Sual: Peygamber efendimizin mucizeleri nelerdir?

Cevap: Türpüşti Risalesi’nde deniyor ki;

Allahü teâlâ, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin ilk zamânlarında, bir meleği bir müddet Ona müvekkel kılıp, Onun hâline uygun olan zarûrî kulluk bilgilerini Ona bildirdi. Hadîs-i şerîfde buna işâretle, “Ona bir veyâ iki şey öğretirdi” diye geldi.

Bu müddet zarfında sâdık rüyâlar görürdü. Bu nübüvvet idi. Sonra Cebrâîl aleyhisselâm kendisine geldi ve Mekke halkını tevhîde davet etmesini bildirdi. İşte o zamân nübüvvet ve risâlet başlamış oldu. Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” davetinde, diğer Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bulunmayan bir kaç husûs vardı. Şöyle buyurdu:

1) Ben insanlara ve cinlere peygamber olarak gönderildim. Bu zamândan kıyâmete kadar benim peygamberliğim hepsinedir.

2) Benim şerî’atim hepsinden sonradır, artık başka din gelmez.

3) Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Peygamberlik kapısı benimle kapandı. Benden sonra hiç peygamber gelmez. “Benden sonra peygamber yoktur” hadîs-i şerîfi bunu gösteriyor.

Onun davâsı, ondan önceki peygamberlerin bildirdikleri gibi olup, onlardan intikâl eden ilimle, âhir zamân Peygamberinin bütün insanlara ve cinlere gönderileceği belli idi. O peygamberlerin sonuncusudur. Ondan sonra artık hiç bir peygamber olmaz. Onun dîni bütün dinlerin en iyisidir. Onun şerî’ati, bütün şerî’atleri nesh eder, yürürlükten kaldırır. İsmi, nesebi [soyu] sıfatı, eşkâli, huyu, hilkati, dünyâya gelişi, hicret edeceği açıkca bildirilmiş idi. Bütün bunlar Onun davâsının hucceti idi. Resûlullaha âid bütün bu bilgiler ehl-i kitâba [yahûdî ve hıristiyanlara] ulaşmıştı ki, dünyâyı şereflendirince, Ona hasım ve düşman oldular. O dahâ gelmeden, hakkında bütün bildiklerini bildirdiler ve bu bildirdiklerinin doğru olduğuna şâhidlik ve yemîn etdiler. Ehl-i kitâba mensûb âlimler, âhir zamân peygamberinin Mekke’nin hareminden çıkma vakti yaklaştı, sayılı günler kaldı, dediler.

Dünyâyı teşrîf edeceği zamân, çok garîb ve şaşılacak olaylar zuhûra geldi. Fil ordusunun helâki ve kuşların onlara taş fırlatmaları, kimse dokunmadan Mekke’deki putların yüzükoyun yere düşmeleri, Sâve gölünün yere batması, Kisrâ’nın [Îrân şâhının] sarâyının burç ve balkonlarının kırılıp düşmesi, söyleyeni görülmeden, Resûlullahı medheden, vasfeden bir takım seslerin işitilmesi, kâhinlerin sözbirliği ile, dünyâda çok büyük hâdiseler oluyor, cinnîler bu sebeple göklerden haber alamaz oldular demesi gibi, bir çok alâmetler belirdi.

Davetten sonra, mubârek elinde ve dilinde çok mucizeler zâhir oldu. İşâreti ile ayın ikiye ayrılması, mubârek avucunda bulunan çakıl taşlarının tesbîh etmesi, mubârek parmaklarının arasından sular akıp, bu sudan 1500 sahâbînin abdest almaları, içip kanmaları ve hayvanlarını sulamaları, mataralarını doldurmaları, hutbe esnâsında mubârek sırtını dayadığı tahtanın, minber yapılıp, Resûlullahın oraya gitmesine dayanamayıp inlemesi, duâsı ile az bir yemeğin bereketlenip bütün askere yetmesi, koyun etinin kendisiyle konuşup, benden yeme, bana zehir kattılar demesi, aynı şekilde ileride olacak şeylerden haber vermesi, meselâ Kisrâ ve Kayser’in [Îrân şâhı ve Bizans imperatorunun] hazîneleri Allah yolunda harcanacak buyurması ve buyurdukları gibi olması, Sürâka bin Mâlik’e “radıyallahü anh”, Allahü teâlâ Kisrâ’nın bileziklerini Senin kollarına koyar buyurması ve buyurduğu gibi zuhûr etmesi, Yemenin, Şâmın ve Irâk’ın feth edileceklerini buyurması ve haber verdikleri sıra ile fethedilmeleri ve benzeri sayılamayacak kadar mu’cizeleri hep bu cümledendir.

Selef-i sâlihîn âlimlerinden biri, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nübüvvetinin alâmetlerini saydı da 1.000’e ulaştı. Onun elde edemediği, kim bilir dahâ niceleri vardır. Nübüvvet delîllerinden ve risâlet alâmetlerinden bildirdiklerinin bir kısmı mütevâtir olup, bunlar kesindir. Bir kısmı ise büyük bir topluluğun bildirmedikleridir. Bunlar; önce haber-i âhâd olup, manâ bakımından kendisinde tevâtür bulunanlardır. Yanî mucizelerden bir kişi tarafından bildirilip, îcaz tarîkıyle mütevâtir olandan bir benzeri bulunanlar kasd edilmektedir.

Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” en büyük mu’cizesi Kur’ân-ı kerîmdir. O hiç yok olmaz, hükmü kalkmaz. Hiçbir haber, bütün tevâtür şartları bakımından Kur’ân-ı kerîme yetişemez. Nice asırlar geçdi; hâlâ kulaklarda bütün tâzeliği ile çınlamakdadır ki, (Ey Muhammed), o inâd edenlere de ki, eğer ben bu Kur’ânın sözlerini kendimden söylüyorsam, siz de kendiliğinizden buna benzer on sûre söyleyin”, bir başka yerde, “Eğer doğru söylüyorsanız, buna benzer bir sûre getirin”, bir başka yerde, “Buna benzer bir söz söyleyin!” buyurulmuştur. Fakat o günden bu güne kadar hiç kimse, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine benzer bir âyet getiremedi. Bu, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin peygamberliğinin en büyük nişân ve alâmetlerindendir. Çünki Resûlullahın kavmi [milleti ve akrabâları] olan Kureyş, bu hitâba en önce muhâtab oluyordu ve onlar fesâhat ve belâgatda, yanî konuşma, söz söyleme, şiir yazma gibi edebî sanatlarda çok ileride olup, aynı zamânda Resûlullahın konuştuğu dille konuşuyor ve fakat ona düşmanlıkta da herkesden ileride bulunuyorlardı. Ona zarar vermekte herkesi geride bırakıyorlardı. Onunla savaşmakta mallarını, paralarını veriyor, canlarını tehlikeye atıyorlar ve onu yenmek istiyorlardı. Bütün bunlara rağmen, benim getirdiğimin bir sûresi gibi getirebilirseniz getirin diye meydân okuyunca, ona cevâp vermekten kaçındılar ve “Bu sihirdir, bu yalandır” dediler. Eğer ellerinden, ona benzer bir sûre getirmek gelseydi, ona karşı koyar, hattâ bir âyetle cevâp verebilecek olsalardı, bir an durmaz verirler ve o kadar mal, para ve canlarını telef etmez, ölüm acılarını tatmazlar; böyle bir delîl ve senedleri olsa, aslâ bunda tehâvün göstermezlerdi. Çünki onu red etmekde, bundan dahâ mükemmel bir şey yoktu. Çünki bu şekilde bir sûre ve âyetle cevâp vermekte, mal kaybı, can telefi, vatan terki, çoluk çocuğundan ayrılmak gibi zor şeyler yoktu. Karşı koyamadıklarına, hattâ onun benzeri bir sûre getiremeyeceğiz dediklerine göre, onların bu sözleri açıkça, getiremiyeceklerini göstermektedir.

Onlardan sonra gelen her devirde, arab dilini iyi bilen, arab edebiyyâtına vâkıf olup, bu dilin fesâhat ve belâgatında öncekilerden de ileri giden nice islâm düşmanları bulunmuş, ammâ Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine benzeyen bir söz ile bile karşı koyamamışlardır. Buradan da kesin olarak anlaşılmış oldu ki, Kur’ân-ı kerîm mu’cizedir ve onun i’câzının birkaç bakımdan olduğunu bildirmişler ki, bunları nakletmek ve birinin diğerine tercîh edilmesini bu kitâpta ortaya koymak çok mühim ve pek zarûrî değildir. Evet, buna rağmen öne alınması lâzım gelenleri ve aralarında birleştirme olanları şöyle sıralıyabiliriz:

1) Kur’ân-ı kerîm kelimelerinin nazmı [uygun şekilde dizilişi], hiç bir söz ve ifâde dizilişine benzemiyor. Arab diline mahsûs hiç bir tarzı ta’kîb etmiyor. Bilakis Kur’ân-ı kerîmin sâdece kendine mahsûs bir tarzı ve ifâde şekli vardır ki, hiçbir zamân ve mekânda öylesi söylenmemiştir. Bu zamân zarfında hiçbir edîbin böyle sözler ve benzeri ifâdeler duymamış olmasındandır ki, Kur’ân-ı kerîmin ifâdesinin insan sözüne benzemediğini açıkca söylediler.

2) Kur’ân-ı kerîmde, vuku’a gelmemiş şeylerin olacağından haber verilmektedir. Nitekim, “And olsun ki, Allah Resûlünün rüyâsını doğru çıkardı. Allah dilerse, siz güven içinde başlarınızı traş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir” [Feth sûresi, 27. âyeti], ve “O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır” [Kamer sûresi 45. âyeti] –Bedr savaşındaki düşmanların hâli içindir–, ve “Elîf. Lâm. Mîm. Rûmlar [Bizanslılar] –arabların bulunduğu bölgeye– en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde gâlib geleceklerdir” [Rûm sûresi, 1,2,3,4. âyetleri] [1] ve “Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen Odur. Şâhid olarak Allah yeter” [Feth sûresi, 28. âyeti] ve “Hâtırlayın ki, Allah size iki tâifeden –kervân veyâ Kureyş ordusundan– birinin sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de, kuvvetsiz olanın –kervânın– sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleşdirmek ve –Kureyş ordusunu yok ederek– kâfirlerin ardını kesmek istiyordu” [Enfâl sûresi, 7. âyeti]. Bu ve buna benzer âyetlerde bildirilenler, hep Allahü teâlânın haber verdiği şekilde meydâna geldi.

3) Kur’ânın sözlerinde çok mu’cez ifâdeler, yanî az sözle çok şey bildirmek vardır. Bunlara insanlar vâkıf değildiler.

Selef-i sâlihîn âlimlerinden bazısı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün sünnetlerinin Kur’ân-ı kerîme dayandığını, hepsinin aslının Kur’ân-ı kerîmde bulunduğunu ve bunları anlamanın Peygambere mahsûs olduğunu söylemiştir.

Demek ki, yukarıda zikrolunan husûslardan dolayı Kur’ân-ı kerîm mu’cizedir. Yanî tertîb ve nazmı hiçbir söze benzemiyor ve Kur’ân-ı kerîmde bulunan bu maddelerden herbiri de, yalnız başına mu’cizdir. Başkalarının söyleyemediği mûcez ifâdeleri taşıyan mânidâr sözlerinin herbiri de mu’cizdir. Kur’ân-ı kerîmin bütünü manâ bakımından mu’cizdir. Çünki âyetlerin biri diğerini kuvvetlendiriyor, kimi ötekini tasdîk ediyor ve i’câzın her nev’î, diğerlerine yakın ve yardımcı oluyor.

Büyük âlimlerimiz, Resûlullaha getirilen Kur’ân-ı kerîmin mu’cize olması, ölüyü diriltmekten dahâ açık ve seçikdir. Çünki Kur’ân-ı kerîm öyle bir kavme geldi ki, onlar çok fasîh ve belîg olup, kelime ve sözleri diledikleri gibi kullanırlardı. Söze ve dile bu kadar hâkim iken, Kur’ân-ı kerîmin bir sûresi gibi söyliyemediler. Îsâ aleyhisselâm ölünün dirilmesini hiç düşünmeyen bir kavme geldi. Ammâ Kureyşliler, kendi dilleriyle bir söz [kitâb] olsun da, bunlar ona hiç karşı gelemesin istemezlerdi. Fakat Kur’ân-ı kerîm karşısında âciz kaldıkları gerçeği, hiç bekledikleri bir şey olmadığından, bunun delîl olmadaki hucceti ve âşikâr oluşu, onlarca beklemedikleri bir şeyin olmasından ileridedir.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm gibi bir mu’cizeyi [âciz bırakanı] hiçbir peygambere vermemiştir. Çünki eski peygamberler, halkı hak dîne davet edince, ardından bir mu’cize gösterirlerdi ve o mu’cize o insanlar için gerektiği kadar kalır, sonra kaldırılırdı. İnsanlar arasında zikri [anlatılması] devâm ederdi. Bizzat kendisi mu’ciz olan Kur’ân-ı kerîm ise, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra ümmeti, yanî bütün insanlar arasında mahfûz kaldı. Daveti kıyâmete kadar devâm ettiği için, huccet olması da kıyâmete kadar bâkî kalır. Yok olması, kalkması hiçbir şekilde câiz değildir. Hepsinden dahâ şaşılacak odur ki, peygamberler önce davet ederdi, sonra huccet [mu’cize], yanî peygamber olduklarını gösteren bir alâmet ortaya koyarlardı. Demek ki, huccet, davetten ayrı bir şey oluyor. Bizim Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için her ikisi bir şeyde birleşti. Yanî Kur’ân-ı kerîm, manâsı bakımından davet idi ve sebeplerini anlattık. Aynı zamânda davetin hucceti olan mu’ciz idi. Demek ki, huccet olması, davânın kendisinde bulunuyordu. Davetin kendisinin huccet olması fazîlet ve şeref olarak yeter ve kıyâmete kadar davet huccetten ayrılmaz.

Bu anlattıklarımızı bir kimse iyice anlayamaz ve anlaması için dahâ basît bir delîl istemeğe kalkışırsa, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hâline, hayâtına baksın. Çünki dahâ çocukken yetîm kalmış, emir verecek, insanlara hükmedecek kuvveti olmadığı gibi, insanları tarafına çekecek zenginliği, hattâ babasından kalma malı ve meta’ı bile yoktu ki, bunun için insanlar peşinden gelsin. Bilâkis, yalnız, fakîr, kimsesiz olup, bir şey söylediğinde, kendisine uyacak, taraf çıkacak insanlar yok idi. Bu hâlde iken, bütün arablara meydân okudu. Hâlbuki onlar topyekûn putlara tapıyor, câhiliyye âdetlerinde ısrâr ediyorlardı. Hiçbir şey onları din veyâ mal düşüncesinden ötürü, kan dökmekten, yağmalamaktan, harâmları mubâh tutmaktan, zinâdan, murdar [ölü] eti yemekten ve birbirlerine zulmetmekten alıkoyamazdı. Ammâ daveti ortaya çıkınca, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” bereketi ile kendi hâli, davet edilen o insanlara geçti ve hepsi tek dil, tek gönül oldular. Onun dîninde birleşip, yaptığı ibâdet ve tâ’atleri istekle yapar oldular da, en güzel ahlâk ve fiillerle sıfatlandılar. Nefslerinin istediği başkanlık, mevki’, makâm ve tabî’atlerinin arzûladığı şehvetlerini tamâmen bırakıp, şerî’atin emir ve yasaklarına uymağı, fakîrliğin zorluklarını, çoluk ve çouklarından ayrılmağı kabûllendiler. Dahâsı var! Onun gönlünü almak, mubârek kalbini râzı etmek için, o zamâna kadar içlerinde olan dünyevî hiçbir maksad düşünmeden, canlarını Onun uğruna fedâ etdiler.

İşte bu hâller düşünülürse, anlaşılır ki, böyle işler, aklın ön görmesi ve fikrin düzenlemesi ile husûle gelmez. İnsanın kuvvet ve gayreti, zâten buraya erişemez. Bu semâvî [insan üstü] bir şeydir. Yanî Allahü teâlânın dilemesi, hükmü ve takdîri olmadan ele geçmez. Çalışmanın bunda dahli yoktur. Nitekim Kur’ân-ı kerîmdeki şu âyet buna işâret buyurmaktadır: “… Sen yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleşdiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup, kaynaştırdı. Zîrâ O mutlak gâlibdir ve hikmet sâhibidir” [Enfâl sûresi 63. âyeti].

Yine düşünmelidir ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” ümmî idi. Yazmak ve okumak bilmezdi, yanî kimseden okuma yazma öğrenmemişti. Doğup içinde büyüdüğü insanlar da böyle idi. Öyle bir şehirde büyüdü ki, içinde ne tanınmış bir âlim, ne eski dinlere mensûb bilginler, ne münâkaşa ve mücâdelede hasmına gâlib gelecek delîller ve huccetler irâd edebilecek bir söz sâhibi, ne de kendinden bir takım huccet manâsı taşıyan aklı delîller getirebilecek bir feylesof vardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” bir başka şehre gidip de, orada büyük âlimlerle de görüşmemiş idi. Ammâ nübüvvet davâ ettiği, yanî ben Allahın size gönderdiği peygamberim, sizi hak dîne çağırırım… buyurduğu zamân, Tevrât ve İncîlde bulunanlardan haber verdi. Geçmiş Peygamberlerin ve ümmetlerin hâllerinden bahsetti. O kadar ki, bahsettiklerinin büyük bir kısmı, Ehl-i kitâb tarafından bile bilinmiyordu. Bilinenler de birçok değişikliğe uğratılarak anlatılıyordu. Kendine muhâlif olan her millete, her din sâhibine, en sağlam ve mantıklı şekilde cevâbî huccetler izhâr etti ki, bütün dünyânın zekîleri, akıllıları, önderleri, ileri gelenleri, söz söylemekte seçkinleri bir araya gelseler, Onun ifâdesinde bir kusûr ve eksiklik bulamazlardı. Bu da açıkca gösteriyor ki, Kur’ân-ı kerîm Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” gönderilmiştir. Kur’ân-ı kerîm bizzat buna işâret ediyor ve “Kendilerine okunmakda olan Kitâbı Sana indirmemiz onlara yetmemiş mi? Elbette îmân eden bir kavm için Onda rahmet ve ibret vardır” [Ankebût sûresi, 51. âyeti] buyuruyor.

 

[1] Elîf. Lâm. Mîm. Ebûl-Cevzâ “rahimehullah”, İbni Abbâs’dan “radıyallahü anhümâ” bildirir ki, bu mukattı’a harfleri rabbânî âyetler olup, her harfi Allahü teâlânın senâ edildiği bir sıfata işârettir. Elîf, ülûhiyyetden, Lâm, lütfdan, Mîm, melikden kinâyedir. Yine demişlerdir ki, Elîf, Allaha, Lâm, Cebrâîle, Mîm de Muhammede işâretdir. Yanî Allahü teâlâ Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtasıyla, Muhammed aleyhisselâma vahy gönderdi ki, rûmlar mağlûb oldular ve farslar gâlib geldiler. (Tefsîr-i Hüseynî)

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler