Kulda bulunan yüksek mertebelerin en üstünü, kazandığı mertebelerin en şereflisi din ilmidir. Hadîs-i şerîfde: «İlim ile olan az amel çoktur. Câhillikle yapılan çok amel azdır» buyuruldu. Buradaki azlık, çokluk sevab ve kabûl yönündendir. Yine Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem), bir âbid ile bir âlimden bahsederken: «Âlimin, bilgisiz âbidden üstünlüğü, benim sizin en aşağınızdan üstünlüğüm gibidir» buyurdu. Bir kere de: «Elbette Allahü teâlâ, melekleri, gök ve yer ehli, yuvasındaki karıncaya kadar, ilmi öğreten insanlar üzerine hayır ile salâvat ederler» buyurdu. Hâlisatü’I-hakâyık.
Ravda’da Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfde Resulüllah: «Dinde bilgi edinmekten daha üstün bir şey ile Allahü teâlâ’ya ibâdet edilmemiştir» buyurmuştur. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Şeytân için 1 fakîh, 1.000 âbidden kuvvetlidir». Başka bir hadîs-i şerîfde: »Her şeyin bir direği vardır. Dînin direği fıkıhdır» buyurulmuştur.
Bizâziyye fetvâsında: «Mezheb âlimlerimizin kitablarını, kendi kendine de olsa okumak, geceyi ibâdetle geçirmekten hayırlıdır», «İlim talebesi için fıkıh çalışmak, Kur’ân-ı kerîm okumaktan efdaldir», «Alim, âbidden üstündür. Çünkü âlimin kendisine ve başkalarına faydası vardır, âbidin ise yalnız kendine faydası vardır» yazılıdır.
Herkesin ihtiyacı olduğu kadar ilim öğrenmesi islâmın farzlarından biridir. Farz-ı ayndır. Musannifin, kitâbın başından beri, İslâmın sünnetindendir dediği halde burada islâmın farzlarındandır demesi, açıklanacağı gibi işin ehemmiyetini tenbih içindir. Ayrıca: «İlim taleb etmek her müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır» hadîs-i şerîfine de uyulmuş olmaktadır. Bilinmelidir ki, taleb edilmesi, öğrenilmesi farz-ı ayn olan ilimler 3’tür:
1) Allahü teâlâ’nın zâtını, sıfatlarını lâyık olduğu şekilde bilecek, Resûlullah’ı (sallâllahü aleyhi ve sellem) ve Rabbinden getirdiklerini tasdîk edecek kadar tevhîd ilmi.
2) Allahü teâlâ’ya ta’zîm, ihlâs, amelleri O’nun için en iyi şekilde yapmanın kalbde yerleşmesini sağlayan kalb ilmi veya sır ilmi.
3) Tahâret, namaz, zekât, hac gibi fiilleri yapacak kadar fıkhın çeşitli kısımlarından meydana gelen şerîatin zâhir ilmi.
Musannif 1. ilme «Herkesin dînini doğrultacak kadar ilim öğrenmesi farzdır» cümlesi ile işaret etmiştir. Yanî herkes, dînini ayakda tutabilmesi için Ehl-i Sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru îmânı öğrenmeli, buna göre inanmalıdır. 2. ilme (Allahü teâlâ için amelinde ihlâs olmalıdır) sözü ile işâret etmiştir. Yanî amelini, her türlü bozukluktan, riyâ ve ucb’dan hâlis etmeli, sırf Allah rızâsı için yapmalıdır. 3. ilme (Ve kullan ile muâşeret etmelidir) sözü ile işâret etmiştir. Yanî dîne ve dünyâya âid işlerde sâlih müslümanlara danışarak, şerîatin zâhiri ile amel etmelidir.
İnsan lüzumlu îmân, ibâdet ve ahlâk bilgilerini öğrenmekle ma’rifetullah’a, Rabbini tanımaya yönelmiş olur. Açık alâmetler ve nâtık şâhidlerden Allahü teâlâ’yı tanıtan deliller bulur. Bu şâhidlerden bir kısmı lisân-ı hâl, bir kısmı lisân-ı kâl iledir. (Hâl lisânı, kâl lisanından entaktır) sözü meşhurdur. Yine bu bilgilerle Allahü teâlâ’nın insanlara, nefslerinde, mallarında. gece ve gündüzde emr ettiği farzlar öğrenilir. Namaz ve oruç gibi farzlar Allahü teâlâ’nın insanlara nefslerinde, bedenlerinde emrettiği farzlardır. Zekât ve uşr maldaki farzlardır. Gece ve gündüzdeki farzlar başka bir tasnîfdir. Buna göre bir farz, her 2 tasnîfe de girebilmektedir. Meselâ oruç ve gündüz namazları, hem gündüz farzı, hem de bedenî farzdırlar. Böyle birbirine giren, bir bakıma sınıflandırmalar çok yaygındır. Meselâ kelime bir bakımdan isim ve fiil olarak, bir bakımdan sülâsî ve rübâî (3 harfli ve 4 harfli) olarak sınıflandırılabilmektedir. Gece ve gündüze bağlı olmayan farzlar da vardır. Tevhîd, içki içmemek ve domuz eti yememek gibi zâhirî haramlar, kin ve kıskançlık gibi bâtınî haramlar böyledir. Bunlar nefsdeki, bedendeki farzlar, yasaklar gibi de düşünülebilir.
Allahü teâlâ’nın emrettiği farzları yaparken, Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) sünnetlerini de öğrenmek ve yapmak gerekir. Farzlar en adâletli yolda ve en iyi İstikamette yapılmalıdır. Bu da ancak Allahü teâlâ’nın en güzel edeble edeblendirdiği, en temiz ahlâklı sevgili peygamberinin (sallâllahü aleyhi ve sellem) sünnetine uymakla olur.
Bizâziyye fetvâsında diyor ki: Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile okumasınr iyice öğrenip lüzumu kadar ezberledikten sonra fıkıh ile uğraşmalıdır. Cünki Kur’ân-ı kerîmi ezberlemek farz-ı kifâyedir. Fıkıhtan lâzım olanlar öğrenmek ise farz-ı ayndır. Hazâne’de fıkhın hepsi lâzımdır denildi. Menâkıb’da Muhammed bin Hasen’in helâl ve hûramdan 200.000 mesele işlediği, çözdüğü ve herkesin ezberlemesi gerektiği yazılıdır. Eğer araştırırsan bulacağın umulur. İnsanın ihtiyâcı olduğu din ilimlerinin en mühimini yukarıda açıklanan ilimlerdir. Bunlara ilm-i yakîn, ihlâs, zühd. tevâzu’, nasîhat ve ahlâk ilimleri de dâhildir. Câiz olma, fâsid olma, helâl, haram, mekruh, müstehab gibi ahkâm-ı şer’iyye de dâhildir. Yine bunlara iffet, rıfk, vekar, hayâ da dahildir. İffet, şehvânî kuvvette ortada olmak, haramdan uzak durmaktır. İfrat derecesi fücûrdur, Rıfk, insanlara yumuşak davranmaktır. Vekar, işlerini olgunluk, sabır ve ağırlık içinde yapmaktır. Hayâ ise, bilindiği gibi güzel sıfatlardan ve övülen hasletlerdendir. İmân ile hep yanyana bulunur. Rivâyet olundu ki: Cebrâil (aleyhisselâm) Âdem aleyhisselâma akıl, îman ve hayâ’dan birini seçmesini Allahü teâlâ’nın emr ettiğini söyledi. Âdem (aleyhisselâm) aklı seçti. Cebrâil (aleyhisselâm) îman ve hayâ’ya dönerek, Âdem (aleyhisselâm) aklı seçti, siz gidin buyurdu. İman hayâya, sen geri dön, Allahü teâlâ bana, aklın olduğu yerde bulunmamı emretti dedi. Bunun üzerine hayâ da, Allahü teâlâ bana îman nerede ise orada olmamı emretti dedi. Böylece Adem (aleyhisselâm) üçünü bir araya toplamış oldu. Bunun için Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Hayâ îmandandır», yanî hayâ îmânın hasletlerindendir buyurdu. Hâlisa’da böyle diyor. Fudayl (rahmetullahi aleyh): Şakiliğin, yanî kâfir veya fâsık olmanın alâmetlerinden biri, hayânın azlığıdır buyurdu.
Cömerdlik, güzel tedbîr almak, din işlerini düşünerek yapmak ve ciddî olarak başlayıp devam ettirmek, düşmanları yumuşaklıkla idare etmek, halkın ezlyetlerlne katlanmak, akrabâyı ziyâret etmek de din ilimlerine dâhildir. Gurer şerhi olan Dürer’de sıla-i rahm vâcibdir denilmektedir. Sıla-i rahm, selâm ile, hediye ile de olur. Sıla-i rahm, akrabâya yardım. onlara iyilik, iltifat etmek, beraber oturup konuşmak demektir. Zevif erhâmı, muhabbet ve ülfeti arttırması bakımından gün aşırı veya haftada bir veya ayda bir ziyâret etmelidir. Akraba, birbirinin ihtiyaçlarını reddetmemelidir, zîra bu aralarındaki muhabbet bağlarını keser. Hadîs-i şerîfde: «Sıla-i rahm ömrü arttırır» buyurulmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfde: «Sıla-i rahmi terk eden kavim üzerine melekler inmez» ve: «Allahü teâlâ sıla-i rahm yapan kimseye rahmet eder, terk eden kimse ile de ilgisini keser» buyurulmuştur. Herkese iyilik etmek, geçimi dar olanlara yardımda bulunmak, zâlimi bağışlamak, kendisine kötülük yapanlara da iyilik etmek din ilimlerinden ve gereklerindendir. Başkalarına el ile, dil ile ve kalb ile eziyet etmekten çok sakınmalıdır. Kalb ile başkasına eziyet etmek; onlara kötü zanda bulunmak ve onları aşağı görmeyi kalbinden geçirmektir.
Bu Şir’a kitâbımız, bu din ilimlerinin çoğunu içine alır. Bu maksad ile en önemli yerlere işâret eder. Bu ilmin öğrenilmesi ve Allahü teâlâ ve âhiret günü için amel edilmesi en büyük gâyesidir. Sapıkları irşâd eder, gâfilleri gaflet uykusundan uyandırır.
Bizâziyye’de diyor ki: Düzgün niyetle ilim ve fıkıh taleb etmek bütün iyi amellerden efdaldir. İlmin fazlası ile meşgul olmak da sahîh niyetle Olunca kıymetlidir. Çünki faydası umûmadır. Ancak farzlarda bir noksanlık olmamalıdır. Niyetin sahîh. düzgün olması, yalnız Allahü teâlâ ve âhiret için olmasıdır. Mal, mevki’ talebi İle ilim öğrenmek olmaz. Ancak cahillikten kurtulmak, başkalarına faydalı olmak ve din ilimlerinin meydana çıkmasını istemek şeklindeki niyetlere de sahih niyet denilmiştir. Allahü teâlâ’dan başkası için ilim öğrenmek bâtıldır, haramdır. İbn-i Abbâs’dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet edilen hadîs-i şerîfde: «Âlimlere öğünmek, aklı az olanlarla tartışmak ve insanlar arasında kabûl görmek İçin Him öğrenen kimseyi Allahü teâlâ Cehenneme koyar» buyuruldu. Avârif’de Ebû Hüreyre’den (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte: «İnsanların kalblerini kazanmak için edebi, lügatli konuşmayı öğrenen kimsenin sarf’ını ve adlini Allahü teâlâ kabûl etmez» buyuruldu. Yanî fesâhat, belâgat, şiir ve buna benzer ilimleri, Allahü teâlâ’nın rızâsı için değil de İnsanların kalblerlni kendine çekmek için öğrenen kimsenin sarfını (tevbesini veya farzlarını) ve adlini (fidyesini veya nâfilesini veya kurbet olan tâatini) Allahü teâlâ kabûl etmez. Şerh-i Mesâbîh, Bostân kitabında diyor ki: İlim öğrenmek isteyen, bu ilmi dünyâ için değil Allah rızâsı ve âhiret için istemelidir. Dünyâya niyyet ederse, dünyalığa dq kavuşur. Ama dünyâ âhiretin yanında, pek aşağı kalmaktadır. Şûrâ sûresi, 20. âyet-i kerîmesinde: «Kim âhiret ekinini isterse, onun için biz ekinini .ziyâdeleştiririz» buyurulmuştur.
Zeyd bin Sâbit (radıyallahü anh) rivâyetiyle gelen bir hadîs-i şerîfde: «Bir kimsenin niyeti dünya için olursa, Allahü teâlâ o kimsenin işlerini dağıtır. İhtiyaçları gözleri önünden gitmez. Dünyâda, ancak yazılı olan takdirine kavuşur. Niyeti âhiret için olursa Allahü teâlâ o kimsenin iki yakasını bir araya getirir, zenginliği kalbine koyar, dünyâyı da ona verir» buyurulmuştur. Niyetini düzeltemiyen kimsenin yine ilim öğrenmesi, terk etmesinden iyidir. Çünki ilim öğrenince niyetini düzeltmesi umulur.
Amel edilmeksizin öğrenilen ilim zâyi’ olur. Bunun için amelsiz ilim oku olmayan yay, meyvesi olmayan ağaç, yağmursuz bulut, görmeyen gözbebeği, çiçeksiz bahçe, incisiz sadef, ibret almayan göz ve tefekkür etmeyen kalb gibidir denilmiştir. Hadîs-i şerîfde: «Faydasız ilim, kimseye birşey verilmeyen hazîne gibidir. İlmin fâidesi, ibâdetleri en doğru, en makbûl şekilde yapmakda görülür. Haramlardan kaçınmayı ve zühdü arttırmayan ilim, ancak Allahü teâlâ’nın gadabını artdırır» buyuruldu. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) faydasız ilimden Allahü teâlâ’ya sığınırdı ve şöyle buyururdu: «Yâ Rabbi! Faydasız ilimden, huşu’ olmayan kalbden, dinlenmeyen duâdan ve doymayan nefsden sana sığınırım».. İhya’da böyle yazıyor.
Şerhı’l-Hatîb’de denildi ki: Âlimlerin en büyük cezâsı kalblerinin ölmesidir. Kalbin ölmesi de âhiret ameli ile dünyayı istemektir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «İlim ikidir. Birisi kalbde olan ilimdir kî, sâhibine fâideli olan ilim budur. Diğer ilim, yalnız dilde olur. Bu ilim Allahü teâlâ’nın insanoğluna karşı hücceti, delilidir» buyurdu. İlmi yalnız dilinde olan kimseye, Ihyâ’da bildirildiğine göre, Allahü teâlâ: «İlminle ne amel işledin, Rabbinin şükrünü nasıl yerine getirdin?» buyuracak, o kimse sükût edecektir. Sonra Hak teâlâ irâde ettiğini yapacaktır. Yine hadîs-i şerîfde: «İlmi kendisine fâide vermiyen kimsenin, bu cehli ona zarar verir» buyuruldu. Yanî o kimse hükmen câhildir. Onun bu hükmî cehâleti, Allahü teâlâ’dan uzaklaşmasına ve buğzuna sebeb olur.
Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «İnsanlardan en şiddetli azab görecek olan, Allahü teâlâ’nın İlminden fâldelendirmediği âlimdir» buyurmuştur. İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh), bir taşa rastladı. Taş ona, beni çevirirsen ibret alırsın dedi. Taşı çevirince: «Sen bildiklerinle amel etmiyorsun. O halde bilmediklerini öğrenmeği niçin istiyorsun?» yazısını gördü. Bu konuda İsâ (aleyhisselâm) «İlim öğrenip ilmi ile amel etmiyen kimse, gizlice zinâ edip, sonradan hâmile olduğu ortaya çıkan kadına benzer. Kadın dünyâda rezil olduğu gibi İlmi ile amel etmeyen kimseyi Hak teâlâ Kıyâmet günü mahşer halkının huzûrunda rezîl edecektir, (ihyâ).
İlmi ile amel etmiyen kimsenin va’zı insanların kalblerine te’sîr etmez. Kayalık arâzîye yağan yağmur gibi akar gider, dinleyenlerin kulağına girmez. Bu sözün Tevrât’da olduğu Mâlik bin Dînâr’dan naklen Ravdâ’da vardır.
Rivâyet edilir ki: Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) vefât edince, insanlar, talebesi Hâtemü’l-Esam’a geldiler. Sen şeyhimizin halîfesisin. Bizim en zâhidimizsin. Şeyhimiz seni, bize va’z etmen için makâmına oturttu dediler. Hâtem (kuddise sirruh) bana 1 sene mühlet verin, işlerimi düzenliyeyim dedi. Bunun üzerine geri döndüler. Hâtem evine gitti. İbâdetle meşgul oldu. 1 sene tamam olunca evinden çıktı. Yakındaki bir ağacın yanına gitti. Ağaçtaki üveyik kuşları Hâtem’i görünce ürküp kaçtılar. Bunun üzerine evine döndü, kapılarını kapadı, insanlar geldiler. Bir sene tamam oldu dediler. Hâtem, haklısınız fakat 1 sene daha mühlet verin dedi. Olur dediler. Tekrar ibâdete başladı. 1 sene sonra evinden çıkıp o ağacın yanına gitti. Kuşlar bu sefer kendisinden kaçmadılar, fakat elini uzatınca uçuyorlardı. Tekrar evine döndü. İnsanlar gelip 1 sene tamam oldu diye ısrar ettiler. Hâtem, haklısınız, fakat 1 sene daha mühlet istiyorum dedi. Kabûl ettiler. Hâtem yine ibâdete koyuldu. Bir sene sonra tekrar o ağacın yanına gitti. Kuşları eliyle tuttuğu halde hiçbiri kaçmadı. Sevinerek evine döndü. İnsanlar gelip senenin tamamlandığını söylediler. Evet dedi. «Ey Hâtem! Seni yaratanın hakkı için, söyle! Bize neden 3 sene boyunca hiç birşey söylemedin?» dediler. 2 iş için dedi. Birincisi kendimi kuşlarla tecrübe ettim. İkincisi, öğrendiğim ilimleri önce ben tatbik ettim ki, başkalarına öğrettiğim zaman faydası olsun.
Bu hikâyeyi burada anlatmaktan maksadımız da bu 2. faydayı bildirmek içindir. Ahmed bin Eşref divor ki: Ebû Hafs-ı kebîr’e (rahmetullahi aleyh) arabî ayların 13. 14, 15. günleri (Eyyâm-ı beyd) tutulan orucun faziletini çordular. Bir hafta sonra cevab verdi. Geçen hafta cevap vermemelerinin sebebini sordum. Cevâbında: O günlerde oruç tutmamıştım. Bu ayın o günlerinde oruç tuttum. Sonra, soranların fayda görmeleri için bu günlerdeki orucun faziletini haber verdim. Bu oruçları tutmadan önce söyleseydim faydası olmazdı, buyurdu. Şakîk-i Belhî (kuddise sirruh) gençliğinde gençlerin reisi idi. Arkadaşları ile birlikte mecusîlerin ateşinin bulunduğu ateşgedeye gelip: «Gelin, bakalım mecûsiler ne yapıyor» dedi. Bir kısmı güldüler, içeri girdiklerinde güzel yüzlü bir genci ateşe tapar gördüler. Şakîk gence müslüman olmasını söyledi. Genç, Şakîk’e doğru gelip bir tokat attı. Şakîk oradan çıktı, gitti. Rabbine tevbe ve inâbet ettikten uzun yıllar sonra zühd ve takvâ sâhibi eshâtu. ile birlikte yine mecûsî ateşinin bulunduğu yere gitti. Yanındakilere geliniz bakalım mecusîler ne yapıyor. Bizi İslâm ile şereflendiren Allahü teâlâ’ya şükr edelim dedi. İçeri girdiklerinde bir ihtiyar mecûsîyi ateşe tapar buldular. Şakîk adama: «Niçin müslüman olmuyorsun? Sen güzel yüzlü bir ihtiyarsın» dedi. Mecûsî, bana İslâmî arz et dedi. Şakîk (kuddise sirruh) ona İslâmî öğretti. İhtiyar müslüman oldu. Şakîk ile birlikte çıktılar. Şakîk ona: «Filân târihte mecûsîlerin ateşgedesinde bulunan gençten bana haber verir misin?» dedi. İhtiyar, işte ben o gencim dedi. Şakîk: Sana o zaman İslâmî arz ettim, bana tokat vurdun. 2. defa arz ettiğimde müslüman oldun, sebebi nedir? dedi. İhtiyâr: O zaman sen kirli ve karanlıktın. Beni temizleyip nûrlandıramadın. Şimdi temiz ve nûriu oldun. Benim pislik ve karanlığımı giderdin. Beni aydınlık islâm dînine kavuşturduğun gibi Allahü teâlâ da seni nûrlandırsın. Ayrıca o gün senin ilmin söz ile İdi, bana fayda vermedi. Şimdi ilmin ile beraber amelin de vardır. Onun için bana te’sîr etti dedi. Ravda’da böyle diyor.
Selef-i sâlihînin sünnetinden biri de, ilim öğrenirken ameli geciktirmemektir. İlim öğrenmeyi mühim göstererek amelde noksanlık veya gecikme olması şeytanın aldatması ve hilesidir. Yanî öğrendiklerini hemen tatbik eder, tahsilin bitmesini beklemezlerdi. Çünki çok kere ecel, ilmin tamamını öğrenmeden gelip çatar da, öğrendiği ile amel etme imkânını bulamaz. Böylece hüsrâna uğrayanlardan, amelinde noksan olanlardan olup Cehenneme gider.
İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) dedi ki: Cehennem ehlinin çoğunun ağlaması, ibâdetlerini, din işlerini geciktirdikleri için olacaktır. Yarın yaparım diyen zavallı, bugünün dün için yarın olduğunu düşünememededir. Günler birbirini ta’kîb edip zaman geçtikçe gücü, kuvveti de azalmaktadır. Dünyanın ihtiyaç ve arzûları bitmez. Amelleri geciktirmenin esas sebebi, dünyâyı sevmekten, ona çok sarılmaktan ileri gelmektedir. Gafletin de mânası budur. Şurası bir gerçektir ki, dünyayı ne kadar severse sevsin, mutlaka bir gün ondan ayrılacaktır. Hadîs-i şerîfde: «Sevdiğini sev, zîra ondan ayrılacaksın» buyuruldu. İlmin aslı, Allahü teâlâ’yı tanımakdır. Ma’rifetullah’dır. Bu ilmi öğrenmeden önce selef-i sâlihîn diğer ilimleri öğrenmezlerdi. İbni Abbâs’dan (radıyallahü anhümâ) rivâyet edilir: Bir köylü Resûlullah’ın (sallâllahü aleyhi ve sellem) huzüruna geldi: Yâ Resûlâllah! dana İlmîn garaibini öğret dedi. Resûlullah ona: «İlmin başını ne yaptın?» buyurdu. Köylü, ilmin başı nedir? dedi. Resûlullah’: «Allahü teâlâ’yı hakkıyla tanımaktır. Bu da O’nun misli, benzeri, zıddı, dengi, eşi olmadığını, vâhid, evvel, âhir, zâhir, bâtın olduğunu bilmektir» buyurdu.
Selef-i sâlihîn ölüm gelmeden önce ölüme hazırlanırlar, lüzumlu bilgileri öğrenirlerdi. Allahü teâlâ, kullarına fazla malından soracağı gibi, fazla ilminden de soracağını düşünürlerdi. Malını nereden kazandın, nereye sarf ettin diye sorulacaktır. Fazla kelimesinden anlaşıldığına göre Kıyâmet günü. Allahü teâlâ, her şeyden değil de, vârid olan bâzı haberlerin de delil olduğu gibi zarurî mikdardan fazla olan işlerden soracaktır. Ebülleys tefsîrînde İbni Abbâs’dan bildirildiğine göre hazret-i Ebû Bekr, Ebû Hüşeym’in (radıyallahü anhüm) evinde Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) ile beraber yedikleri et, ekmek, arpa, hurma ile içtikleri şerbet hakkında şöyle sormuştu. Yâ Resûlâllah! Bu ni’metler için sorulup hesâba çekileceğimiz için korkalım mı? Resûlullah: «Bu suâl ancak kâfirler içindir. Allahü teâlâ Kıyâmet günü kulundan 3 şeyi sormaz. Avret yerini örten şeyden. Belini doğrultacak kadar yiyecekten, soğuktan sıcaktan muhafaza eden şeyden. Bunlardan başka her ni’metten sorulur» buyurdu. Bâzı fıkıh kitabları bu anlatılanları kuvvetlendirmektedir. Sıhah’da bildirildi ki:
Mü’min insanlar arasında güzel ahlâkı ile temeyyüz etmelidir. İlim, hilim, vekar, muhabbet, kerem, hayır ehli, cömert ve işlerinde ihtiyatlı olmalıdır. Hadîs-i şerîfde: «Halım, başkalarının kusurlarına aldırmaz, kerîm gücü yettiği halde afv eder» buyurulduğunu Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) haber vermiştir. Şeytan, ilim ile konuşan, hilim ile susan âlimden çok çekinir. Bu sözü İbrâhim bin Edhem’in söylediği nakl edilmiştir, iblîs’in: «Âlimin sükûtu, kelâmından etkilidir» dediği de bildirilmiştir. Allahü teâlâ katında ilmini hilim ile süsleyen âlimden efdal kimse yoktur. Hilim, hiddeti terketmek, şiddete tahammül etmektir. Bâzı kelâm ilmi âlimleri: «İnsanın zîneti hilim, zenginliği ilimdir» buyurdular. Bir hadîs-i şerîfde: «Yâ Rabbil Beni ilim ile zengin et, hilim ile süsle» buyurulmuştur.. Hâlisa’da böyle diyor.
Âlemin ayakta durması, ilmi ile âmil, hilm ve hikmet sâhibi âlimler iledir. Hilim ve hikmet sâhibi âlimlere ise çok az rastlanır. Hikâye edilir kİ, bir adam Süfyân bin Uyeyne’ye yâ Ebâ Muhammedi Zâhld bir âlimi bana göstermeni istiyorum dedi. Süfyân (rahmetullahi aleyh), «sen ne arıyorsun? Öyle bir âlim kayıptır, zamanımızda bulunmaz» buyurdu. İlim öğrenirken ehemmiyetli olanı öne alınmalıdır. İlmin en önemlisi de kıymetli olan ve sâhibini doğru yola irşâd edendir. Fıkıh, tefsîr, hadîs ilimleri din ilimlerinin mühim olanlarıdır. Arabî ilimlerden önemlileri nahv ve meânî ilimleridir. Kıymetli, sağlam ve doğru yola götürücü olmayan ilim ile uğraşmamalıdır. Çünki bu, fırsatı kaçırmak ve ömrü boş yere harcamak olur. Hangi ilmin daha kıymetli, daha önemli olduğu İhyâu’l-tılûm kitâbında ilimlerin taksîmi bâbında bildirilmiştir. Aşağıya kısaltarak yazıyoruz.
İlimler yâ şer’i, dînî olur ki, peygamberlerden (aleyhimüsselâm) alınmıştır. Bu ilimlere, hesâb ve Tıb ilimlerinde olduğu gibi akıl ve tecrübe yol bulamaz. Veya gayr-i şer’î olur. Bunlar da ya övülen ilimlerdir. Dünyâ işlerinde irtibatı sağlıyan tıb, hesâb. zirâat, dokuma ve bunun gibi san’atlardır. Çünki bunların hepsi bedenleri korumakda, muamelâtda. vasıyyet ve verâsetin taksîminde zarûrîdir. Bunlar farz-ı kifâyedir. Hesâb, tıb ve bunun gibi ilimlerin inceliklerine dalmak herkese lâzım değildir. Ancak insanlar onlara çok zaman muhtaç oldukları İçin böyle ilim sâhibleri kıymetlidir. Şer’î olmayan ilimlerin bir kısmı mezmûmdur, kötülenmiştir. Sihir, tılsım, göz boyama ilimleri böyledir. Bir kısmı da mubahtır. İçinde edebsiz ifâdeler bulunmıyan şiirle uğraşmak, târih ve benzerleri böyledir.
Şer’î ilimlerin hepsi övülür, beğenilir, mahmûddur. Aslında şer’î ilim olmayıp da şer’î İlim gibi görünen mezmum ilimler de vardır. Sözü uzatmamak için bu konuya girmiyoruz.
ilmin tasnîfinde, kelâm ve felsefenin yerini, bunların makbûl veya mezmum oluşlarını niçin açıklamadın diye sorulursa, cevabında deriz ki: Bilmiş ol ki, kelâm ilminin içine aldığı fâideli deliller Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şeriflerde vardır. Bunların dışında kalanlar, ya bid’at olan kötü çekişmeler veyâ çeşidli fırkalar arasııida birbirini nakz eden kuru lâflar, herze ve hezeyanlardır. Bunların çoğunu selîm tabîatli kimseler sevmez, hattâ duymak bile istemezler. Diğer bir kısmı da din ile alâkası olmayan şeylerdir. Halbuki Sahâbe ve Tâbiîn (radıyallahü anhüm) devrinde bunların hiçbiri yoktu. Bunlarla uğraşıriak tamâmen bid’attir. Lâkin şimdi hüküm değişti. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin iktizâ ettiği hükümlerden alıkoyan bid’atler çoğaldı. Sapık yoldaki inanışlar hakkında eserler yazıp şübheler uyandıran guruplar türedi. Bunun için kaçınılması gereken bu yasağa zarûrî bir hüküm ile ruhsat verildi. Hattâ haddi aşmamak şar- tiyle insanları şarşırtmaya kalkışan sapıkların bozuk görüşlerine cevab verebilecek kadar ilim öğrenmek, farz-ı kifâye olan ilimler arasına girmiştir.
Felsefeye gelince, bu müstakil bir ilim olmayıp, 4 kısımdan ibârettir. Birincisi hesâb ve hendesedir. Daha önce de geçtiği gibi mubahdır. Bu ikisi kötülenmiş ilimlere geçmek korkusu olmadıkça men edilmez. İkincisi Mantık’dır: Bu ilimde, delîl ile ta’rifden ve bunların şartlarından, bahsedilir ki, bunlar da kelâm ilmi içindedir.
Üçüncüsü İlâhiyyât’dır. Allahü teâlâ’nın zât ve sıfatlarından bahsettiği için kelâm ilmi içindedir. Felsefeciler bu hususta başka bir ilim ile kelâmcılardan ayrılmış değildir. Ayrılıkları, bâzısı küfür, bâzısı bid’ati mûcib olan mezheblerindedir. Nitekim Mu’tezile, başlı başına bir ilim olmadığı halde mensubları kelâmcılardan sayılır. Mu’tezile yolunda olanlar bozuk inanışları ile kelâm ilmi âlimlerinden ayrıldıkları gibi felsefeciler de kelâmcılardan böyle ayrılmıştır.
Dördüncüsü tabiiyyât’dır. Bunların bir kısmı din ve şerîate uymayan câhilâne şeylerdir. İlim değildirler ki, ilmin kısımlarından sayılsınlar. Bâzıları da maddenin özellikleri, vasıfları ve değişmelerinden bahseder. Doktorlar hastalık ve sağlık yönünden insan bedenini inceledikleri gibi, tabîatcılar da değişme ve hareket yönünden bütün cisimleri incelerler demiştir. Fakat tabâbet, tabilyyât’dan üstündür. Cünki tıb ilmine ihtiyaç çokdur. Tabiî ilimler ise zarurî değildir.. İhyâu’l-ulûm’dan alman kısım burada bitti.
İmâm Şâfiî (rahmetullahi aleyh) aşağıdaki şiirinde bu konuyu ne güzel açıklamıştır:
İlmin bütün daflannı öğrenemez hiç kimse,
Durmadan çalışarak bin sene tedris görse.
İlmin yoktur sının, derinlik, boyu, eni, öğrenmeli ilimlerin makbulü, güzelini.
Her fenden, her ilimden yeteri kadar istifâde etmelidir. İhtiyaç olduğu kadar öğrenmeli, fazla veya azdan kaçınmalıdır. Bir kimse Allahü teâlâ’yı yalnız Kelâm İlmi ile araştırırsa zındık olur. Zındık, (Muğrib) de Ebülleys’den naklen bildirildiğine göre, âhirete ve Allahü teâlâ’nın birliğine inanmıyan kimsedir. Sa’lebe’den bildirildiğine göre zındık, arabî bir kelime değildir. Mânası ise umûmun dediğine göre mülhid, dehrî demektir. Ebû Düreyd’in bildirdiğine göre fârisîden arabîye geçmiştir. Aslı zinde’dir. Dehr’in bâkî olduğunu bildirmektedir. Zındık olmasının sebebi de kalbinde sapık yoldaki kimselerin delilleri iz bırakır. Kolaylıkla onlardan kurtulamaz. Allahü teâlâ’ya lâyık olduğu şekilde inanılmalıdır. Yalnız kelâm ilmi ile değil, diğer ilimlerle blrlikte araştırılmalıdır. Burada kelâm ilmi ile ihtiyâç mikdarı uğraşmanın câiz olduğuna dikkat çekilmektedir. Bizâziyye’de diyor ki: Kelâm ilmini derinlemesine öğrenmek, münâzaraya girmek, İhtiyaç miktarının ötesindedir. Ondan men’ olunmuştur. Ancak şimdi sapık fikirli, bozuk inanışlı olanları delillerle susturmak ve doğru yolu isbât etmek İçin kelâm ve münâzara ilminden yeteri kadar öğrenmeğe: ihtiyaç vardır. «Kelâm ve münâzara ilmini öğrenerek, münazara etmek mekrûhdur» diyenin sözü doğru değildir. İmâm Ebû Yûsuf’dan bildirildiğine göre, Kelâmcının imamlığı hak ile de otsa câiz değildir sözü ihtiyaç miktarından çok kelâm ilmi ile meşgul olanlar, bozuk fırkaların inançlarını derinliğine öğrenenler içindir. Yukarıda sözü geçen kelâm âlimi ile felsefecilerin kanunlarını öğrenen kelâm âlimi kasd edilmemiştir. Çünki kelâm ilmi onların konuları üzerine kurulmamıştır. Felsefe kelâm ilminin dışındadır. Kelâm ilmi ile Allahü teâlâ’yı arayan, İslâm kanunundan çıktığı için zındık olmaktadır.
İlm-I nücûm (astronomi) öğrenmek, namaz vakitlerini ve kıbleyi ta’yîn etmek için ise zararı yoktur. Fazlası haramdır denildi.
Allahü teâlâ’yı yalnız zühd ile taleb eden bid’at sâhibidir. Sünnet olan, zühd ile beraber ilmin de bulunmasıdır. Allahü teâlâ’yı yalnız fıkıh ile taleb eden de fâsık olur. Yanî Allahü teâlâ’yı tanımaya ulaştıran yoldan çıkar. Zîra o zaman taklitten kurtulamaz. Kalb bâtınî sıfatlardan hangisinin sağlam, hangisinin bozuk olduğunu birbirinden ayıramaz. Ebülleys (rahlmehullah) diyor ki: Bir kimse fıkıh öğrense, fakat zühd ve hikmet ilimlerine hiç bakmasa kalbi kararır. Çeşidli ilimleri, fenleri lüzumu kadar öğrenen kimse, zındık olmaktan, bid’at sâhibi olmaktan, fâsık olmaktan kurtulur. İçindekileri yakin ile bilmeden, iyice vâkıf olmadan ilim kitablarını çoğaltmak, kütübhânesine doldurmak kıyâmet alâmetlerindendir. İlim öğrenmek İsteyen, önce ilimden sünneti meydana çıkaracak, bid’atleri yıkacak şeyleri öğrenmelidir. Hadîs-i şerîfde: «Ümmetime bir sünneti meydana çıkaran veya bir bld’ati yıkan hadîsi ulaştıran kimseye Cennet vâcib olur» buyuruldu. Yanî sözünde sâdık olduğuna nazaran Allahü teâlâ üzerine vâcib gibi olur. Buradaki, Cennetin vâcib olması, Cennete girmeğe lâyık olmak, hak kazanmak mânasınadır. Yoksa Mu’tezile hâriç hiç bir müsliman fırkası Allahü. teâlâ üzerine hiç bir şeyi vâcib kılmamıştır. (Şerh-I Meşânk).
İlimden ve ilim öğrenmekten, o ilmin kalbde te’sîri olmasa bile vazgeçmemelidir. Çünki ilimler kulağına gire gire bir gün olur, faydasını görür. Öğrendiği şeylerden faydalanması ve faydalı şeyleri öğrenmesi için Rabbine tazarru’ etmelidir. Ebû Hüreyre’nin (radıyallahü anh) bildirdiği gibi Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Yâ Rabbîi öğrettiğin şeylerle beni fâidelendir. Bana faydalı şeyleri öğret. İlmimi arttır. Her hâl için Allah’a hamdolsun. Cehennem azâbından Allah’a sığınırım.» diye duâ ederdi. (Mesâbîh). İlmi terk etmek, onu zâyi’ etmek, küçük görmek ve ihmâl etmek yönünden kâfîdir.
Rivâyet edildi ki: Bir kimse Ebû Hüreyre’ye: «Ben ilim öğrenmek istiyorum. Fakat zâyi’ etmekten korkuyorum» dedi. Ebû Hüreyre (radıyallahû anh) cevabında: «Senin ilmi terk etmen, onu zâyi’ etmene kâfidir» buyurdu (İhyâ).
İlmi bırakmak gibi, onu taleb etmemek, tahsil konusunda ses çıkarmamak da ilmi zâyi’ etmeğe kâfidir. Abdullah ibni Mübârek’e: «Ne zamana kadar ilim ve hadîs talebinde olacaksın?» denildi. Cevâbında: «Bilmiyorum, kurtuluşumun içinde olduğu kelimeyi henüz duymadım. O ümîd ile çalışıyorum. Ölünceye kadar ilim bırakılmaz» buyurdu. Hâlisa’da bâzı âlimler dedi ki: Namaz, oruç gibi her ibâdet vakitleri gelince, belli zaman içinde farzdır. İlim öğrenmek ise her halde ve zamanda farzdır. Bu mânada: «Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz» buyurulmuştur. Allahü teâlâ, Dâvud aleyhissalâtü vesselâma: «Yâ Dâvud! Ayakkabılarını ve bastonunu demirden yap. Ayakkabıların yırtılıncaya, bastonun kırılıncaya kadar ilim öğren!» buyurdu.
Hiç kimse, kendini ilim öğrenmekten uzak tutmamalıdır. Çünki Allahü teâlâ, Tâhâ sûresi,114. âyet-i kerîmesinde kendisini en iyi tanıyan, hükümlerini en iyi bilen Resûlüne bile: «Ey Resûlüm de ki, yâ Rabbî! İlmimi artdır» diye düâ etmesini emir buyurmuştur. Abdullah ibni Mübârek’e, eğer Allahü teâlâ sana akşam vakti öleceğini bildirse, o gün ne yaparsın? diye sordular. Buyurdu ki: İlim öğrenirim. Çünki Allahü teâlâ Resûlüne her şeyi verdi, ziyâdesini emr etmedi. Fakat ilmi verdi, fazlasını istemeği Tâhâ sûresi 114. âyet-i kerîmesi ile emir buyurdu. Sırrî-yi Sekatî (kuddise sirruh) buyurdu ki: İlim, dünyâ hazînelerinden efdaldir. Çünki hazîneler, dağıtınca biter. İlim ise dağıtmakla artar. İlim, sâhibini her türlü âfetden korur. Mal ise âfetlerin, belânın gelmesine sebeb olur. İlim, yol üzerindeki lâmba gibidir. Giden gelen ışığından istifâde eder. Kendisinden fâidelenilir, fakat hiç azalmaz. (Hâlisa).
Pazartesi, perşembe ve cum’a günleri ilim taleb etmek, öğrenmek sünnettir, âdettir. Zîra o günlerde ilim öğrenmek kolay olur. Bir harf bile olsa, hayır ile ilim öğretene tevâzu’ ve temellük etmelidir. Tevâzu’ hakkını vererek alçak gönüllülük göstermektir.
Temellük, alçak gönüllülüğün son haddine kadar iltifatkâr davranmaktır. Tevâzu’ beğenilir, temellük kötülenmiştir. Ancak ilim öğretmekte üstâda ve yakınlarına temellük lâyık olur. Zîra adâlet, her hak sâhibine hakkını vermektir. Hadîs-i şerîfde: «İlim öğrenme dışında temellük mü’minin ahlâkından değildir» buyuruldu. (İhyâ). Tabasbus, dil ile olan, kalb ile olmayan temellukdur. O her zaman kötülenmiştir. İlim öğretene gizli, âşikâre düâ etmeli, ona hizmet ve yardım etmelidir. Hadîs-i şerîfde : «Bir kimseye Allahü teâlâ’nın kitâbından bir âyet öğreten o kimsenin efendisi olur» buyurulmuştur. Hazret-i Alî (radıyallahü anh): «Bana bir harf öğretenin kölesi olurum» buyurdu ve şu 2 beyti söyledi:
Hakkı en çok korunacak muallimin hakkıdır,
Her müslümân üzerine bu mutlaka vâcibdir.
Bir harf öğreten için bin dirhem de verilse,
Doğru yolu gösteren öğretmene lâyıkdır.
Muallime hizmeti ve yardımı kesmemeli, üstâdına başkasını tercih etmemelidir. Aksi takdirde İslâm kablarından birini kırmış olur.
Muallime hürmet ve ta’zîm olarak onun kapısını çalmamalı, çıkmasını beklemelidir. Nitekim Allahü teâlâ Hucürât sûresi, 5. âyet-i kerîmesinde Resulüne hitaben: «Eğer sen çıkıncaya kadar sabr etselerdi bu onlar için daha hayırlı olurdu» buyurmuştur. Çünki Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvân) muallimi idi. Dinde mubah olan işlerde hocasının emirlerine mutlaka uymalıdır. Tevâzu’, temellük, düâ etmeli, hizmetinde ve yardımında bulunarak onu mesrûr etmeğe çalışmalıdır. Hocanın, muallimin hakkı, ana baba hakkından ve diğer müslimanların hakkından önce gelir. Çünki Resûlullah: «Babaların hayırlısı, sana ilim öğretendir» buyurmuştur. Yukarıdaki hazret-i Alî’nin beyitlerinde de muallimin hakkının başta geldiği anlaşılmaktadır. Zülkarneyn İskender’e, üstâdına niçin babandan çok ta’zîm ediyorsun? dediler. Cevâbında: Babam beni semâdan yere indirdi. Üstâdım beni yerden semâya kaldırıyor buyurdu. Muallimin hakkı ana-baba hakkından üstün olunca başkalarının haklarından öncelikle üstün olur. Malından hiçbir şeyi mualliminden esirgememelidir. Hocasının gördüğü veya başkalarından duyduğu zelle ve yanılmaları iyiye yorumlamak, hatâlarını araştırmamalıdır.
Dînimizdeki sünnetlerden biri de ilim öğrenme esnasında gadabını yenmektir. Bir hadîs-i şerîfde: «Gücü yettiği halde gadabını yenen kimsenin kalbini Allahü teâlâ emniyyet ve emân ile doldurur» buyuruldu.
Kalbi dağıtacağı için şaka yapmamalı, ilim okuma ve dinleme esnasında, kalbi öldüreceği için gülmemek ve oyun oynamamalıdır. İlimde mücâdeleye ve münâkaşaya girmemelidir. Çünki din bilgilerinde tartışmaya girmek sapıtmaya yol açar.
Dinde sünnet olanlardan biri de, din ilimlerinden öğrendiklerini hâtırda tutmak, ezberlemek, iyice sindirmek, kalbe yerleştirmektir. Bilgiler tarlada biten ve yeşeren ekin gibi insan tabiatında yetişmelidir. Din hakkında ihtiyacı olduğu şeyi sormalı, bildikleri ile yetinmemelidir. Suâli güzel sormalıdır. Çünki suâli güzel sormak ilmin yarısıdır. Suâl ilim hazînesinin anahtarıdır. Âlimlerin göğüsleri ilim hazîneleridir. Suâl sorarak hazînelerin kapıları yani âlimlerin ağızları açılır. Bâliğ olmadan önce küçük yaşta din bilgileri öğrenilmelidir. Hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi: «Küçük yaşta ilim öğrenmek, taş üzerine döğme yapmak, yazı yazmak gibidir. Büyük yaşta ilim öğrenmek su üzerine yazı yazmak gibidir». Çünki taş üzerindeki yazı uzun zaman kalır. Su üzerindeki yazı hemen bozulur. Bunun gibi ağaç yaş iken düzeltilirse doğrulur. Kuruduktan sonra düzeltilmez demişlerdir. Küçük, büyük, zengin, fakir herkes ilim öğrenecekdir. İlim öğrenmekten geri durmak yoktur. Kendinden daha aşağı derecede olan kimseden de ilim alınır. Cünki hikmet [Fen bilgileri] mü’minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa almalıdır. İlim, cehalet canavarından kurtulmağa sebebdir. Yırtıcı hayvan kendisinden kaçmak isteyeni parçalamak ister. Bundan kurtulmak için ilim veren, yol gösteren kimsenin durumu fazla incelenmeden sözü dinlenir. Ancak dindeki sünnetlerden biri de ilmi, herhangi bir âlimden değil, nasîhat verici, temiz kalbli, gıybet etmiyen, dinde adâletli, soyu şerefli, yaşı büyük, sultanlarla görüşmeyen, din işlerini sekteye uğratacak kadar dünyâya dalmamış kıymetli âlimlerden öğrenmelidir. Enes bin Mâlik’den (radıyallahü anh) bildirilen hadîs-i şerîfde: «Âlimler, dünyaya dalmadıkça, sultanlarla görüşmedikçe Resullerin güvendiği kimselerdir. Dünyâya dalan, sultanlarla görüşen âlimlerden sakınınız, onlardan ayrılınız» buyuruldu. Muâz bin Cebel (radıyallahü anh): Dünyâya düşkün âlimin yanında oturmak, câhilin cehlini, fâsıkın fışkını arttırır ve mü’minin kalbini bozar, dedi. Abdullah bin Ömer (radıyallahü anhümâ) buyurdu ki: Âlim dinde doktordur. Dirhem (para) onun hastalığıdır. Doktor parayı yanî hastalığı kendine çekerse başkasını nasıl tedâvi edebilir? Ne güzel denilmiştir:
Kendi müttakî değil, halka takvâ emreder,
Hep tedâviye kalkar, oysa kendi hastadır.
İbni Mes’ûd (radıyallahü anh) bildiriyor: Eğer âlimler ilmi koruyup ehline verselerdi, zamanlarının büyükleri olur, hürmet görürlerdi. Fakat dünya malına kavuşmak için dünyâ ehline verdiler, hakîr oldular.
Fakîh Ebülleys (rahimehullah) diyor ki: Bir kimse sultan ile oturursa Allahü teâlâ, neûzü billâh, kibrini arttırır ve kalbini karartır. Hâlisa ve Ravda’da zikredildi: Horasan vâlisi Dâvud bin Abbâs, diğer valiler arasında vera’ ve takvâ sâhibi idi. Bir gün ava çıktı. Büyük âlim Halef bin Eyyûb’a rastladı. Atından inip Halef’e selâm verdi. Halef vâliyi görünce kaçtı, yüzünü bir duvara yapıştırıp selâmını da almadı. Dâvud, yâ Halef! Selâmımı almadın, bâri yüzünü göster bakayım. Atalarımdan işittim. Hadîs-i şerîfde: «Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir» buyurulduğu bildiriliyor dedi. Halef de: Haberlerde emîrlerle konuşmanın haram olduğunu gördüm, fakat onlara bakmanın harâm veya halâl olduğunu görmedim. Şüpheli olan şey’i de yapmam dedi. Bunu rivâyet eden diyor ki: Bir gün Halef hastalandı. Dâvud onu ziyârete geldi. Halef vâlinin geldiğini hissedince yüzünü duvara döndürdü. Bunun üzerine Halef’in oğlu vâliye, özür diliyerek, Allahü teâlâ Emîrimize kuvvet versin, babam gece hiç uyumadı, şimdi uyku bastırdı dedi. Halef oğluna: Yalan söylemek haramdır. Gece uykusuz kalmadım, fakat haberlerde vâlilerle konuşmanın haram olduğunu gördüm. Ancak onların yüzüne bakmanın halâl veya haram olduğunu görmedim. Şüpheli olan şeyi yapmam. Onun için yüzümü çevirdim dedi. Bunun üzerine Vali Dâvud bin Abbâs üzüldü. Ellerini kaldırıp yüzünü semâya çevirdi. Yâ Rabbî! Halef benden kaçarak sana yaklaşıyor. Ben de onun yüzüne bakarak sana yaklaşmak istiyorum. Yâ Gaffâr! Bizi rahmetinle afv et diye düâ etti ve dönüp gitti. Vâli, vefâtından sonra rü’yâda görüldü. Allahü teâlâ sana ne yaptı? diye soruldu. Cevâbında: Halefin yüzünü benden sakladığı zaman, ettiğim duâ sebebi ile beni de Halefi’ de afv etti dedi.
İlim öğrenmek için gerekirse bir hadîs öğrenmek için yaya olarak uzak ülkelere sefer edilebilir. Şa’bî (rahmetullahi aleyh) oğluna dedi ki: Bir kimse şarkdan garba kadar yolculuk etse, yolda bir âlimden bir tek kelime öğrense yolculuğunu zâyi’ etmiş denilmez. Halef bin Eyyûb (rahmetullahi aleyh) oğlunu Belh’den Bağdad’a ilim öğrenmek için gönderdi. Ellibin dirhem.de masraf yaptı. Döndüğü zaman ne öğrendin diye sordu. On günden çok hayzı devam eden kadının, on günden fazlasına îtibar olunmıyacağını ve daha az sürenin kesilince yıkanması lâzım geldiğini öğrendim dedi. Halef yemîn ederek, oğlum seferini zâyi’ etmemişsin dedi. (Kifâye).
Islâm’ın sünnetlerinden biri de, din bilgilerini veren muallimin, Allahü teâlâ’nın kullarına doğru yolu göstermeğe, onları ıslah etmeğe, fâideli bilgiler öğretmeğe niyet etmesidir. Zîra Allahü teâlâ’nın bir kimseye onun sebebi ile hidâyet etmesi, Güneş ve Ay’ın üzerine doğduğu şeyden, yanî dünyadan hayırlıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Muâz’ı (radıyallahü anh) Yemen’e gönderdiği zaman: «Allahü teâlâ’nın senin sebeb olmanla bir kimseye hidâyet vermesi, dünyâdan ve içindekilerden hayırlıdır» buyurdu. Nasîhat eden bir âlimin, isyan eden birini itâat eder hâle çevirmesi, Allahü teâlâ’ya insanların ve cinnîlerin ibâdetlerinden sevgili gelir. İnsan ve cinnîlerin ikisine birden sekaleyn (2 ağırlık) denir. Çünki bunlar yeryüzünün günahları sebebi ile 2 ağırlığıdır. Mesâbîh’de denildiği gibi insanların ve cinnin ağırlığı günahları sebebiyledir.
Nasîhat verici din hocasının alâmeti, Hak teâlâ’dan hayâ ederek halktan tama’ı kesip, öğretmede fakirlere daha yakın ve daha yumuşak davranması, talebeye tevâzu’ ve şefkat üzere olmasıdır. Zamanımızda mu’tad olduğu üzere talebe’ye kibir izhar etmemelidir. Muallim talebesine önce dünyâda ve âhırette en çok ihtiyâcı olacak şeyleri öğretmelidir. İlmi ancak ehline öğretmelidir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «İnciyi köpeklerin ağızlarına koymayınız» ve: «Domuzların boynuna cevherleri takmayınız» buyurmuştur. Çünki ilim, hikmet cevherlerden kıymetlidir. İlmi ve hikmeti kötü görenler domuzdan daha zararlıdır. İkrime (radıyallahü anh) Bu ilim için bir değer vardır dedi. O değer nedir? diye sorulduğunda, onu güzel taşıyan, kaybetmiyen kimseye teslim etmektir cevabını verdi. Osman bin Ebî Selman’dan rivâyet edildi: Mûsâ aleyhisselâma hizmet eden bir kimse vardı. Bana Mûsâ «safiyyullah» haber verdi, bana Mûsâ «neciyyullah» haber verdi, bana Mûsâ «kelîmullah» haber verdi der dururdu. Sonra bunun malı çoğaldı. Mûsâ (aleyhisselâm) artık onu göremez oldu. Soruşturdu ise de izine rastlanamadı. Bir gün bir adam geldi. Yanında bir domuz, boynunda siyah bir ip vardı. Mûsâ (aleyhisselâm) falan kimseyi tanır mısın? diye sordu. Adam: Evet, o bu domuzdur dedi. Mûsâ (aleyhisselâm) yâ Rabbî! Başına gelen şeyi sormam için onu eski hâline döndür diye düâ etti. Allahü teâlâ vahy ile bildirdi ki: Yâ Mûsâ! Eğer sen Âdem’in ve diğer sevdiklerimin yaptığı gibi düâ etseydin, yine kabûl etmezdim. Ancak o adamın yaptığı şeyi sana haber vereyim. «O din ile dünyâyı isteyen kimse idi» buyurdu. Şerh-i Hâtîb’de ilmi, ehli olmayanlara söyleme bâbında bildirilmiştir.
İlmi ehlinden saklamamalıdır. İlmi, ehlinden başkasına bildirmek, ilmi zâyi’ etmektir. İlmi ehlinden saklamak da zulüm ve cevrdir. Kıyâmet günü ikisinden de suâl olunacaktır. Âl-i İmrân sûresi 187. âyet-i kerîmesinde: «Allahü teâlâ kendilerine kitab verilenlerden onu açıklayacaklarına dâir söz almıştı» buyuruldu. Bakara sûresi,146. âyet-i kerîmesinde: «Onlardan bir grup kendileri bildikleri halde hakkı gizlerler» buyurulmuştur.
Buradan ilmi saklamanın haram olduğu meydana çıkmaktadır. Hadîs-i şerîfde: «İlmi olup da saklayan kimseye kıyâmet günü ateşten yular takılacaktır» buyuruldu. Yine Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Benden sonra halîfelerim Allah’ın rahmetidir» buyurdu. Senin halîfelerin kimdir yâ Resûlâllah! diye sorulduğunda: «Sünnetimi seven ve bunu Allah’ın kullarına öğretenlerdir» buyurdu. (İhyâ).
Sünnetlerden biri de her sınıf insan ile, onların akıllarının erdiği, zihinlerinin idrâk ettiği şekilde konuşmalıdır. Nitekim: «İnsanlarla akılları miktarınca konuş» denilmiştir. Şerhü’l-hatîb’de hikâye edilir: Hazret-i Alî (kerremallahü vecheh) bir kısım mülhidlere, inkârcılara buyurdu ki: Eğer sizin söylediğiniz doğru olursa, siz de kurtulursunuz, biz de kurtuluruz. Eğer bizim söylediğimiz doğru çıkarsa siz helâk olursunuz, biz kurtuluruz. Mülhidler, gerçekten de söylediğin gibidir dediler. Muhakkak ki, hazret-i Alî (radıyallahü anh) bunu şübhe ettiği için söylemedi. Inkârcı kâfirlere akılları mikdarınca konuştu. Bu mânada bir de nazm söylenmiştir:
Müneccim ile tabîb, zan etdiler ikisi,
Cesedler haşr olmazlar, ikisine derim ki:
Sözünüz doğru çıksa, birlikte kaybetmeyiz,
Eğer ben doğru isem, sizler kaybedersiniz.
Âlimin, hakîkati hakkıyle anlatması lâzımdır. Karşısındakinin anlıyacağı gibi anlatamazsa inadcı bunu hemen yalanlar, zekî olmayan da gevşeklik gösterir veya yanlış anlar. O zaman büyük bir fitne meydana gelmiş olur. Bu sebeble âlim karşısındakilere, onların akıllarında kalacak şekilde ve mühim şeyleri anlatmalıdır. A’raf sûresinde: «Habîbim, sen kolay yolu tut» buyurulmuştur. İnsanlara Kur’ân-ı kerîmin muhkem âyetlerinden anlatmalıdır. Çünki müşkil ve müteşâbih âyetlerden daha kolay akla girer. Müşkil ve müteşâbih âyetleri, anlaşılması zor olduğu için herkese anlatmamalıdır. Müşkil, mânasının kapalı olması sebebiyle ancak akıl ile idrâk olunabilecek şekilde kapalı olan lâfızdır. Nakl ile idrâki mümkin olanı mücmeldir. Hiçbir şekilde ümmetin anlıyamıyacağı lâfızlara müteşâbih denir.
Mağrur câhillere ruhsatlardan bahsetmemelidir. Çünki emîn olur. Elbette Allahü teâlâ kerîmdir diyerek sâlih amelleri, farzları yapmaz, günahlara ehemmiyyet vermez. Amel işlemeden, ümmîdli olmak (recâ) işe yaramaz. Kerîm, cömerd bir kimse belli bir ücretle bir işçiye kaplarını düzeltmek için verse, işçi kapları kırıp, döküp otursa, nasıl olsa kapların sâhibi kerîmdir diyerek ücret beklese, akıllı kimseler bu işçiyi recâ sâhibi, ümmîd eden ini görürler, yoksa temennî edici, aldanmış mı görürler. Câhil kimselere dîni çok katı, şedîd şekilde de anlatmamalıdır. Çünki o zaman ye’se, ümîdsizliğe düşerler. Emîn olmak da, ye’se düşmek de haramdır, hattâ küfre sebeb olur. O halde, harâma ve küfre sebeb olmamak için âlimler, va’zlarını ruhsat ve şiddetle anlatmamalıdır. Alî (radıyallahü anh) hadîsinde: «İnsanlara Allahü teâlâ’nın rahmetinden ümmîd kestiren ve azâbından emîn kılan fakîh gerçek fakîh değildir» buyuruldu.
Va’zlarda sözü genişletmemen, çeşidli tevcihler yaparak sağa, sola götürmemelidir. Hadîsde: «Sözü paralamak —çok edebiyat yapmak — şeytandandır» buyuruldu. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhyâ kitâbında Resûlullah’ın 3 kere: «Dikkatli olunuz! Tenettu’ edenler helak oldu» buyurduğunu bildiriyor. Tenettu’ etmek, sözü derinleştirmek, sonuna kadar genişletmek demektir. Fasîh, belîğ, secî’li konuşmak için çok uğraşmak, teşbihler yapmak, mukaddimelerle konuyu yaymak şeklinde san’at yapmak da böyledir. Kelâmdan maksad, maksadını karşıdakine anlatmaktır. Bunun ötesinde san’at yapmak, güzel konuşmak için tekellüfde bulunmak, zorlanmak kötülenmiştir. Hadîs-i şerîfde: «Ben ve ümmetimin müttakîleri tekellüfden beridir» buyurulmuştur. Hitâbet ve konuşmalarda ifrat ve tefrite kaçmadan sözü güzelleştirmek, süslemek kötü değildir. Çünki hitâbet ve güzel konuşmaktan maksad kalbleri harekete getirmek, şevklendirmek ve kapayıp açmaktır. Lâfzın güzelliği, akıcılığı kalblere te’sir eder. Lâyık olan da budur. Ancak bir işin görülmesi için cereyan eden karşılıklı konuşmalarda fasîh, kafiyeli konuşmak uygun olmaz. Bu ancak riyâya, fesâhatini açığa çıkarmaya, arkadaşlarından üstün olduğunu göstermeğe sebeb olup, kötü kabûl edilmiştir. Şerîat bunu kötü görür. Kaçınmak gerekir.
Dinleyicileri sıkacak kadar çok uzun konuşmamalıdır. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) konuşmalarında Eshâbının sıkılmamasına riâyet ederdi. Dinleyicilerin sıkıldığını hissedince hemen sözü kesmeli- dir. Bu konu ileride, konuşmanın sünnetleri faslında genişletilecektir. Dinî bilgileri, ahkâmı, duyduğu şekilde arttırmadan ve azaltmadan bildirmelidir. Zîra bu dinî bilgiler Allahü teâlâ’dan indirilmiş vahiylerin naklidir. Bir kimsenin ilimdeki hiyâneti, maldaki hiyânetinden daha kötüdür. İyice bilmediği şeyleri de söylememelidir. Sahîh olup olmadığını iyice incelemeden hattâ tahmin ile, zan ile, öğrenmediği, duymadığı bilgiler üzerinde konuşan hesabsız Cehenneme girer. Böyle sözleri söylemeğe cesâret eden elbette Cehenneme gider. Ayrıca hesâb olunmasına lüzum yoktur.
Allahü teâlâ’nın Kitâbından, Resûlullah’ın sünnetinden ve icma’-ı ümmetten açık bir delîle dayanmadan fetvâ vermemelidir. Bunun için Eshâb-ı kirâm, fetvâ vermekten kaçınırlardı. Birbirlerine havâle ederlerdi. Kur’ân-ı kerîm ilminden ve âhiret hakkındaki sorulardan kaçınmazlardı. Musannif yukarıda kıyâsı bildirmedi. Çünki hakîkatte Kitâb ve sünnete ve icmâ’a râci’dir.
Hadîs-i şerifleri en güzel şekilde anlatmalı, te’vîle muhtaç yerleri en uygun yöne hamletmeli, mümkün olduğu kadar açıklamalıdır. Şehâdeti kabûl olmayan kimselerden hadîs nakletmemelidir. Çünki rivâyet ettiği hadîsin sıhhatinde şübheye düşmüş ise o 2 yalancıdan biridir. Yalancılardan biri o hadîsi ortaya çıkaran iftiracıdır. İkincisi, neşrettiği, herkese yaydığı için suça ortak olmakta, iftiracıya yardımcı olmaktadır. Bu, zâlime zulmünde yardımcı olanın da zâlim olması gibidir. Kendilerinden çok nakil olsun diye yalancılar bâzı rivâyetlerde bulunmuşlardır (Şerh-i Mesâbîh). Sıhhati ve doğruluğu ile dînin esaslarına, Kur’ân-ı kerîme, meşhur hadîs-i şerîflere ve selef-i sâlihînin haberlerine uyan hadîs-i şerifleri anlatmalıdır. Hadîs-i şeriflerin sıhhati, doğruluğu basîret sâhibi kimselerin, hadîs nakledildiği zamanki durumundan anlaşılır. Hadîs-i şerif sağlam ise bu üstün kimselerin cildlerinde bir yumuşama olup tüyleri ürpermez, yatışır, kalbleri de doğru hadîsleri tanır, kendilerine yakın görürler. Bu zevk ancak temiz kalbli, saf, haramlardan kaçınan takvâ sâhiblerinin üstünlerine âittir.
İnsanlara güzel ahlâk sâhibi olmalarını isteyen vâiz, önce kendisi iyi huylu, ilmi ile âmil olmalıdır. İnsanları, konuşması ile, hal ve hareketleri ile iyi yola dâvet etmelidir. Söylediklerini kendisi de yapan vâizin sözü te’sirli olup, yalnız söz ile va’z verip ameli olmayanların konuşmaları zâyi’ olur. Hilim sâhibi, yumuşak tabîatli olup gadabını yenmeli, fakat vekarlı olmalıdır. Hafifliği ve acele etmeği terk etmelidir. İnsanlara rıfk ile muâmele etmeli, şiddet göstermemelidir. Hatîblik, imamlık ve öğretmenlik gibi vazifelerde herkesle iyi geçinmelidir. Bâzı mes’elelerde sözünü kabûl etmeyen kimselerin üzerine düşmemeli, bir şübhe ârız olduğu için kabûl etmemişdir, yoksa inâd için değildir şeklinde düşünmelidir. Aksi takdirde söz kabûl etmeyecek kimseye kıymetli bilgi söylenmiş olur ki: «Köpeklerin ağzına inci atmayınız!» hadîs-i şerifine indirac eder. Kendi kendini, da’vet bizden, hidâyet Allahü teâlâ’dan diye teselli etmelidir. Hidâyete gelmeleri için Allahü teâlâ’ya tazarru’ etmeli, va’z ve ta’lîmden geri durmamalıdır.
Talebenin anlayıp anlamadığını imtihan etmekte beis yoktur. İlim öğrenme konusunda hırslı olmaktan bahsetmelidir. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) Eshâbını imtihan ederdi. Şöyle ki bir defa: «Bana, yaprağını dökmeyen, mü’min gibi olan bir ağacı haber veriniz» buyurmuştur. Bunun üzerine herkes o ağacı bulmak için kırlara koştu. İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) cevâbın hurma ağacı olduğunu bildi, ancak büyüklerden önce söylemeğe hayâ etti. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) cevâbını kendileri verip: «Sorduğum ağaç hurma ağacıdır» buyurdular. İbni Ömer (radıyallahü anhümâ) kalbinden geçeni babasına söyledi. Babası da «Eğer söyleseydin, dünyâ ve içindekilerinin benim olmasından daha çok sevinirdim» buyurdu.
İslâm’ın sünnetlerinden biri de, herkesin içinde hiç kimseyi yüzüne karşı ayıblamamak, gücendirmemek, azarlamamaktır. Zîra Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) bu gibi hallerde: «Bu insanların hâli nedir, niye böyle yapıyorlar!» buyururdu. Yine bir hadîs-i şerîfde: «Tevbe ettiği halde bir günâh işleyen müslimâm kötüleyen kimse, aynı hatâya düşmeden ölmez» buyurulmuştur. Maksadlı, karşısındakini mahcûb duruma düşürecek sorulara cevab vermemelidir. Yanıltıcı, şaşırtıcı mes’eleleri, mânası zor anlaşılan bilmece gibi soruları karşısındakini mahcûb etmek maksadiyle ortaya atmamalıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) böyle mügalâtalı suâlleri yasaklamıştır. Meselâ: Bir adam öldü. Geride bir hanımı ve bir de hanımının kardeşi kaldı. Şerîat bu adamın mîrâsının yarısını hanımına, yarısını da hanımının kardeşine verilmesini vâcib kılıyor. Bu nasıl olur?
Cevâb: Ölen kimse evlenmeden önce köle idi. Zevcesi ve kardeşi nikâhdan önce bu köleyi, 3’te 1’ini zevce, 3’te 2’sini de kardeşi vererek satın almışlardı. Sonradan âzâd ettiler. Kadın ile adam evlendi. Sonra adam öldü. Hanımı ile kardeşinden başka kimsesi de yoktu. Hanım 4’te 1’i farz olarak aldı. Geriye kalan 3 hisseden 1’ini hanım, 2’sini de kardeşi velâ sebebi ile aldılar. Böylece mîrâsı yarı yarıya bölüşmüş oldular.
Böyle suâlleri âlimlere sormak haramdır. Çünki bu, âlimleri tahkîr, küçük düşürme ve dîni aşağılamaya kadar gider. İkisi de sapıklık ve küfürdür. İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi aleyh) İhyâ’u ’ulûmi’d-dîn kitâbında buyuruyor ki; karşısındakine gâlib gelmek, üstünlüğünü göstermek, öğünmek ve böylece herkesin teveccühünü kazanmak için münâzara, münâkaşa yapmak, Allahü teâlâ katında bütün kötü ahlâkın kaynağıdır. Şeytana göre, Allahü teâlâ’nın düşmanı Iblis’e göre de iyi, beğenilen ahlâkın kaynağıdır. Bu gibi mücâdelenin, kibir, ucub, hased, kendini beğenme, makam sevgisi ve benzerlerine nisbeti; içki içmenin, zinâ, iftira, adam öldürme ve hırsızlık gibi fevâhiş-i zâhire’ye nisbeti gibidir. İçki içmek ile diğer zinâ, iftirâ, hırsızlık, adam öldürme gibi fenâlıklardan birini yapmak- da muhayyer olan kimse, içkiyi küçük görerek tercîh edip sarhoşluğu zamanında diğerlerini işlediği gibi, münâzaralarda üstün gelmeği, bununla öğünmeyi seven ve makam âşığı olan kimsenin münâzarayı seçmesi kendisini kibir, ucub, hased, böbürlenme gibi fevâhiş-i bâtıniyeye sürükler.
Münâzara edecek olan, gerçeği aramakda, kaybını arayan kimse gibi olmalıdır. Kaybını kendisinde veyâ karşısındakinde bulması arasında bir fark görmemelidir. Münâzara ettiği zâtı düşman değil, yardımcı tanımalıdır. Kaybettiğini bulduran kimseye teşekkür ettiği gibi, hatâsını bildiren ve gerçeği gösteren zâta da aynı şekilde teşekkür etmeli, memnun olmalı, ona ikrâm etmelidir. Karşısındakini yardımcı bileceğinden onu hiç kötülememelidir. Eshâb-ı kirâmın (aleyhimürrıdvan) müşâveresi böyle idi. Hattâ hazret-i Ömer (radıyallahü anh) cemâat huzurunda hutbede iken bir kadın sözünü reddedince: «Bir erkek yanıldı, bir kadın doğruyu buldu» buyurarak memnuniyyetini açıkladı. Bir adam hazret-i Alî’ye (radıyallahü anh) bir mes’ele sordu. Hazret-i Ali cevab verdi. Adam, yâ Emîre’l- mü’minîn! O senin dediğin gibi değil, böyledir deyince hazret-i Ali: Ben yanıldım. Sen doğruyu buldun. «Her ilim sahibinden üstün bir âlim vardır» âyetini okudu.
Bugünkü münâzaracılara dikkat edilirse, hakikat karşısındakinin sözünde tecellî edince yüzü kızarır, mahcûb olur. Bütün imkânları ile ona üstün gelme çaresini arar, kendisini ilzâm edeni ömrü boyunca yerer ve kötüler. Sonradan da gûya gerçeği aramakta kendisini sahabeye benzetmekten de utanmaz. İhyâ’dan terceme tamâm oldu.
Bizâziyye’de diyor ki: Münâzarada hîle ve örtülü konuşma, hasmın küçük düşmesini istemeden, insaflı bir kimseyi doğru yola getirmek için câizdir. Doğru yola getirme söz konusu olmasa da olur. Karşısındakinin seni küçük düşürme fikrini yıkmak için münâzara etmenin zararı yoktur. Onun başvurduğu hilelere hîle ile karşılık verilebilir. Karşısındakinin teannüt göstermesine karşılık teannüt meşru’dur. Teannüt, karşısındakinin küçük düşmesini, mahcûb olmasını istemektir.
Selef-i sâlihînin sünnetlerinden biri de fetva vermekde ve kadı olup hüküm vermekte az cesaretli olmaktır. Va’z ve ders vermek için ta’yîn edilmeğe hevesli olmamaktır. Çünkü Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «Fetvâ vermekde cesur olanınız, ateşe cesur olanınızdır» buyurmuştur.
Selef-i sâlihîn (rahmetullahi aleyhim ecma’în) sükût etmeği ve dinlemeği konuşmaktan üstün tutarlardı. İnsanlar arasında meşhur olmamağı, ismi ve resmi bilinmemeği, ismi her yerde duyulmaktan, meşhur olmaktan şerefli sayarlardı. Birisinin sorusuna bir kardeşinin fetvâ vererek kâfi gelmesini temenni ederlerdi. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) çok kere Bedir ehlini toplar, onlarla meşveret eder, bir hâdise karşısında yalnız kendi görüşü ile hüküm vermezdi. Selefden hiçbiri, dinde önemli mes’eleler dışında fetvâ vermezdi. Kapalı, önemsîz konulara hiç dokunmazlardı. Fetvâ vermekle büyüklük, başkanlık, herkesin hürmetini kazanmak, kalblerine girmek, menfaat elde etmek, mevki’ kapmak gibi bir fikirleri yoktu. Onların bütün çalışmaları Allahü teâlâ’nın rızâsını kazanmak, kelimetullahı yükseltmek, dînine yardım etmek ve gelecek nesillere emâneti iletmek idi. Bütün bunları yanî dîne yardımı kelimetullahı yükseltmeği ve emâneti yerine getirmeği üzerlerine bir farz bilirlerdi.
Hâfızası kuvvetli olmıyanlar için ilmi kitablara yazmak ve açıklamalarını yapmak da sünnettendir. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem) : «İlmi yazarak kayd ediniz» buyurmuştur. Denildi ki: Hıfz etmek, ezberlemek avdır. Yazmak onu bağlamaktır. Böylece ilim yok olmaktan kurtulur.
Sünnetlerden biri de, okunaklı yazmaktır. Çünki yazının güzeli okunaklı olanıdır. Sözün güzeli de anlaşılanıdır. Resûlullah (sallâllahü aleyhi ve sellem): «İki gözünü seven ikindiden sonra yazı yazmasın» buyurmuştur. Bu yasak, ikindiden sonra yazı yazmağı âdet hâline getirenler içindir.
İslâm’ın sünnetlerinden biri de arabî’yi öğrenmektir. Hazreti Ömer (radıyallahü anh) «Arabî’yi öğreniniz! Çünki arabî, sizi mürüvvete delâlet eder, muhabbeti arttırır» buyurdu. Mürüvvet, insanlık, erkekliğin kemâlde olması, başkasına eziyet etmemek, çok bağış yapmak ve güzel ahlâk mânalarına gelmektedir. Ibâreyi güzel okumak, sözleri iyice açmak ve açıklamak öğretmenin edeblerindendir. İnsanlara fâideli olmak için fasîh, belîğ, açık konuşmak, maksadı kolay anlaşılabilecek şekilde açıklamak arabî bilmeden tamam olmaz. Bir kimse arabî’yi iyice öğrenir, sonra ihtiyâcı olanlara bildirildiği şekilde öğretirse, insanların sevgisini kazanacağı ve mürüvvetinin görüleceği açıktır. İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi aleyh) buyuruyor ki: Arabî konuşan kimsenin tabîati ince olur. Kur’ân-ı kerîmi hıfzedenin sânı büyük olur. Fakîh olanın işi azîm olur. Hadîs-i şerif yazanın delîli kuvvetli olur. Arabî konuşmayan, Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiyen, fıkhı bilmeyen ve hadîs-i şerif yazmayan dünyâda ve âhirette pişman olacaktır. (Ravda). Bir kimse arabî’yi öğrenir ve başkasına öğretirse sevab kazanmış olur. (Bostan).