Sual: Bir reformcu din adamı yazısında şöyle diyor;
“Çocukların zihnindeki anlama ve inceleme hassasını ve bunları sormasını Osmanlı ailesinde kahhar ve cahil cevaplarla körletmeyen, öldürmeyen yok gibidir. İnsanların sonsuz bir acz içinde olduğuna, her şeyin Allah tarafından yapıldığına, mezarların Allah ile kulları arasında bir vasıta, bir şefaatçi olduğuna, devlet reisinin hakim-i mutlak bulunduğuna inanan ve cinler, periler, vampirler ile dolu rüyalar içinde boğulan kara cahiller, çocuklarının (niçin?)lerine her zaman: Allah yapıyor. Allah böyle takdir etmiş, çok sorma, sus, günahtır, küfürdür cevabını verirler. Din âlimleri de, millete ibadetlerin ahlaki ictimai faydalarını anlatmazlar. Yahut anlatamazlar. Ana-babanın çocuk üzerindeki ezici davranışları, âlimlerin İslamiyeti böyle yanlış anlamalarından ve anlatmalarından olmuştur. Din, ahlak, adetler ve namus üzerinde çocuğun düşünmesi, sorması yasaktır. Böylece çocuklarda tevekkül ve teslimiyet, irâdenin çökmesi, kararsızlık ve bunların neticesinde, seciyesizlik ve şahsiyetsizlik hâsıl olmaktadır. Bunların hepsi ise, mağlub olmak için ve kötü huyların yerleşmesi için elverişli sebeplerdir”
Buna nasıl cevap vermek lazım?
Cevap: Dinde reformcunun yazdığı fenalıkların hepsi dönüp dolaşıp dine ve dinin daha ziyade kaza ve kader bilgisine ve din bilgilerinde sual sorulamayacağına yükletilmektedir.
Mezarların Allahü teâlâ ile insanlar arasında bir vasıta olması fikrini ileri sürerek, İslamiyeti ve din âlimlerini suçlamak hiç doğru değildir. İslam âlimlerinin hepsi, bu fikri reddetmektedir. Ehl-i sünnet âlimleri, müslümanları Allahtan başka kimseye tapınmaktan söz birliği ile men’ etmişlerdir. Allahü teâlâ ile kulları arasında ölülerin hatta dirilerin vasıta olması, müslümanlıkta değil, hıristiyanlıkta vardır. Papazların para karşılığında her günahı affedeceklerine inanıyorlar. [İslamiyette hiçbir âlim, hiçbir velî, hiçbir Peygamber kimsenin günahını affedemez. Her müslüman günahlarının affedilmesi için, Allahü teâlâya kendisi duâ eder, yalvarır. Allahü teâlâ, sevdiği kullarının dualarını kabul edeceğini bildirdi. Bunun için, müslümanlar, Allahü teâlânın sevdiği kullarının dirilerine ve ölülerine yalvararak kendileri için duâ etmelerini isterler.] Bunu müslümanlara yükleyip seciyesizlik diyorlar da, hristiyanlarda bulunduğu hâlde, Avrupalılara neden seciyesiz demiyorlar? Son zamanlarda ilerici ailelerde alafranga yetiştirilen çocuklarda, o beğenilmeyen din terbiyesi olmadığı hâlde seciyesizlikleri, ahlaksızlıkları gazete sütunlarını doldurmaktadır. Çocukları hoş tutmak ve sıkıntıya düşürmemek, onları tembelliğe alıştırmak yolundaki adetlerimizin zararını da İslamiyete yüklemek çok insafsızlıktır. Çünkü, İslamiyette baba, akıl ve baliğ olan çocuğunu beslemeye mecbur değildir. Onun çalışıp kazanması lazımdır. Bunun için, her baba, çocuğuna ilim, edep öğrettiği gibi, sanat öğretmeye de mecburdur.
İnsanların yaptığı işlerde, irâdelerinin tesirini bildirmek bakımından, başlıca 3 yol vardır: Mutezile, Cebriye, Ehl-i Sünnet.
Mutezile mezhebine göre, Allahü teâlâ insanlara kudret ve irâde vermiştir. İnsanlar bütün işlerini kendileri yaratır. “Kul, filinin halıkıdır” derler. Kolun titremesi, kalbin atması kendiliğinden oluyor. Fakat kolu kaldırmayı, ayağın yürümesini insan yaratıyor dediler. İnsan, istekli işlerini kendi yaratmasaydı, Allahü teâlânın iyiliklere mükafat, kötülüklere azap yapması adaletsizlik olurdu, dediler. Böyle inanışlarına vesika olarak, “Allahü teâlâ insanlara zulmetmez. İnsanlar kendilerine zulüm ediyorlar” ve “Yaptıklarının cezasıdır” mealindeki âyet-i kerimeleri öne sürüyorlar.
Cebriye fırkasında olanlar ise diyor ki (Bütün olacak şeyleri kalem ezelde yazdı ve sonradan değiştirilmemesi için mürekkebi de kurudu. Her şey ezelde takdir olunmuştur. Allahü teâlânın ilminde olanlar ve ezelde takdir ettiği her şey, öylece hâsıl olacaktır. Bunu kimse değiştiremez dediler. Rad sûresi 18. âyetinde, “Allah her şeyin halıkıdır” buyuruldu. İnsanı yaratan, insana kudret ve irâde veren ve insanın bütün işlerini yaratan odur) dediler.
Muhammed Masum-i Fârukî, Mektubat’ının 2. cildi 83. mektubunda buyuruyor ki:
Cebriye fırkasından olanlar, insanda irâde ve ihtiyar, yani seçmek ve dilemek yoktur dediler. İnsan her işini yapmakta mecburdur. İnsan, rüzgarla sallanan ağaca benzer. İnsan bir işi yaptı demek doğru değildir. Her işini Hak teâlâ yapar dediler. Bu sözleri küfürdür. Böyle inanan, kâfir olur. Bunlara göre, insanın iyi işlerine sevap verilir. Kötü işlerine azap yapılmaz. Kâfirler ve günah işleyenler mazurdur. Suçlu sayılmazlar ve ceza görmezler. Çünkü bu kötülükleri, onlar yapmıyor, Allah yapıyor. İnsanlara zorla yaptırıyor diyorlar. Bu sözleri de küfürdür. Saffat sûresi 24. âyetinde meâlen, “Onlar inanışlarından ve yaptıklarından sorulacaklardır” buyuruldu. Hadis-i şerifte, Cebriye fırkasında olanlara, yetmiş Peygamberin lanet ettiği bildirilmiştir. Bu sözlerin yanlış olduğunu aklı olan herkes kolayca anlar. Elin titremesi ile eli istekle kaldırmak başka olduğu meydandadır. Elin titremesi, insanın dilemesi ile değildir. Eli yukarı kaldırmak ise, insanın istemesi ve dilemesi iledir. Cebriye fırkasının yanlış yolda olduğu, âyet-i kerimelerden açıkça anlaşılmaktadır. Ahkaf sûresi 14. âyetinde meâlen, “Yapmış oldukları iyiliklerin karşılığını görürler” buyuruldu. Kehf sûresi 29. âyetinde meâlen, “İstiyen inanır, isteyen inanmaz. Biz, zalimler [yani inanmayanlar] için ateş hazırladık” buyuruldu. Nahl sûresinin 33. âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ onlara zulmetmedi. Onlar [küfür ederek ve günah işliyerek] kendilerine zulüm ettiler” buyuruldu. İnsanlarda ihtiyar etmek, seçmek kuvveti bulunmasaydı, Allahü teâlâ bu âyet-i kerimede, “Onlar, kendilerine zulmetti” demezdi. Çok kimseler Cebriye fırkasına uyarak, insanlar dilediğini yapamaz, diyor. Günah işlemeye mecbur olduklarını, zorla günah işlediklerini söylüyorlar. Kendilerini özürlü, suçsuz gösteriyorlar. Halbuki Allahü teâlâ, emirleri ve yasakları yapabilecek kadar insanlara ihtiyar ve kuvvet vermiştir. Kalbin atması ile insanın yürümesi elbette başka başka harekettir. Kalbin atması insanın elinde değildir. Fakat insan, isterse yürür, istemezse yürümez. Allahü teâlâ, kerim olduğu, merhameti çok olduğu için, güçleri yetişmeyen şeyleri insanlara emretmemiştir. Yapabilecekleri şeyleri istemiştir. Bakara sûresinin son âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ kullarına, yapabilecekleri şeyleri emretmiştir” buyuruldu. Cebriye fırkasına çok şaşılır ki kendilerini dinlemeyenlere, kendilerine sıkıntı verenlere güceniyorlar, onlara karşı koyuyorlar. Çocuklarını terbiye etmek, yetiştirmek için dövüyorlar. Yabancı erkekleri kendi kadınlarına, kızlarına yaklaştırmıyorlar. Böyle yapanların canını yakıyorlar. Bunlar mazurdur, mecburdurlar diyerek göz yummuyorlar. Fakat, ahiret işlerine gelince, bizim elimizde bir şey yoktur, her şeyi Allah yapıyor diyerek, İslamiyetin yasak ettiği kötülükleri sıkılmadan yapıyorlar. Emirleri, ibadetleri yapmaktan kaçıyorlar.
İnsanlarda dilemek, istemek yoktur derken, her diledikleri kötülüğü yapıyorlar. Tur sûresi 7. âyetinde meâlen, “Allahü teâlânın azap yapacağı gün elbette gelecektir. Onu kimse önleyemez” buyuruldu. Bir deliyi kendi evlerinde görseler veya bir günah işlediğini görseler, aklı yoktur, ihtiyarı yoktur diyerek ses çıkarmazlar. Fakat aklı başında olan kimseler suç işleyince, cezasını verirler. Demek ki buna, ihtiyarı olduğu için, isteyerek yaptığı için, ceza veriyorlar. Cebriye fırkası, insanlarda ihtiyar yoktur dediği için ve Mutezile fırkası ise kaza ve kadere inanmadıkları için, doğru yoldan saptılar. Bidat ehli oldular. Dalalete düştüler. İkisinin arasında kalan doğru yolu bulmak, Ehl-i sünnet âlimlerine nasip oldu. İşittiğimize göre, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe, imam-ı Cafer Sâdık’dan sordu ki Ey Resûlullahın torunu! Allahü teâlâ, işleri kulların arzularına bırakmış mıdır? Cevabında buyurdu ki Allahü teâlâ, Rab olmak, yaratıcı olmak sıfatını kullarına bırakmaz. İmam-ı Âzam yine sordu: İşleri kullarına zorla mı yaptırır? Cevabında zorla yaptırmaz. Kulların arzularına da bırakmaz. İkisi arasıdır dedi. Enam sûresi 148. âyetinde meâlen, “Müşrikler diyeceklerdir ki eğer Allahü teâlâ dilese idi, biz ve babalarımız müşrik olmazdık, kendiliğimizden bir şeyi haram etmezdik” buyuruldu. Bu âyet-i kerimede bildirildiği gibi, kâfirler ve müşrikler, Allah bizim küfür ve şirk yapmamızı dilemiş diyorlar. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini, bahanelerini kabul etmeyecektir. Böyle sözleri, cahil ve ahmak olduklarını göstermektedir.
Sual: Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine göre, hayır ve şer, her şey Allahü teâlânın takdiri ve dilemesi iledir. Buna göre, kâfirlerin küfrü de, Hak teâlânın dilemesi ile olmuyor mu? Bunların özürleri, haklı değil mi? Bu sözleri niçin kabul edilmiyor?
Cevap: Kâfirler, bu kötü hâle zorla düşmüş olduklarını, mazur olduklarını söylemiyorlar. Bunlar, küfrü ve günahları suç bilmiyorlar. Bunların kötülüğünü kabul etmiyorlar. Allahü teâlâ, dilediği her şeyi sever, beğenir, eğer sevmeseydi dilemezdi, diyorlar. Bizim şirkimizi, küfrümüzü ve yaptıklarımızı kendisi dilemekte ve yaptırmaktadır. Onun için hepsini beğenir, sever. Bunları yapanlara azap etmez diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerimenin sonunda meâlen, “Bu kâfirler sana inanmadıkları gibi, daha önce gelmiş olanlar da, Peygamberlerine inanmadılar. Bunun için azabımızı tattılar. Onlara söyle ki yanınızda kitap ve senet gibi sağlam bilginiz varsa, onu bize gösteriniz. Fakat siz, uyduruyor, yalan söylüyorsunuz” buyuruldu. Hak teâlâ, Kur’ân-ı Kerîmde ve bütün Peygamberlerinin kitaplarında küfrün çirkin olduğunu ve hiç beğenmediğini bildiriyor. Kâfirlerin mel’un olduğunu ve rahmetine kavuşamayacaklarını ve sonsuz azap çekeceklerini haber veriyor. Bu sözlerinin cahillik olduğunu bildiriyor. Çünkü, bir şeyi yapmak istemek, o şeyi sevmek olduğunu göstermeyebilir. Küfrü ve günahları elbette Allahü teâlâ dilemektedir. Çünkü, Onun dilemediği bir şeyi kimse yapamaz. Bunları dilemekte ise de, razı değildir, beğenmez. Böyle olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm açıkça bildirmektedir. Kâfirlerin bu sözleri, Cebriye fırkasının inanışına uygundur. İhtiyarları, yani seçip yapma hakları olmadığını söylemişlerdir. Allahü teâlâ da, bu sözlerini rettetmiş, yüzlerine çarpmıştır. Çünkü, böyle inanmanın yanlış olduğu yukarıda bildirildi.
Kâfirlerin bu sözleri, belki de alay etmek içindir. İnançlarını bildirmek için değildir. Çünkü kendi işlerini kötü bilmiyorlar. İyi bir şey yaptıklarına inanıyorlar. Bu işleri, Hak teâlâ beğeniyor, seviyor diyorlar.
Sual: İnsanların her işi, Hak teâlânın dilemesi ile olmaktadır. Hayır ve şer ezelde takdir edilmiş, yazılmıştır. Böyle olunca, insanın ihtiyarı, seçme hakkı kalır mı? Herkesin, ezelde takdir edilmiş olan iyi ve kötü şeyleri yapması lazım gelmez mi?
Cevap: Ezeldeki yani sonsuz öncelerdeki takdir, (Filan kimse, kendi isteği ile filan işi yapacaktır) şeklindedir. Görülüyor ki ezeldeki takdir, insanda ihtiyar, yani seçmek hakkı bulunmadığını değil, ihtiyarın bulunduğunu göstermektedir. Ezeldeki takdir, insanlarda ihtiyar bulunmadığını gösterseydi, Hak teâlânın da, her gün yarattıklarında, yaptıklarında ihtiyarsız olması, mecbur olması lazım gelirdi. Çünkü, Allahü teâlâ da, her şeyi, ezeldeki takdire uygun olarak yaratmaktadır. Allahü teâlâ muhtardır. Diler, seçer, dilediğini ve seçtiğini yaratır. 83. mektubun tercümesi burada tamam oldu.
Tavsiye Yazı: Ehli sünnetin kader inancı nasıldır?
Dinde reformcuların dediği gibi, İslam âlimlerinin kaza ve kader üzerinde çok kitap yazmaları, vehimler, hayaller ve hurafelerle uğraşmak değildir. İlim üzerine dayanan incelemelerdir. Cinlerin, perilerin, vampirlerin hayallerini karıştırmışlar demeleri de, İslam âlimlerine karşı büyük bir iftira ve saygısızlıktır. Kadınlarda, cahillerde, çocuklarda çok bulunan bu hayallerin ve efsanelerin geldiği yer, İslam âlimlerinin kitapları değil, Avrupa’dan, Amerika’dan gelen hayallerle, cinayetlerle doldurulmuş olan romanlar ve filimler ve yahudi ve hristiyanların bozuk inançları olsa gerektir.
Evet, cin vardır. Buna inanmak lazımdır. Fakat, vehimleri, hayalleri cin sanmak yanlıştır.
Tavsiye Yazı –> İslamiyette Felsefe var mı?