MUKADDİME
Nebî ve Mürsel [Resûl] kelimelerinin manaları ve bunlara bağlı şeylerin açıklanması hakkındadır.
Resûl, kendisine Allahü teâlâ tarafından vahiy yolu ile yeni bir din gönderilen Peygamberdir. Bu din ile Allahü teâlâya nasıl ibadet edileceğini bildiren, her asırda gelen Peygamberlere Nebî denir. Peygamberliğini bildirdikten sonra, iman etmeyenlerle cihat etmesi emrolunan Peygamberlere “Ulül’azm” denir. [Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa aleyhissalatü vesselâm ulül’azm Peygamberlerdir.] Nitekim, Peygamberimize “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Peygamberliğinin bildirildiği ilk zamanlarda; (Senin vazifen ancak emirleri tebliğdir!) buyruldu. Bir zamanda da, [Kehf sûresi 29. âyetinde meâlen] (Ey Resûlüm! De ki Kur’ân-ı Kerîm Rabbinizden gelen bir haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun! Çünkü biz, zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki onun kalın duvarları kendilerini kuşatmıştır) buyuruldu. Fakat, son zamanlarında tebliğ şekli değişti. Ve Allahü teâlâ [Tevbe sûresi 36. âyetinde meâlen] (… Onlar ile toptan harp edin!..) ve [Bakara sûresi 191. âyetinde meâlen], (O kâfirleri nerede bulursanız öldürünüz!) buyurdu.
Mucize; Peygamberliğini bildiren bir Peygamberden, hiç kimsenin itiraz edemediği, âdet-i ilâhiye dışında ve kudret-i ilâhiye içinde meydana gelen adet dışı hadiselerdir. Evliyanın kerametleri ve kâfirlerin istidracları, mucize tarifinin dışındadır. Zira; Evliya; Nübüvvet davasında bulunmaz. Dalalet ehlinden, her ne kadar nübüvvet davasında bulunanlar düşünülebilse de, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyesi şöyledir ki onlar harikul’ade işler yapmak istedikleri sırada, bu şeyler onlardan meydana gelmez. Gelse bile bunlara karşı çıkan ve iddialarının aksini söyleyen bulunur. Bu da onların davalarının aslsız olduğunu gösterir.
Nebî ve Resûllerden bazıları daha üstündür. Allahü teâlâ Kur’ân-ı Kerîmde; [Bakara sûresi 253. âyet-i kerimede meâlen] (Bu Peygamberlerin bir kısmını, kendilerine verilen özellikler ile diğerlerinden üstün kıldık…) buyurmuştur. Sülemi, Hakaik kitabında şöyle yazmıştır: Sehl “rahimehullah” buyurdu ki Peygamberlerden bazısının bazısından üstün kılınması, marifet ve tâat hususundadır. Cüneyd-i Bağdâdî “rahimehullah”, Temyiz ve sırrı saklamak bakımındandır, buyurdu. Bazı âlimler; cömertlik ve ahlak bakımından, bazıları ise hilm ve hilkaddendir, demişlerdir. Yine alimlerden bir kısmı, bu üstünlük, sözüne güvenirlik ve tevekkül bakımından demişlerdir. Bir kısmı da nefsin hilelerini ve şeytanın vesveselerini bilmek bakımındandır, demişlerdir. Fakat, Peygamberler hakkında bu bakımdan faziletlidir diye tayin etmek meşru değildir. [Emanet, sıdk, tebliğ, adalet, ismet, fetanet, emnül-azl sıfatlarının bütün Peygamberlerde bulunduğuna inanmak lazımdır.] Nitekim Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuştur: (Peygamberler arasında ayırım yapmayınız!) . Ancak biz, Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” daha faziletli olduğunu biliriz. Çünkü Onun, diğer Peygamberlerden faziletli olduğu nass ile yani âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile sabittir. Hadis-i şerifte şöyle bildirilmiştir: (Ben, Adem oğullarının seyyidiyim, övünmüyorum!) . (Ben önce ve sonra gelenlerin en kerimiyim, öğünmüyorum!) Hazret-i Muhammed “aleyhi minessalevâti efdalüha ve minettehiyatü ekmelühâ” hatemün nebiyin [Son Peygamber olarak] ve Seyedil mürselin [Bütün resûllerin en üstünü olarak], alemlere rahmet ve kıyamet gününün şefeatcisidir. Nitekim bu husus âyet-i kerime ile Sâbit olmuştur. Allahü teâlâ [Ahzab sûresi 40. âyetinde meâlen] (Muhammed, erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allahın resûlü ve Peygamberlerin sonuncusudur.) ve [Enbiya sûresi 107. âyetinde meâlen] (Ey Resûlüm! Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik!) buyurmuştur.
Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilmiştir. Onun dininin gönderilmesi ile bütün dinler nesh olmuş, yürürlükten kaldırılmıştır. Ona Kur’ân-ı Kerîm gönderilince, diğer semavi kitaplar nesh edilmiş, hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. [Bu kitaplar, daha önce insanlar tarafından tahrif edilmiş, bozulmuş idi. Bugün aslı üzere Tevrat ve İncil yoktur. Olsa bile nesh edilmiş olduğundan makbul değildir.] Onun gönderilmesi ile Peygamberlik son buldu. Ondan sonra Peygamber gelmeyecektir. Onun dine davetinden başka, diğer davetler merduttur, kabul olunmaz. Zira İslam dini Onun gelmesi ile ve O hayatta iken kemale erdirlimiştir. Nitekim; [Mâide sûresi 3. âyetinde meâlen], (Bugün sizin dininizi kemale erdirdim) buyurulması bu hususu bildirmektedir.
(Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim) buyurulan hadis-i şerif de, bunu gösteren açık bir şahittir. O hâlde, kemal üzerine fazla söylemek noksanlıktır. Şüphesiz ki her kim Ona tabi olmaktan yüz çevirirse ve Onun dininin hükümlerini mutlaka kendine lazım bilmeyip, ehemmiyet vermez ise, şeytanın dostu ve Rahmanın düşmanı olur. Böyle kimse zındıklardan ve mülhidlerdendir. Allahü teâlâ onları zelil eylesin! Böyle kimselerde harikul’ade şeyler görülür ise, bunlar keramet cinsinden değildir. Öyle kimselerde zuhura gelen bu hallere mekr ve istidrac denir. İyi bilmek icap eder ki Allahü teâlânın, bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, isterse bu verilen şeyler harikul’ade olsun, o kulun Allahü teâlâ katında makbul bir kul olduğunu göstermez. Bunlar, bazı kullarına iyilik ve ihsandır. Bazılarına da istidracdır. Allahü teâlâ [Araf sûresi 182. âyetinde meâlen] (… Onları derece derece aşağı indiriyoruz. Onlar bilmiyorlar) buyurdu.
Seyyid Abdülhakim bin Mustafa “rahmetullâhi aleyh” bir mektubunda buyuruyor ki:
Varidat-i ilâhiyenin hepsi, âdet-i ilâhiye içinde hâsıl olmaktadır. Yani, Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu adeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, (Harik-ul’ade) olarak, yani adetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor. [Her insanda nefs vardır. Nefs, Allahın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslamiyete uymak istemez. İslamiyete uyanların nefsleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşıyan kâfirlerin nefsleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, Evliyada ve papazlarda Harikul’ade işler hâsıl olur.]
1– Peygamberlerden “aleyhimüsselâm”, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiye dışında ve kudret-i ilâhiye içinde şeyler meydana gelir. Buna (Mucize) denir. Peygamberlerin “salavatullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mucize göstermesi lazımdır.
2– Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmetlerinin Evliyasında, nefslerinin kötülükleri kalmadığı için adet dışı meydana gelen şeylere, (Keramet) denir. İbni Abidin, Mürtedleri anlatırken diyor ki [(Mutezile) ve (Vehhâbî) ler, keramete inanmadı. İmam-ül-haremeyn ve İmam-ı Ömer Nesefi ve birçok âlimler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kerametin caiz olduğunu ispat etmişlerdir.] Evliyanın keramet göstermesi lazım değildir. Bunlar, keramet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar.
3– Ümmet arasında, Velî olmayanlardan meydana gelen adet dışı şeylere, (Firaset) denir.
4– Fasıklardan, günahı çok olanlardan zuhur ederse (İstidrac) denir ki derece derece, kıymetini indirmek demektir.
5– Kâfirlerden zuhur edenlere ise (Sihir), yani büyü denir.]
Tavsiye Yazı: İstidrac Nedir? Kaç Kısma Ayrılır?
Hazret-i İsa “salavatullahi alâ nebiyina ve aleyhim” ahir zamanda, kıyamete yakın, gökten inip, bizim Peygamberimizin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” dini ile yani İslamiyet ile amel edecektir. Salibi [haçı] kırıp, içki ve domuza haramdır, diyecektir. Her ne kadar Peygamber efendimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, âlem-i şehâdette, bütün Peygamberlerden sonra ise de, âlem-i ervahta onların evveli ve birincisidir. Nitekim, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” (Âdem aleyhisselâm su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim!) buyurmuştur. Arabî beyt tercümesi:
Her ne kadar surette isem de ibni Adem,
Benim için onda babalığımı gösteren bir mânâ vardır.
Bu hadis-i şerifin mânâsı şöyledir: Allahü teâlâ zatından başka bir şeyin bulunmadığı sonsuz öncelerde, önce kendi Zât-ı mukaddesine, arada vasıta olmaksızın yaptığı ilk tecellide, her şeyin aslı önce Allahü teâlânın kendisinde idi. Bu mertebede, mevcûdatın hakikatleri Zât-ı ilâhîden ayrı olmadıkları gibi, birbirinden de farklı değil idi. Bu mertebeye teayün-i evvel veya Hakikat-i Muhammedi denir. Diğer mevcûdatın hakikatleri, o hakikatin cüzleri ve tafsilatıdır. Onların sureti ile vaki olan tecelliler, gayb aleminde, o hakikatin suretindeki tecelliden yayılmıştır. O hakikatin varlık sureti, önce ruhlar mertebesinde mücerret bir cevherdir ki Şari [Resûlullah] “sallallâhü aleyhi ve sellem” buna bazen akıl, bazen kalem, bazen ruh veya nur buyurmuşlardır. Hadis-i şeriflerde; (Allahü teâlâ önce aklı yarattı.) (Allahü teâlâ önce kalemi yarattı.) (Allahü teâlâ ilk önce benim ruhumu veya nurumu yarattı.) buyurulmuştur. Farklı ifadeler, değişik itibarat sebebi iledir. Zira ilk cevher olma mertebesi bir şeyden başkası için olamaz. Diğer hakikatlerin varlık sureti o hakikatin varlık suretinden dolayıdır. Bu, mertebe mertebe aşağı inmiştir. Cisimani surette insan unsurundaki fertlerin ilki Âdem aleyhisselâmdır. Onda nihayet buldu. Hakikat-i insani, önce mertebe-i kalem-i aladaki akıl-ı evveldir. Müteayin olur. İkinci olarak, levh-i mahfuz mertebesindeki nefs-i küllidir, teayün bulur. Üçüncü olarak, Arşı azimdeki muhatted-i cihat-ı mekan ve müstevay-ı isim-i rahmandır. Dördüncü olarak, mertebe-i kürsiyi kerimdeki müstevay-ı isim-i rahimdir. Beşinci olarak, yedinci gökteki felek-i zühal ve müstevay-ı isim-i Rabdır. Altıncı olarak, altıncı gökteki felek-i müşteri ve mazhar-ı isim-i alimdir. Yedinci olarak, beşinci gökteki felek-i merih ve suret-i isim-i kahhardır. Sekizinci olarak, dördüncü gökteki felek-i şems ve ayine-i isim-i muhyedir. Dokuzuncu olarak, üçüncü gökteki felek-i zühre ve mir’at-ı isim-i musavverdir. Onuncu olarak, ikinci gökteki felek-i utarid ve sırr-ı isim-i Baridir. Ondan sonra birinci gökteki felek-i kamer ve mastar-ı isim-i Halıktır. Ondan sonraki âlem-i anasırda ve mevalid-i selaseden, baba sulbüne varınca, gelip, tayin ve temyiz gösterir. Bu mertebelere mertebe-i istida derler. Yani mertebe-i vediattır. Baba sulbünden ana rahmine düşüp, karar kılar. Bu mertebeye mertebe-i istikrar denir. Allahü teâlâ [Enam sûresi 98. âyetinde meâlen] (Sizi tek bir nefsten yaratan Odur) buyurmuştur. O nefs külli nefstir. Onlar için ana rahminde istikrar ve ata [baba] sulbünde ve sair zikir olunan mertebelerde istida vardır.
Adem ve diğer Enbiya “aleyhimüsselâm” âlem-i şehâdette [dünyada] cisim suretinde ortaya çıkmadıkça, Peygamberlik sıfatı ile sıfatlanmazlar. Fakat Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” böyle değildir. Onun mübarek ruhu yaratılınca, Peygamberlik ile müjdelendi. Nitekim; (Adem “aleyhisselâm” su ile toprak arasında iken ben Peygamber idim) hadis-i şerifi buna işarettir. Bütün Peygamberlerin dinlerinde icra olunan ahkâm, Muhammed aleyhisselâmın dininden alınmıştır. Hakikatte diğer Nebîler ve Resûller Onun dininin ahkamını tebliğ için gönderilmiş olan vekilleridir. Nitekim, Emr-il müminin Ali “radıyallâhu anh” ve Muaz bin Cebel “radıyallâhu anh”, Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vekil olarak, ahkamı tebliğ için [dini anlatmak için] Yemen diyarına gittiler. Hakikatte bütün Peygamberlerin dinleri Onun dinidir ki naibleri [vekilleri] vasıtası ile mahlukata ulaşmıştır. Muhammed aleyhisselâmın mübarek vücudunun yaratılması ile bu din zahir oldu. Allahü teâlânın hikmeti ile bütün dinler nesh edilip, başka bir din ile başka hükümler tebliğ edildi. Zira insanların kabiliyetlerinin ve istidatlarının değişik olması, dinlerin de değişik olmasını icap ettirir. Nitekim, bir tabib-i hazık, bir hastada sarılık görse, ona göre ilaç verir. Sonra bu hastada öksürük olsa, öksürük ilacı verir. Velhasıl hastalığa göre ilaç verir. Hastalık değiştikçe ilaç da değışır. Kalpleri hasta olan insanlara, Peygamberlerden müşfik tabib-i hazık olmaz. Allahü teâlâ onlar hakkında [Bakara sûresi 10. âyetinde meâlen], (Onların kalplerinde nifak ve hased hastalığı vardır…) buyurdu. [Ahzab sûresi 6. âyetinde meâlen] (Peygamberler müminlere (her hususta) nefslerinden evladır…) buyurdu. Peygamber aleyhisselâm hastalıklara göre ilaç, çare bildirir. Buna uyarlar ise, sıhhat ve saadete kavuşurlar.
Faslü’l hitab kitabında şöyle buyurulmaktadır: (Her asırda gönderilen Peygambere, o asırdaki insanların istidatlarını içine alan bir istidat verlimiştir. Peygamberin bu istidadı, o asır için tayin edilen istidada ve mizaca denktir. Her asırda gönderilen Peygamberler, gönderildikleri asırda yaşıyan insanların kabiliyetlerine ve istidatlarına gönderilir. Bu sebeple, her asırda gelen insanların kabiliyetlerinin farklı olmasından dolayı, dinleri de farklı oldu. Bu farklılık, dinlerin aslının bir din olmasına mâni değildir. Nitekim, güneşin ışığının farklı yerlerde, farklı şekilde görünmesi, bu ışıkların hepsinin aynı güneşin ışığı olmasına mâni değildir.)
Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Peygamberliği bildirilince, Onun istidadı bütün Peygamberlerin istidatlarından daha mükemmel ve daha muazzam ve bütün afetlerden salim oldu. Şüphesiz Onun ümmetinin istidatları da, diğer ümmetlere nisbetle daha mükemmel oldu. Muhakkak ki bütün Peygamberlerin dinleri, zuhuruna ve zamana göre sırat-ı müstekim-i Muhammedide ve din-i mardıye-i Mahmude-i Ahmedide münderic ve dâhil oldu, toplandı. Allahü teâlâ [Âli-i İmrân sûresi 85. âyetinde meâlen], (Muhammed aleyhisselâmın getirdiği İslam dininden başka din isteyenlerin dinlerini, Allahü teâlâ sevmez ve kabul etmez. Din-i İslama arka çeviren, ahirette ziyan edecek, Cehenneme girecektir!) buyurdu. Sırat-ı müstekim olan tevhid yolunda bütün Enbiya ve asfiya birleşmişlerdir. Allahü teâlâ [Âl-i İmrân sûresi 64. âyetinde meâlen], ( (Resûlüm), de ki: Ey kitap ehli (Hıristiyan ve yahudiler)! Bizimle sizin aranızda müsavi bir kelimeye gelin. Allahtan başkasına tapmayalım, Ona hiç bir şeyi ortak koşmayalım…) buyurdu. Yani, ey ehl-i Tevrat ve İncil, geliniz bir kelime ile azm; kabul ve amel edelim. Bu husus hakkında Tevrat, İncil ve Kuranda ihtilaf yoktur. Muhkemat kabilinden olanlar nesh kabul etmez. Aramızdaki o kelime şudur: Allahtan başkasına tapmayalım ve Ona şerik tutmayalım. Zira tarik-ı tevhidden gayrısına tabi olmak azgınlık ve dalalete sebep olur. Allahü teâlâ [Enam sûresi 153. âyetinde meâlen] (… Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi Onun yolundan saptırıp parçalamasınlar…) buyurdu. Tevhidin kemali de şöyledir ki kul Allahü teâlânın tasarrufu karşısında bütün arzu ve isteklerden uzak olmalıdır. Nitekim Seyyidüttaife hazret-i Cüneyd “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle buyurmuştur: “Tevhid, kulun, Allahü teâlânın huzurunda, Onun takdir ve tasarrufları, kulun üzerinde cereyan edinceye kadar zikir etmiş olmasıdır. Nitekim, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” fenâ fillah mertebesinde cümle Enbiyadan daha yüksek mertebede ve tevhidde efdaldir. Şüphesiz ki Allahü teâlâ Ondan sadır olan fiili Ona nisbet etmeyip, kendi Zât-ı mukaddesine izafet edip [Enfal sûresi 17. âyetinde meâlen], (Ey Resûlüm, kâfirlere attığını sen atmadın, onları Allahü teâlâ attı) buyurdu. Bu cins iş hazret-i Davud aleyhisselâmdan sadır olduğu vakit, Allahü teâlâ [Bakara sûresi 251. âyetinde meâlen] (Davud “aleyhisselâm” da düşman hükümdarı Calutu öldürdü) buyurdu. Hazret-i Musa aleyhisselâm, Tur dağına tecelli kıldığını görünce, bayılıp, yere düştü. Allahü teâlâ [Araf sûresi 143. âyetinde meâlen] (Nihayet Rabbi, o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü) buyurdu. Hazret-i Seyedil mürselin Muhammed aleyhisselâma bütün nimetler ve azaplar gösterildi, halinde bir zerre değişiklik olmadı. Allahü teâlâ [Necm sûresi 17. âyetinde meâlen] (Gözü ne kaydı, ne de aştı) buyurdu. O hâlde, O Sultan-ı Enbiyanın “sallallâhü aleyhi ve sellem” cümle Enbiyaya bağlı olması, bütün dinler Onun dininin tufeylisi olması tabiidir. Allahü teâlâ hadis-i kudside (Sen olmasaydın mahlukatı yaratmazdım) ve [Duhâ sûresi 5. âyetinde meâlen] (İleride (kıyamet günü), Rabbin sana (şefaat makamını) verecek de hoşnud olacaksın) buyurdu. Bu âyet-i kerimenin tefsirinde demişlerdir ki; (Cümle mahlukat benim rızamı isterler ve biz senin rızanı isteriz. Havas her ne kadar havas ise de senin makamın yanında amilerdir. Hastan da has olan sensin ya Muhammed. Hakikat şudur ki O hazret-in mertebesinin kemalini ve yüksekliğini hakkıyla kimse idrak edemez.) Beyt:
Nebiyi nebî tanıyabilir,
Mustafayı da Ali tanıyabilir.
[ Çün aşk denizi dalgalandı,
ol dürr-i yetim, zahir oldu.
Şanında buyurdu, Halıkı pak
(levla ke lema halaktül eflak).
Mahmudu Muhammedü mübeccel,
mahbub-i Huda, nebiyi mürsel.
Doğdukta, o şemsin ziyası,
doldurdu bütün kainatı.
Gördü Onu, basir olanlar,
görmiyor, yalnız, kör olanlar.
O gonca, Mekkede açıldı,
kokusu dünyaya saçıldı.
Zerredir, O güneşten el’an,
âlemdeki ilim ile irfan.
Bugün dolduran, ruy-ı zemini,
ilimler, O gülün bir filizi,
Ol güneşin olmasa berki
kim parlatırdı şark-ı garbı?
Olmasa, Endülüs okulu açık,
kim Avrupaya tutardı ışık?
İlm merkezi Semerkand, Bağdat,
etti, yer yüzün cehlden azad.
Böylece, kapladı her yeri,
hızla envar-ı Muhammedi.
İnsaf et, ey inadcı insaf,
meydanda değil mi, ilim-i eslaf?
Kim etti Mustafa gibi,
tevhid-i Cenabı ezeli?
Verdi mi, öyle dersi irfan,
Hitit ve Asur, Roma, Yunan?
Ölçülse, Tevrat, Zebur, İncil,
üstün elbet, Kitab-ı tenzil.
Bir mucizedir, nur-i Kuran,
değişmez hiç, durdukça cihan.
Kıyamete dek, olur mer’i,
şüphe edene, (Fetu) emri.
Yehud, mason, komünist şimdi,
Kurana, hep, hücuma geçti.
Her asırda böyle çattı ada,
biri zafer bulmadı asla.
Çünkü, onu Cenab-ı Bari,
değişikliklerden kıldı ari.
Şer’ ile yaydı, o Nebî,
Yer yüzüne ilmi, edebi.
Kim giderse onun izinde,
iyilik bulur her işinde.
Her kim ki bu yola özenir,
güzel sıfatlarla bezenir.
Ümitir, eğerçi, o Nebî,
ilim ile doldurdu her yeri.
Ümmi ki sözlerinde parlar,
her mahluka ait haklar.
Ümmi idi, hocası yoktu,
fenne uygun âyet okudu.
Seçilmiş, sevgili iken o,
daim beğenirdi yokluğu.
Emrine geçmişken memalik,
üç gömleğe değildi mâlik.
Askeri olurken muzaffer,
açlığı sever idi ekser.
Çok mal bulunmazdı evinde,
fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.
Varını fakire verirdi,
yoksul olunca, sevinirdi.
Ekser zaman gördüğü şeyler,
yanında, dünya neye değer?
İhsanları, herkese çoktu,
bir şey yok demek, onda yoktu.
Bazen, o kadar çok verirdi,
düşmanları hep, eğilirdi.
Şefkati boldu, her leime,
müşfik babaydı, her yetime.
Her işinde vardı, çok hikmet,
hiç etmedi kimseye minnet.
Hastayı ziyaret ederdi,
derdliyi şifayab ederdi.
Teheccüdü hiç bırakmazdı,
Allah korkusundan yatmazdı.
Tutardı herkesi, Peygamber,
hep kendi nefsile beraber.
İftihar ederdi, kullukla,
huylu idi, ilâhî hulkla.
Bir mektebe oldu, müdavim,
Allahtı, Zâtına muallim.
Anlatmak için Rahman, anı,
Kuranda hoş etti beyanı.
Haşra dek, Şah-ı enbiyaya,
olsun salavat, bi nihaye!
Olsun Aline, Ashâbına,
salât, selamı acizane! ]
Enbiya “aleyhimüsselâm” bütün insanlardan efdaldir. Evliyadan ve Sıddıklardan hiçbir kimse, ne kadar yüksek olursa olsun, Enbiya derecesine erişemez. Sultan-ül arifin hazret-i Ebû Yezid Bistami “kaddesallahü sirrehül’azîz” buyurmuştur ki: “Sıddıkların yükseldiği en son makam, Enbiyanın hallerinin başladığı ilk makamdır.” İbni Attar “rahimehullah” buyurmuştur ki: (Resûllerin en aşağı derecesi Nebîlerin en yüksek mertebesidir. Nebîlerin en aşağı mertebesi, Sıddıkların en yüksek mertebesidir. Sıddıkların en aşağı mertebesi, şehitlerin en yüksek mertebesidir. Şehitlerin en aşağı mertebesi, salihlerin en yüksek mertebesidir. Salihlerin en aşağı mertebesi, müminlerin en yüksek mertebesidir.) Geçmiş evliyanın bazılarından şöyle nakledilmiştir: Velayet nübüvvetten efdaldir. Şuna mebnidir ki Nebinin iki yönü vardır. Birisi velayet yönüdür ki batını nübüvvettir. Diğeri, nübüvvet yönüdür ki zahiri velayettir. Her Nebî velayet cihetiyle Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinden ihsan ve feyiz alıp, nübüvveti cihetiyle mahlukata verir. Şüphesiz ki o yönüyle onunla muamele-i hak edip cemiyet huzuru hâsıl olur. Şu cihetten efdal ve şereflidir ki onunla mahlukata iltifat olunup, mihnet ve zahmet yükü çekilir. Gerçi Enbiyaya “aleyhimüsselâm” her çeşit bela ve mihnet, safa ve rahat cemiyetin artması, kurbetin ziyadeleşmesi içindir.
Fârisî beyt tercümesi:
Dost altın gibi, bela da ateş gibidir,
Halis altın gönülde hoş bir ateş gibidir.
Velayet nübüvvetten efdaldir demeleri Nebinin velayet yönü nübüvvet yönünden efdaldir demektir. Yoksa Velînin velayeti, tabi olduğu Nebinin nübüvvetinden efdaldir demek değildir. Zira Nebinin velayet ciheti evliyaullahın velayet cihetinden ekmel ve etemm olduktan sonra nübüvvet ciheti fazladır. Ariflerin büyüklerinden bazıları şöyle buyurmuştur: Ehlullahtan birinin, (Velayet nübüvvetten daha yüksektir), dediğini işitirsen veya ondan sana böyle bir söz nakledilirse, o bununla Nebinin velayetinin nübüvvetinden daha yüksek olduğunu kasıt etmektedir. Veya böyle bir Zât, velî, nebî ve resûlden üstün derse, o bu sözüyle bir peygamberin velayetinin nübüvvetinden üstün olduğunu kasıt etmektedir.
Eğer bir kimse velayet ve nübüvvet cihetlerinin tamamına nübüvvet diye ad verse, o zaman nübüvvet velayetten efdal olur. Zira bir bütün parçalarından efdaldir. Hâce Muhammed bin Ali “kaddesellahü teâlâ sirruhüma” buyurmuşlardır ki: (Enbiyanın nihayeti evliyanın bidayetidir. Bu ilmde azimete ve tarikatın parlaklığına işarettir. Yani Enbiyanın şeriatte nihayeti evliyanın tarikat sülukunda bidayetidir. Zira Enbiya “aleyhimüsselâmın” dinleri zamanlarının sonunda kemale erişir. Nitekim hazret-i Muhammed Mustafaya “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ [Mâide sûresi 3. âyetinde meâlen], (Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve sizin üzerinize nimetlerimi tamamladım) buyurdu. O hâlde velî kemali şeriatle süluke başlamayınca velilik velayetine adım atamaz. Mekkede nazil olan ahkâm ile amel edip, Medinede nazil olan ile amel etmese asla velayet sırrına ermek mümkün değildir. Belki inkar eylese, Allahü teâlâ korusun, kâfir olur. Malum oldu ki velînin velayetinin başlangıcı nebinin şeriatinin nihayetinde vaki olan hükümleri kabul edip, ittiba eylemektir. [Nübüvvetin kemalatı yanında, velayetin kemalatı hiç gibidir. Velayet nübüvvetten efdaldir diyen tasavvuf erbabı, henüz yolu tamamlamamış sekr halinde olanlardır. Sekrden sahva gelince, Nübüvvet kemalatının, velayet kemalatından üstün olduğunu, hatta bir Peygamberin velayetinin, nübüvvetine ulaşamayacağını anlarlar. Velayet kemalatı, nübüvvet kemalatı yanında denize nazaran bir damla su gibidir. Nübüvvetin ve velayetin kemalatını açıklamakta, İmam-ı Rabbânînin “radıyallâhu anh” (Mektubat) ı kadar kıymetli bir kitap daha yazılmamıştır.]
Doğru yola kavuşturan Allahü teâlâdır. Nimel mevla ve nimettelil.