12. BÖLÜM
Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinin sözleri:
Buyurdular ki: Îmân-ı mücmel, Allahü teâlâya, Resûlüne, Onun Allahü teâlâdan getirdiklerine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün sevdiklerini severim, düşmanlarını sevmem, demektir. Âhırette kurtuluş için Îmân-ı mücmel kâfîdir. Her hükmü delîl ile isbât etmekten derin âlimler mesûldür. Müslümânların avâmı bununla mükellef değildir.
Buyurdular ki: Ehl-i beyt-i etharın imâmlarını sevmek, eshâb-ı kirâma tazîm ve hurmet etmek “radıyallahü anhüm” zarûrîdir. Doğru yol budur. Âhırette sırât-ı müstekîm, köprü sûretinde zuhûr edecektir. Dünyâda doğru yoldan ayrılmayanlar, âhırette sırâtı dosdoğru geçeceklerdir.
Buyurdular ki: Bir keresinde edebsiz bir râfizî, hazret-i Ömer Fârûk’a “radıyallahü anh” dil uzattı. Din gayreti ve seyyidi’l-mürselînin eshâbına olan hurmetimiz, bizi o râfizîye karşı gazâba getirdi. O edebsizin başını hançerle yardım. Cânı yanarak hazret-i İmâm-ı Hasen’in hurmetine, benim başımı bırakınız diye feryâd etti. Hazret-i İmâm’ın ismini işitince gazâbım ve öfkem geçti. O edebsizi afv ettim.
Buyurdular ki: Bütün evliyâya tazîm ve bütün meşâyıha muhabbet “rahmetullahi aleyhim” lâzımdır. Kendi pîri hakkında, fâide ve istifâde için en üstün olduğuna inanırsa, muhabbetin fazlalılığından dolayı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin üstünlüğüne inanmak çok görülmez. Çünki, hazret-i Müceddid “radıyallahü anh” yeni bir tarîkat bildirdiler. Kendi tarîkatının makâmlarını ve kemâlâtını çok yazdılar. Bu tarîkatın mensûblarından o makâmlara ve vâridâtlara kavuşan seçkin zâtlar binlerden fazladır. O makâmlarda hiç şüphe yokdur. Çünki binlerce âlim ve akllı kimselerin ikrârıyla tevâtür mertebesine ulaşmışdır. Hazret-i Müceddidin diğer evliyâya müsâvî olduğuna veyâ onun “radıyallahü anh” o büyüklerden “rahmetullahi aleyhim” üstün olduğuna itikâd etmemelidir. Çünki o büyükler İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocalarıdır.
Buyurdular ki: Bu zamânda azîmet ile amel etmek, takvâyı seçmek çok zordur. Çünki, muamelât yok olmuş, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun amel sanki durmuşdur. Eğer fıkha ve fetvânın zâhirine uygun amel edilir, bid’atlerden sakınılırsa, büyük bir ganîmettir.
Buyurdular ki: Simâ’ rikkat hâsıl eder. Rikkat ise rahmet-i ilâhiyye- yi çeker. O hâlde rahmet-i ilâhiye sebeb olan şey niçin harâm olsun. Müzik âletlerinin harâm olduğunda ihtilâf yoktur. Ancak düğünlerde def mubâhdır. Ney için ise, mekrûh denilmişdir. Bir gün Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yolda giderken, mubârek kulaklarına bir ses geldi. Kulaklarını kapattılar. Abdüllah bin Ömer “radıyallahü anhümâ” berâberinde idi. Ona dinlememesini emretmediler. O hâlde malûm oldu ki, takvânın kemâli böyle seslerden sakınmakdadır. Azîmet ile ameli ve rûhsattan sakınmayı âdet edinmiş olan Nakşibendiyye büyükleri, simâ’dan sakınırlardı. Çünki ülemâ gınânın cevâzında ihtilâf etmişlerdir. Bunun gibi yine, takvâlarının kemâlinden zikr-i hâfîyi tercîh edip, zikr-i cehrîyi yapmamışlardır.
Buyurdular ki: Tevhîd-i vücûdî meselesi dinde herkese lâzım olan bilgilerden değildir. Ahkâm-ı islâmiyye ondan bahs etmemişdir. Sofiyye-i aliyye, onu keşf yoluyla bildirmişlerdir. Muhabbet hâllerinin çokluğundan dolayı mazûrdurlar. Tevhîd risâleleriyle meşgûl olmak ve (lâ mevcûde illallah) sözünün manâsını düşünmekle tevhîd-i vücûdîye kavuşmanın marifet ehli katında hiçbir kıymeti yokdur.
Ülemâdan biri, rüyâsında şöyle gördü. Ülemâ ve sofiyye Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” huzûr-u saâdetlerinde bulunuyordu. Ülemâ sofiyyeyi şikâyet etti. Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem” o büyükleri, Allahü teâlâya olan muhabbetlerinin çokluğundan mazûr görüp, sükût buyurdular.
Buyurdular ki: Bir kerre fakîre urûc vâki oldu. Açık bir nûr göründü. Kâinâtın bütün şeklleri o nûrda şekllendi. Hazret-i Şeyh-i Ekberin şu sözü hâtırıma geldi: Eşyâyı, tek bir maddede toplanmış a’râz olarak buldum. Esmâ ve sıfatlarının varlığın bâtını olan ilim mertebesinde ayrı ayrı zuhûr edip, varlığın zâhirine aks etti ve maksûd olan eserlerin kaynağı oldu. Hakîkatte, o aynı birde gerçekleşmişdir. Ânîden beni bu mertebenin üstünde başka bir mertebe vardır diye uyardılar. Nitekim, sofiyyenin büyükleri şöyle buyurmuşdur. Varlık âleminin üstünde, melîk-i vedûd âlemi vardır. O hâlde sülûk esnâsında tevhîd marifetleriyle karşılaşılır. Bundan sonra, telvînsiz islâmiyyetin zâhirine uygun olan bilgiler zâhir olur. Bu ilmler Evliyânın büyüklerinden nakl edilmiş olup, onların bunlardan terakkî ettikleri kesindir.
Buyurdular ki: Allahü teâlâ dilediği vakit, muhlîsleri ihlâsda sâbit kılar. Lütuf ve ihsânlarını arttırır. Feyzlerin akması ve müşkillerin halli mürşidin sûretinde rüyâlarda görünür. Bazen o büyüğün latîfelerinden bir kısmı o büyüğün sûretinde görünüp, işlerin halline vâsıta olur. O büyüğün bazen bu durumdan haberi olur. Birisi fakîrin yanında siz Kâ’be-i mu’azzamadan nasıl geldiniz dedi. Ben Kâ’be-i mu’azzamaya gitmedim, dedim. Bana sizinle Mekke-i mükerremede görüşdüm. Şu ânda hâtırlayamadığım bir mısrayı okuyarak beni irşâd etmişdiniz, dedi. Böyle hâdiseler ucba ve iftihâra sebeb olmamalıdır. Çünki bizi ve sizi behâne yapdılar. Hakîkatte işlerin vekîli Allahü teâlâdır.
Beyt:
O gönüllerde kendini gösterir,
Bu ise dervîş hırkası diler.
Buyurdular ki: Bu yolda pîrlik ve mürîdlik sâdece bî’at, şecere ve külâhla olmaz. Mürşidin sohbetinde zikr-i kalbîyi öğrenmek, cemiyet ve Allahü teâlâya teveccühün hâsıl olması zarûrîdir.
Buyurdular ki: Tarîkatla meşgûl olmayı tercîh etmek muhabbet-i ilâhiyyenin çoğalması içindir. Bazen muhabbetin çokluğu, yalnız Allahü teâlânın ihsânı ve ikrâmı ile olur. Yoksa şartlarına uygun olarak devâmlı zikretmelidir. Çünki, zikir olmadan gönül açılmaz. Zikrederken keyfiyet ve bîhodluk (kendinden geçmek) ele geçince, onu muhâfaza etmeye çalışmalıdır. Eğer bu keyfiyyet ve bîhodluk kaybolursa, tekrâr tam bir yalvarma ve acziyetle zikretmelidir. Bu şekilde meşgûl olmalıdır. Tâ ki keyfiyet devâmlı olsun.
Buyurdular ki: Vakitleri zikir ve ibâdet ile memûr edip, müdrîkesini (aklını, gönlünü) mâsivâya yöneltmekden temizlemelidir. Îmân ettiğimiz Allahü teâlânın mubârek isminin manâsından başkasına hiç teveccüh ve himmet etmemelidir. Tâ ki huzûr meleke olsun. İslâm, îmân ve ihsândan ibâret olan kâmil din hâsıl olsun. Gönle gelince, gönlü Allahü teâlâ ile berâber eylemelidir. Bu esnâda eğer, zevk, şevk ve başka keyfiyyetler ele geçerse, bu, inâyet-i ilâhiyyenin artmasındandır. Yoksa, işin aslı huzûr ve âgâhlık mertebesinin hâsıl olmasıdır.
Buyurdular ki: Gönül, Allahü teâlâdan başkasına yönelmekden kurtulmalıdır. Vâkıalar ve rüyâların o kadar kıymeti yokdur. Bu husûsta müphemlik, karışıklık çok olur. Bazen sünnet-i seniyyeye tâbi olma nûru, bazen zikir nûru, bazen mürşidin nisbeti, bazen salevâtın çokluğu, bazen sadâta (büyüklere) hizmet, bazen hadîs-i şerîf dersi, bazen tasdîk ve ihlâs, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sûretinde vâkıalarda görünür. Böylece râbıtalar evliyâ ile münâsebettir. O büyüklerin sûretleri ile tasavvur olunur. Bazen meşhûr haberler ve sûreti görenin söyledikleri vâkıa hâsıl eder. Bütün bu şa’bedeler gönle sürûr verir. Hakîkatte öyle bir şey yoktur. Ancak, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” ve evliyâyı görmekle bâtın hâlleri ve nûrları ve tâate muvaffâkiyet artar. Rüyâlar gerçeğe uygun olursa, bu elbette büyük bir nimettir.
Buyurdular ki: Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” görmek, tecelli-i sûrî denen rü’yet-i ilâhî, Allahü teâlânın nimetidir. Derin münâsebet sebebiyle olan her kısmıyle müjdedir. Nimet sâhiblerine nimetleri âfiyet olsun.
Buyurdular ki: Düşünceler çoğaldığı vakit Allahü teâlâya ilticâ ve tazarrû etmelidir. Mürşidin sûretini, gözünün önünde tutup, onun vâsıtasıyla bâtınî hastalıkları izâle etmeli, gidermelidir.
Buyurdular ki: İhtiyâç ve kırıklık hâlini lâzım bilmelidir. İnsanlardan gelen eziyyet ve sıkıntılara tahammül etmeli ve sabrı âdet edinmelidir.
Beyt:
Fenâ mi’râcı nedir, bu yoklukdur?
Âşıkların mezhebi ve dîni yoklukdur.
Nazarı, bakışı yüksek tutmalıdır. İşlerin akışı Allahü teâlânın takdîriyle olduğunu bilip, niçin ve nasıl dememelidir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetcisi hazret-i Enes “radıyallahü anh” bir hizmette kusûr yapsa ve ehl-i beyt onu kınasa, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyururdu: (Ona hiçbir şey söylemeyiniz. Eğer mukadder olsaydı öyle olurdu.)
Buyurdular ki: Bütün bu çalışmaların, uğraşmaların hülâsâsı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yüksek ahlâkına uygun olarak ahlâkı güzelleştirmektir. Çünki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” büyük bir ahlâk üzeredir. Hadîs-i şerîfde buyruldu ki: (Güzel ahlâkı tamâmlamak için gönderildim.) Nefy ve isbât zikriyle beşeriyet sıfatları azalır. Bunun usûlü şöyledir. Kelime-i tayyîbeyi tekrâr ederken, lâ kelimesi ile her zemm olunan, yanî kötülenen huyu, ayrı ayrı yok etmeli. Onun yerine Allahü teâlânın muhabbetini sâbit kılmalı. Tâ ki o kötü sıfat yok olsun. Nefsin arzû ve isteklerinin aksine sülûk makâmlarını kazanmaya çalışmalıdır. Böylece kötü sıfatların beğenilen sıfatlara dönüşeceği kuvvetle ümîd edilir.
Buyurdular ki: Gerçek şu ki kötü sıfatlar tasfiye ve tezkiyeden sonra kırılır. Kötü sıfatların kökünü kazımak mümkün değildir. Nitekim hadîs-i şerîfde şöyle bildirilmişdir. (Eğer dağın yerinden kopduğunu duysanız ona inanın. Bir kimsenin kendi huyundan vazgeçdiğini işitirseniz ona inanmayın.) Âyet-i kerîmede meâlen buyruldu ki: (Allahü teâlânın yarattığı değişmez.) (Rûm sûresi: 30) [Kötü huylar, islâmiyete uydukca gizlenir. Dinden ayrılınırsa, tekrar meydâna çıkar.]
Emîrü’l-mü’minîn Ömerü’l-Fârûk “radıyallahü anh” buyurdu ki: Benim gadâbım (öfkem) gitmedi. Ancak bundan önce küfr için sarf olurdu. Şimdi islâmiyyeti koruma yolunda zuhûr etmekdedir.
Buyurdular ki: Nefsin fenâsı ve itminânından sonra teslîm ve rızâ, sâlikin vasfı olur. Kalbin fenâsında muhabbetin çokluğundan, işleri kul- lara nisbet etme hâli alınır. Sâlik, hakîkî fâilden başkasını görmez.
Buyurdular ki: Yemekde, içmekte, uyumakda, uyanıklıkda, amellerde ve ibâdette itidâl, orta yol üzere olmak çok zor bir işdir. Vakitleri hayrü’l-beşerin “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine uygun olarak geçirmek için çok çalışmalıdır. Peygamberlere tâbi olmak her işde itidâl sınırını elde etmek içindir. Hadîd sûresi 25. âyetinde meâlen, (… Onlara kitâb ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler) buyuruldu.
Bu âyet-i kerîme, kat’î bir nassdır. Bu husûsda buyurdular ki: Mebde-i feyyâza teveccühe devâm ile feyzler ve bereketler öyle akar ki, bâtın muhabbet nûrları ve keyfiyyetleri ile dolar ve taşar.
Buyurdular ki: Kendi amellerinin kusûrlarını gözünün önüne getirmek, illetsiz bağlı olmak, ezelî inâyeti görmek, bu yolun yolcularının alâmetidir. Bu yolda bulunanlar, çok amel yapsa da, ihtiyâçsızlık ve büyüklenme sıfatlarının kendilerinde bulunmasından korkarlar. Kendini kusûrlu görmekden dolayı özr dilemeyi, sağlam ve kuvvetli ümmîdini kabûle vesîle yapar. Az günâhı çok, az nimeti sayısız görür. Devâmlı şükre ve rızâya yapışır.
Buyurdular ki: Bin kere salevât okumak ve istigfâr okumak bu yolda bulunanların her zamânki hâlleridir. Hazret-i Müceddidin “radıyallahü anh” (Mektûbât)ından derse ikindiden sonraları devâm etmelidir. Böyle yapılırsa, saâdet kapısı açılır.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “radıyallahü an” (Mektûbât) kitâbı, şerîat meselelerini, tarîkat sırlarını, hakîkat marifetlerini, sülûkun nüktelerini, tesavvufun inceliklerini ve Allahü teâlâ ile berâber olma nûrlarını açıklamaktadır. Hizbü’l-bahr düâsı, sabâh akşam vazîfesi, hazret-i Hâcegânın hatmini, hergün müşkillerin halli için okumalıdır. 12 rekatlik teheccüd namâzından ne kadarını kılmak mümkün olursa, İhlâs sûresini veyâ Yâsin-i şerîf sûresini okuyarak kılmalıdır. 4 rekat işrâk namâzı ve 4 veyâ 6 rekat kuşluk namâzı, zevâlde bir selâm ile 4 rekat namâz kılmalıdır. Akşam namâzının sünnetinden sonra 6 veyâ 20 rekat, yatsının sünnetinden sonra 4 rekat namâz kılmaya, ikindinin sünnetine ve abdest aldıktan sonra kılınan namâza (abdest tehiyyesine) devâm etmelidir. Bir 2 cüz Kur’ân-ı kerîm okumak, 100 defa kelime-i temcîd (Lâ havle…), 100 defa kelime-i tevhîd, sabâhleyin ve yatarken 100 kere (Sübhânellahi ve bi hamdihî) demek, sahîh hadîs-i şerîflerde belli vakitlerde okunması bildirilen duâları okumayı vazîfe edinmelidir. Fakat bunları yaparken kalb huzûru mutlakâ lâzımdır.
Buyurdular ki: Alâmeti, mâsivâyı unutmak ve Allahü teâlâya devâmlı teveccüh olan fenânın hâsıl olması, bu yolda her ne kadar çabuk olsa da, o yüksek mertebe uzun müddet sonra ele geçer. Meşâyıh-ı kirâmın “rahmetullahi aleyhim” huzûrunda, otuz yıl tarîkat makâmlarını edindim. 30 yıldan fazla da Allahü teâlâyı taleb edenlere, tarîkat telkîn etmekdeyim. Altmış senedir hazret-i Seyyidin “radıyallahü anh” teveccühleriyle, fenâ-yı kalb ile müşerref oldum. Bu müddet içerisinde tam bir gayret ile bâtın vazîfeleriyle meşgûl oldum. Şimdi fenâ-yı kalbî eserleri gerekdiği şeklde zâhir oluyor.
Buyurdular ki: Defalarca kâmil fenânın zuhûrundan, bizim bu cihândan göçdüğümüz kesindir. O sırada bir kimse gelip, selâm verse, sanki kabre gelip, selâm vermiş gibi oluyor. Bir ân o hâlden uyanıyorum, henüz diri olduğumu ve bu dünyâdan ayrıldığımı zannediyorum.
Buyurdular ki: Fenâ hâli zuhûr ettiğinde, kendi kusûrumu görmem o kadar çoğalıyor ki, insanlara hizmet ve hürmetim taaccüb edilecek derecede oluyor. Nitekim fakîr (Abdüllah-i Dehlevî hazretleri) hazret-i şeyhin huzûrunda yelpâze sallıyordum. Beni son derece sert bir şeklde bundan men ettiler. İkinci gün kalk yelpâzeyi salla diye emr ettiler ve buyurdular ki, dün nisbet-i fenâ zuhûr etmişdi. Bundan dolayı sizin istihzâ için yelpâze salladığınızı zannetmişdim. Onun için sert bir şeklde men ettim. Bu sırada nisbet-i bekâiyye zâhir oldu. Azamet-i ilâhî ve kibriyâ ilâhî bâtında zuhûr etti. Eğer bütün âlem, tazîmle kalksa, bu mertebenin hakkını edâ edemez.
Buyurdular ki: Muhabbet ve marifet erbâbının bâtınlarına devâmlı gelen ilâhî tecellîleri tanımak çok zordur. Basîret nazarı keskin olmalı ki, tecelliyât keyfiyyetleri ayrı ayrı bilinsin.
Buyurdular ki: Tarîkat makâmları hâsıl oldukdan sonra, sâlikin ahvâli murakka’ [birbirine eklenmiş yamalı] gibi muhtelîf tasvîrler olur. Bazen bir makâmın nisbeti zuhûr edip, kendini keyfiyyetler içerisinde nasîbli tutar. Bazen başka bir makâmın nisbeti parıltısını atıp, başka bir hâli ortaya çıkarır. Ahmediyye hânedânının mensûblarının nisbeti ona uygun kemâlâta ulaşır. Tecellîyi zâtînin belirsizlik ve latîfliğinden hâlleri idrâk etmesi çok zor olur. Çünki, letâfet ve safâ bütün aşağı makâmlarda müessir olup, keyfiyyetleri örter. Tarîkat çocuklarının gönlünü hoş eden vâkıalar ve rüyâlar da az olur. Orada cehâlet üstüne cehâlet ve sâdece bilinmezlik vardır.
Buyurdular ki: Hâlvette bâtınî nisbeti muhâfaza etmek ve mebde-i feyyâza (Allahü teâlâya) devâmlı teveccüh etmekle meşgûl olmalıdır. Vakitleri zâhirî amelleri yerine getirmekle mamûr etmelidir. Çünki, amellerin nûru cemiyete, nisbetin safâsına, huzûr ve âgâhlığa sebebdir.
Buyurdular ki: Devâmlı murâkabe ile bâtın nisbetinde kuvvet ihsân olunan gözle, melek ve melekûtu görmekle gönüllerin okşanması ele geçer. Tehlîl zikrini çok yapmakla, fenây-ı sıfat-ı beşerîyet, çok salavât okumakla güzel vâkıalar, çok nâfile ile gönül kırıklığı, çok Kur’ân-ı kerîm okumakla nûr ve safâ hâsıl olur. Manâsını düşünerek yapılan tehlîl zikri, tarîkatta fâidelidir. Kelime-i tehlîlin sâdece lafzını söylemek, âhıret sevâbının sermâyesi ve günâhlara keffârettir.
Buyurdular ki: Nefy ve isbât zikrini nefes hapsiyle birlikde üçden az söylemek fâide vermez. Ne kadar fazla olursa o kadar fâideli olur. Hazret-i Hâce Nakşibend “radıyallahü anh”, nefesin hapsini zikrin şartı olarak buyurmamışlardır. Fakat fâideli olduğunu söylemişlerdir. Devâmlı zikri, vukûf-i kalbîyi mebde-i feyyâza teveccühü kendi tarîkatının rûhu olarak bildirmişdir.
Buyurdular ki: Hoş derdemin önce gönül zikri ile olması zarûrîdir. Zikr kuvvetlenip, ism-i zâtın sesi hayâl kulağına ulaşınca, sonra her nefesde teveccüh ve zât-ı ilâhîye âgâhlık gerekir. Düşünceleri bâtından men etmek için dahâ düşünce gelir gelmez gönlü tutmak gerekir. Tâ ki vesveseler ve hadîs-i nefs, vukûat çıkarmasın. Gönüle düşüncelerin hücûm etmesi feyzin gelmesine mâni olur.
Buyurdular ki: İsm-i zâtı çok söylemek, nisbeti cezbe-i ilâhîyi hâsıl eder. Nefy ve isbât (zikri) sülûk için ve yolu katetmek için fâidelidir.
Buyurdular ki: Bâtınî hâllerin keyfiyyetlerini idrâk etmek, vilâyet mertebesinden nasîbdâr olmayı sağlar. Nübüvvet kemâlâtında bâtının vasfı olarak nekâret ve cehâletten başkası bulunmaz. Gerçi makâmât-ı fevkde latîflik ve belirsizlik lâzım ise de bazen idrâk eli ulaşır.
Buyurdular ki: Müceddidiyye nisbetinin latîflik ve belirsizliği insanların inkârına sebeb oluyor. Bundan dolayı, sâlikin seyri kemâlâta ulaşınca, hâtırıma tarîkatı terk etmesin diye tereddüd geliyor. İnşâallahü teâlâ eğer ömrüm vefâ ederse, sâlikleri aşağı makâmlardan yüksek makâmlara ulaştıracağım. Maksad Allahü teâlâ ile olmakdır. Bu her makâmda hâsıl olur.
Buyurdular ki: Bürd-i yakîn ve tumânînet ateşden talebdir ki, Müceddidiyyenin yüksek makâmlarında ele geçer. Maksûdla nasıl olduğu bilinmeyen berâberlik peydâ olur.
Beyt:
Rabbin insanla nasıl olduğu bilinmeyen berâberliği var,
Hiçbir zevk, şevk ve huzûr buna ulaşamaz.
Buyurdular ki: Vüsûl yolu, nübüvvet kemâlâtına yakın olduğu için kapandı. Vilâyet yolu ise açık kaldı.
Bu âhır zamânda, istidâtlar makâmlara sülûkdan âciz kalmış, bunların maksûda ulaşması sanki imkânsız olmuşdur. Bundan otuz sene önce, tâliblerin seyri süratli olurdu. O zamân tâlibler iyi bir keşf ve vicdân sâhibiydiler. Şimdi ise fakîrin eshâbından sâdık bir talebe, ihlâsla ve iyi bir gayretle tarîkat feyzlerini elde ederse, uzun bir müddet sonra vilâyet-i kalbîye yâhud onun feyzine ulaşır. Müceddidiyyenin yüksek makâmlarına ulaşmak çok zor olmuşdur.
Buyurdular ki: Sâlikin makâmlara vâkıa (gerçeğe) muvâfık olarak seyri demek olan keşf-i sahîh çok nâdirdir. Müjdeler vererek, Allahü teâlâya iftirâ etmemeli ve sâliki aldatmamalıdır. Hâllerin değişmesi vâridâtların gelmesi, devâmlı Allahü teâlâya teveccüh düşüncesinin dağınık olmaması ve vakitleri ibâdetle ma’mûr etmek ilâhî nimetlerin temelidir.
Buyurdular ki: Şevk ve zevk erbâbının nisbetinin, sıcak ve tiz tesîri vardır. Ehl-i kalbi çok mahzûz (nasîbli) yapar. Ehlûllahın yollarının hepsinde, taleb sâhiblerini cezbeden o nisbet-i şerîfenin keyfiyyetleri ve tasarrufları vardır. Nübüvvet kemâlâtına ve onun fevkine ulaşmak müceddidiyye yolunun hassâsıdır. Nübüvvet kemâlâtına ve onun fevkine ulaşmış olan itminân ve cemiyet ehlinin nisbetinden çok nûrlar gelir. Sâlik dahâ çok terakkî eder. Şevkin bîtablığının verdiği sıcak tesîr, çok fâidelidir. Lâkin birinci asrda bilindiği gibi, cemiyet ve tumânînetin zuhûru olmuyordu. Bunun için Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” eshâbını bîtâbhâne hareketlerden men ederdi. Çünki sayha ve nâra Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” asr-ı saâdetlerinden sonra ortaya çıkmışdır.
Buyurdular ki: Zarûrî meseleleri bilmek, yâhud âlimlerin sohbetinde dinleyerek öğrenmek, amelin doğru olması için lâzımdır.
Buyurdular ki: Hadîs ilmi, tefsîr, fıkıh ve sülûkun (tasavvufun) inceliklerini ihtivâ eder. Bu ilmin bereketleriyle îmân nûru artar. İyi amel yapmak ve güzel ahlâk hâsıl olur. Şuna şaşılır; muhaddislerin bildirdiği mensûh olmamış sahîh bir hadîs-i şerîf var. Râvîlerinin hâlleri biliniyor. Birkaç vâsıta ile Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ulaşıyor. Hatâlı olması mümkün değil. Böyle bir hadîs-i şerîfle amel edilmiyor. Buna karşılık bir fıkıh rivâyeti var. Onu kâdîler ve müftîler nakl etmiş. Onların âdil ve mazbut oldukları belli değil. Bu rivâyet ondan fazla vâsıta ile müctehîde ulaşıyor. Yanlış da doğru da olabilir. Böyle bir fıkıh rivâyeti ile amel ediliyor. (Rabbimiz! Eğer unuttuk, yâhud kastımız olmayarak hatâ ettikse bizi hesâba çekme …) (Bakara sûresi: 286)
Buyurdular ki: Nikâh peygamberlerin “aleyhimüsselâm” sünnetidir. Lâkin zamânımızda halâl kaybolmuş, cehâlet yayılmış. Evlâdın çoğu ilm ve edebden uzak olmuş. Bid’atin revâç bulması sebebiyle nikâh akdinde bozukluklar oluyor. Sâlikler için evlâ olan bekârlık ve tecriddir [halkdan uzak durmakdır]. Az bir rızık ile idâre etmek, Mevlâya ibâdetle meşgûl olmak, şehirde meşhûr olmamak, hiç mîrâs ve vâris bırakmamak, çok büyük ve şerefli bir nimettir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerinde buyurdu ki: (Katımda en gıpta edilen evliyâ, hafîfül-haz olan, namâzdan nasîbi olan, Rabbine ibâdeti güzel yapan, gizlide ve insanlar arasında Rabbine itâat eden, parmakla gösterilmeyen, rızkı yetecek kadar olan ve buna sabr eden mümindir.) Sonra eliyle iter gibi yapdı ve buyurdu ki (Ölümü çabuk olup, ağlayanları ve mîrâsı az), Bunu İmâm-ı Ahmed, Tirmüzî ve İbn-i Mâce rivâyet etti.