Şeyhüş-şuyûh Muhammed Âbid “rahmetullahi aleyh”
Şeyh Abdül Ehad hazretlerinin Serhend’deki halîfelerinin büyüklerinden idi. İlimde, amelde, vera ve takvâda yüksek bir şâna sâhip idi. Nisbeti hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’a ulaşır. Çok ibâdet ve zikir yapardı. Teheccüd namâzında Yâsin-i şerîf sûresini 60 defa okurdu ve her iki rekatten sonra zikir ve murâkabe yapardı. Geceyi seher vaktine kadar ibâdet ve taatla geçirirdi. Vefâtından önce 6 ay ishâle yakalandı. Bu hastalığı sırasında, her gece teheccüd namâzı kılmaya kalkar ve 35 Yâsin-i şerîf okurdu. 20.000 kelime-i tevhîd söyler. Nefesini tutarak da 1.000 nefy ve isbât zikri yapardı. [Lâ ilâhe illallah söylerdi.] Kur’ân-ı kerîm ve salavât-i şerîfe okurdu. Bunları kendine vazîfe edinmişti.
Bir defasında, Serhend şehri hâkimi baskın yaparak, hayvanları toplayıp götürmüştü. Bu sebeple Şeyh Muhammed Âbid hazretleri 20 sene et ve ondan yapılan yiyecekleri yemedi. Dehlî’ye yolculuğu esnâsında helâlinden temîn ettiği basit bir azıktan başka birşey yemezdi. Her işinde azîmetle amel etmeyi gözetirdi. Herkes tarafından tam bir hürmet görmüştü ve herkes ona mürâcaat ederdi. Dergâhı, Allah adamlarının barınağı idi. Âlimlerden ve sâlihlerden 200’e yakın kimse, onun zikir ve sohbet halkasında bulunurdu. Pekçok tâlib onun teveccühleriyle Makâmât-ı Ahmediyyenin nihâyetine kavuştu. Onun mübârek sohbetinde, benliğinden kurtulup, yüksek ahlâka, fenâ ve bekâya kavuşan kimseler sayılamayacak kadar çoktur.
Hadîs-i şerîf ve fıkıh dersinden sonra, kıbleye doğru oturarak, murâkabe yapardı. Her kim huzûruna giderse, onun kalbine zikri ve cemiyet nûrlarını yerleştirirdi. Cuma günleri huzûrunda pekçok kimse toplanırdı. Mübârek nazârına muhâtab olan herkesin kalbine teveccüh ederek zikreder hâle getirirdi. Birisi ona, bu kimseler zikr-i kalbîyi aslâ bilmezler. Kalbin tabiî hareketini ve zikretme hareketini birbirinden ayıramazlar diye söyleyince, buyurdu ki: İşler Allahü teâlânın kudretindedir. Bir kimsenin bildirmesi ile olmaz. Bir büyüğün nazârıyla zikr-i kalbîye kavuşan kimse, bunun netîcesini ve faydasını kabirde görecek ve bilecektir. Çünki, zikr-i kalbînin nûrunun bereketiyle îmânını kurtaracaktır.
Tarîka-i Ahmediyyenin nûrları, Şeyh Muhammed Âbid hazretlerinin bereketi ile her tarafa yayıldı. Bu yola bağlılık, revâç buldu. Bu sebeple, gayb âleminde onun lakabı “El-Kâsım li hazâinillah: Allahü teâlânın hazînelerini taksîm eden”dir.
Bir gün bir mescide gitmişlerdi. Orada bir şahıs kendine mürîd edindiği bir cemâat ile bulunuyordu. Oraya gelenleri de mürîd ediniyordu. Hâlbuki bu şahsın bâtınında, sofiyye-i aliyye arasında meşhûr olan nisbet ve Allahü teâlâ ile berâber olma nûru yoktu. Bu işe ehil değildi. Tasavvuf büyüklerine göre, kalbin fenâsı hâsıl olmadan, evliyâlığa âit vâridâta ve güzel ahlâka kavuşmadan, mürîd edinmek harâmdır. Muhammed Âbid hazretleri, o şahsın hâline acıdı. Ona bir müddet teveccüh etti ve vilâyet-i kalbî mertebesine kavuşturdu. O sırada huzûrunda bulunan yüksek hocamıza,yanî Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerine iltifât ederek, onun hâlini tasdîk etmesini istediler. Sâdece bir teveccühünüz ile onun kalbi zikreder hâle geldi. Onun kalb latîfesi nûrlandı. Sıcak bir hava gibi kendi aslına doğru uçtu. Kalbin fenâsından çok şeye kavuşup, âlem-i emrin seyrine yöneldi. Tecelli-i ef’ale erişip, fenâ hâsıl oldu. Böylece tarîkat icâzeti alacak hâle geldi diye, arz etti. Bunun üzerine söylediğiniz doğrudur, bize de aynı hâller ma’lûm oldu, buyurdu.
Bir gün bir kabristanın yanından geçiyorlardı. Kısa bir müddet orada yatan mevtânın hâllerine teveccüh edip, murâkabede bulundu. Sonra buyurdu ki: Bu bîçâreler, feyz istiyorlar. Onlara teveccüh ettiler. Bu fakîr, hocam Mazher-i Cân-ı Cânân hazretlerinden bizzat işittim. Buyurdu ki, o sırada ben de orada idim. Kabirdekilere teveccüh etdiği sırada hakîkat-ı Muhammedî “sallallahü aleyhi ve sellem” zuhûr etti. Onun teveccühü ile o kabristandaki bütün ölüler bu makâmın bereketlerine ve nûrlarına kavuştular.
Muhammed Âbid hazretleri, Harameyn-i şerîfeyni ziyârete yürüyerek gitti. Server-i kâinâtın “sallallahü aleyhi ve sellem” iltifâtlarıyla şereflendi. Buyurdular ki: Öteden beri kavuşma arzûsu, içimde yanan bir ateşti. Aslâ sönmüyordu. Nihâyet Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” inâyeti ile sükûn buldu ve maksad hâsıl oldu.
Pekçok talebe orada sohbetinden feyz aldılar. Bir şahıs Medîne-i münevverede pekçok riyâzet, mücâhede ve nâfile ibâdetlerle meşgûl olurdu. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, [rüyâda] o şahsın Muhammed Âbid hazretlerinin huzûruna gidip, feyz almasını emir buyurdu. Bunun üzerine onun huzûruna gitti. Onu mücâhedelerden men edip, ibâdette orta bir yol tutmasını emretdi. Fakat o şahıs ağır riyâzetleri âdet edindiğinden söylediklerine uymadı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” o şahsa, Muhammed Âbid hazretlerine tâbi olmasını ve sohbetlerine devâm etmesini tekrâr emir, buyurdu. Nihâyet onun sohbetinden istifâde edip, güzel bir şekilde yetiştirmesiyle yüksek makâmlara ulaştı.
Muhammed Âbid hazretleri hicrî 1160 senesi 18 Ramazânda vefât etti. Pekçok halîfesi vardır. Hâce Mûsâ Hân Mahdûm-i A’zamî Dihbîdî, vera sâhibi, muttekî, keşf, kerâmet ve tasarruf sâhibi bir halîfesi idi. Mâverâünnehr bölgesinde, insanları irşâd husûsunda zamânının bir tânesi idi. Çeşitli beldelere 12 halîfe göndermiştir. Birgün talebelerinden birine buyurdu ki: Senin bâtınında bir bulanıklık görüyorum. Bunun sebebi nedir? Meğer o dervîş şüpheli birşey yemiş. Dergâhın yemeğinden başka birşey yemedim dedi. Nihâyet bir boyacının evinde hazret-i Gavsü’s-sakaleynin “radıyallahü anh” rûhu için verilen yemekten yedim, diye itirâf etti. Herkesin yemeğini yememeli demiştim. Bir dahâ kimsenin yemeğini yeme diye îkâz etti.
Muhammed Âbid’in bir talebesi Mirzâ Muzaffer’dir. Mirzâ Muzaffer “rahmetullahi aleyh”, vakitlerini ibâdet ve taatla mamûr etmekte, bâtın nisbetinin kuvvetliliğinde hâllerinin ve vâridâtlarının çokluğu eşsiz idi. Onun talebelerini gördüm. Bu yolun erbâbında bulunması zarûrî olan şeyler onların gönüllerinde mevcûttu. Onun vefâtından sonra, talebelerinden birinde kuvvetli bir kabz hâli meydâna geldi. İki sene bu hâl devâm etti. Nihâyet hocasının mezâr-ı şerîfine gitti. Dahâ hocasının mezârının temîz toprağını görür görmez hâlleri düzeldi. Derhâl kendi nisbetine kavuştu.
Muhammed Âbid’in bir talebesi Muhammed Mîr’dir. Muhammed Mîr “rahmetullahi aleyh” bâtın nisbetinin yüksekliği, unutulmuşluk, inzivâ ve insanları irşâd husûsunda mümtâz idi. Sâlih bir kimseden işittim, dedi ki: 20 kimse onun sohbetinde vilâyetin fenâ ve bekâ mertebesine ulaştı. Bir cin ona talebe olmak istedi ve günlük ne kadar masrafınız olursa getiririm diye arz etti. Başkasının malını getirir düşüncesiyle kabûl etmedi.
Muhammed Âbid’in talebelerinden biri de Şâh Abdülhafîz’dır. Sofî Abdurrahmân, Mîr Behâdır, Dervîş Muhammed, Muhammed Hasen gibi kıymetli halîfeleri “rahmetullahi aleyhim” kurb-ı ilâhî makâmlarıyla mümtâz idiler. Hak tâliblerini irşâdıyla meşgûl olurdu. Bu halîfelerden birini ziyâret ettim. Şeyh Muhammed Mîr’in kız kardeşi “rahmetullahi aleyhâ” asrının hanım evliyâsındandır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” çok yakınlığı ve yardımlarına çok kavuşmakla mümtâz idi. Ondan şaşılacak rüyâlar nakledilir. İstediği her kimsenin hâlini Resûlullaha arz eder ve cevâbını alırdı. Vilâyet ve nübüvvet nûrunda sahîh keşf ile mümtâz olan büyüklerden biri buyuruyor ki, o sâlihâ hanımın evi Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrlarıyla dolu idi. Resûlullaha muhabbetinin çokluğundan fakîrlik ve ihtiyâç hâline düçâr oldu. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyurulmaktadır: (Fakîrlik beni sevene selden dahâ çok hızlıdır…) Fakîrliğin sıkıntısına tahammül edemeyip, Afganistan’a gitmek istedi. Fakat Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” onu bundan men edip, fakîrliğe sabretmesini emir buyurdu. Çünki fakîrlik, Allahü teâlâya yakınlığa ve Onunla berâber olmaya vesîledir. (Allahü teâlâ sabredenlerle berâberdir) (Bakara sûresi 153).