Her sene çeşitli şehirlerdeki insanlar, belli günlerde Kâbe-i muazzamayı ziyâret etmek için Mekke’ye gelirlerdi. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselam da gelenleri karşılayıp, her gruba İslâmiyet’i anlatır, Allahü teâlânın bir, kendisinin hak peygamber olduğunu ve kurtuluşun bunda bulunduğunu bildirirlerdi. Bir gün Velîd bin Mugîre, müşrikleri toplayıp; “Ey Kureyş cemâati! Yine Kâbe’yi ziyâret etme mevsimi geldi. Muhammed’in sesi, âleme yayılmıştır. Arab kabîleleri yanına gelip, tatlı sözlerine meyl ederler ve dînine girerler. Buna bir tedbir düşünmek lâzımdır. Hepimiz anlaşalım, O’nun hakkında bir şey söyleyerek birbirimizi yalancı çıkarmış olmayalım” dedi. Kureyşliler; “Ey Abdişems’in babası! İçimizde en ileri görüşlü olan sensin. Sen, ne söyleyelim dersen, biz de onu söyleriz” dediler. Velîd; “Hayır, siz söyleyin ben dinleyeyim” deyince, onlar; “Kâhin diyelim” dediler. Velîd derhâl îtirâz etti ve; “Hayır! Yemîn ederim ki, O kâhin değildir. Biz, çok kâhin gördük. Doğruyu da yalanı da hiç çekinmeden söylerler. Muhammed’in okuduğu şeyler, kâhinlerin uydurduğu şeylere hiç benzemiyor. Sonra biz, şimdiye kadar Muhammed’den bir yalan da işitmedik. Eğer böyle söylersek kimse inanmaz” dedi. Bu defa; “Mecnûndur, delidir diyelim” dediler. Velîd yine îtirâz ederek; “Hayır! Yemîn ederim ki O, bir mecnûn ve deli de değildir. Biz deli ve mecnûnları biliriz, delilik alâmetlerinden de anlarız. O’nun ne boğulması, ne çırpınıp titremesi, ne de evhamlanması vardır. Böyle söylersek bizi tekzîb edip yalanlarlar” dedi. Kureyşliler; “Şâirdir diyelim…” dediler. Velîd yine îtirâz etti ve; “O şâir de değildir! Biz, şiirin her çeşidini çok iyi biliriz. O’nun okudukları şiire hiç benzemez” dedi. Bu defa; “O, sihirbazdır diyelim” dediler. Velîd; “O sihirbaz değildir. Biz, sihirbazları ve yaptıkları sihirleri gördük, onları da biliriz. O’nun sözlerinde sihirden eser yoktur. Muhammed’in kelâmı bütün âleme galiptir. Bilinmeyen kimse de değildir. Halkı O’ndan ayırıp konuşmalarına mâni olamayız. Sonra fesâhat ve belagatta, güzel ve manâlı konuşmada akranlarından üstündür. Velhâsıl O’nun hakkında her ne söylesek, halk bizim sözümüzün yalan olduğunu anlar” dedi. Kureyşliler, diyecek bir şey bulamayınca; “İçimizde en yaşlı ve tecrübeli sensin, sen ne dersen biz ona razıyız” dediler.
Bunun üzerine Velîd bin Mugîre bir müddet düşündükten sonra; “Yine hepsinden iyisi, biz O’na sihirbaz, büyücü diyelim, akla en uygun geleni budur. Çünkü, sözleriyle halkı kavminden ve akrabâsından ayırıyor. Kardeşi kardeşten, iki dostu birbirinden soğutuyor” diyerek etrafındakileri ifsâd etti. Kureyşliler hemen dağılıp, Mekke’de başlarına topladıkları insanlara; “Muhammed sihirbazdır!..’’ dediler ve halk arasına yaydılar. Kabe’yi ziyâret için kabîleler gelmeye başlayınca, önüne çıkıp, Peygamber efendimizle görüşmekten sakındırmadıkları kimse bırakmadılar.
Müşriklerin bu hareketleri sebebiyle, İslâmiyet bütün Arab ülkelerinde ilân edildi ve zihinlerde putlara karşı büyük bir soru belirdi.
Allahü teâlâ, Velîd bin Mugîre kâfirine acı azâblar tattıracağı hakkında âyet-i kerîmeler indirdi. Müddessir sûresinin 11. âyet-i kerîmesinden îtibâren meâlen “(Ey Resûlüm!) O tek başına yarattığım şahsın (servetten mahrum bir hâlde doğmuş olan Velîd bin Mugîre gibi bir kâfirin) işini (cezasını) bana havale et. (Ondan intikam almaya ben kâfiyim. O münkiri yarattım) ve ona pek çok mal verdim. (O bir şeye mâlik olmayan nankör şahsı, sonradan pek çok nîmetlere kavuşturdum. Nice bağlar, bostanlar, mallar ihsan ettim.) Yanında hazır (kendisiyle beraber Mekke-i mükerremede yaşayan) oğullar verdim. (Hep beraber bolluk içinde yaşadılar.) Ömrünü ve makamını yaydım. (Mekke’de yüksek bir riyasete kavuştu. Mekke ile Tâif arasında çeşit çeşit bağ ve bostanlara sahip oldu. Kendisine, Reyhânetül-Arab lakabı verildi. Kendini, kavmine pek güzide bir kimse olarak tanıtıyordu. Bütün bu nîmetlerin şükrünü îfâ etmesi lâzım gelmez miydi? Bu varlıkları kendisine ihsan etmiş olan Allahü teâlâyı tasdik edip, O’na inanması lâzım gelmez miydi?) Sonra (o harîs, nankör şahıs) verdiğimizi (malını ve evlâdını) daha da artırmamızı arzu ediyor, (nail olduğu nîmetlerin kadrini bilip, şükrünü yapmaya çalışmıyor. Bu ne kadar büyük bir ihtiras, ne derece çirkin bir nankörlük?) Hayır! (O münkirin, o tamahkârın arzusu yerine getirilmeyecektir. Onun malı ve evlâdı artırılmayacaktır). Çünkü o bizim âyetlerimize (Kur’ân-ı kerîme) inâd etti, inkârda bulundu. (Resûlümün sâdık olduğunu, peygamber olduğunu kalben anlamış olduğu hâlde, inadından dolayı İnkâra cür’et gösterdi. Ne büyük dalâlet!) O münkiri saûd azabına duçar edeceğim… (Bu âyet-i kerîmede geçen saûd ile ilgili hadîs-i şerîfde buyruldu ki: “Saûd, Cehennemde bir dağdır. Ona, kâfir yetmiş yılda çıkabilir. Sonra oradan düşer. Bu böyle devam eder”.) Sonra o inkarcı şahıs, (Resûlullah’tan işittiği Kur’ân-ı kerîme nasıl dil uzatacağını) düşündü. (Kendine göre) bir ölçü koydu (söyleyecek söz hazırladı). Ona lanet olsun ki, (Kur’ân-ı Kerîm hakkında) nasıl tefekkür edip, ölçü koydu. Ona tekrar tekrar lanet olsun ki, nasıl ölçü koydu. Sonra, (kavminin yüzlerine veya Kur’ân-ı kerîm hakkında ne diyeceğine) baktı. Sonra (kızgınlığından ve Kur’ân-ı kerîme dil uzatacak bir şey bulamadığından) kaşlarını çattı, yüzünü buruşturdu. Sonra (Allahü teâlâya ve Resûlüne îmândan) yüz çevirip kibirlendi. “Bu (Muhammed’in söylediği) ancak sihirbazlardan öğrenilip nakledilen bir sihirdir. Muhakkak bu ancak insan sözüdür” dedi. Hâlbuki o şahıs, Kur’ân-ı kerîmin, hârika bir kelâm olduğunu, insan ve cinnin sözlerine benzemediğini, evvelce kavmi arasında itiraf etmişti. Sonra o inkarcı şahıs, kavmini memnun etmek için sözünü değiştirip, Kur’ân-ı kerîm hakkında, ona asla lâyık olmayan iftiralarda bulundu. Böylece kendisini ilâhî azaba müstehak kıldı. Allahü teâlâ buyurdu ki: Ben, onu Sekar’a, Cehennem’e atacağım. Sekar’ın Cehennem’in ne olduğunu sana ne bildirdi? Hem o Cehennem bedeninden hiç bir eser bırakmaz (hepsini helâk eder), hem yine eski hâline getirip (aynı azabı yapmaya) devam eder”.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız