Büyük ve meşhûr islâm âlimidir. Her ilimde şaşılacak derecede mahâret sâhibi idi. 50 hadîs-i şerîf kitâbında sened sâhibi idi. Hindistân ulemâsı onu medh etmişdir. Şâh Abdül’azîz hazretleri onu medh eden âlimlerdendir. Arabî ve fârisî şiirlerindeki akıcılıkta Firdevsî’yi ve Ferâzdaki’yi geçmiştir. Abdullah-i Dehlevî hazretleri onun şiirlerini Câmî hazretlerinin şiirlerine benzetirdi. Hocası Abdullah-i Dehlevî hazretlerini medh için yazdığı arabî ve fârisî şiirlerdeki medh, Hüsrev ve Câmi’nin Sultânü’l-meşâyıh ve Hâce-i Ahrârı medh için yazdığı manzûmelerden dahâ belîgdir.
İlim tahsîlini tamâmladıktan sonra, bazı medreselerde ders vermekte iken, tasavvuf yolunda ilerlemek arzûsuna düştü. Tam o sırada Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin talebelerinden Mirzâ Abdürrahîm isimli bir zât çıka geldi. (Onu davet için husûsî olarak gönderilmişti.) Ona bir mürşid bulamadığından yakındı. Bunun üzerine birlikte Dehlî’ye gittiler. Abdüllah-i Dehlevî hazretlerinin huzûruna kavuşup 9 ay sohbetinde bulundu. Bir kimse ona Abdullah-i Dehlevî hazretleri hakkında uygunsuz sözler söyledi. Bu sözleri söyleyen kimseyi domuz sûretinde gördü. Bunun üzerine hocasına bağlılığı kat kat artıp, canla başla ona teslim oldu. Huzûrunda uzakta ayakkabıların konduğu yerde otururdu. Hocasından çok inâyetlere kavuşup, sonunda kemâle erip, hilâfetle şereflendi. Hocası onu yetiştirdikden sonra, insanları irşâd için memleketine gönderdi. Ayrılırken bütün talebeleri ve sevenleri ile birlikte onu Şeyh Muhammed Âbid’în mezârının bulunduğu yere kadar (4 millik mesâfe) uğurladı. Vedâlaşırken onu gittiği diyârda kutbiyyetiyle müjdeledi. Memleketine varınca, halk sohbetine hücûm etti. Sanki o diyârın saltanâtı ona verilmişti.
İrşâdı her tarafa yayıldı. Halîfeleri ve halîfelerinin halîfeleri binleri aştı. 1242 [m. 1826]de Şâm’da vefât etti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hocası Abdullah-i Dehlevî’yi “kuddise sirruh” medh için yazdığı arabî kasîdenin tercemesi:
Arzûların kıblesine (hocama) giden yol sona erdi. Bu mesâfeyi kat etmeyi nasîb eden Allahü teâlâya hamd olsun.
Allahü teâlâ; yorgun bineğimi gece yürümekten, kâh konmak, kâh gitmek külfetinden…
Beni, bukağı gibi insanın ayağını bağlayan akrabâ ve vatan tesîrinden, dostlar ile dünyâ servetine karşı duyulan alâkadan…
Annemi düşünmekten, kardeşlerime hasret duymaktan, amcam veyâ dayımı aklıma getirmekten…
Bana, Abdullah-i Dehlevî hazretlerine gitme! Diyenlerin tesîrinden, çekemeyenler ile kınayanların sözlerine kulak vermekten kurtardı.
Beni son derece yalancı ve çok câhil bir cemâatin şerrinden korudu.
Yanî iş ve davranışlarıyla mahlûkların en berbatı olan Âzerbaycan râfizîlerinin şerrinden muhâfaza buyurdu.
Çünki, onları yoldan çıkaran “İsmâ’îl Kâşi” münâzara ve mübâhese ateşini tutuşturunca yenilgiye uğradı.
Allahü teâlâya hamd-ü senâlar olsun ki, beni maksatların en yücesine ulaştırdı. Çok fazîletli ve kâmil mürşide kavuşmayı bana nasîb eyledi.
O mürşid (Abdullah-i Dehlevî hazretleri), karanlık ufukları aydınlatan ve herkesi dalâletten hidâyete kavuşturan zâtdır.
O reîs “Gulam Alî’dir”. Bakışı ile, çürümüş dağılmış şeyler dirilir. Mânen ölmüş kimseler onun feyziyle hayâta kavuşurlar.
Gulam Alî, bir nimet denizi ve cömerdlik dağıdır. Bütün fazîlet ve iyi hasletlerin de kaynağıdır.
O hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takvâ ummânı, feyzler defînesi ve kerâmetler hazînesidir.
Abdullah-i Dehlevî “kuddise sirruh” sükûnette arz, sağlamlıkta dağ, her tarafı aydınlatmakta güneş ve yücelikte gök gibidir.
İslâmiyyet pınarı, irfân madeni mahlûkâtın yardımcısı ve fadl-ı ihsânın kaynağıdır.
Halkın şeyhü’l-islâmı, müslümânların gönül kıblesi, büyüklerin reîsi ve zor işlerin merciîdir.
Gizlice rehberlikte en iyiye götürücü ve halkı, açıkca Allahü teâlâya davet edicidir.
O, herşeyin Rabbi tarafından sevilmektedir. Kim onun irşâdına uyarsa, sen o kimseye ey emsâllerine örnek olan zât diye hitâb et.
Abdullah-i Dehlevî kemâle ermemişlerin hepsini kemâle erdiren ve bütün kâmil insanların kusûrlarını da giderendir.
Ey âlemlerin Rabbi! Bu mürşidin hâtırı için, bu yüce zâta lâyık bir edebi ve terbiyeyi bize de nasîb eyle.
Ömrümün bir kısmını onun ömrüne ekle. Onun himâyesi sebebi ile halkı râhatlık gölgesi altında dâim kıl.
Beni hocamın hüsn-ü kabûlü ile mutlu kıl. Onu memnûn edecek hizmetleri bana nasîb eyle.
Bütün hâllerde, hayâtta kaldığım müddetce hergün kalbimde onun kadrini biraz dahâ artır.
Ey Rabbim! Uhrevî kurtuluşu temîn edecek bir tarzda, hocam benden râzı olarak cânımı al.
Elhamdü lirabbirrahimü’l-mün’ım. El kâdirül mukaddes El-Fe’âl- Sümmessalâtü alâ Resûlül müctebâ, Hayrülverâ ve sahbihî ba’de âlihî.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin, hocası Abdullah-i Dehlevî hazretlerini medh için yazdığı fârisî şiirin tercemesi:
Güzellerin şâhına benden gizlice şu haberi verin. Dünyâ, nisan yağmurundan yeniden canlandı.
Seyirciler sıraya dizilmiş beklemekde ve gözleri onun yolundadır. Bütün güzeller toplanmışlar, na’meci ise güzel okumaktadır.
Şâyet yüzbinlerce cilve ve na’me ile salına salına bahçenin ortasından bir ân için lutfedip, şeref verirse.
Lâlenin kalbindeki yaraya ayağının tabanından merhem bırakır. Al yanaklı dilberlerin alnına kölelik damgası vurur.
İlkbahârın yeni açmış güllerine kendi letâfetinden su, câzibe verir. Bahçenin fidanları da karşısında utançlarından terlerler.
Düzgün selvileri kendi boy ve bosuna köle yapar. Şimşir ağacını güzellik iddiasından pişmân eder.
Onun cemâlini kıskandığı için, gülün içi kanla dolar. Yeşillikde yaşayan tavus kuşunu da nazlı yürüyüşünden mahcûb eder.
Nergisin gözü onun mubârek yüzüyle nûrlanır. Tâze sümbül onun ayağını öperek intizâmsızlıkdan kurtulur.
Bugün hâkimâne bir tarzda bahçenin seyrine gitmek için yönelmesi, bahçeyi, Cennet bahçesine karşı kıskandırıcı yapar.
Çünki, nâziklik ve zerâfetden dolayı çekişme ve rekâbetin temeli pek sağlam ve kuvvetlidir. Bu rekâbet fidanlardan tut da harem dâirelerindeki kadınlara kadar gider.
Bir yandan sevgililer bezenerek yüzlerinden peçeyi düşürmüşlerdir. Öyle sevgililer ki, hepsi de meşhûr ressam Mâni’nin kaleminin kıskandığı kimselerdir.
Diğer taraftan bahçe öylesine açılmış ve yeşermiş ki, onu kalem ve yazıyla anlatmak mümkün değildir.
Sanat kalemi reyhânî yazıyla çemenin kenârlarında birçok hârikalar yazmışdır.
Menekşe, sevgilinin beniyle aynı renkde olduğunu iddia eder. Üzerine inci gibi çiğ düşmüş, gül de sevgilinin yüzü gibi ter saçıcıyım diye böbürlenir.
Gonca ağzındaki sırrını yavaş yavaş açıklar. Nergis de gözleriyle gizli gizli işâretler, cilveler yapar.
Reyhânlar yeni terlemiş bıyık ve sakaldan, sünbül ise, sevgililerin zülüflerinden haber verir. Doğrusu selvi de güzellerin boylarıyla aynı sevi- yede olduğunu iddia eder.
Gül yaprağının üzerine düşen her damla çiğ, sanki Yemenin kırmızı yâkutu üzerinde ummânın incileri gibidir.
Bahçe yeşil örtüsünden dolayı zümrütü hor görür. Açılmakda olan lâle de kırmızı yâkutla alay eder.
Seherde esen rüzgâr, hazret-i Îsânın mucizesini hâtırlatır.
Gül, ilkbahâr bulutlarının haykırış ve ağlayışından hep güler. Tıbkı
fânî âşıkın feryâdından korkusu olmayan sevgililer gibi.
Hazret-i Yûsuf’un kokusundan hazret-i Ya’kûbun gözleri açıldığı gibi, gülün kokusundan da bülbüllerin gözleri yeniden aydınlandı.
Semenderler, ateş renkli güllerin gölgesine sığına sığına artık su hayvanı oldular. Çölün yabânî hayvanları da bahçenin letâfetinden evcilleşdiler.
Bahçe yeşil, papağan yeşil ve na’me yeşil. Yeşil içinde yeşil. Böyle bir meclisde na’meci Nikisanın sesi bile rağbet görmez.
Seher yeliyle bir ânda binlerce gül açtı. Tıpkı o büyük velînin manevî iltifâtından müridlerin kalblerinin açılması gibi.
Öyle bir velî ki, yaratılışın ışığı, ilm ve idrâk burcunun güneşi, hikmet defînesinin anahtarı ve ilâhî sırların hazînesidir.
O, mürşidlerin büyüğü, evliyânın meşâlesi, rehberler rehberi ve büyüklerin merci’î.
O kutb, kudsî âlemin mu’temedi Dehlevî Abdullah şâhdır. Onun iltifâtıyla siyâh taş dahî Bedehşân’da çıkan yâkutun hassâsını gösterebilir.
Abdullah Şâh, evliyânın önderi, ma’rifetullah sahrâsında gezen, azâmeti ilâhîye dalan ve marifetullah deryâsında yüzen bir zâtdır.
Abdullah Şâhın meşâle yaktığı yer, her ne kadar Cihânâbâd ise de, bütün dünyâ onun meşâlesinden ışık almaktadır.
Bugün Çin’in kuzey ucundan batının nihâyetine kadar insanlar arasında onun bir benzeri yoktur.
Onun güneş gibi kemâlinden yarasadan başka kimse nasîbsiz kalmaz. Bu âlemde şaşıdan başka kimse onun bir benzerini göremez.
İmâm-ı Rabbânî’ye “kuddise sirruh” zâhir olan kemâlât, Mazher-i Cân-ı Cânân’dan “kuddise sirruh” sonra Abdüllah Şâhdan “kuddise sirruh” başka kimsenin kalbine yerleşmemişdir.
Abdüllah Şâhın feyzi ve ilmi kadar ne güneş dünyâyı aydınlatmaktan söz edebilir, ne de felek onun mertebesi kadar yüce olabilir.
Rüzgârın gücü yetmez ki, onun huzûrunda çeviklikden bahsetsin. Dağın da haddi değildir ki, onun himmetine karşı ağırlıktan dem vursun.
Eski müderrisler dahî bu devirde olsalardı, can atarak ders okumak için Abdullah Şâhın meclisinde otururlardı.
Sefer der vatan onun dergâhından ayrılmayanların şânıdır. Onlar halvet der encümensiz bir ân bile geçirmezler.
O saâdetli zümrenin parlak feyzi yanında, hoş derdem ve nazar derkadem hiç bir değer ifâde etmez.
Kalbden yüzer kitâb ilim ve irfân yazmış olan büyük âlimler, Abdullah Şâhın yanında, yeni mektebe başlamış çocuklar gibidirler.
Abdüllah Şâhın köyünde (dergâhında), Ebû Yezid-i Bistâmî ve Hallâc-ı Mansûr derecesine ermiş birçok evliyâ var ki, “Enelhak” ve “Sübhânî” sözlerini kat’iyyen ağızlarına almazlar.
Eğer Suhâ yıldızı güneşe karşı parlaklık iddiasında bulunması doğru olursa, büyük velîlerin Abdullah Şâh ile aynı derecede olduklarını iddia etmeleri de doğru olur.
Dehlî şehri, Abdullah Şâhın rûhâniyyetiyle öylesine mücerred rûhların bir yeri oldu ki, insanoğlunun fikri ve aklı bile şehir kal’asının etrâfında dolaşamaz.
Dehlî şehri her ne kadar küfür ülkesi ise de, lâkin Abdullah Şâhın orada bulunmasından dolayı Cennet gibidir. Bu sözüm, âyet-i kerîmeye aykırı düşmez.
Hidâyet ve irşâd bahçesi son derece solgun ve perîşân idi. Abdullah Şâhın feyzleriyle yeniden yeşerip, parlaklık kazandı.
Eğer son zamânlarda Abdüllah Şâhın mimâr gibi olan lütfu, îmân yapısının temelini yeniden bağlamamış olsaydı, virâneliğe yüz tutardı.
Dahâ Abdüllah Şâhı görmeden öyle ma’nevî hâllere kavuşdum ki, o hâller, Mültanlı mürşidi gördükden sonra bile Iraklı Şeyh İbrâhîme zâhir olmadı.
Turanlılar ve Horasanlılar beni çok kınadılar. Eğer müslimân isen küfr diyârına gitmeyi nasıl benimsedin, dediler.
Onlar Dehlîde küfür karanlığı var dediler. Ben ise, içimden eğer âb-ı hayât arıyorsan mutlaka karanlığa gitmelisin, dedim.
Dahâ Abdullah Şâhı görmeden bana ihsân olarak verilen ma’nevî hâl, uzun sohbetlere rağmen Mekke ve Medîne’deki evliyâdan ele geçmedi.
Ey nefsin hîlelerinden ve şeytânın aldatmalarından kurtulmak isteyen kimse! Sen cân-u gönülden Abdüllah Şâhın kölesi ol.
Eğer Sahre adlı cin, bir lahza bile Abdüllah Şâhın devrânının yüzüğünü parmağına takabilseydi, Süleymân aleyhisselâmın bütün saltanâtını bir karınca ile satın almazdı.
Dehlîde bulunmasına rağmen, fânî dünyâya meyl eden tâlihsiz bir kimse, tâlihsizliğine kan ağlasa yeridir.
Bir alçak kimse, ben Abdullah Şâhın beldesine yakınım, fakat onu tanımıyorum, dedi. Ona dedim ki, gâliba sen Ebû Cehl ile Muhammed aleyhisselâmın hikâyesini bilmiyorsun!
Abdullah Şâhın dergâhının çöpçülerine âcizâne yüzlerce ihtârım olsun ki, sakın o büyük kimyâyı elden kaçırmasınlar.
Lâyık olmadığımı bildiğim hâlde, Abdüllah Şâhın kabûlüne mazhar olmayı umarım. Kabûl edilmem için Şâh-ı Nakşibend ve Gavs-i Geylânî’nin rûhâniyyetlerinden de yardım beklerim.
Ben kelbim, hattâ dahâ aşağıyım. Sen ise, ey sevgilim, Necmeddîn Kübrâ gibisin. Lütfun ve kereminle uygun bulduğun bir şeklde bana bir iltifâtta bulun.
Doğana benzeyen nefsin korkusundan, saksağan gibi sana doğru kaçkınım. Bu saksağanı lutfunla bir doğan kuşu gibi yaparsan ne güzel bir saâdet olur.
Mâdem biz akrabâ ve yakınlarımıza yabancı olduk, bâri sen bizi kendine dost ve bildik yap. Biz Selmân-ı Fârisî gibi yaptığımız için, siz de bize Muhammed aleyhisselâm gibi lütuf buyurun.
Senin tertemiz cânın, Cân-ı Cânân’ı göstermek için öyle bir ayna ol- muşdur ki, artık bu devirde ehl-i basîret nazarında Cân-ı Cânân’ın ta kendisisin.
Sen kendi feyz kadehinle âciz ve muhtâc Hâlide kana kana içir. Çünki, Hâlid çölde susamış birisidir. Sen ise bir ihsân deryâsısın.
[Bu yazı Hüvelgani Risalesi‘nden alınmıştır]