılmak ve tam yakîn sâhibi olmak.

Ömrünün son zamânlarında son derece za’îf düştü ve hâlsiz kaldı. Fakat Hâfızın şu beytine ne zamân okusalar, hemen doğrulup otururdu ve kuvvetli bir hâlde teveccühde bulunurdu.

Beyt:

Her ne kadar gönlü hasta dermânsız bir ihtiyârım,

Gençleşirim her ne zamân yüzünü hâtırlarım.

Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin, server-i kâinât Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” aşk derecesinde bir muhabbeti vardı. İsm-i şerîfini duyunca kendinden geçerdi. Bir defasında nakş-i kadem-i şerîfin hizmetçisi teberrüken su getirdi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek feyz ve nûr gölgesi üzerinize olsun, dedi. Bu sözleri duyunca kendinden geçti ve hizmetçinin alnından öptü. Biz o şerefe lâyık bir kimse olabilir miyiz diyerek, hizmetçiye duâ etti.

Vefât hastalığı sırasında Tirmizînin hadîs kitâbını göğsü üzerinde tutarak okur, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yaptığı işleri bildiren bir hadîs-i şerîfe rastlarsa, o hadîs-i şerîfe göre amel ederdi. Sünnet olması sebebiyle keçi eti isteyip onu pişirtti. Kur’ân-ı kerîm dinlemekten çok zevk alırdı. Fakîrin babasından (Ebû Sa’îd’den) evvâbîn ve teheccüd namâzlarında çok hatimler dinledi. Şevk hâlinin gâlib olduğu zamânlarda dinleyince, kendinden geçerek düşüp kalırdı. Yeter, dahâ okumayınız, dayanamıyorum, buyururdu. Ekseriyâ yanık şiirleri dinler. Kendilerini vecd hâli kaplardı. Fakat hiçbir zamân istikâmetten ayrılmaz, dînin emir ve yasaklarının aslâ dışına çıkmazdı. Ebül-Hasen Nûri raks etti. Seyyidüt-tâife Cüneyd-i Bağdâdî hareketsiz oturdu. Ebül-Hasen Nûri meâlen: (Senin davetini, samîmiyet ve can kulağı ile dinleyenler ancak kabûl eder…) (En’am sûresi: 36) buyurulan âyet-i kerîmeyi esâs aldı. Cüneyd-i Bağdâdî ise meâlen: (Bir de dağları görürsün, onları hareketsiz sanırsın. Hâlbuki onlar bulut geçer gibi geçer…) (Neml sûresi: 86) âyet-i kerîmeyi esâs aldı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri istikâmetin son derecesinde idi. Müellif der ki: Ba’zan tarîkat-ı müceddidiyyede hazret-i Müceddidin babasından intikâl eden Çeştiyye tarîkatı nisbeti de zuhûr ederdi. Hazret-i Müceddid kemâl derecesinde temkîn sâhibi olmasına rağmen ondan da bazen Çeştiyye nisbeti zuhûr ederdi. Bazen zevk ve şevk hâlinin kapladığı nakledilmiştir.

Beyt:

Güzellerin sâhib olduğu güzelliklerin hepsine,

Sen tek başına şekl, şemâil, harekât ve sekânatda sâhibsin.

Sübhânallah, söz nereden nereye geldi. Mısra’:

Ezelî üstâd ne söyle derse onu söylerim.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri çok nâzik ve son derece nazîf (temiz) idi. Eğer huzûrunda bir kimse tönbeki (tütün) içse, onun dumanından râhatsız olurdu ve güzel kokulu ud yaktırırdı. Mescidimizi afganlılar helâs bildiler [eziyyet yeri yapdılar], buyurdu.

Bazı talebelerinden şöyle işittim: Hocamız odasında iken odasından zamân zamân son derece hoş kokular yayılırdı. O zamân anlardık ki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Evliyânın büyüklerinin rûhâniyetleri teşrîf etmişlerdir.

Abdullah-ı Dehlevî hazretleri buyurdu ki: Hazret-i Hâce Nakşibend’in ve hazret-i Müceddid’in rûhâniyetlerini görüyorum. Bir defasında karnım ağrıdı, hastalandım. Hazret-i Müceddid’in rûhâniyetinden yardım istedim. O ânda mübârek yüzünü yüksekte gördüm. O hastalığı benden çekip kaldırdı, sıhhate kavuştum.

Buyurdu ki: Çeştiyye yolunun büyüklerinin katığı muhabbetin zevkiyle kendinden geçmek, sima ve salavâttır. Bunlar kalbe çeşit çeşit şevk verir ve yârin yüzünden perdeyi kaldırır. Biz silsile-i Nakşibendiyye mensûbları katık olarak muhabbet şerbetini içenleriz. Bizim muhabbetimizi arttıran, kalblerimize çeşit çeşit zevk bahşeden şeyler hadîs-i şerîfler ve salevât-ı şerîfelerdir.

Mısra’:

Onlar öyledir, ben de böyleyim yâ Rabbî,

Allahü teâlânın mubârek ismini andığı zamân âh, âh diyerek kendinden geçer, aşk-ı ilâhî ile yanıp tutuştuğu görülürdü. Mevlânâ’nın “aleyhirrahme” şiirlerini okurdu.

Beyt:

Âlimlerin âdâbı başkadır,

Cânı yanmışların âdâbı başkadır.

[Bu yazı Hüvelgani Risalesi‘nden alınmıştır]

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler