Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem Mekke’de İslâmiyet’i açıkça yaymaya başladığı yıllarda, gece-gündüz insanlara nasihat veriyor, onları, İslâm dînine dâvet ediyordu. Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimizin bu gayretlerini boşa çıkarmak için çabalıyorlardı. O’nun anlattıklarını kabul edip îmân edenlere, her türlü yalan, iftira ve işkenceyi reva görüyorlardı. Peygamber efendimizle görüşen, konuşan birini gördüler mi, hemen yanına varıyorlar, O’nu dinlememesi ve anlattıklarına inanmaması için her türlü hileye, yalana başvuruyorlardı. Dışarıdan Mekke’ye gelenleri O’nunla görüştürmemek için, ellerinden geleni yapmaktan geri durmuyorlardı.
Müslümanların, sıkıntı içinde oldukları ve kâfirlerden eziyet çektikleri bir zamanda, Tufeyl bin Amr ed-Devsî. Mekke’ye gelmişti. Bunu gören müşriklerin önderleri, yanına giderek; “Ey Tufeyl! Sen, bizim memleketimize geldin. Aramızda ortaya çıkan Abdülmuttalib’in yetiminin, şaşılacak bir çok hâlleri vardır. Söylediği sözler sihir gibidir. Oğlunu babasından, kardeşi kardeşten, kocayı karısından ayırıyor! Ortaya attığı fikirlerle, ortalığı karıştırıyor, O’nun sözünü işiten oğul, babasına bakmıyor. O’na tâbi oluyor. Artık kimse birbirini dinlemeyip, müslüman oluyor. Korkarız ki, bizim başımıza gelen bu ayrılık belâsı, seninle kavminin başına da gelir. Sana nasihatimiz olsun, O’nunla sakın konuşma. Ne O’na bir söz söyle, ne de O’nun sözünü dinle. Anlattıklarına kulak asma! Çok dikkatli ol. Burada fazla da kalma Hemen çekip git!” dediler. Bundan sonrasını Tufeyl bin Amr şöyle anlatıyor:
“Yemin ederek söylüyorum, bu sözü o kadar çok söylediler ki, artık O’nunla konuşmamaya ve sözünü asla dinlememeye karar verdim. Hattâ Kâbe’ye girdiğim zaman, ne olur ne olmaz belki sözlerini duyarım endişesiyle kulaklarıma pamuk bile tıkamıştım. Ertesi gün, sabahleyin Kâbe’ye gittim. Resûl aleyhisselâmın orada namaz kıldığını gördüm. O’na yakın bir yerde durdum. Cenâb-ı Hakk’ın hikmeti olarak, okuduklarından bâzısı kulağıma çarptı. İşittiğim sözler ne kadar güzeldi. Kendi kendime; “Ben, iyiyi kötüyü ayırt edemeyecek bir adam değilim. Hem de şâirim. Bunun söylediklerini ne diye dinlemeyeyim? Sözlerini güzel bulursam kabul ederim, güzel gelmezse terk ederim” dedim. Ve bir tarafa gizlenip, Resûlullah namazını kılıp evine hareket edinceye kadar orada bekledim. Sonra peşinden gittim. Evine girince, ben de girdim ve; “Yâ Muhammed aleyhisselâm! Ben bu diyara geldiğimde, senin kavmin bana şöyle şöyle dediler. Senden uzak durmamı istediler. Korkumdan sözünü işitmemek için kulaklarıma pamuk tıkadım. Ama Allahü teâlâ senin okuduklarından bir miktarını işittirdi. Onları pek güzel buldum. Şimdi sen, bana ne söyleyeceksen bildir! Kabûl etmeye hazırım” dedim. Resûlullah efendimiz bana İslâmiyet’i anlattı ve Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Yemîn ederim ki, ömrümde bundan daha güzel söz işitmemiştim. Hemen Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldum.
O anda dedim ki: “Yâ Resûlallah! Ben, kavmimde sözü dinlenen, itibarlı bir kimseyim. Hiç biri sözümden dışarı çıkmaz. Gidip, onları da, İslâm dînine dâvet edeyim. Duâ ediniz de, Allahü teâlâ benim için bir alâmet, bir keramet buyursun! Böylece o alâmet, kavmimi İslâmiyet’e dâvet ederken ba- na bir kolaylık, bir yardım olsun!” Bu ricam üzerine Resûlullah efendimiz; “Ey Allah’ım! Onun için bir âyet, alâmet yarat!” diye duâ buyurdu.
Bundan sonra kendi beldeme döndüm. Karanlık bir gecede, kavmimin oturduğu su başına bakan tepeye vardığım zaman, alnımda kandil gibi bir nûr peyda oldu ve ışık vermeye başladı. O zaman duâ edip; “Ey Allah’ım! Bu nuru alnımdan başka bir yere naklet! Devs kabîlesinin câhilleri görüp de, dîninden döndüğü için, Allah, onun alnında ilâhî bir ceza olarak bunu çıkardı sanmasınlar!” dedim. O nûr, hemen elimdeki kamçının ucuna gelip kandil gibi asıldı. Kabilemin yurduna yaklaşıp da, yokuştan aşağıya inmeye başladığım sırada, orada bulunanlar, elimdeki kamçının başında kandil gibi parlayan nuru birbirlerine gösteriyorlardı. Bu vaziyette yokuştan aşağıya inip evime geldim. Yanıma ilk önce, babam gelip, beni bu hâlde gördü. Bana olan sevgisinden boynuma sarıldı. Babam çok yaşlıydı. Ona dedim ki: “Ey babacığım! Eğer evvelki hâlin üzere kalırsan, ne ben sendenim, ne de sen bendensin!” Bu sözümü işitince babam şaşırdı ve; “Sebebi ne ey oğlum!” diye sordu. Ona cevap olarak; “Ben artık Muhammed aleyhisselâmın dînine girip müslüman oldum” dedim. Bunun üzerine babam; “Oğlum, ben de senin girdiğin dîne girdim. Senin dînin benim de dînim olsun!” deyip, hemen Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Bundan sonra İslâm dîninden bildiğimi ona öğrettim. Sonra, yıkanıp temiz elbiseler giydi. Daha sonra yanıma hanımım geldi. Ona da aynı şeyleri söyledim. O da kabul edip müslüman oldu.
Sabah olunca, Devs kabîlesinin içine çıktım. Bütün Devslilere İslâmiyet’i anlattım. Onları da dâvet ettim. Fakat kabullenmede ağır davrandılar. Hattâ çok zaman muhalefet ettiler. Günah ve kötülük olan işlerinden el çekmediler. Daha da ileri gidip göz, kaş hareketleri yaparak benimle alay ettiler; faiz ve kumara düşkünlüklerinden sözlerimi dinlemediler. İslâmiyet’e uymaktan kaçındılar. Allah’a ve Peygamberine âsî oldular.
Bir müddet sonra Mekke’ye gelip, kavmimi Resûlullah’a şikâyet ederek; “Yâ Resûlallah! Devs kabîlesi, Allahü teâlâya âsî oldular. İslâm’a girmeleri için yaptığım dâveti kabul etmediler. Onlar için duâ buyurun!” dedim. Herkese şefkat ve merhameti çok olan sevgili Peygamberimiz, ellerini açıp kıbleye dönerek; “Yâ Rabbî! Devs halkına doğru yolu göster de, onları İslâm dînine getir!’ diye duâ ettiler. Bana da; “Kavmine dön,’ Onları güler yüzle ve tatlı dille İslâmiyet’e dâvet etmeye devam et! Kendilerine yumuşak davran!” buyurdular. Hemen memleketime geldim, Devs halkını İslâm’a dâvetten hiç boş kalmadım.”
İbn Hişâm, es-Sîre, I, 382-385; Süheyli, er-Ravzül-Ünf, II, 168
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız