BEŞİNCİ BÖLÜM
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Peygamberliğine delalet eden, fakat ne zaman vuku bulduğu bildirilmeden nakledilen mucizeleri. Bu bölüm iki kısımdır.
1. KISIM: Zamana bağlı olmayan mucizeler:
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek yüzünün güzelliği kemalde ve mübarek azalarının tenasübü itidalde idi. Sözleri tatlı idi. Her hareketi ve duruşu, davranışları ve işleri o şekilde idi ki daha güzeli düşünülemezdi. Nitekim bu husus birçok hadis-i şerif ile Sâbit olmuştur. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vasfları şöyle bildirilmiştir: Orta boylu, gayet kemal ve itidal üzere idi. Yanına uzun boylu birisi gelse, ondan uzun görünürdü. Konuştuğu zaman mübarek dişleri arasından nur saçılırdı. Mübarek yüzü ayın ondördünden daha parlaktı. Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” bir gün evinde bir şey kaybetmişti. Aradı, karanlıkta bulamadı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” eve teşrif edince, mübarek alnında parlayan nur, odayı aydınlattı. Hazret-i Aişe kaybettiği şeyi buldu.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek vücudu çok temiz idi. Teri nezih ve kokusu çok güzeldi. Enes “radıyallâhu anh” şöyle demiştir: Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” kokusu gibi hiçbir güzel koku görmedim. Mübarek kokusu ne miske, ne de anbere benzerdi. Resûlullah ile müsafeha eden kimsenin, o gün elinin güzel kokusu gitmezdi. Mübarek elini hangi çocuğun başına sürse, o çocuk diğer çocuklardan güzel kokusu ile farkedilirdi.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gün hazret-i Enesin “radıyallâhu anh” evinde uyumuştu. Hava sıcak olduğundan terlemişti. Hazret-i Enesin annesi Resûlullahın inci gibi ter tanelerini bir şişeye topladı. Resûlullah bunu ne yapacaksın diye sordu. Bunları güzel kokulara karıştırıyorum. Hiç bir koku ondan daha güzel kokmuyor, dedi.
¥ İmam-ı Buhari “rahmetullâhi aleyh” (Tarih-i Kebir) adlı eserinde şöyle yazmıştır: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir yoldan geçse, ondan sonra, o yoldan geçenler, Resûlullahın oradan geçtiğini güzel kokusundan bilirlerdi. İshak bin Raheveyh, o güzel koku Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” has bir koku idi. Haricden bir koku sürünmüş değildir, demiştir.
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek yüzüne değen mendili asla ateş yakmazdı. Bir gün Enes bin Malike “radıyallâhu anh” bir gurub insan misafir oldular. Yemek yediler. Yemekten sonra cariyesine falan mendili getir, dedi. Cariyesi kirli bir mendil getirdi. Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” o mendili ateşe attı. Bir müddet sonra mendili ateşten çıkardı. Mendil yanmamış, kirlerden temizlenip, süt gibi beyaz olmuştu. Misafirleri bu ne haldir diye sorunca, bu mendil Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek yüzünü sildiği bir mendildir. Ne zaman kirlense, ateşe atarız, tertemiz olur ve asla yanmaz, dedi.
¥ Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Bir kimse Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna gelip, ya Resûlallah kızımı evlendireceğim, bana yardım ediniz, dedi. Resûlullah, şimdi hazırda bir şey yok. Yarın sabah ağzı açık bir şişe ve çubuk getir, buyurdu. Sabahleyin o kimse bir şişe ve bir çubuk getirdi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek kollarının terini o şişeye doldurdu. Bunu götür kızın koku sürünmek istediği zaman, bu çubukla şişeyi karıştırsın ve vücuduna sürsün, buyurdu. O kızın böyle yaptığı ve güzel kokusunun bütün Medinede duyulduğu anlatılmıştır. Kızın bulunduğu eve beyt-ül-mutayyipin, yani güzel kokulu ev adını vermişlerdir.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” büyük abdeste çıkar. Fakat hiç bir eser görülmezdi. Yer yarılıp içine alırdı. Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha”, ya Resûlallah helaya gidiyorsun, fakat senden hiçbir eser görünmüyor, dedi. Buyurdu ki: Ya Aişe, bilmezmisin, Peygamberlerden çıkanı yer yutar.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” bedeninin kuvveti herkesten fazla idi. O zamanın en kuvvetli pehlivanı Rüganeyi İslama davet ettiğinde, onunla güreşmişti ve yenmişti. Rüganenin babası da o devrin pehlivanı idi. Cahiliye devrinde onu da mağlub etmişti. Rüganenin babası üç defa güreşti. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” üç defasında da onu yendi.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” yaya yürüdüğünde hiç kimse Ona yetişemezdi. Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh” demiştir ki: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” o kadar çabuk yürürdü ki sanki yer mübarek ayağının altında dürülürdü. Biz zahmet çekerek yürürdük, Resûlullah normal yürürdü, yine de Ona yetişemezdik.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek ağzının suyu ile tuzlu sular tatlı olurdu. Enes “radıyallâhu anh” şöyle demiştir: Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” evinde bir kuyu vardı. Suyu tuzlu idi. Mübarek ağzının suyundan o kuyunun içine kattı. Kuyunun suyu tatlılaştı. Medinedeki kuyular arasında o kuyunun suyundan daha tatlısı yoktu.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna Yemameden bir kimse geldi. Ya Resûlallah! Bizim köyümüzde mescid yoktur, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” su istedi. O su ile mübarek yüzünü, ağzını, ellerini ve kollarını yıkadı ve o suyu kendisine gelen kimseye verdi. Köyüne git, bir mescid yap, bu suyu başka su ile karıştırıp mescidin arsasına saç, çok bereket göreceksin, buyurdu. O kimse köyüne gidip, Resûlullahın buyurduğu gibi yaptı. Gayet güzel ve ferah bir mescid oldu. Orada biten otlar yaz kış hiç kurumadı.
¥ Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir kuyudan bir kova su getirdiler. O sudan biraz içip mübarek ağzının suyunu kovaya döktü. Ashâb-ı kirâm o suyu götürüp aldıkları kuyuya döktüler. Ondan sonra o kuyudan devamlı misk kokusu gelirdi.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek gözleri çok kuvvetli görürdü. Önden gördüğü gibi, arkadan da görürdü. Aydınlıkta gördüğü gibi, karanlıkta da görürdü. Nakledilmiştir ki süreyadaki yani boğa burcundaki on bir yıldızı görürdü.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem”, mübarek azı dişini kıran bir cemaatin neslinden gelenlerin asla azı dişi çıkmadı.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek eli neye dokunsa, hayır ve bereket hâsıl olurdu. Mesela bir sütsüz koyunun memelerine dokunsa, koyunun memeleri süt ile dolardı. İbni Mesut “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, bulunduğum yerden geçiyorlardı. Ben koyun güdüyordum. Bana ey oğulcağız, hiç südün var mıdır diye sordu. Var, fakat bu koyunlar bana emanettir, dedim. Bunların arasından kısır bir keçi getirdim. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek eliyle o keçinin memesini sığadı ve çok süt sağdı. Kendisi içti ve hazret-i Ebû Bekre de verdi. Sonra ben huzuruna yaklaşıp, bana dini öğret, dedim. Mübarek eliyle başımı okşadı ve sen henüz küçüksün, öğrenirsin, buyurdu.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Peygamberliği bildirilmeden evvel de, sonra da haşmeti, büyüklüğü ve heybeti herkesin gözlerinde ve gönüllerinde yer etmiş idi. Kureyşli müşrikler, Ashâb-ı kirama eziyet ederlerdi. Resûlullahı “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gördükleri zaman Ona da eziyet edelim diye kalplerinden geçirirlerdi. Fakat Onu “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” görünce, heybetinden Ona hürmet ve hizmet ederlerdi. Resûlullahı ansızın gören kimseyi korku kaplar, titremeye başlardı. Bir gün huzuruna gelen bir kimse titremeye başlayınca, titreme; ben padişah değilim, buyurmuştur.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” iki küreği arasında, sol omuzuna doğru nübüvvet mührü vardı. Bu bir parça et ve belirgin idi. Üzerinde pekçok kıllar vardı. İbni Ömer “radıyallahü teâlâ anhüma”, o kıllarla Lâ ilâhe illallah yazılı idi, diye rivayet etmiştir. Bir rivayetinde de Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah yazılı idi, demiştir.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” aklı, fehmi, marifeti ve ilmi hiç kimseye nasip olmayacak derecede çok fazla idi. Bunun en açık delili, ümmi iken ve hiç kimseden bir şey öğrenmediği hâlde, işleri, halleri, tavırları, sözleri, ahlakı, ilmi ve fazileti o derecede idi ki hiç kimsenin aklı ve ilmi ona ulaşamazdı. Tevratta, İncilde ve diğer ilâhî kitaplarda, suhuflarda bulunan sırları ve haberleri bilirdi. Halbuki ehl-i kitabın alimleriyle görüşmemiş, onlarla sohbet etmemiş ve onlardan bir şey öğrenmemişti. Geçmiş ümmetlerin hallerini, keşfehl-i hükemanın hikmetlerini çok iyi bilirdi. Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” sadır olan misaller ve insanları gayet iyi idare etmesi, dinin hükümlerini anlatması, adab-ı şerifesi, hisal-i hamidesi, aklının kemaline ve ilminin ziyadeliğine delalet eder. Nitekim Onun bu hasletleri beşer takatının üstünde idi. Hilmi, hayası, cömertliği, insanlara iyi muamelesi, herkese karşı şefkati, zayıflara acıması, merhameti, adaleti, emin olması, doğruluğu, afvı, mürüvveti, vefası, zühtü, kanaati, tevazuu, alçak gönüllülüğü, akrabayı ziyareti sevmesi ve diğer üstün huyları ve vasflarıyla son derece kemal üzere idi. Daha fazlasını düşünmek mümkün değildi. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” üstünlükleri kitaplarda çok geniş anlatılmıştır. Biz burada az çoğa delil ve damla denize işarettir sözü gereğince kısaca bildirdik.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” en büyük mucizesi Kur’ân-ı Kerîmdir. Kıyamete kadar Bâkî kalacaktır. İnsanların dilinde okunacak ve sayfalarde yazılı duracaktır. Hatta Kur’ân-ı Kerîm bir değil binlerce mucizedir. Onun en kısa bir sûresinde, mesela Kevser sûresinde sayısız mucizeler vardır. Bütün insanlar birleşseler, Arapların beligleri bir araya gelip yardımlaşsalar, bir âyet-i kerimesini söylemekten acizdirler. Kur’ân-ı Kerîm, fesâhat ve belâgatta o kadar yüksektir ki Arap kabilelerinin bütün fasihleri ve beligleri onun benzerini söylemeye güç yetiremezler. Kur’ân-ı Kerîmin şaşırtıcı nazımı ve hayrete düşürücü üslubu Arapların bütün üslub ve terkiblerinden mümtazdır. Hiç biri ona benzemez. Arapların sözleri arasında ona benzer bir söz ne nazil olmadan önce, ne de nazil olduktan sonra asla vaki olmamıştır.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gün Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Arapların fasihlerinden olan Velid bin Mugire işitti ve rikkate geldi. Ebû Cehil onun bu hâlini görünce sitem etti. Bunun üzerine Velid bin Mugire şöyle dedi: Vallahi sizden hiçbiriniz Arapların sözlerini ve şirlerini benden iyi bilmezsiniz. Muhammedin “sallallâhü aleyhi ve sellem” okuduğu hiç birine benzemez!
Arapların merasimlerinden birinde, Arap kabileleri toplanmışlardı. Velid bin Mugire onlara Muhammed “aleyhisselâm” hakkında söyleyeceğiniz bir söz üzerinde birleşin. Söyledikleriniz birbirinizi yalanlamasın. Böylece Arap kabilelerini Ondan soğutalim ve sakındıralım, dedi. Bir kısmı Ona kahin diyelim dediler. Velid bin Mugire, yok vallahi o kahin değildir. Çünkü, Onun sözlerinde kahinlerin sözlerindeki secie benzer bir söz yoktur, dedi. Mecnundur diyelim diye teklif ettiler. Velid bin Mugire, o da olmaz, zira Onda hiç cünun ve vesvese yoktur. Şairdir diyelim, dediklerinde ise, ben şirin her çeşitini gayet iyi bilirim. Onun sözleri şire hiç benzemiyor, dedi. Sihrbaz diyelim, dediler. Velid bin Mugire, hayır sihrbaz da değildir. Çünkü onda sihrbazlar gibi üfürmek ve düğüm yapmak yoktur. Bunun üzerine Kureyş müşrikleri bunların hiçbiri olmaz diyorsun, o hâlde ne diyelim, dediler. Velid bin Mugire, Muhammed “aleyhisselâm” karı ile koca arasını, kardeşlerin ve akrabaların arasını açan bir sihrbazdır diyelim, dedi. Bu söz üzerinde anlaştılar. Yol başlarına oturup, halkı bu sözle Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” soğutmaya çalıştılar.
Kur’ân-ı Kerîmin icazından biri de nazımının şamil olduğu haberlerdir. Geçmiş asırlarda ve beldelerde, geçmiş ümmetlerin vak’alarını ve dinlerindeki hükümleri bildirmesidir. Ehl-i kitabın âlimleri, ömürlerini bunları araştırmak ve öğrenmek için harcamışlar ve tam olarak öğrenememişlerdir. Ehl-i kitap âlimlerinin Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” gelerek görüşüp, konuştukları malumdur. Çok kere ehl-i kitap âlimleri, Resûlullaha sual sorarlardı ve suallerini cevaplandıran âyet-i kerimeler nazil olurdu. Hepsi tasdik ederler, inkar etmeye mecalleri kalmazdı.
Kur’ân-ı Kerîm, gayba ait ve gelecekte olacak hadiseleri bildirmesi bakımından da mucizedir. Bunlardan bir kısmı vaki olmuştur. Bir kısmı da şüphesiz vuku bulacaktır.
Kur’ân-ı Kerîmin mucize yönlerinden biri de kıyamete kadar korunmasıdır. Allahü teâlâ [Hicr sûresi 9.cu âyetinde meâlen] (Doğrusu, kitabı [Kur’ân-ı Kerîmi] Biz indirdik, onun koruyucusu elbette Biziz) buyurdu. Kur’ân-ı Kerîm, tahrif edilmeden ve değiştirilmeden gelmiştir. Nice mülhidler ve zındıklar ve bilhassa karamıta fırkası onu değiştirmek için uğraşmışlardır. Bir kelimesini ve bir harfini dahi değiştirememişlerdir. Kıyamete kadar da değiştirilemeyecektir.
Kur’ân-ı Kerîmin icaz yönlerinden biri de pek çok muarızı olmasına rağmen, asırlarca değiştirilmekten korunması, beşer takatının dışında olmasıdır. Mugayebattan haber vermesi, münafıkların ve ehl-i kitabın gizlediği şeyleri haber vermesi de Kur’ân-ı Kerîmin icazındandır.
Kur’ân-ı Kerîmin mucize yönlerinden biri de şudur: Onu okuyanları ve dinleyenleri bir heybet ve ürperti kaplar. Nakledilmiştir ki bir gün Utbe bin Rebia, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem”, ya Muhammed “aleyhisselâm”! Senin getirdiğin din, kavminin dinine muhalıftır, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” ona, Fussilet sûresinden, Ad ve Semud kavminin helak edilişlerini bildiren âyet-i kerimeleri sonuna kadar okudu. Utbe bin Rebia heybete kapılıp, elini Resûllahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek ağzına doğru uzatıp, yemin vererek okumayı bırak, dedi. Şöyle de rivayet edilmiştir. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Fussilet sûresini okurken, Utbe kafası elleri arasında olduğu hâlde dinliyordu. Secde ayeti gelince, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” secde yaptı. Utbe ne yaptığını anlamadı ve oradan ayrılıp evine gitti. Halbuki müşrikler Utbeyi dinlemek üzere bekleyorlardı. Gelmeyince, evine gidip kapısına toplandılar. Utbe onlardan özür dileyip, vallahi Muhammed “aleyhisselâm” benimle öyle bir kelamla söyleşti ki bana öyle bir şey okudu ki asla öyle bir kelam işitmedim. Cevap vermekten âciz kaldım, ne diyeceğimi bilemedim, dedi.
Bülegadan, edebiyatta meşhur olan pekçok kimse, muaraza için Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” gelmişti. Kendilerini bir heybet ve korku kaplamış ve muarazadan, karşı gelmekten vazgeçmişlerdir. O zamanın beliglerinden, meşhur edebiyatcılarından olan İbni Mukni, Kur’ân-ı Kerîme muaraza için bir söz tertip etmek istedi. Bu işe başladığı sırada bir oğlan çocuğuna rastladı. O çocuk, Kur’ân-ı Kerîmde [Hûd sûresi 44.cü âyetinde meâlen] (Yere, suyunu çek! Göğe, ey gök sen de tut denildi…) buyrulan âyet-i kerimeyi okuyordu. İbni Mukni bu âyet-i kerimeyi işitince, âyet-i kerimedeki belâgat karşısında hayrete düştü. Hemen gidip, Kur’ân-ı Kerîme karşı yazdığı sözleri yırtıp attı. Kesinlikle anladım ki Kur’ân-ı Kerîm insan sözü değildir, dedi. Nakledilir ki Endülüsün meşhur edebiyatcılarından Yahya bin Gazale, İhlas sûresinin benzerini yazmak istedi. Kendisini öyle bir heybet ve rikkat kapladı ki hemen tövbe edip, bu işten vazgeçti.
Kur’ân-ı Kerîmin mucize olması yönlerinden biri de şudur: Onu okuyan ve dinleyen, okumaktan ve dinlemekten asla usanmaz. Ne kadar çok okursa ve dinlerse, okudukça ve dinledikçe muhabbeti ve tat alması artar. Halbuki insanların sözleri ne kadar edebi, fasih ve beliğ olursa olsun, birkaç defa okunup dinlendikten sonra tat alınmaz olur ve usanç ve sıkıntı vermeye başlar.
Kur’ân-ı Kerîmin bir mucize yönü de, ihtiva ettiği ilim ve mânâların çok derin olmasıdır. Arap dili kaidelerine göre ve Arap lisanıyla nazil olduğu hâlde, tamamını Araplar ve hiç kimse anlayamaz. Ondaki ilimleri ve marifetleri, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” peygamberliği bildirildikten ve Kur’ân-ı Kerîm nazil olduktan sonra bilmiş ve anlamıştır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı Kerîmde derc ettiği ilimlere ve marifetlere, insanların seçilmişlerinden bazılarının da muttali olmasını ihsan buyurmuştur. Kur’ân-ı Kerîmin hakaikının nihayeti yoktur. İnsan ne kadar yüksek derecelere ulaşırsa ulaşsın, Kur’ân-ı Kerîmde bildirilen marifetleri icmalen, yani kısaca anlamaktan da acizdir. Nerede kaldı ki tafsilatıyla anlamaya kadir olabilsin. Ondaki ilâhî sırlar, ilimler ve marifetler nihayetsizdir. O öyle bir deryadır ki onda insanı hayretten hayrete düşüren ilimler, hikmetler ve marifetler sonsuzdur. O apaçık bir nur ve öyle sağlam bir dayanaktır ki geçmişte ve gelecekte onu batıl kılacak yoktur. O hakim ve övülmeye lâyık olan Allahü teâlâ katından indirlimiştir.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mucizelerinden birisi de bildirdiği yüce din İslamiyettir. Derin âlimler ve yüksek derecelere kavuşmuş olan arifler, onun nüktelerinin nihayetine ve esrarının derinliklerine ulaşmaktan tam bir acziyete düştüklerini itiraf etmişlerdir.
¥ Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” devam edegelen mucizelerinden birisi de, geniş manaları içine alan mübarek sözlerinin, hadis-i şeriflerinin sahih ve açık senetlerle nakledilmesi ve meşhur olmasıdır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir hadis-i şerifte: (Cevami-ül-kelim, yani az sözle çok şey anlatıcı olarak ve korkulara galip gelici olarak gönderildim) buyurmuştur. İmam-ı Buharinin naklettiği sahih bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulmuştur: (Din ve ahkâm, kıyamete kadar Bâkî kalacaktır.)
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” devam eden mucizelerinden birisi de, mübarek türbesinden bir nurun yayılmasıdır. Ravda-i münevveresinin üzerinde şimşek çakması gibi parlayan nuru gören hacılar, salavat-i şerife getirirler. Hâce Muhammed Parisa “kuddise sirruh” (Fasl-ul-Hitab) adlı kitabında şöyle yazmıştır: Resûlullahın vefatından sonra Rum diyarından bir genç Medineye geldi ve Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ravda-i mukaddesesine bakarak; İncilde okudum dedi ve şu manadaki beytleri yazıp, okudu:
Mustafanın uğramıştım kabrine,
Sanki kabirde değil, konuşuyordu benimle.
Nübüvvet nuru parlar kabrinin üstünde,
O nur feyiz verir, akıl-i selim sahiplerinin kalbine.
2. KISIM
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefatından sonra peygamberliğine delalet eden mucizeleri:
¥ Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kendinden sonra, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık’ın “radıyallahü teâlâ anh” halife olacağını haber vermiştir. Bir gün bir kadın Resûlullahın huzuruna gelip, bir şey istedi. Bir müddet sonra gel, buyurdu. Kadın, ya Resûlallah, gelince sizi bulamazsam ne olacak, dedi. Beni bulamazsan, Ebû Bekre git. Benden sonra halife o olsa gerektir, buyurdu.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir kimseye birkaç deve yükü hurma verdi. O şahıs, ya Resûlallah! Senden sonra bu bağışı bana veren olmaz, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” sana veren olur, buyurdu. Kim olur diye sorunca, Ebû Bekr verir, buyurdu. O şahıs bunu hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh” söyledi. Hazret-i Ali o kimseye, Resûlullaha gidip, Ebû Bekr’den sonra kim verir, diye sor dedi. Gidip sordu. Ömer bin Hattab, buyurdu. Bunun üzerine hazret-i Ali o şahsa, yine gidip sor, Ömer bin Hattab’dan sonra kim olur, dedi. O da gidip Resûlullaha yine sordu. Osman ve Ali “radıyallâhu anhüma” olur, buyurdu. Hazret-i Ali bunu işitince hiçbir şey söylemedi.
¥ Bir bedevi Medine’ye satmak için birçok kılıç getirmişti. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” o kılıçları veresiye satın aldı. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” o şahsı görüp, kılıçları ne yaptın, diye sordu. Resûlullaha veresiye sattım deyince, Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir şey olursa, kılıçların parasını kimden alacaksın, dedi. O şahıs bilmiyorum, gidip Resûlullaha sorayım, dedi ve gidip sordu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” o şahsa, senin malının bedelini eda edecek, benim borcumu ödeyecek ve ahdime vefa gösterecek olan kimse Ebû Bekr’dir, buyurdu. O kimse hazret-i Ali’ye gelip bunu söyledi. Hazret-i Ali eğer Ebû Bekr’e “radıyallâhu anh” bir şey olursa paranı kimden alacaksın, dedi. O şahıs bunu sormadım, gidip sorayım diyerek, gidip sordu. Bu sefer Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”: Benim ve Ebû Bekrin başına bir iş gelirse, benim borcumu ödeyip, sözümü yerine getirecek olan kimse Ömer bin Hattabdır, buyurdu.O şahıs bunu da gidip hazret-i Aliyye söyledi. Hazret-i Ali peki Ömer bin Hattaba da “radıyallâhu anh” bir şey olursa ne yaparsın, dedi. Bunun üzerine o şahıs, Resûlullahın huzuruna gidip, bunu da sordu. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana, Ebû Bekre ve Ömere bir şey olursa, sen helak oldun, demektir, buyurdu.
¥ Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile bir evde idik. Kapı kapalı idi. Birisi gelip kapıyı çaldı. Resûlullah bana, ey Enes bak kimdir, buyurdu. Çıkıp baktım, gelen hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık idi. İçeri girip, Resûlullaha haber verdim. Kapıyı aç, gelen kimseyi Cennetle müjdele ve benden sonra halife olacağını söyle, buyurdu. Sonra bir kişi daha gelip kapıyı çaldı. Resûlullah, ey Enes, kapıya bak, buyurdu. Gidip baktım. Hazret-i Ömer-ül Fâruk gelmişti. Resûlullaha bildirdim. Kapıyı aç, geleni Cennet ile müjdele ve Ebû Bekrden sonra halife olacağını söyle buyurdu. Daha sonra kapı yine çalındı. Ey Enes, bak kimdir, buyurdu. Çıkıp baktım. Hazret-i Osman-ı zinnureyn idi. Resûlullaha bildirdim. Kapıyı aç, onu Cennetle müjdele ve Ömer bin Hattabdan sonra halife olacağını söyle ve Onu şehit edecekler, sabır etsin, buyurdu.
¥ Sefine “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” mescid yapıyordu. Bir taş koydu ve Ebû Bekre “radıyallâhu anh”, benim koyduğum taşın yanına bir taş koy, buyurdu. Sonra hazret-i Ömere “radıyallâhu anh”, sen de taşını Ebû Bekrin taşının yanına koy, buyurdu. Sonra da bunlar benden sonra halifelerimdir, buyurdu.
¥ Huneyn gazasında, harbin şiddetlendiği sırada, Cündeb “radıyallâhu anh” Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna gelip, ya Resûlallah, harp çok şiddetlendi. Ashâbından birini seçiniz, eğer size bir emir vaki olursa, onu seçelim. Eğer olmazsa, onu seçilmiş bilelim, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” işte Ebû Bekr, eğer bana bir şey olursa, onu bana halife olarak seçiniz. Ömer bin Hattab benim dostumdur. O benim dilimden doğruyu söyler. Osman bin Affan bendendir ve ben ondanım. Ali bin Ebû Talib benim dünyada ve ahirette kardeşim ve yoldaşımdır, buyurdu “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
¥ Sefine “radıyallahü teâlâ anh” şöyle nakletmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Benden sonra halifelik müddeti otuz senedir. Ondan sonra melikler saltanat sürer”. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” iki sene, Ömer “radıyallâhu anh” on sene, Osman “radıyallâhu anh” on iki sene ve Ali radıyallâhu anh” altı sene halifelik yaptılar.
¥ Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Talha, hazret-i Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ile Hira dağı üzerinde idiler. Dağ sallandı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” dağa hitab ederek, sakin ol, senin üzerinde bir Peygamber, bir Sıddık ve şehitler var, buyurdu.
¥ Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” şöyle demiştir: Bir gün Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” izin veriniz de beni vefatımdan sonra senin yanına defnetsinler, dedim. Seni benim yanıma nasıl defnetsinler, kabrimin yanında Ebû Bekrin, Ömerin “radıyallâhu anhüma” ve İsa bin Meryemin “aleyhisselâm” kabirlerinden başka kabir olmayacak, buyurdu.
¥ Yine hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” şöyle anlatmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gün hazret-i Osmana “radıyallâhu anh” baktı ve Allahü teâlâ Osmana rahmet eylesin, o şehit olacaktır, buyurdu. Sonra hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh” ve Zübeyre “radıyallâhu anh” baktı ve siz birbirinizle harp edeceksiniz! Zübeyr, sen âsî olsan gerektir, buyurdu. Sonra Talhaya “radıyallâhu anh” bakıp, Allahü teâlâ bunu şehit edene rahmet etsin, buyurdu.
¥ Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” şöyle anlatmiştir: Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbımdan birinin buraya gelmesini istiyorum. Ona bazı söyleyeceklerim var, buyurdu. Ebû Bekri “radıyallâhu anh” çağırayım mı dedim. Bir şey söylemedi. Anladım ki ona diyeceği bir şey yoktu. Ömeri “radıyallâhu anh” çağırayım mı dedim. Yine bir şey söylemedi. Anladım ki istediği o da değildi. Sonra Osman bin Affanı “radıyallâhu anh” çağırayım mı dedim. Çağır gelsin, buyurdu. Hazret-i Osmanı “radıyallâhu anh” çağırdım. Gelip Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna oturdu. Resûlullah ona bazı şeyler söyledi. Hazret-i Osmanın rengi değişti. Bir şeyler daha söyledi. Rengi eski haline döndü. Hazret-i Osmanın evini kuşattıkları zaman, niçin muharebe etmiyorsun, diye sordular. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana çok şeyler söyledi. Bu belaya sabrederim, dedi. Hazret-i Osmanı çağırdığım zaman, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ona evinin kuşatilacağını ve şehit edileceğini söylediğini zannediyorum.
¥ Ammar bin Yaser “radıyallâhu anh” şöyle demiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Emir-ül müminin Aliyye “radıyallâhu anh”, Ey Ali, sana Salihin “aleyhisselâm” devesini boğazlayan bedbaht insanlardan haber vereyim mi? Onlardan biri senin başına kılıç ile vurup, yüzünü kana bulayan kimsedir, buyurdu.
¥ Ebül-Esved Düeli şöyle nakletmiştir: Emir-ül müminin Aliden “radıyallâhu anh” işittim, şöyle dedi: Bir gün Medineden çıktım. Atıma binip gitmek için, ayağımı atımın üzengisine koyduğum sırada, Abdullah bin Selam çıkageldi. Nereye gidiyorsun, dedi. Iraka gidiyorum, dedim. Dikkatli ol. Eğer sen Iraka gidersen, başına kılıçla vursalar gerek, diye söyledi ve yemin ederek bunu Resûlullahtan işittim, dedi.
Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” Yenbuda hastalanmıştı. Niçin burada duruyorsun. Vefat edersen bu köylüler senin işini görmezler. Medineye gidersen orada kardeşlerin işini görürler, cenaze hizmetini yaparlar, dediler. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” buyurdu ki: Ben burada vefat etmem. Hem de başımın kanı yüzüme ve sakalıma akmayınca vefat etmem. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana böyle haber verdi.
¥ Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile bir bahçeye uğramıştık. Ya Resûlallah! Bu ne hoş bahçedir, dedim. Ya Ali, Cennette senin bahçen bundan daha güzel olacaktır, buyurdu. Böylece yedi bahçeye uğradık. Ben hepsinde, bu ne güzel bahçedir, dedim. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” cevabında, daima Cennette senin bahçen daha güzeldir, buyurdu. Sonra ağlamaya başladı. Ya Resûlallah! Seni ağlatan sebep nedir, dedim. İnsanların senin için kalplerinde olan kinden dolayı ağlıyorum. Onu, ben vefat ettikten sonra ortaya çıkarırlar, buyurdu. Ya Resûlallah! Din selamet üzere devam eder mi, dedim. Selamet üzere devam eder, buyurdu.
¥ Aişe “radıyallâhu anha” şöyle buyurmuştur: Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Talhayı “radıyallâhu anh” bir yere giderken gördü. Yer yüzünde yürüyen bir şehittir, buyurdu.
¥ Bir gün Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hanımlarına şöyle buyurdu: Sizden alnı tüylü devenin sahibi, Hav’abın köpekleri kendisine havladığı yere kadar gider. Çok kimse onun sağ tarafında, çok kimse de sol tarafında öldürülür. Kendisi de zor kurtulur, buyurdu. Hazret-i Aişe “radıyallâhu anha”, Cemel vak’asında Iraka giderken, Beni Âmir sularından bir suyun yanına varmıştı. Orada köpekler havlamaya başladı. Bu suyun adı nedir diye sordu. Hav’ab dediler. Bunun üzerine hazret-i Aişe “radıyallâhu anha” ben geri dönüyorum, dedi. İbni Zübeyr “radıyallâhu anh” geri dönme, Allahü teâlâ senin vasıtanla iki Zâtın arasını ıslah eder, dedi. Hayır geri döneceğim. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu diyerek, Resûlullahın zevcelerine buyurduğu şeyi anlattı.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Cemel vak’asına işaretle; bir kavm çıkar, helak olurlar. Felah bulmazlar! Onların önderi bir kadındır ve o Cennete girecektir, buyurmuştur.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hanımlarına “radıyallahü teâlâ anhünne”, benden sonra size yardım eden doğru sözlü ve iyi işli birisi olacaktır, buyurdu. Sonra, ya Rabbi, Abdurrahmân bin Avfı Cennet ırmaklarından kandır, diye duâ etti. Resûlullahın vefatından sonra, Abdurrahmân bin Avf “radıyallâhu anh” malının bir kısmını kırkbin dinara sattı ve ezvac-ı tahirata taksim etti.
¥ Bir gün Emir-ül müminin hazret-i Ali, Zübeyr ile “radıyallâhu anhüma” başbaşa konuşuyorlardı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyye Zübeyr ile başbaşa konuşuyorsun. Fakat o seninle muharebe edecektir, buyurdu. Cemel vak’ası olunca, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” bunu Zübeyre “radıyallâhu anh” hatırlattı. Zübeyr “radıyallâhu anh” muharebeden vazgeçip geri döndü. Arkasından biri gelip Zübeyri “radıyallâhu anh” şehit etti. Kılıcını hazret-i Aliyye getirdi. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” Zübeyri katl eden Cehennemdedir, dedi.
¥ Hendek kazıldığı gün, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek eliyle Ammar bin Yaserin “radıyallâhu anh” başını sıvazlayarak, seni, isyan edenlerden bir gurub şehit edecektir, buyurdu. Sıffin muharebesinin şiddetlendiği bir sırada, Ammar bin Yaser “radıyallâhu anh” yemin ederek, bugün Resûlullahın bana vaat ettiği gündür, dedi. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” susup hiç cevap vermedi. Bir daha aynı şeyi söyledi. Hazret-i Ali yine cevap vermedi. Ammar bin Yaser üçüncü yemin ederek aynı şeyi söyleyince, hazret-i Ali, evet bu gün o gündür, dedi. Ammar bin Yaser tekbir getirerek, bugün tatlı rüzgarlar esmeye başladı. Bugün Muhammed aleyhisselâma ve Onun yakınlarına kavuşuyorum, dedi. Sonra muharebeye daldı. Hazret-i Muaviyenin “radıyallâhu anh” taraftarlarından bir kaç kişiyi düşürdü. O sırada susadı ve su istedi. Süt ile karışık su getirdiler. Bu suyu görünce, Allahü ekber, dedi. Sonra yemin ederek, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bana, seni isyan edenlerden bir gurub şehit edecektir. Şehit edilmen Cebrâil ile Mikâil “aleyhimesselam” arasında olacaktır. Bunun alâmeti şudur ki o sırada su isteyeceksin, sana süt ile karışık su verecekler buyurdu, dedi.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Abdullah bin Amr bin As’a “radıyallâhu anh” buyurdu ki: Ammarın katilini Cehennem ile müjdele! Sıffin vak’asında Ammar bin Yaser “radıyallâhu anh” şehit edildi. İki kişi onun başını hazret-i Muaviyeye “radıyallâhu anh” getirdiler. Her biri kendisinin onu şehit ettiğini söylüyordu. Hazret-i Muaviye onu şehit edene bir kese gümüş vereceğim. Bunun anlaşılması için Abdullah bin Amr bin Ası hakem tayin ediyorum, dedi. Abdullah bin Amr o iki kimseden birine bunu nasıl katl eddin diye sordu. O kimse üzerine hamle yapıp öldürdüm, dedi. Abdullah bin Amr ona, hayır bunun katili sen değilsin, dedi. Sonra diğer şahsa nasıl katl eddin diye sordu. O kimse dedi ki birbirimize hücum ettik. Ben kuvvetli bir vuruşla vurdum. Atından yere düştü. Dizleri üzerinde durup, Cebrâil ve Mikâil “aleyhimesselam” arasında pişman olacak kimse felah bulmasın, dedi. Sonra sağına soluna bakındı. Yanına yaklaşıp başını kestim, dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Amr o kimseye şu gümüşleri al ve Cehenneme gideceğini de bil, dedi. O şahıs, ölürsek vay halimize! Öldürürsek vay bize dedi. Gümüşleri yere atıp “İnnalillah ve inna ileyhi raciun” âyet-i kerimesini okudu. Hazret-i Muaviye, Abdullah bin Amra ne oldu dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Amr şöyle dedi: Ben şahitlik ederim ki mescid yapılırken herkes bir taş getirdi. Ammar bin Yaser iki taş getirdi. Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” işittim, buyurdu ki: “Ey Ammar! Seni isyan edenlerden bir gurub şehit edecektir. Sonra bana dönerek, ey Abdullah, Ammarı katl edeni Cehennem ateşiyle müjdele buyurdu, dedi.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh”, yakın zamanda seninle Aişe “radıyallâhu anha” arasında bir hadise vuku bulacaktır, buyurdu. Bu Cemel vak’asına işaret idi. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” bu iş Ashâb arasında yalnız bana mı mahsustur, dedi. Resûlullah evet ya Ali buyurdu. Hazret-i Ali, o zaman ben Ashâbın en kötüsü olmuş olurum, dedi. Hayır öyle olmuş olmaz. Fakat o hadise vuku bulur. Ona galip gelirsin ve onu tekrar makamına gönderirsin, buyurdu. Nitekim Cemel vak’asında hazret-i Ali galip geldi. Hazret-i Aişeye hürmet ve ikramda bulunarak, onu Medineye gönderdi.
¥ Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” Yemenden bir miktar altın gönderdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” bu altınları Necid halkına paylaştırdı. Ensar ve muhacirin “radıyallâhu anhüm ecma’în” ya Resûlallah! Bizi bırakıp Necid halkına altın dağıtıyorsun, dediler. Resûlullah, müslümanlarla iyi geçinsinler diye altınları onlara dağıttım, buyurdu. O sırada saçı sakalı birbirine karışmış, vücudunu kıllar kaplamış ve gözleri içine çökmüş bir şahıs geldi. Ya Muhammed! Allahtan sakın, dedi. Resûlullah ben âsî olursam, Allahü teâlânın emrini kim tutar, buyurdu. Hâlid bin Velid “radıyallâhu anh”, ya Resûlallah, müsaade ediniz bu adamı öldüreyim, dedi. Resûlullah müsaade etmedi. O şahıs da dönüp gitti. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Bu şahsın neslinden bir kavm çıkacaktır. Kur’ân-ı Kerîmi okuyacaklar. Fakat boğazlarından aşağı geçmeyecektir. Müslümanları öldürecekler. Puta tapanlara dokunmayacaklardır. Onlar okun yaydan çıktığı gibi İslam dininden çıkarlar. Nitekim, hariciler o kavmden türemiştir. Bu sebeple onlara Marikin (dinden çıkanlar) denilmiştir.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Esma binti Umeyse “radıyallâhu anha”, seni ümmetimden üç kişi hanım edinecektir. Bunlar Cafer bin Ebû Talib, Ebû Bekr bin Kuhafe ve Ali bin Ebû Talibdir “radıyallâhu anhüm ecma’în”. Bunlardan birisini seç ki Cennette kocan olsun, buyurdu. Esma binti Ümeys “radıyallâhu anha”, Cafer bin Ebû Talibi “radıyallâhu anh” seçti. Çünkü Resûlullahın emriyle en önce onunla evlenmişti. Cafer bin Ebû Talibin vefatından sonra, onu hazret-i Ebû Bekr nikah etti. Hazret-i Ebû Bekrin vefatından sonra da hazret-i Ali nikah etti “radıyallâhu anhüm ecma’în”.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh”, sen dinden çıkan bir gurub insanla, yani haricilerle harp edeceksin. Onların arasında, bir eli bir parça et olan, omuzu başında kadın memesi gibi bir şey olan ve o et parçası üzerinde yaban faresi kuyruğu gibi kıllar bulunan bir adam olacaktır, buyurdu. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” haricilerle savaşıp galip gelince, ölüler arasında tarif edilen şahsı arattı. İlk arayışta bulunamadı. Hazret-i Ali ben yalan söylemem ve bunu bana haber veren de yalan söylemez. Bir daha arayın, dedi. Bir daha aradılar ve tarif edilen kimsenin cesedini kırk ölünün altında buldular.
¥ Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyye “radıyallâhu anh”, senin eline Beni Hanife esirlerinden bir cariye geçecektir. Ondan bir oğlun olacaktır. Adını Muhammed koy ve onu benim künyemle çağır, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” halifeliği sırasında Yemame fethedildi. Beni Hanifeden esirler alındı. Hazret-i Ebû Bekr, esirlerden Havle binti Cafer bin Kays-il Hanefiye adlı cariyeyi hazret-i Aliyye gönderdi. Ondan hazret-i Alinin Muhammed adlı oğlu dünyaya geldi. [Muhammed bin Hanefiye bu zâttır. Hicri 21. senesinde tevellüd, 71 de vefat etti.]
¥ Yemameden bir kadın başında yara bulunan bir çocuğu Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” getirdi. Resûlullah çocuğun başına mübarek ağzının suyundan sürdü. Yara iyileşti. O çocuğun neslinden gelenlerde bir daha bu cins yara hiç görülmedi. Aynı kadın başında yara olan başka bir çocuğu peygamberlik iddiasında bulunan yalancılardan Müseyleme-tül Kezzaba götürdü. Müseyleme tükrüğünü çocuğun başına sürdü. Çocuğun başı tamamen kel oldu. Neslinde de bu hastalık devam etti.
¥ Ebû Zer Gıfârî “radıyallâhu anh” Emir-ül müminin hazret-i Osmanın halifeliği sırasında, Medineden Rebzeye göç edip, orada yerleşti. Vefat etmeden önce çok hastalandı. Annesi devamlı ağlıyordu. Anneciğim niçin ağlıyorsun, diye sordu. Annesi vefatın yaklaştı! Evde kefen yapacak bir parça bezimiz dahi yoktur, dedi. Annesine onun için üzülme. Bir gün bir cemaat ile birlikte Resûlullahın huzurunda oturuyorduk. İçinizden biriniz sahrada vefat edecektir. Ehl-i İslamdan bir cemaat onun cenazesinde hazır bulunacaktır, buyurdu. O zaman o mecliste bulunanlardan benden başka hepsi vefat ettiler. Şimdi sen şu tepeye çıkıp bir bak. Resûlullahın işaret buyurduğu cemaatin gelmeleri lazım, dedi. Annesi, oğlum hacıların gelip gitme zamanı geçti. Şimdi kim olur, dedi. Çıkıp bakması için ısrar edince, annesi o tepeye çıkıp baktı. Develerine binmiş oldukları hâlde bir gurub insanın geldiklerini gördü. Onlara işaret etti. Yanına geldiler. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sahabesi Ebû Zer vefat etmek üzeredir, yanına geliniz, dedi. Gelenler, ona annemiz babamız feda olsun diyerek yanına toplandılar. Ebû Zer “radıyallâhu anh” onlara, Resûlullahın buyurduğu şeyi söyledi. Sonra kefenim yoktur. Arzu ederim ki reislik, emirlik veya valilik yapmış olan birisi bana kefen versin, dedi. Ensardan bir genç, ey amca, ben söylediğin işleri yapmadım. Fakat yanımda annemin ketenden eğirip dokuduğu iki elbise vardır, dedi. Ebû Zer “radıyallâhu anh” o gence hayır duada bulundu ve sonra vefat etti. Gelen cemaat cenazesini yıkayıp, namazını kıldılar. Onlardan biri Abdullah ibni Mesut “radıyallâhu anh”, biri de Mâlik bin Eşter idi.
¥ Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh” şöyle anlatmiştir: Bir gün Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sohbetinde bir cemaat ile oturuyordum. Resûlullah, içinizden birinin dişi kıyamet günü Cehennemde Uhud dağından daha büyük olur, buyurdu. O gün o mecliste bulunanların hepsi zamanla vefat etti. Bir ben bir de Rical kalmıştı. Beni bir korku kapladı. Devamlı Ricalin halinden haber sorardım. Sonunda onun mürted olduğunu ve Müseylemetül Kezzaba tabi olduğunu haber aldım. Böylece o korku benden bir parça gitti.
¥ Uhud gazasında Rafi bin Hudeycin “radıyallâhu anh” göğsüne bir ok saplandı. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzuruna gelip; ya Resûlallah! Göğsümdeki oku çekiniz, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ey Rafi, istersen oku demri ile birlikte çıkarayım. İstersen demri içerde kalsın, oku çıkarayım ve kıyamet günü senin için bu şehittir diye şahitlik edeyim, buyurdu. Rafi “radıyallâhu anh”, ya Resûlallah, oku çek demri içerde kalsın ve kıyamet gününde şahitlik eyle, dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” oku çıkardı. Okun demri hazret-i Rafiin vücudunda kaldı. Hazret-i Muaviyenin “radıyallâhu anh” halifeliği zamanına kadar yaşadı. Sonra yarası tazelendi ve o yara sebebiyle vefat etti “radıyallâhu anh”.
(Şevahidü’n-Nübüvve)