Sual: İnsan, bir rehber olmadan kendi başına doğruyu bulabilir mi?
Cevap: Allahü teâlâ, insanı yaratınca, ona akıl ve düşünme kudretini verdi. İslam âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” insana “Hayvan-ı natık” (düşünen mahluk) demeleri ve Descartes’in “Düşünüyorum, o hâlde varım” felsefesi, bunun açık bir ifadesidir.
Diğer mahluklardan en büyük farkı insanın bedeni yanında ruhu bulunması, düşünebilmesi, bütün olayları aklı ile muhakeme edebilmesi, aklı ile karar vermesi ve bu kararı uygulayabilmesi, iyilik ve fenâlığı ayırabilmesi, hata işlediğini anlayabilmesi ve bunun için pişmanlık duyması ve benzeri gibi üstünlükleridir. Fakat, acaba insan, kendisine verilen bu çok yüksek hassayı, kendi başına ve hiç bir rehber [yol gösterici] olmadan kullanabilir mi? Kendi başına doğru yolu bulabilir ve Allahü teâlâyı tanıyabilir mi?
Tarihi inceliyecek olursak, insanların önlerinde, Allahü teâlânın gönderdiği bir rehber olmadan kendi başlarına gittiklerinde, hep yanlış yollara saptıklarını görürüz. İnsan, kendisini yaratan büyük kudret sâhibinin var olduğunu, aklı sayesinde anladı. Fakat, ona giden yolu bulamadı. Peygamberleri işitmeyenler, halıkı evvela etraflarında aradı. Kendilerine en büyük faydası olan güneşi, yaratıcı sandılar ve ona tapmaya başladılar. Sonra, büyük tabiat güçlerini, fırtınayı, ateşi, kabaran denizi, yanar dağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının muavinleri zannettiler. Her biri için bir (Sûret, alâmet) yapmaya kalktılar. Bundan da putlar doğdu. Böylece, çeşitli putlar zuhûr etti. Bunların gazabından korktular ve onlara kurbanlar kestiler. Hatta, insanları bile bu putlara kurban ettiler. Her yeni hadise karşısında, putların miktarı da arttı. İslamiyet zuhûr ettiği zaman Kâbe-i muazzamada 360 put vardı. Kısacası, insan, (BİR), ezeli ve ebedî olan Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamadı. Bugün bile güneşe ve ateşe tapanlar vardır. Bunlara şaşmamalıdır. Çünkü, rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Kurân-ı Kerîmde, İsra sûresinin 15. âyetinde meâlen, “Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azap yapıcı değiliz” buyurulmaktadır.
Allahü teâlâ, kullarına verdiği akıl ve düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek ve kendi birliğini onlara tanıtmak ve iyi işleri fenâ, zararlı işlerden ayırmak için, dünyaya Peygamberler “aleyhimüsselâm” gönderdi. Peygamberler beşeri sıfatlarda bizim gibi insandır. Onlar da yer, içer, uyur ve yorulur. Bizden farkları, zeka ve muhakeme kuvvetlerinin çok üstün olması, tertemiz ahlaklı ve Allahü teâlânın emirlerini bize tebliğ edecek bir güçte bulunmalarıdır. İmam Gazâlî, el-Kıstâsü’l-Müstakîm kitabında “Muallim-i evvel Allah, muallim-i sânî Cebrâil, muallim-i sâlis Resûlullah’dır. Bütün mahlûkât, peygamberlerden öğrenir. Peygamberler dışında insanı marifete götürecek bir yol yoktur.” buyurmaktadır. Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına Din denir. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği dine İslamiyet denir. Peygamberler, en büyük rehberlerdir. İslam dinini tebliğ eden, en son ve en üstün peygamber, Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlânın gönderdiği kitabı da Kurân-ı Kerîm’dir. Aşağıda İslam dininden bahs edilirken, bu hususta daha fazla bilgi verilecektir. Muhammed aleyhisselâmın irşad edici mübarek sözlerine Hadis-i şerif denir. Bunlar çeşitli kıymetli kitaplarda bildirilmiştir. Kurân-ı Kerîm ve hadis-i şerifleri bize açıklayan büyük din âlimleri de vardır.
“Böyle âlimlere lüzum var mı? İnsan iyi bir müslüman olmak için İslam dininin kitâbı olan Kurân-ı Kerîmi okuyarak ve hadis-i şerifleri inceliyerek doğru yolu bulamaz mı?” diyenler ve bu din rehberlerine kıymet ve ehemmiyet vermeyenler de vardır. Halbuki bu, çok yanlıştır. Zira, din esasları hakkında hiç bir malumatı olmayan bir insan, bir rehber olmadan Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin derin mânâsını anlayamaz. En mükemmel bir sporcu bile yüksek bir dağa çıkarken kendisine bir rehber arar. Bir büyük fabrikada mühendislerin yanında ustabaşılar ve ustalar vardır. Böyle bir fabrikaya ilk giren işçi, evvela ustalarından, sonra ustabaşılarından işinin inceliğini öğrenir. Bunları öğrenmeden önce, yüksek mühendis ile temas ederse, onun sözlerinden, hesaplarından hiç bir şey anlamaz. Çok iyi silah kullanan bir kimse bile kendisine verilen yeni bir silahın nasıl kullanılacağı kendine öğretilmeden, onu doğru kullanamaz. Bunun içindir ki din ve îman işlerinde, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin mânâlarını anlayabilmek için, kendilerine Mürşid-i kâmil ismini verdiğimiz büyük din âlimlerinin eserlerinden faydalanmamız gerekmektedir. İslam dinindeki Mürşid-i kamillerin en üstünleri, 4 mezhep imamlarıdır. Bunlar, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfiî, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel’dir “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”. Bu 4 imâm, İslam dininin 4 temel direkleridir. Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin mânâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitaplarını okumak lâzımdır. Bunların her birinin kitaplarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslam dinini doğru olarak öğrenir. Bu kitapların hepsindeki îman bilgileri aynıdır. Bu doğru imana Ehl-i Sünnet îtikadı [inancı] denir. Sonradan uydurulan, bunlara uymayan inanç yollarına bidat ve dalâlet yolları denir. Âdem aleyhisselâmdan beri, bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinlerde bir olan esas, îman esaslarıdır. Allahü teâlâ, îman bilgilerinde ayrılık istememiştir. Kurân-ı Kerîmde, Enam sûresinin 159. âyetinde sevgili Peygamberine “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” meâlen, “Dinde fırka fırka ayrılanlarla senin hiçbir ilgin olamaz. Onların cezalarını Allahü teâlâ verecektir” buyurulmaktadır.
Gözü ağrıyan, kime baş vurur? Bekçiye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbette, mütehassısa gidip, çaresini öğrenir. Dinini, imanını kurtarmak için çare arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına başvurması lâzımdır.
Din alimi olmak için, zamanın fen bilgilerini iyi bilmek, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma alıp, ayrıca doktorası (ihtisâsı) olmak, Kurân-ı Kerîmi ve mânâlarını ezbere bilmek, binlerce hadis-i şerifi ve mânâlarını ezbere bilmek, İslâmın 20 ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan 80 ilmi iyi bilmek, bu ilimlerde ictihad derecesine yükselmek, 4 mezhebin inceliklerini kavramış olmak, tasavvufun en yüksek derecesi olan “Velâyet-i hassa-i Muhammediye” denilen olgunluğa erişmiş olmak lâzımdır.
Kendi hastalığını ve kalbindeki hastalığın ilacını bilmeyen câhillerin hadis-i şeriflerden kendine uygun olanları seçip alması imkansız gibidir. İslam âlimleri, kalp, ruh mütehassısları olup herkesin bünyesine uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, dünya eczahanesine yüzbinlerce ilaç hazırlayan baş tabib olup Evliyâ ve âlimler de, bu hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabibler gibidir. Hastalığımızı bilmediğimiz, ilaçları tanımadığımız için, yüzbinlerce hadis-i şerif içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak Allergie (aksi tesir) hâsıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda yerine zarar görürüz. Bunun için hadis-i şerifte, “Men fesser’el Kur’âne bi re’yihi fekad kefere” (Kurân-ı Kerîmden kendi aklı ile kendi düşüncesi ve bilgisi ile mânâ çıkaran [din büyüklerinin, Peygamberimizden “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Ashâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” alarak yaptıkları tefsirlere aykırı uydurma tefsir yazan] kâfir olur) buyuruldu. Mezhepsizler, bu inceliği anlayamadıkları için, (Herkes Kuran ve hadis okumalı, dinini bunlardan kendi anlamalı, mezhep kitaplarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahüteâlâ” kitaplarının okunmasını yasak ediyorlar. Bu kitaplardaki bilgilere, Allahü teâlâya inanmamaktır, Ona ortak koşmaktır, diyecek kadar sapıtıyorlar. Böylece insanların İslam dininin tam esasını öğrenmelerine mâni oluyor ve fayda yerine zarar veriyorlar.
Tavsiye Yazı –> İsbâtü’n-Nübüvve (İmam-ı Rabbani hazretlerinin nübüvveti yani peygamberliği anlattığı eseridir)