Peygamber efendimiz, Mescid-i Nebî’nin kuzey duvarına hurma dallarıyla bir gölgelik yaptırdı. Burada Mekke’den hicret eden, malı-mülkü bulunmayan bekâr sahâbîlerin yatıp kalkmalarını emir buyurdu. Sayıları on ile dört yüz arasında değişen bu sahâbîler, Resûlullah efendimizin yanlarından hiç ayrılmaz ve sohbetlerinden hiç geri kalmazdı. Gece-gündüz Kur’ân-ı kerîm okurlar, ilim öğrenirler, hadîs-i şerîfleri hıfz ederlerdi. Günlerinin çoğunu oruç tutarak geçirirler; ibâdet ve tâattan bir an ayrılmazlardı.
Burada yetişenler, yeni müslüman olan kabîlelere gönderilirler, onlara Kur’ân-ı kerîmi ve sünnet-i şerîfleri, yâni dîn-i İslâm’ı öğretirlerdi. Pek ziyâde fazîletlere sâhîb olan bu mübârek sahâbîler, büyük bir irfan ordusu idiler. Peygamber efendimiz, onları çok sever, onlarla oturup sohbet ederler ve beraber yemek yerlerdi. Burada kalanlara Eshâb-ı suffe denirdi.
Resûlullah efendimiz bir gün Eshâb-ı suffeye bakıp, son derece fakir olduklarını düşündüler. Böyle oldukları hâlde gönül rahatlığı ve parlaklığı ile ibâdet ediyorlardı. Peygamber efendimiz merhamet buyurup, onlara; “Ey Suffe eshâbı! Size müjdeler olsun. Eğer ümmetimden, sizin içinde bulunduğunuz bu zor şartlara razı bir kimse kalmış olursa, o, elbette benim arkadaşlarımdandır” buyurdular.
Habîb-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, her şeyden önce bu seçkin Eshâbının ihtiyaçlarını te’min eder, sonra Ehl-i beytininkini gidermeye çalışırlardı. Ebû Hüreyre şöyle anlattı: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü tealâya yemîn ederim ki, ben bâzan açlıktan karnımı yere dayar, bâzan da yerden aldığım bir taşı karnıma bastırırdım.
Yine böyle bir hâlde idim. O gün Resûlullah’ın mescide geçtiği yolun üstünde oturmuştum. O sırada âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihanın süsü, nûr saçarak yanıma geldiler. Hâlimi anlayıp gülümsediler ve; “Yâ Ebâ Hüreyre!” buyurdular. “Canım sana fedâ olsun, buyur yâ Resûlallah!” deyince; “Benimle gel” buyurdular. Hemen peşlerinden yürüdüm. Hâne-i saâdetlerine girdiler. Evde bir bardak süt vardı. “Haydi, Ehl-i suffeye git. Onları bana çağır” buyurdular. Onları çağırmak için giderken kendi kendime; “Bütün suffe ehline bir bardak süt nasıl yeter? Bana da bir yudum düşer mi ki?…” diye düşünüyordum.
Onları çağırdım, saâdethâneye geldik, izin isteyip içeri girdik, uygun yerlere oturduktan sonra, Resûlullah efendimiz; “Yâ Ebâ Hüreyre! Şu süt bardağını al, onlara ver!” buyurdular. Ben de bardağı alıp, sıra ile arkadaşlarıma veriyordum. Her biri bardağı alıyor doyuncaya kadar içiyor, bana iade ediyordu. Herkesten aldığımda, bardağın hiç eksilmediğini, öylece sütle dolu olduğunu görüyordum. Bu şekilde, gelen bütün arkadaşlarıma takdim ettim. Hepsi içip doydular. Sonra Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem bardağı alıp, bana gülümsediler ve; “Yâ Ebâ Hüreyre! Süt içmeyen bir ben kaldım, bir de sen. Haydi sen de otur, iç!” buyurdular. Oturup içtim. “Yine iç!” buyurdular, içtim. Efendimiz, bir kaç defa “iç!” buyurdular. Ben de her defasında içtim. Nihâyet; “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Artık içemiyeceğim. Seni hak din ile gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, iyice doydum” dedim. “Öyleyse bardağı bana ver” buyurdular. Verdim. Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra, Besmele çekerek sütü içtiler.”
Mescidde Resûlullah efendimizin hiç bir sohbetini kaçırmadan ilim öğrenen bu mümtaz Eshâba karşı, Medîneli sahâbîler, benzeri görülmemiş şekilde muhabbet beslerlerdi. Bir akşam, açlıktan dermanı kalmayan Suffe’den bir sahâbî, Resûlullah efendimizin huzûr-ı şeriflerine gelip, hâlini arz etti. Peygamber efendimiz, hâne-i saâdetlerine, yiyecek bir şeyin olup olmadığını sordular. “Şu anda evde yiyecek olarak sudan başka bir şey yok” cevâbını alınca, orada hazır bulunan Eshâbına; “Kim şu açı misafir eder?” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan Medîneli biri, herkesten önce davranıp; “Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Onu ben ağırlarım”dedi.
Misâfiriyle evine gidip hanımına; “Resûlullah efendimizin misafirini ağırlayacak bir şeyler hazırla” dedi. Hanımı; “Şu anda evimizde çocukların yiyeceğinden başka bir şey yok” diye cevap verdi, “önce çocukları uyut. Sonra o yemeği getir” diyen sahâbî, ancak bir kişiye yetecek kadar olan yemeği alıp misâfrin odasına girdi. Sofrayı koyup buyur etti. Yemeğe beraber başladıktan sonra kalktı, lâmbayı düzeltiyormuş gibi yapıp söndürdü. Tekrar karanlıkta sofranın başına oturdu. Yiyormuş gibi hareketler yaparak, misâfirin doymasını bekledi. Misâfir doyduktan sonra sofrayı kaldırdı. O gece, çocukları ile aç olarak sabahladılar.
Sabahleyin Peygamber efendimizin huzûr-ı şeriflerine gittiklerinde; “Allahü teâlâ bu geceki hareketinizden hoşnûd oldu” buyurdular. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Haşr sûresinin 9. âyet-i kerîmesini göndererek meâlen, “Onlar (Ensâr), kendilerinde yoksulluk ve muhtaçlık olsa bile, (Muhâcirleri) kendi canlarından üstün tutarlar,” buyurdu.
Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, III, 235; İbn Sa’d, et-Tabakât, I, 255.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız