¥ Âl-i İmrân sûresi, 98. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (De ki: “Ey ehl-i kitâb! Allahın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Hâlbuki Allahü teâlâ sizin yapdıklarınıza şâhiddir.”)
AÇIKLAMA:
(De ki: Ey ehl-i kitâb)! Ehl-i kitâb, yahûdî ve hıristiyanlardır. Kitâb, yalnız Allahü teâlâ tarafından indirilene denmez. İster Cebrâîl aleyhisselâm tarafından getirilmiş olsun, ister kendileri tarafından hâzırlanmış olsun, yazdıkları kitâblara nisbetle onlara ehl-i kitâb denildi.
(Allahü teâlâ sizin yapdıklarınızı gördüğü hâlde, niçin Allahın âyetlerini inkâr ediyorsunuz.) Burada, hiçbir sebeb yok iken, Allahın âyetlerini inkâr etdiklerinden dolayı, ehl-i kitâb kınanmakda ve küfrden tamâmen kaçınmayı îcâb ettiren delîller ortaya konmaktadır. Allahü teâlânın âyetlerinden maksad, hac[1] ve diğer konularla ilgili âyetler de dâhil olmak üzere, Kur’ân-ı kerîmin âyetleri ve Tevrât ve İncîlde Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini gösteren delîllerdir.
[1] Allahü teâlâ, önceki âyette Kâ’benin fazîletlerini ve onu hac etmenin farz olduğunu beyân buyurmuş, Ehl-i kitâb da islâmiyetin hakîkî din ve doğru yol olduğunu bildikleri hâlde, Allahü teâlâ onlara, Allahın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz, buyurmuştur.
(Hâlbuki Allahü teâlâ sizin yaptıklarınıza şâhittir, görmektedir.) Âyet-i kerîmenin manâsı şöyledir: Allahü teâlânın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Hâlbuki Allahü teâlâ sizin bütün yaptıklarınıza son derece muttalîdir ve buna göre cezâlandıracaktır. Şüphesiz görmesi, yapacağınız herşeyin önünü kesmekte, sebeplerini tamâmen ortadan kaldırmaktadır.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 99. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (De ki: “Ey ehl-i kitâb! (Hak dînin İslâm olduğunu) görüp bildiğiniz hâlde, niçin Allahın yolunu eğri göstermeğe çalışarak îmân edenleri Allahın yolundan çeviriyorsunuz. Allahü teâlâ, yaptıklarınızdan habersiz değildir.)
AÇIKLAMA:
De ki: Ey ehl-i kitâb! Siz islâm dîninin, Allahü teâlânın gösterdiği doğru yol olduğuna, onun etrâfında hiçbir sapıklık şüphesi bulunmadığına, insanları ondan döndürmenin bozgunculuk ve dalâlet olduğuna, şâhid olduğunuz, bunu görüp bildiğiniz hâlde, niçin, en doğru yol olan Allahın yolunu, eğri göstermeğe çalışarak, Mûsâ aleyhisselâmın şerî’atının nesh olmadığını söylemek ve Muhammed aleyhisselâmın Tevrât ve İncîlde bildirilen sıfatlarını değiştirmek sûretiyle, insanların zihinlerini karıştırarak, Îmân edenleri Allah yolundan, ebedî saâdete ulaştıran hak dîninden çeviriyorsunuz. Hak din, tevhîd ve islâm dînidir.
Ehl-i kitâb, mü’minleri şüpheye düşürüyorlardı. İslâm dîninden döndürmek için, hîle yapıyorlar. İslâmiyyete girmek isteyenlere var güçleriyle mâni’ oluyorlardı. Onlara, Muhammed aleyhisselâmın sıfatlarının kendi kitâblarında bulunmadığını ve böyle bir müjdenin de geçmediğini söylüyorlardı.
Allahü teâlâ yapdıklarınızdan, ya’nî insanları Onun yolundan çevirmenizden ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın lehine şehâdetde bulunmayı gizlediğinizden, habersiz değildir.
¥ Allahü teâlâ, mü’minleri kendi yolundan döndürmeye çalışdıkları için, ehl-i kitâbı tehdîd etdikten sonra, Âl-i İmrân sûresi, 100. âyet-i kerîmesinde mü’minleri onlara itâ’at etmekten men ederek, şöyle buyurdu: (Ey îmân edenler! Kendilerine kitâb verilenlerden bir gruba itâ’at ederseniz, îmân etmenizden sonra sizi çevirip, kâfir yaparlar.)
AÇIKLAMA:
İkrime “radıyallahü anh” buyurdu ki: Bu âyet-i kerîme Şas bin Kays adında bir yahûdî hakkında nâzil oldu. Bu şahıs, Evs ve Hazrec kabîlelerinin bir araya gelip, toplanmış olduklarını gördü. Aralarındaki sevgi ve muhabbet, onu kızdırdı. İslâmiyetin bereketiyle câhiliye devrinde aralarında bulunan ayrılıklar ve düşmanlıklar yok olmuştu. Şas bin Kays adındaki bu yahûdî, dahâ evvel bu iki kabîle arasında meydâna gelen ve Evs kabîlesinin zaferiyle sona eren Buğas harbine âit şiirleri okuması için bir genci onların yanına gönderdi. Genç oraya gidip, o şiirleri okudu. Bunun üzerine Evs ve Hazrec kabîleleri arasında yeniden nizâ ve ihtilâf meydâna geldi. Bu durum Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” haber verildi. Peygamber efendimiz, muhâcirlerden bir cemâati yanına alıp, oraya teşrîf etdi. “Ey müslümânlar! Ben, aranızda iken, câhiliye devrine âit işleri mi yaparsınız? Hâlbuki Allahü teâlâ sizi islâmla şereflendirdi. Câhiliyet işini yok edip, aranızda ülfet ve muhabbet nimetini verdi. Bu ne hâldir?” deyip, Âl-i İmrân sûresi 100. âyet-i kerîmesini okudu. Aralarındaki nizâ ve ihtilâf sona erdi ve bu hâlin, düşmanın bir hîlesi ve şeytânın vesvesesi olduğunu bildiler. Silâhlarını bırakıp, istigfâr ettiler. Sonra birbirlerine sarılıp, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birlikde oradan ayrıldılar.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 101. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Size Allahü teâlânın âyetleri okunurken ve Onun Resûlü de aranızda iken, nasıl kâfir olursunuz? Kim Allahın dînine sımsıkı sarılırsa, o doğru yola kavuşturulur.)
AÇIKLAMA:
Yanî, mucize olan Kur’ân-ı kerîm, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dilinden size taptâze okunduğu ve Resûlullah aranızda olup, sizi îkâz etdiği, nasîhatte bulunduğu ve şüphelerinizi giderdiği hâlde, nasıl kâfir olursunuz? Bütün bunlara rağmen, îmândan ayrılıp, küfre dönmek, son derece şaşılacak bir şeydir. Kim, Allahü teâlânın, Peygamberinin dilinden âyetleriyle açıkladığı dînine sımsıkı sarılırsa, maksada kavuşturulur.
Bil ki, burada hitâb zâhiren ehl-i kitâba, manen dînini dünyâya karşılık satan ve ilimleriyle amel etmeyen ulemâ-i sû’, yanî kötü âlimleredir. Çünki onlar, Kur’ân-ı kerîmin getirdiği zühdü, vera’ ve takvâyı yanî, harâmlardan, şüphelilerden ve şüpheli olmak korkusu ile mubâhların çoğundan sakınmağı, nefsi arzû ve isteklerinden, fânîyi bâkî olana tercîh etmekten sakındırmayı, Allahü teâlâdan başkasından yüz çevirip, Ona yönelmeyi ve maksada kavuşmak için herşeyini fedâ etmeyi inkâr ederler. Hâlbuki, Allahü teâlâ onların yaptıklarını bilmektedir. Hayır ve şer işlerindeki niyetlerinden haberdârdır. Buna göre, onlara karşılık verecektir. Bunlar, dünyâya düşkün ve nefslerinin arzû ve isteklerine tâbi’ olmaları sebebiyle, hüsn-i zanla kendilerine tâbi olan, amellerini ve hâllerini ahkâm-ı islâmiyeye ve tarîkate uygun sanan müminleri, Allahü teâlânın dîninden ve Peygamberlerin davet ettiği hak yoldan çevirirler. Bâtıl yolda gittikleri için, hak yolda eğrilik ararlar. Allahü teâlâ, îmân ettikden sonra, onların hâllerine ve isteklerine uyarak, hidâyet yolundan dönmemeleri için, müminlere nasîhatte bulunarak şöyle buyurdu: (Ey îmân edenler! Eğer kendilerine kitâb verilenlerden bir gruba itâat ederseniz, îmân etdikden sonra, sizi çevirip, kâfir yaparlar) ve (Bundan önce, hem kendileri sapmış, hem çok kimseyi sapdırmış ve doğru yoldan (islâmiyetten) sapmış bir kavmin hevâlarına (sapıklıklarına) uymayın.) [Mâide sûresi, 77. âyet-i kerîmesi.]
Büyüklerden biri şöyle buyurdu: En hayırlı ilim, berâberinde Allah korkusu bulunan ilimdir. Çünki Allah korkusu, Hakkın sıfatlarını bilmekle hâsıl olur. Allahü teâlânın istediği ilim, Allah korkusunu hâsıl eden ilimdir. Bu korkunun alâmeti ise, Allahü teâlânın emrine uymaktır. Kendisiyle birlikte, dünyâya rağbet, dünyâ ehline temellük (aşırı tevâzû’), bütün himmet ve gayretini dünyâlık kazanmak, onu toplamak ve biriktirmek, onun çokluğu ile övünmek, tûl-i emel ve âhireti unutmak bulunursa, böyle bir ilmin sâhibi, Peygamberlere vâris olmaktan ne kadar uzaktır! Çünki, mîrâs kalan şey, mîrâs bırakanın vasfiyle vârise geçer. Böyle ilim adamlarının durumu muma benzer.
Başkasını aydınlatır. fakat kendini yakar.
Öğretirler herkese dünyâyı terk etmeyi,
mal ve gümüş toplarlar hâlbuki kendileri.
Bir âlim ki, kendisi amel etmez sözüyle,
ne kadar anlatsa da, te’sîr etmez kimseye.
Âlim o kimsedir ki, aslâ yapmaz fenâlık,
halka anlatdığını, hiç etmez yapmamazlık.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (İnsanlara öyle bir zamân gelir ki, islâmın yalnız ismi, Kur’ân-ı kerîmin resmi kalır. Kalbler hidâyetten mahrûm olur. Mescidler, insanların bedenleriyle ma’mûr olur. O gün semânın gölgelediği kimselerin en kötüleri, onların âlimleridir. Fitne onlardan çıkar ve yine onlara döner.)
Fudayl bin İyâd “rahmetullahi aleyh” şöyle der: Bize ulaştığına göre, kıyâmet gününde hesâp, putperestlerden önce fâsık âlimler ile, fâsık hâfızlardan başlayacaktır. Akıllı kimse, onların hâllerinin görünüşüne aldanmamalıdır. Bilâkis onların itikâdlarının za’îfliğine ve kalblerinin bozukluğuna bakmalıdır. Onların bu hâllerinden çok ibret almalıdır. Onların hâl ve hareketlerinden sakınmalı, iyilerin yolundan gitmeli, masivâdan alâkayı kesip, Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılmalı, hakîkî tevhîde yapışmalıdır. Ancak böyle yaparsa, doğru yola kavuşur. Vahdette fenâ ile kendini tamâmen Allahü teâlâya verenin yolu, Allahü teâlânın râzı olduğu yol olur. Onu bu yoldan kimse çeviremez. Hiçbir şey ona zarar veremez. Düşmanın hîlesi ve kötülüğü onu saptıramaz. Çünki, kim Allahü teâlâ ile berâber olursa, Allahü teâlâ da onunla berâber olur, onu korur, onun yardımcısı olur. Allahü teâlânın dînine bu şekilde herkes yapışamaz. fakat, Allahü teâlâ kulunu murâdına kavuşturmaya kâdirdir. Kulun talebi, istemesi doğru olursa, Allahü teâlâ onu elbette talep ettiği şeyden mahrûm etmez. Ona istediğini verir. İsteyen ve bunun için çalışan isteğine kavuşur. Bir kapıyı ısrârla çalan, içeri girer. Allahü teâlâ bizi ve sizi her an şeytânın ve nefs-i emmârenin, yanî kötülüğü emreden nefsin hîlesinden korusun. Herkesin kendisinden yardım istediği ey Allahım! Bu duâmı kabûl eyle!
¥ Âl-i İmrân sûresi, 102. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Ey îmân edenler! Allahü teâlâdan nasıl korkmak lâzımsa, öyle korkun. Ve ancak müslümânlar olarak can verin.)
AÇIKLAMA:
(Korkun) lafzı, âyet-i kerîmede “İttikâ edin” şeklinde geçmektedir.
İttikâ, iftiâl veznindedir. Sakınmakta aşırılığı ifâde eder. Yanî bütün gücünüzle sakının (korkun) demektir. Bu da, emirleri yerine getirip, harâmlardan sakınmada büyük gayret göstermekle olur. (Gücünüzün yettiği kadar Allahdan korkun) âyet-i kerîmesinin manâsı da böyledir. Yanî: “Sakınmakta o kadar ileri gidin ki, bu husûsta yapabileceğiniz hiçbir şeyi bırakmayın” demektir.
(Ancak müslümânlar olarak can verin.) Kendinizi yalnız Allahü teâlâya âit kılınız. Nefslerinizde başkasını Allahü teâlâya ortak yapmayın. “Ancak” lafzı, “Hiçbir hâl üzere can vermeyin. Ancak islâm üzere bulunduğunuz hâlde can verin” demektir. Bundan murâd (İslâm üzere devâm edin) demektir.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 103. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Hepiniz birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın, parçalanmayın. Allahın üzerinizdeki ni’metlerini hâtırlayın. Hani siz birbirinize düşman iken O, kalblerinizi birleşdirdi. Ve Onun ni’meti sâyesinde kardeşler oldunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenârında iken oradan da sizi O kurtardı. İşte Allahü teâlâ, doğru yolu bulmanız için, size âyetlerini böyle açıklıyor.)
AÇIKLAMA:
(Hepiniz birlikte Allahın ipine sımsıkı sarılın.) Bu âyet-i kerîmedeki “ip”den murâd, islâm dîni veyâ Kur’ân-ı kerîmdir. Bu ikisinden herbiri, helâkdan kurtulup, maksada ulaşmaya sebep olmakta ipe benzemektedir. Çünki, zor bir yola giren kimse, orada her an ayaklarının kaymasından korkar. İki ucu, yolun iki tarafına bağlanmış bir ipe tutunduğunda korkmaz. Ebedî saâdet ve Allahü teâlânın rızâsına giden yol da böyledir. Kaygandır. O yoldan saptıran şeyler çoktur. O yolda insanların çoğunun ayağı kaymıştır. İşte kim Kur’ân-ı azîmüşşânın ve islâm dîninin emirlerine sımsıkı sarılırsa, doğru yola kavuşur, Cehennem ateşine götüren sapıklıktan kurtulur.
Ehl-i kitâb gibi aranızda ihtilâfa düşerek, haktan ayrılıp, (Parçalanmayın, Allahü teâlânın üzerinizdeki ni’metlerini hâtırlayın. Hani (câhiliye devrinde) siz) birbirinize düşman idiniz. Aranızda kin, düşmanlık ve birbirini takîb eden muhârebeler vardı.
Denilir ki, bunlar Evs ve Hazrec kabîleleridir. Bunların ataları olan Evs ve Hazrec ana-baba bir kardeşdir. Zamânla çocukları arasında düşmanlık ve kızışma meydâna geldi. Aralarındaki muhârebeler 120 yıl sürdü. Nihâyet sizi, müslümân olmaya muvaffak kılarak, kalbleriniz arasında ülfet, yanî yakınlık ve sıcaklık meydâna getirdi. Onun bu ülfet ni’meti sâyesinde birbirinizi seven, Allah için bir araya gelen, birbirinize acıyan, birbirinize nasîhat eden, hak sözde birleşen kardeşler oldunuz.
Yine siz dahâ önce küfür ve inkârınızdan dolayı, bir ateş çukurunun tam kenârında iken, o hâlde ölüm sizi yakalasaydı, Cehennem ateşine düşerdiniz. İşte, küfrünüz yüzünden ateşe düşmek üzereyken, müslümân olmakla şereflendirmek sûretiyle (oradan) çukura düşmekden (sizi O kurtardı.) (İşte Allahü teâlâ, doğru yolu bulmanız), hidâyet üzere devâm etmeniz ve onda kuvvetlenmeniz (için) açık bir şeklde (size âyetlerini), delîllerini (böyle açıklıyor).
Bu âyet-i kerîmede şu husûsa işâret vardır: Allahü teâlânın dînine sımsıkı sarılanlar iki kısımdır:
1– Ehl-i sûret: Bunlar sebeblere bağlanırlar. Çünki onların meşrebi amellerdir.
2– Ehl-i ma’nâ: Onların sebeblerle alâkası yokdur. Onların meşrebi, hâllerdir. Bu yüzden Allahü teâlâ bunlara, “Allahü teâlâya sımsıkı sarılın. O sizin mevlânızdır (yanî maksûdunuzdur)” buyurdu. [Hâl sâhibi olanlar da, dînin emir ve yasaklarına uyarlar. Sebeplere yapışırlar. Sebeplere değil, Allahü teâlâya güvenirler.]
Sebeblere bağlananlara ise: (Hepiniz birlikte Allahü teâlânın ipine sımsıkı sarılınız) buyurdu. Burada (ip)den murâd, Allahü teâlâya ulaşmaya vâsıta olan herşeydir. Allahü teâlânın ipine sımsıkı sarılan, iyi ameller ve yakınlık vâsıtalarıyla, Ona yaklaşandır. Sımsıkı sarılmak bulununca, ayrılmak olmaz. Sımsıkı sarılmamak ise, zâhiren ve bâtınen parçalanmaya götürür. Zâhiren ayrılmak, cemâatden ayrılmakla olur. Bâtınen ayrılmaktan, ümmetin birbirinden ayrılmasına sebep olan muhtelîf sapık inanışlar meydâna gelir. Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Onlardan Cehennemden kurtulan yalnız biridir.) Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! O Cehennemden kurtulan fırka hangisidir” dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Onlar, benim ve eshâbımın yolu üzere bulunanlardır) buyurdu.
Bil ki, Allahü teâlâ mü’minlere, önce takvâyı, ikinci olarak hak olan dînine sımsıkı sarılmayı, üçüncü olarak da, nimetlerini hâtırlamayı emretti. Çünki, insanın fiilleri yâ korkudan veyâ rağbetden dolayı meydâna gelir. Korku, rağbetden önce gelir. Zîrâ zararın giderilmesi, faydanın celbinden öncedir. Kötülüklerin giderilmesinin, güzel huylarla ve iyi işlerle süslenmekten önce gelmesi gibi. Bu sebeple Allahü teâlâ önce, (Allahü teâlâdan nasıl korkulması lâzımsa, öyle korkun) buyurarak, azâbından korkuttu. Sonra bunu Allahü teâlânın ipine sımsıkı sarılın emrine sebep kıldı. Sonra da, Allahü teâlânın üzerinizdeki nimetini hâtırlayın buyurarak, Allahü teâlânın ipine, yanî dînine yapışmaya teşvîk buyurdu.
O hâlde akıllı kimsenin, Allahü teâlânın emrine itâat ve hükmüne boyun eğmesi, Onun ipine sımsıkı sarılması, dinde ayrılığa düşmemesi, Allahü teâlâdan hakkıyla korkması îcâb eder. Şu söz ne güzel söylenmiştir:
Müttekî olanlarda, dört alâmet vardır ki, dînin emirlerine kesin uymaktır ilki.
İkincisi, fakîr ve muhtâclara vermektir, ve kanâatkâr olup, ahde vefâ etmekdir.
Bu şiirde bildirilenler, Şeyh Nasrâbâdî’nin şu sözünün manâsıdır: Müttekînin alâmeti dörttür: 1– Hudûdu (sınırı) gözetmek. Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınmak. 2– Gücü yettiği kadar vermek. 3– Ahde vefâ, sözünde durmak. 4– Mevcûdla (elindeki ile) kanâat etmek.
Kuşeyrî “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurdu: Hakkıyla korkmak, kendiliğinden, ziyâde ve noksan yapmadan, emredildiği gibi korkmaktır. Hakkıyla korkmak, önce zelleden sonra, lüzûmsuz şeylerden sakınmak, sonra her küçük hatâdan, sonra her türlü illetden arınmaktır. Takvâ ile vasıflandıktan sonra, takvâsını görmekden, yanî takvâ sâhibiyim diye kendisini beğenmekten sakınınca, Allahü teâlâdan hakkıyla korkmuş olur. Kendisinde varlık (benlik) eserinden herhangi bir şey kalan kimse, gizli şirkle, şirk koşmuş olur. Müşâhedenin hakîkatine ulaşamaz.
Hep huzûr istiyorsan ey Hâfız, etme gaflet, arzûna kavuşunca, dünyâyı bırak, terk et.
Ebû Medyen “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurdu: “Maksadı, hûrîler ve köşkler olan ile, maksadı perdelerin kalkması ve devâmlı huzûr, yanî Allahü teâlâ ile berâber olmak olan arasında çok fark vardır. Ona, ilâhî cezbelerle, doğru bir şekilde yönelen, Rabbânî sıfatların tecellîsi ve tevfîk kanadıyla uçan kimseye ne mutlu.”
Sehl “rahmetullahi aleyh” de şöyle buyurdu: “Kul için yalnız Mevlâsı vardır. Kulun en güzel hâli, günâh işlediğinde Ona dönmesidir. Günâh işlediğinde, “Yâ Rabbî! Günâhımı setreyle, ört” der. Setr edince, “Yâ Rabbî! Tevbemi kabûl eyle” der. Tevbesini kabûl edince, “Yâ Rabbî, beni iyi amel yapmaya muvaffak kıl” der. İyi amel yapınca, “Yâ Rabbî! Amelimi ihlâsla yapmam için beni muvaffak eyle” der. Amelini ihlâsla yapınca, “Yâ Rabbî! Amellerimi kabûl eyle” diye duâ eder.”
O hâlde, akıllı kimsenin, bu sağlam ipe yapışması lâzımdır.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 104. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip, kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.)
AÇIKLAMA:
(Hayr)dan murâd, dînî ve dünyevî iyiliğin bulunduğu şeylerdir. Hayra davet umûmî olup, yapılacak ve sakınılacak şeylere daveti de içine alır. Bununla berâber, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerin ayrıca zikredilmesi, fazîletini beyân içindir.
İyilik, âyet-i kerîmede ma’rûf diye geçmekdedir. Ma’rûf, dînin ve aklın beğendiği şeye denir. Bu da muvâfakât, yanî Allahü teâlânın emirlerine uymaktır. Kötülük de âyet-i kerîmede münker diye zikredilmişdir. Münker, dînin ve aklın çirkin gördüğü şeydir. Bu da muhâlefet, yanî Allahü teâlânın emirlerine muhâlefet etmek, uymamaktır.
İşte onlar, yanî bu kâmil sıfatlara sâhip olanlar, tam olarak felâha, kurtuluşa erenlerdir.
Âyet-i kerîmede, sizden bir topluluk, buyurulması, hayra davetin, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerin, farz-ı kifâye olduğunu göstermektedir. Herkesin yapması, farz değildir. Müslümânlardan bir kısmı yapınca, diğerlerinden mesûliyyet kalkar. Kimse yapmazsa, bütün müminler günâhkâr olur.
Yine burada şu husûs da bildirilmektedir. Hayra davet, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker, büyük ve mühîm işlerdendir. Böyle işleri, bunların nasıl yapılacağını ve dînin hükümlerini bilen âlimler yapar. Bunları bilmeyen, bazen iyilikten men eder, kötülüğü emreder. Bazen kendi mezhebinde o şeyin hükmünü bilir. Fakat, arkadaşının mezhebindeki hükmü bilmez. Bazen yumuşak olunacak yerde, sertlik gösterir. Sert olunacak yerde yumuşak davranır. Men etmek, fayda vermeyen veyâ men edilmeleri kötülükte ısrâr etmelerine sebeb olan kimseleri de men eder. Eşkiyâ, cellâdlar ve benzerlerini kötülükten men etmek böyledir.
Bazı âlimler de bu âyet-i kerîmeye (Hayra davet eden bir ümmet olunuz) manâsını vermişdir. Böyle buyurulması, bu davetin, emr-i ma’rûf ve nehy-i münkerin farz-ı ayn olduğunu göstermez. Çünki cihâd, umûma hitâb ile bildirilmiş olmakla berâber, farz-ı kifâyedir.
Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” minberde iken, “İnsanların en hayırlısı kimdir?” diye soruldu. (En çok iyiliği emreden, en çok kötülükden men eden, Allahü teâlâdan en çok korkan, en çok sıla-i rahm yapanlardır) buyurdu.
Yine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Kim iyiliği emreder, kötülükden men ederse, o yeryüzünde Allahü teâlânın, Resûlünün “sallallahü aleyhi ve sellem” ve kitâbının halîfesidir.)
Huzeyfe “radıyallahü anh” şöyle buyurdu: “Öyle bir zamân gelecek ki, insanlara merkeb leşi, iyiliği emreden ve kötülüğü nehyeden bir müminden dahâ sevimli olacaktır.”
Süfyân-ı Sevrî “radıyallahü anh” buyurdu ki: “Bir kimse, komşuları arasında seviliyorsa, arkadaşlarının yanında medh olunuyorsa, onun mudâhin, dinde gevşek olduğunu bil.” Nitekim Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurmuştur: (Allahü teâlânın yasaklarında gevşeklik yapan ve o yasakları işleyen kimselerin durumu, bir gemide bulunan kimselerin hâline benzer. Onlar gemi üzerinde kurâ çektiler. Buna göre, bazısı geminin alt kısmında, bazısı üst katında yer aldı. Alt kattakiler, su almak için üst kata uğradılar. Bundan, üsttekiler râhatsız oldular. Bunun üzerine alttakilerden biri balta alıp, geminin tabanını delmeye başladı. Üstdekiler gelip, “sana ne oluyor” dediler. O da, “benden râhatsız oldunuz. Oysa bana mutlakâ su lâzımdır. Eğer üsttekiler onun elini tutar, ona mâni olurlarsa, hem onu, hem kendilerini kurtarmış olurlar. Eğer onu kendi hâline bırakırlarsa, hem onu, hem de kendilerini helâk ederler.)
Yine Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İnsanlar bir kötülük görüp, onu değiştirmezlerse, Allahü teâlânın umûmî azâbının gelmesi yakın olur.)
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Kıyâmet günü ümmetimden bir kısım insanlar, güçleri yettiği hâlde günâh işleyenlere karşı müdâheneleri (gevşeklikleri) ve onlara engel olmamaları sebebiyle kabirlerinden kalkıp, Allahü teâlânın huzûrunda maymûn ve domuz sûretinde haşrolunacaklardır.)
O hâlde, müdâhenenin yok olması için, kendini sabıra alıştırmalı, halk ile alâkayı azaltmalı ve onlardan bir şey beklememelidir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İçinde, amelleri Peygamberlerin amelleri gibi 18.000 kişinin bulunduğu bir memleket halkı azâba uğradı.) Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Nasıl?” dediler. Buyurdu ki: (Onlar Allah için kızmaz, iyiliği emretmez, kötülükten men etmezlerdi.)
Emredilen şey vâcib ise, onu emretmek vâcib, mendub ise, mendub olur. Kötülüklerin hepsinden men etmek vâcibdir. Çünki, bütün kötülükler, çirkin olduklarından, hepsini terk etmek, vâcibdir. Bir şeyin vâcib olması, naklî ve aklî delîllerle bilinir. Bazı âlimler, yalnız naklî delîllerle bilinir, dedi.
Men olunan şeyi bildikten sonra, men etmenin şartı:
1– Men olunan şeyin meydâna gelmemiş olması. Çünki meydâna gelen şeyi men etmek değil, onu kötülemek ve bir dahâ yapmaktan men etmek yerinde olur.
2– Kötülüğün (günâhın) meydâna geleceğine dâir kuvvetli zannın bulunması. Meselâ, bir içkicinin, içki malzemelerini hâzırlayıp, içki içmeye hâzırlandığını görmek gibi.
3– Men etdiğinde, kendisine büyük bir zararın geleceğine dâir kuvvetli zannın bulunmaması.
Böyle bir durumda, o kötülükden men etmeye nasıl başlanır denirse, şöyle derim: Önce işe kolaydan başlanır. Yumuşak söylenir. Fayda vermezse, tedrîcen sertliğe doğru gidilir. Çünki maksad, kötülükden men etmektir. Nitekim Allahü teâlâ, önce (Onların arasını ıslâh edin), sonra (Onlarla harb edin) [Hucurât sûresi, 9. âyet-i kerîmesi] buyurdu. Gücü yeten ve şartlarına hâiz olan her müslümân, emr-i ma’rûf yapar. Âlimler, namâzı terk eden birini görenin, onu bundan men etmesinin vâcib olduğunda, sözbirliği etmişlerdir. Çünki, namâzı terketmenin çirkinliği herkesce ma’lûmdur.
Harb ile kötülüğe mâni olmak, devlet başkanı ve onun vazîfelendirdiklerinin vazîfesidir. Çünki onlar, siyâseti, idâre etmeyi dahâ iyi bilir ve bunun için imkânları da vardır.
Nasıl bir kimseye emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapılır diye soracak olursan, derim ki: Mükellef olan herkese yapılır. Çocuk ve deliler gibi, mükellef olmayanlar, başkalarına zarar verirlerse, men olunurlar. Çocuklar, alışmamaları için, harâmlardan men edilir. Alışmaları için de, namâzla emrolunurlar. Günâhkâr kimsenin de, kendi yaptığı kötülükten başkasını men etmesi vâcibdir. Çünki, hem kendisinin bu kötülüğü terk etmesi ve başkasına da mâni olması vâcibdir. Birini terk etmekle diğerinin vâcib olması düşmez.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Allahü teâlâ bu dîni fâcirlerle de kuvvetlendirir).
(İnsanlara iyiliği emrediyor, kendinizi unutuyor musunuz) [El- Bekara: 44] âyet-i kerîmesindeki kınama, insanlara iyiliği emretmekten dolayı değil, kendilerini unutdukları içindir.
Selef-i sâlihînden, “Yapmasanız da hayrı emrediniz” diye nakledilmişdir. Sahâbeden “radıyallahü teâlâ anhüm” biri de: Bir kimse gördüğü bir kötülüğe engel olmaya gücü yetmiyorsa, üç defa: Allahım! Bu bir günâhdır” desin. Bunu yapınca, üzerine düşeni yapmış olur” buyurdu.
Elinden gelmiyorsa kötülüğe mâni’ olmak,
elsiz ve ayaksız da uygun değil, oturmak.
Elinle ve dilinle mâni’ olmağa eğer,
Gücün yetmiyorsa, Allaha yalvar, ey yiğit er.
Yanî, dili ve eliyle kötülüğü değiştirmeğe gücü yetmezse, onu kalbiyle inkâr etsin, kınasın. Çünki yiğitler, yiğitliklerini himmetle gösterirler. Def’ etmeye güçleri yetmediğinde, onu def’ etmesi için Allahü teâlâya yalvarırlar. Bu âyet-i kerîmede, sözle değil, fi’l ile, hayra davet eden ümmetin, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapanlar olduğuna işâret vardır. Bunlar, iyiliği emr ettikleri hâlde, kendileri yapmayanlar hakkındaki tehdîtten kurtulan kimselerdir.
Üsâme’nin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahdan işitdim diye buyurduğu hadîs-i şerîf bunu göstermektedir.
Hadîs-i şerîfde buyuruluyor ki: (Kıyâmet günü bir adam getirilip, ateşe atılır. Ateşte bağırsakları dışarı çıkar. Bu hâlde merkebin değirmende döndüğü gibi döner. Bunun üzerine Cehennem ehli onun yanına toplanır. “Ey falanca: Sana ne oldu böyle. Sen (dünyâda iken) bize iyiliği emredip, kötülükden sakındırmaz mıydın?” derler. O ise, “size iyiliği emreder, fakat kendim yapmazdım” der.)
Aslında iyiliğe davet edenler, tasavvuf büyükleridir. Çünki Allahü teâlâyı tanımayan, iyiliği de bilmez ve tanımaz. Mutlak hayır, ma’rifetullah ve Allahü teâlâya kavuşmak demek olan mutlak kemâldir. Bu da beşer olarak Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” bulunur.
Hayr-ı izâfî, hayr-ı mutlaka vâsıta olan hayırdır. O hâlde, âyet-i kerîmede, kendisine davet edilen hayır, yâ haktır, yâhud ona götüren yoldur. Ma’rûf (iyilik), Hakka yaklaştıran herşeydir. Münker (kötülük) ise, Haktan uzaklaştıran herşeydir. Tevhîd ve istikâmet ehli olmayan, davet makâmına ehil değildir. İstikâmet ehli olmayan, muvahhid olsa da, bazen aslında münker olan, fakat ma’rûf zan etdiği bir şeyi de emredebilir. Bazen de gerçekten ma’rûf olan, fakat münker zan etdiği bir şeyden men edebilir. Cem’ makâmına kavuşup, Hak ile meşgûl olması sebebiyle, halkdan haberi olmayan, çoğu defa harâmı halâl, halâlı harâm sayan kimseler böyledir. Bunlara ehl-i hicâb, perdeli denir.
Mutlak felâh, yanî kurtuluş ehli ise, kendilerinde hicâb, perde bulunmayan kimselerdir. Onlar Allahü teâlânın yeryüzündeki halîfeleridir. Allahü teâlâ, bizi de sizi de bu hâllerin hakîkatini bilmeye kavuşdursun. Bizi, kendisine kavuşmakla şereflendirsin.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 105. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Siz kendilerine apaçık delîller geldikten sonra, parçalanıp, ayrılığa düşen yahûdî ve hıristiyanlar gibi olmayın. İşte onlar için pek büyük bir azâb vardır.)
AÇIKLAMA:
Siz kendilerine hakkı beyân eden, üzerinde sözbirliği etmeyi gerektiren, apaçık delîller geldikten sonra parçalananlar, fırkalara ayrılan yahûdî ve hıristiyanlar gibi olmayın.
Yahûdî ve hıristiyan cemiyetlerinden her biri birçok fırkalara ayrılmışlardı. Onlar, birtakım asılsız şeyler uyduruyorlar. Kitâblarındaki hakîkati bildiren âyetleri gizliyorlar, basît dünyâ menfaati karşılığında tahrîf ediyorlar, onları değiştiriyorlardı.
Fahreddîn Râzî “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurmaktadır. Yahûdî ve hıristiyanların âlimlerinden herbiri, bir beldede reîs olup, bedenen birbirlerinden ayrıldılar. Sonra herbiri kendisinin hak, diğerlerinin bâtıl olduğunu iddiâ ederek, aralarında ihtilâfa düştüler. Ben de derim ki, insâflı düşünecek olursanız, günümüzdeki âlimlerin çoğu, aynı duruma düşmüşlerdir. Allahü teâlâdan bizi afv etmesini ve bize merhamet etmesini dileriz. Fahreddîn Râzînin “rahmetullahi aleyh” sözü burada tamâm oldu.
“İşte onlara, parçalanmaları sebebiyle âhıretde hiç kesilmeyen, devâmlı büyük bir azâb vardır.”
Allahü teâlâ, bu ümmete iyiliği emr etmeyi ve kötülükden sakındırmayı emretdi. Bu emri yerine getirmek, emr-i ma’rûfu yapanın, zâlimlere ve azgınlara karşı bu vazîfeyi uygulayabilecek güce sâhip olmasıyla mümkündir. Bu güç de, yalnız din ve hak ehli arasında ülfet ve muhabbet olmasıyla gerçekleşir. Bundan dolayı Allahü teâlâ, bu emri yerine getirmekten âciz kalmamaları için, bu ümmeti parçalanmaktan ve ayrılığa düşmekten sakındırdı. O hâlde, mü’minlerin bir reîse uymadan ve bir sözde birleşmeden, kendi nefslerinin arzû ve isteklerine göre hareket etmemeleri gerekir. Bilâkis, onların itikâdlarını, hâllerini ve görüşlerini, âhiret husûsundaki sözlerini birleştiren, basîretle Allahü teâlâya davet eden, Resûlullah efendimiz, onun halîfeleri ve onlardan sonra gelen âlimler gibi bir reîsleri olmalıdır. Aksi takdîrde, terk edilmiş, dağınık, sürüden ayrılan kurdun eline düşen koyunlar gibi şeytâna av olurlar.
Bu sebeble emîrü’l-mü’minîn Alî “radıyallahü anh”, ister sâlih, ya’nî iyi, ister fâsık, yanî kötü olsun, insanların başında bir idâreci olması lâzımdır, buyurmuştur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, iki ve dahâ fazla kimseyi bir yere gönderirken, işlerinin düzenli olması için, mutlakâ birini diğerine emîr tayîn eder ve öbürüne ona itâat etmesini emrederdi. Yoksa aralarında ayrılık meydâna gelir, din ve dünyâ işleri karışır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Kim cemâatten bir karış ayrılırsa, Cenneti göremez) ve yine (Allahü teâlâ cemâatle berâberdir. Şeytân tek kişiyle berâberdir. İki kişiden ise uzakdır.) İnsanın cemiyeti, yanî derli toplu hâli, kalbin riyâseti ve aklın ona itâati ile kontrol altına alınmadığı zamân bozulduğu, dağınıklık meydâna geldiği, bunun da dünyâ ve âhirette zarara sebep olduğu malûmdur.
(İşte bu benim doğru yolumdur. Ona tâbi’ olun. Başka yollara tâbi’ olmayın. Yoksa bunlar, sizi Onun yolundan ayırır) meâlindeki En’âm sûresinin 153. âyet-i kerîmesi inince, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir çizgi çizdi. (Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur) buyurdu. Sonra, o çizginin sağına ve soluna çizgiler çizdi. “Bunlar da, şeytânların saptırdığı yollardır. Herbirinin üzerinde ona çağıran bir şeytân vardır) buyurdu.
Akıllı kimseye, tevhîd yoluna girmesi, onun îcâbı olan şeyleri yapması ve haklarını gözetmesi, şeytânın yollarından ve ona girmeye sebeb olan şeylerden sakınması gerekir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (İnsanlarla “Lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar, harb etmekle emrolundum. Onlar onu söyleyince, kanlarını, mallarını, benden korumuş olurlar. Onların hesâbı Allahü teâlâya âitdir.) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Onların hesâbı, Allahü teâlâya âitdir) buyurmakla, onların Lâ ilâhe illallah sözünü ona inanarak mı söylediklerini bilmediğini ifâde etmek istemişdir.
Müşrik, Allahü teâlânın var olduğuna inanıyor. fakat bir olduğuna inanmıyor. Muattıla fırkasında olanlar ise, Allahü teâlânın varlığına da inanmıyor. Müşrik, dünyâda Allahü teâlânın birliğine inanmadı. Müşrik, muattıla fırkasında olanlar ve Cehennemliklerle berâber, hesâb yerinden Cehenneme gider. Münâfıklar böyle değildir. Onlar, Cenneti ve içindeki ni’metleri görür ve onu arzûlarlar. Onların Cennetden nasîbleri bu kadardır. Sonra Cehenneme döndürülürler. Bu da Allahü teâlânın adâletindendir. Böylece amellerine göre muâmele edilmiş oldular.
Burada, şerî’at, doğru yoldur. Namâzın her rek’atinde, (Bizi doğru yola ilet) diyoruz. O doğru yol, kılıctan keskin ve kıldan incedir. Onun ortaya çıkması, anlaşılması, ilim ve keşf ile olur. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: Perde kalksa, yakînim artmaz. Sağlam olan şerî’ate ve Kur’ân-ı mübîne yapışana, bu doğru yola kavuşana, acı azâba sebeb olan parçalanmakdan kurtulana, âhiretde hesâp ve sırat köprüsünden geçmek yoktur. Bilâkis o, Peygamberler ve velîlerle berâber, ebedî ni’mette olur. Yasakları işliyerek, dünyâda şerî’atten ayrılanın, âhiretde ayağı kayar. Çünki, dünyâda hakkı görmekden mahrûm olup, kör olan, hak ile arasında perde olup, ona kavuşamayanın durumu da âhirette Allah korusun, aynı olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Sırat köprüsü üzerinde ayağı kayanlar çoktur. Onların çoğu da kadınlardır.) ve (Cehennemi gördüm. Cehennem ehlinin çoğu kadınlar idi. Çünki onlar, çok la’net ederler. Kocalarına nankörlük ederler. Çünki, onlardan birine ömür boyu iyilik etsen, sonra senden hoşuna gitmiyen en ufak bir şey görse, senden hiç iyilik görmedim der.) Bak, onların ayakları âhiretde köprüden nasıl kayar. Bunun sebebi, dünyâda iken onların itikâd ve amel bakımından, şerî’at yolundan kaymalarıdır. Mevlânâ Abdürrahmân Câmî “rahmetullahi aleyh” ne güzel buyurmuşdur.
Hem aklı, hem dîni noksandır kadınların, iyi dahî olsalar, itimâd etme sakın.
Bu açıklamaya vâkıf olunca, ey zelîl kul! Peygamberlere ve kâmillere tâbi olmaya çalış. Yakîne ermiş bir mürşid-i kâmilin eteğine yapış. Ümîd edilir ki, Allahü teâlânın izniyle o senin dağınıklığını giderir. Toparlanmanı sağlar. Bilinmeyen yolda bir rehber lâzımdır. Yoksa helâk olursun. Allahü teâlâ bizi ve sizi muhâlefet ve ayrılığa düşmekten muhâfaza buyursun. Bizi, seçilmişlerden olan Selef-i sâlihînin yolunda bulundursun. Son nefesimize kadar bizi bu yolda dâim kılsın. Bizi fazîlet ve kemâl ehli ile berâber haşreylesin!
¥ Âl-i İmrân sûresi, 106. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, ((Ey mü’minler!) Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin karardığı günü (hâtırlayın). Yüzleri kararanlara: Îmân ettikten sonra kâfir mi oldunuz? Öyleyse, küfrünüz sebebiyle azâbı tadın (denilir).)
AÇIKLAMA:
(Nice yüzlerin ağardığı ve nice yüzlerin karardığı günü) hâtırlayın.
Yanî, ey mü’minler! Çok yüzlerin beyâz ve çok yüzlerin siyâh olacağı günü hâtırlayın. Yüzün beyâz olması, üzerinde sevinçten hâsıl olan güzelliğin görülmesinden, yüzün kararması ise, yüzdeki korkulu hâlden kinâyedir. Murâdına kavuşan kimseye, yüzü beyâzlaştı, yanî sevindi denir. Başına, hoşuna gitmeyen bir iş gelene, rengi ve yüzü değişti denir. Bu takdîrde âyet-i kerîmenin manâsı şudur: Mü’min kıyâmet günü, dahâ önce dünyâda iken yaptığı amellerin yanına gider. Bunlar iyilik ise, Allahü teâlânın ni’metleri ve fadlı ile sevinir. Kâfir de, çirkin amelleri görünce, çok üzülür ve gamlı olur.
Bazı âlimler de yüzün siyâh ve beyâz olması hakîkî manâdadır. Hakîkaten yüzler siyâhlaşır ve beyâzlaşır. Ehl-i hak, yüzlerinin beyâzlığı, sahîfelerini sağ elle alması, vücûdlarının parlaklığı, onların önlerinde ve sağlarında nûrun koşması ile belli olur.
Ehl-i bâtıl da bunların tam zıddıyla belli olur. Bu beyâzlık ve siyâhlığın yüzlerde gerçekden görülmesindeki hikmet, sa’îdin (Cennetlik olanın), kavmi tarafından saâdet ehlinden olduğunun bilinmesine sevinmesidir. Nitekim Allahü teâlâ, bu husûsu şöyle haber vermekdedir ki, Yasîn sûresi 27. âyetinde meâlen, (Keşke kavmim, Rabbimin beni mağfiret etdiğini ve ikrâm olunanlardan kıldığını bilseydi) buyuruldu. Şakînin ise, kendisinde bunların aksinin ortaya çıkmasına üzülmesidir.
(Yüzleri kararanlara gelince, onlara, Îmân etdikden sonra inkâr mı etdiniz) denilir. Buradaki soru, onların hâllerini kınamak, onların bu hâllerinin şaşılacak ve hayret edilecek bir şey olduğunu belirtmekdir. Onların ehl-i kitâb olduğu açıktır. Îmân ettikten sonra, kâfir olmalarından maksat, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bî’setinden, Peygamberliğinin bildirilmesinden önce Ona îmân ettikleri hâlde, Peygamber olarak gelince, ona îmân etmeyip, kâfir olmalarıdır. Yâhud maksat, bütün kâfirlerdir. Çünki misak gününde tevhîdi (Allahü teâlânın birliğini) ikrâr etmelerinden sonra kâfir oldular.
Onlara, (Öyleyse, Kur’ân-ı kerîmi ve Muhammed aleyhisselâmı İnkâr etdiğiniz için azâbı tadın,) denilecektir.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 107. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Yüzleri ağaranlara gelince, onlar Allahü teâlânın rahmetindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.) Yanî, Cennet ve ebedî ni’metler içinde olacaklardır. Cennetden ve ebedî ni’metlerden “rahmet” diye bahs edilmesi, mü’minin bütün ömrünü Allahü teâlâya tâ’atle geçirse bile, oraya ancak Allahü teâlânın rahmetiyle girebileceğine dikkat çekmek içindir. (Onlar orada ebedî kalacaklardır.) Cennetten çıkmayacak ve ölmeyeceklerdir.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 108. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (İşte bunlar, Allahın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah, hiçbir kimseye zulmetmek istemez.)
AÇIKLAMA:
(İşte bunlar), yanî mü’minlerin ni’mette ve kâfirlerin azâpta olduklarını bildiren âyetler, (Allahın âyetleridir). Ey Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onları Sana, Cebrâîl aleyhisselâm vâsıtasıyla, (hak olarak) ve adâletle (okuyoruz). Bu âyetlerin hükmünde, iyilerin sevâbının azaltılması veyâ kötülerin cezâsının fazlalaştırılması veyâ suçsuz olarak azâp verilmesi sûretiyle zulüm şâibesi yoktur. Bilâkis bütün bunlar, va’d ve vaîd (tehdîd) gereğince, amelleri ile neye lâyık iseler, onlara tam olarak verilecektir. Allahü teâlâ hiçbir şekilde hiçbir kimseye, hiçbir mahlûkuna, zulmetmek istemez. Zulüm, başkasının mülkünde tasarrufta bulunmaktır. Hâlbuki Allahü teâlâ, kendi mülkünde tasarrufda bulunmaktadır. Yâhud zulüm, birşeyi konulması gereken yerden başka bir yere koymakdır. Bu, bazen, hak sâhibine hakkını vermemekle, bazen men edilen ve yapılmaması îcâb eden şeyi yapmakla olur. Bütün bunlar, Allahü teâlâ hakkında düşünülemez. O hâlde Allahü teâlâ hakkında zulüm tasavvur edilemez. Çünki, Onda hiç kimsenin hakkı yokdur ki, onu vermemekle zulmetmiş olsun. Hiçbir şeyden men edilemez ki, onu yapdığında zulmetmiş olsun. Bilâkis O mutlak mâlik ve bütün işleri, yalnız hikmet ve adâlettir.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 109. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Göklerde ve yerde ne varsa Allahındır.) Onların (işleri Allahü teâlâya döndürülür.)
AÇIKLAMA:
(Göklerde ve yerde ne varsa Allahü teâlânındır.) Göklerde ve yerde bulunan sayısız mahlûkât ve bunların hâkimiyyeti ve tasarrufu, yaratılması, öldürülmesi, mükâfatlandırılması ve cezâlandırılması, aslâ ortağı olmaksızın, yalnız Allahü teâlâya âittir. Onların işleri, Allahın hükmüne, kazâsına döndürülür. Yanî sâdece Allahü teâlâya döndürülür. Başkasına değil.
Allahü teâlâ, kullarından vaadde bulunduklarını mükâfatlandırır ve tehdîd etdiklerine ise, azâb eder. Buna aslâ kimse müdâhele edemez. Mâni olamaz.
Bu âyet-i kerîmede, kıyâmet gününde yüzleri beyâz olanların, dünyâda kalbleri îmân nûru ile, yanî Allahü teâlânın emirlerine uymanın nûru ile nûrlananlar, o gün yüzleri siyâh olanların ise, dünyâda, kalbleri küfür ve Allahü teâlânın emrlerine muhâlefetle kalbleri kararanlar olduğuna işâret vardır. Çünki haşr esnâsında yüzler, kalblerinin renginde olur. Nitekim Allahü teâlâ: (Kalblerde olanlar açığa çıkarılacağı gün) buyurmuştur.
Altın suyuna batmış maden ateşe atılır, altın mıdır, bakır mı? O zamân anlaşılır.
(Yüzleri siyâh olanlara, îmân etdikden sonra kâfir mi oldunuz) denilir. Bunlar, erbâb-ı taleb olup, Allahü teâlâya giden yolda yürürken, nefs sahrasında kalıp, onun sapdırmasına kapılan ve geriye dönenlerdir. (Öyleyse küfrünüz, ya’nî hakkı bâtıl ile örtmeniz, bâtıl yüzünden hakdan yüz çevirmeniz sebebiyle azâbı tadın). Dünyâda ayrılık ve kavuşamama ateşiyle azâpta idiniz. fakat, siz bunun acısını tatmıyordunuz. Çünki, insanlar uykudadır. Uyuyan uyanmadıkca, yara acısını duymaz. Ölünce uyanırlar, Allahü teâlâdan yüz çevirme ve Ona kavuşamama yaralarının acısını tadarlar.
(Yüzleri beyâz olanlar), dünyâda (Allahın rahmetindedirler). Cemiyet (kalbin dağınık olmaması) ve vifak meallah (Allahü teâlânın emirlerine ve rızâsına uygunluk) hâli içerisindedirler. (Onlar âhiretde de ebediyyen bu rahmet içindedirler.) Çünki, insan nasıl yaşarsa öyle ölür. Nasıl ölürse, öyle haşr olunur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her kul öldüğü hâl üzere diriltilir.) (Sarhoş olarak ölen, melekül-mevti sarhoş olarak görür. Münker ve nekiri de sarhoş olarak görür. Kıyâmet gününde de o kimse, sarhoş olarak diriltilip, Cehennemin ortasında sekran adında bir hendeğe (çukura) gönderilecek. O hendekde suyu kan olarak akan bir çeşme vardır. Bu sarhoşun yiyeceği ve içeceği yalnız odur.)
Yine hadîs-i şerîfde şöyle buyuruldu: (Cebrâîl aleyhisselâm bana: Müslümân ölürken, kabrinde ve oradan (diriltilip) çıkarken, Lâ ilâhe illallah mübârek sözünün ona arkadaş olacağını haber verip, (şöyle dedi): Ey Muhammed! Onlar kabirlerinden (çıkıp) başlarından toprağı silkelerken, onları bir görseydin, biri “Lâ ilâhe illallah ve’l-hamdülillah” der, yüzü ağarır, diğeri, yüzleri kararmış olarak, “Yazık bana! Allahü teâlâya ibâdetde kusûr etmişim” der.)
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ölü için feryâd, câhiliyet âdetindendir. Feryâd eden kadın, ölmeden evvel tevbe etmezse, kıyâmet gününde üzerinde katrandan elbiseler bulunduğu hâlde diriltilecektir. Sonra bu elbiseler üzerine ateş alevinden bir zırh giydirilecek.)
Kur’ân-ı kerîmde Bakara sûresi 275. âyetinde meâlen şöyle buyurulmakdadır: (Fâiz yiyenler, kendisini şeytân çarpmış olan nasıl kalkarsa, mezârlarından öyle kalkarlar.)
Bütün te’vîl ehli buyurdu ki: Onların hepsi, deli gibi diriltilirler. Bu, kendilerine cezâ olması ve mahşer ehlinin yanında onları sevimsiz yapmak içindir. Allahü teâlâ bunu, fâiz yiyenlerin alâmeti kıldı. Allahü teâlâ o fâizi onların karınlarında çoğaltır. Bu onları ağırlaşdırır. Kabirlerinden çıktıklarında karınları büyük ve ağır olduğu için düşüp, kalkarlar. Allahü teâlâdan dünyâda ve âhıretde günâhlarımızı ve kusûrlarımızı örtmesini dileriz. İyi işlere muvaffak kılan yalnız Allahü teâlâdır.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 110. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükden men edersiniz. Allahü teâlâya inanırsınız. Eğer ehl-i kitâb da inansaydı, elbette bu kendileri için dahâ hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü’minlerdir. fakat onların çoğu fâsıkdır. [Küfrde ileri gitmişler, hak yoldan çıkmışlardır.])
AÇIKLAMA:
(Siz insanlar için, onların fayda ve menfaatı için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz.) Onların en hayırlı ümmet olmalarının sebebi, bu güzel hasletleridir. Yanî, iyiliği emretmeleri ve kötülükten men etmeleridir.
(Allahü teâlâya, Peygamber, kitâb, hesâp ve cezâ gibi inanılması gereken herşeye îmân edersiniz).
(Kitâp ehli sizin inandığınız gibi îmân etseydi, muhakkak bu kendileri için reîslikten, halkı kendilerine tâbi kılmaktan dahâ hayırlı olurdu). Îmân etmeleri sebebiyle vaad olundukları, biri, kendi kitâplarına, diğeri Kur’ân-ı kerîme îmân etmeleri olmak üzere iki ecre kavuşmakla berâber, riyâsetleri ve dünyevî lezzetlerden faydalanmaları da artacaktı. Abdullah ibni Selâm ve arkadaşları gibi. (Onlardan bir kısmı, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşan mü’minlerdir. fakat onların çoğu fâsıkdırlar.) İnkârlarında diretirler ve dinden çıkmışlardır.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 111. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Onlar size eziyetden başka aslâ bir zarar veremezler. Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.)
AÇIKLAMA:
(Onlar size eziyyetden başka aslâ bir zarar veremezler.) Onların, size eziyyet vermekden başka, hiçbir zararları dokunmaz. Dil uzatmak ve tehdîd etmek gibi verdikleri sıkıntılar ise dikkate almaya ve aldırış etmeye değmez.
Sizinle savaşa girecek olsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Şâyet onlar sizinle savaşa girseler, öldürme ve esîr alma gibi size hiçbir zarar veremeden, hezîmete uğramış olarak gerisin geri dönüp giderler. Sonra kendilerine, hiç kimse tarafından yardım da edilmez. Sizin öldürme ve esîr ve ganîmet almanıza hiç kimse mâni olamaz.
Bu âyet-i kerîmede, onlardan îmân edenleri dinlerinde sebât göstermeğe teşvîk vardır. Çünki ehl-i kitâb, müminlerle alay ederek, kötüleyerek, dalâlette olduklarını söyleyerek ve tehdît ederek, onlara eziyet ediyorlardı.
Yine âyet-i kerîmede, onların sözle eziyetlerini fiiliyyâta dönüşdüremiyecekleri müjdelenmekte, mü’minlerin onlara gâlip gelecekleri, onlardan intikâm alınacağı, onların âkıbetlerinin kendi hâllerine bırakılmak ve yardım edilmemek ve zillet olacağı, dolayısıyla kolları kanatları kırılıp, ayağa kalkacak güç ve kuvvetleri kalmıyacağı vaad edilmektedir. Nitekim, Benî Kureyzâ, Kaynuka, Nâdir ve Hayber yahûdîlerinin durumları böyle oldu.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 112. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, ((Yahûdîler) Nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allahü teâlânın ipine ve mü’minlerin emânına sığınmadıkca, kendilerine zillet damgası vurulmuştur. Onlar Allahü teâlânın gazâbına uğramış ve kendilerine miskinlik (fakîrlik) damgası vurulmuştur. Bu onların, Allahın âyetlerini inkâr etmeleri ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerinden dolayıdır. Bunun sebebi, isyân etmeleri ve haddi aşmalarıydı.)
AÇIKLAMA:
Dârü’l-islâmda Nerede ve ne zamân bulunurlarsa bulunsunlar, Allahın ipine ve müminlerin emânına sığınmadıkca, kendilerine zillet damgası vurulmuştur. Kubbenin, üzerine konduğu şeyi kapladığı gibi, zillet de bunları kaplamıştır. Allahü teâlânın ipine ve müminlerin emânına sığınanlar müstesnâdır. Fahreddîn Râzî “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurmakdadır: Zimmînin emânı iki şekilde olur:
1– Hakkında nass (âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf) bulunan emân. Bu, zimmînin cizye vermeyi kabûl edip, eliyle vermesiyle olur.
2– Devlet başkanının re’yine bırakılan emândır. Devlet başkanı emânı bazen bedâva, bazen yüksek, bazen da düşük bir bedelle verebilir.
Birinci emâna Allahın ipi, ikincisine de müminlerin ipi denir. Her iki emân da müslümânların eliyle olur.
Onlar hak ettikleri hâlde, Allahü teâlânın gazâbına uğradılar. Onlara miskinlik, yanî fakîrlik damgası vuruldu. Fakîrlik, onları her taraftan sarmıştır. Umûmiyetle yahûdîler ya gerçekten fakîrdirler. Yâhud zengin olsalar da, kendilerini fakîr göstermektedirler. (Bu, yanî onlara zıllet ve miskinlik damgasının vurulması ve Allahü teâlânın gazâbına uğramaları onların Allahü teâlânın âyetlerini inkâr etmelerindendir.) Çünki, Onlar, Tevrâtta Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini bildiren Allahın âyetlerini sürekli inkâr ve tahrîf ediyorlar ve Kur’ân-ı kerîmin âyetlerini inkâr ediyorlardı. Kendi itikâdlarına göre de, Peygamberleri haksız yere öldürmelerinden dolayıdır. Sonradan gelen yahûdîler, her ne kadar Peygamberleri öldürmek, onlardan meydâna gelmese de, atalarının yaptığı o çirkin işlere rızâ gösteriyor, bunu tasvîp ediyorlar, ellerinden gelse kendileri de öldürmek istiyorlardı. Böylece onlar, sanki bizzat öldürmüş gibi oldular. Bu sebeple kendilerine Peygamberleri öldürmek fiili isnâd edildi.
Bunların küfürleri ve Peygamberleri öldürmelerinin sebebi, isyân etmeleri ve haddi aşmalarıydı. Allahü teâlânın koyduğu sınırları tecâvüz etmeleriydi. Çünki, küçük günâhlarda ısrâr, yanî devâm etmek, büyük günâhlara götürür. Büyük günâhlara devâm, küfre sebep olur. Şüphesiz günâhlara dalıp devâm edenin kalbinde bu günâhların zulmetleri peyderpey artar. Ayrıca kalbindeki îmân nûru gitdikçe zayıflar. Bu hâl, kalbindeki îmân nûru sönünceye kadar devâm eder. Nihâyet küfür zulmeti meydâna geldi. Bundan Allahü teâlâya sığınırız.
Mutaffifîn sûresinin 14. âyet-i kerîmesinde meâlen, (Hayır (Hakîkat öyle değil), bilâkis onların kazanmakda oldukları) işledikleri, günâhları onların kalblerini karartmışdır buyuruldu ki, bu husûsa işâret etmektedir.
Bu, isyânları sebebiyle idi buyurulması, sebebini bildirmekdedir. Yanî, fakîrlik damgasının vurulmasının sebebi, Allahü teâlânın âyetlerini inkâr etmeleri ve Peygamberleri öldürmeleri, bunların sebebi de isyân etmeleri ve haddi aşmalarıdır.
Küçük günâha devâm, büyük günâha sebep olur. Büyük günâha devâm da küfre götürür. Bunun gibi, tasavvuf büyükleri şöyle buyurmaktadır: Edebi terk eden, sünnetleri terk eder, sünnetleri terk eden farzları terk eder. Farzları terk eden şerîatı hakîr görür. Şerîati hakîr gören, küfre düşer. O hâlde mümin, günâhların sebeb olduğu bu tehlîkeli durumdan korkarak, kendine günâh kapısını açmamalıdır. Hattâ şerîatin mubâh kıldığı şeylerden bir kısmını da terk etmelidir. İşte bu, takvânın kemâlidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Bir müslümân, tehlikeli olan şeyin korkusundan dolayı, tehlikesiz şeyden sakınmadıkca, müttekî olamaz!)
Yine hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Helâl bellidir. Harâm da bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli şeyler vardır. Şübhelilerden sakınan, ırzını ve dînini korumuş olur. Şüphelilere düşen, harâma düşer. Tıpkı koru etrâfında hayvan otlatan çoban gibidir. Her an o hayvan koruya girebilir.) Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” harâmlara düşmek korkusuyla, şüphelilerden sakındırmıştı. Bu, harâma giden yolu kapatmak içindir.
Ârif, Allahü teâlânın emrine muhâlefeti kastetdiği zamân, kalben Allahü teâlâdan hayâ eder. Niyet etdiği o şeyden sakınır, Rabbine ibâdete var gücüyle çalışır.
Cüneyd-i Bağdâdî “kuddise sirruh” şöyle buyurdu: Âriflerin başında ibâdet, sultânların başındaki tâclar gibidir.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin elinde bir tesbîh gördüler. Ona, “Bu kadar şerefli ve yüksek olduğun hâlde eline tesbîh mi alıyorsun” denildi. Buyurdu ki: “Biz kavuştuklarımıza bununla kavuştuk. Onu aslâ terk etmeyiz.”
Şeyh Ebû Tâlib “kuddise sirruh” şöyle buyurdu: “Virdlere devâm etmek, müminlerin ahlâkındandır ve âbidlerin yoludur. Buna devâm etmek, îmânı kuvvetlendirir ve yakîn mertebesinin alâmetidir.
Şeyh Ebül Hasen buyurdu ki: Hocamdan, hakîkat ehlinin virdini sordum. “Nefsin arzûlarını bırakıp, Mevlâyı sevmekdir. Muhabbet, Ondan başkasının sevgisine mânidir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Vird, nefsi her zamân hak ile meşgûl edip, bâtıldan men etmekdir. Kul her zamân virdlere ve tâatlere devâm etsin. Günâhlardan kaçınsın.”
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bir gün eshâbına şöyle buyurdu: (Allahü teâlâdan hakkıyle hayâ ediniz.) Eshâb-ı kirâm: “Yâ Resûlallah! Elhamdülillah, Allahü teâlâdan hayâ ediyoruz” dediler. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”: (Ben onu kastetmiyorum. Allahü teâlâdan hakkıyle hayâ eden, başı ve ondakileri, karnı ve içindekileri harâmdan korusun. Ölümü ve çürümeyi hâtırlasın. Âhireti isteyen, dünyâ zînetini, süsünü terk eder. Kim bunu yaparsa, Allahü teâlâdan hakkıyle hayâ etmiş olur) buyurdu.
Bırak sen tâatini şehvetperest kişinin, Çünki onun yönü değişir her an için.
Meşâyıhdan biri şöyle buyurdu: Bir kimse 200 sene yaşayıp da, şu 4 şeyi bilmezse, Cehenneme ondan lâyık kimse yoktur. Bunlar:
1– Gizlide ve açıkta Allahü teâlâyı bilmek. Verenin de, mâni olanın da yalnız Allahü teâlâ olduğunu, Ondan başkasının veremeyeceğini ve engel olamayacağını bilmek.
2– Allahü teâlânın, sâdece kendi rızâsı için yapılan işleri kabûl edeceğini, böyle olmayanları kabûl etmeyeceğini bilmek.
3– Kendini tanıması. Allahü teâlânın takdîr etdiğinden, hiçbirini geri çeviremeyecek kadar nefsinin zayıf olduğunu bilmek.
4– Allahü teâlânın ve kendinin düşmanlarını bilmek. Onlarla bilerek savaşıp, onları yenmek.
Marifet, âriflerin silâhıdır. Hakîkî marifete sâhip olan, açık ve gizli düşmanlarına gâlib gelir. Nefs, düşmanın tâ kendisidir. Onun şerrinden sakınmalı, her an zikir, fikir ve sâlih amel yaparak onunla muhârebe etmelidir. Allahü teâlâ hepimizi kötülüklerden korusun.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 113. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Hepsi bir değildir. Ehl-i kitâp içinde dosdoğru (ve âdil) bir topluluk vardır ki, gece sâatlerinde secde ederek, Allahü teâlânın âyetlerini okurlar.)
AÇIKLAMA:
Ehl-i kitâbın hepsi kötü ve çirkin şeylerde bir değildir. Hepsi bir değildirden murâd, hepsinin zikredilen bu çirkin ve kötü şeyleri yapmadıklarıdır. Yoksa, bunları hepsi yapıyor, fakat, bu kötü ve çirkin şeyleri yapmakta mertebeleri farklıdır, demek değildir.
Ehl-i kitâb içinde dosdoğru ve âdil bir topluluk vardır ki, gece sâatlerinde âyet-i kerîme, onların hepsinin bir olmadıklarını açıklamaktadır. Buradaki sözün tamâmı, “Onlar içinde kötü bir topluluk vardır” demeyi gerektirmekdedir. Yanî böyle bir manâ ortaya çıkmaktadır. Çünki iki zıt şeyden birinin zikredilmesi, diğerinin anlaşılması için yeterlidir. Âyet-i kerîmede bahsedilen topluluk, Abdüllah bin Selâm ve arkadaşları gibi müslümân olanlardır. Bu âyet-i kerîme, yahûdî din adamlarının, bunlar hakkında, “Muhammede “aleyhisselâm” yalnız bizim kötülerimiz îmân etdi. Onlar bizim iyilerimiz olsaydı, atalarının dînini terk etmezlerdi” sözleri üzerine indi. Yâhud akşam namâzından sonra, 12 rek’at olarak kılınan evvâbin namâzını kılanlar hakkında nâzil olmuştur.
Onlar gece sâatlerinde secdeye kapanarak Allahın âyetlerini, yanî Kur’ân-ı kerîmi okurlar. Secde ederkenden murâd, namâz kılmaktır. Çünki secdede kırâat yoktur. Kur’ân-ı kerîm okunmaz.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: (Dikkat ediniz. Rükü’ ve secdede iken Kur’ân-ı kerîm okumaktan men edildim.) Namâzın rükünleri arasında yalnız secdenin zikredilmesi, o huşû ve hudûya tam delâlet ettiği içindir. Onların namâzlarından murâd, teheccüd namâzıdır. Çünki bu, onların medhini dahâ çok ifâde etmektedir. Bu namâzda onlara Kur’ân-ı kerîm okuma imkânı doğmaktadır. Zîrâ farz namâzlarda kırâat, imâmın vazîfesidir. Âyet-i kerîmedeki namâzın tek olarak kılınan farz namâz olduğunu söylemek, medh makâmına mânidir. Zîrâ farz namâzı yalnız kılmakla medh olunmaz.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 114. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Onlar, şerîatın bildirdiği şekilde, Allaha ve âhiret gününe îmân ederler.) Bu âyet-i kerîmede dolaylı olarak, yahûdîlerin Allahü teâlâya ve âhiret gününe îmânlarının îmân etmek olmadığı bildirilmekdedir. Çünki onlar, Üzeyr “aleyhisselâm” Allahü teâlânın oğlu, diyorlar, kitâbların ve peygamberlerin bir kısmını inkâr ediyorlar. Âhiret gününü, hakîkî durumunun aksine, yanlış olarak vasfediyorlardı. [Allaha ve âhiret gününe şerîatin bildirdiği şekilde îmân edenler, müslümânlardır. Müslümânlardan da Ehl-i sünnet olanlardır.]
(İyiliği emreder, kötülükden men ederler.) Bu âyet-i kerîmede de dolaylı olarak yahûdîlerin ihtisâbda (emr-i ma’rûfda)ki müdâheneleri, gevşeklikleri, hattâ, bu emrin aksini yapıp, insanları doğru yoldan saptırdıkları ve onları Allahü teâlânın yolundan alıkoydukları, kısaca kötülüğü emredip, iyilikden men ettikleri bildirilmektedir.
(Ve hayır işlere koşuşurlar). Hayır işlere koşuşmanın manâsı, hayır işlere son derecede rağbet etmektir. Çünki, bir işe rağbet eden, ona bütün gücüyle sarılır ve onu yerine getirmeye koşar. Hemen yapmayı, geciktirmeye tercîh eder. Yanî, ister kendisi, ister başkaları için olsun, hayır işlere son derece rağbet etmekle berâber, geciktirmeden hemen yaparlar. Bu âyet-i kerîmede dolaylı olarak yahûdîlerin hayrı geciktirdikleri, ağırdan aldıkları, şerde ise acele ettikleri bildirilmektedir.
İşte onlar, kendilerinde bulunan bu sıfatlarla vasfedilen kimseler, sâlihlerdendir. Onların Allahü teâlâ katında hâlleri iyidir. Onlar, Onun rızâsına ve medhine müstehâk kimselerdir. [Bunlar da hakîkî müslümânlardır.]
¥ Âl-i İmrân sûresi, 115. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Onların yaptıkları hiçbir hayır, zâyi edilmiyecek, sevâbı elbette eksiltilmeyecektir. Allahü teâlâ, takvâ sâhiblerini çok iyi bilendir.)
AÇIKLAMA:
(Allahü teâlâ takvâ sâhiblerini çok iyi bilendir.) Burada, takvâ sâhiblerine bol sevâb verileceği müjdelenmektedir. Yine takvânın, hayrın ve güzel amelin kaynağı olduğu ve Allahü teâlânın katında, kurtuluşa erenlerin, kazananların onlar oldukları da ifâde edilmektedir.
(Onların yapdıkları hiçbir hayır) ifâdesinde, şu husûsa işâret olunmakdadır: Onlar kendilerini Allahü teâlâya yaklaşdıracak herhangi bir hayır işleseler, Allahü teâlâ, onların kendisine yaklaşmasından dahâ çok onlara yaklaşır. Nitekim Allahü teâlâ hadîs-i kudsîde şöyle buyurdu: (Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım.) ve (Beni zikredenlerin celîsiyim, bana şükr edenlerin enîsiyim. Bana itâ’at edene, feyz verir ve ona yönelirim.)
Allahü teâlâ takvâ sâhiblerini, onlarla, kendisi arasında perde olan şeylerden sakınanları çok iyi bilendir ve onlara, perdenin kalkması kadar tecellî eder.
Ebû Bekr el-Kettânî şöyle buyurdu: Rüyâmda dahâ güzelini görmediğim bir genç gördüm. Ona: “Sen kimsin” dedim. “Takvâyım” dedi. “Nerede kalıyorsun” dedim. “Hüzünlü, üzüntülü kalplerde, olurum” dedi. Sonra, son derece çirkin ve simsiyâh bir kadın peydâ oldu. Ona “Sen kimsin” dedim. “Gülmek” dedi. Nerede kalıyorsun dedim. “Sevinçli ve kendini beğenen kalplerde” dedi. Sonra uyandım, mecbûr kalmadıkca gülmemeye karâr verdim.
Sâlikin (Allah yoluna girenin), takvâ ipine yapışması, onunla dost olması gerekir. Ümîd edilir ki, Allahü teâlâ takvâyı kabirde ve haşrde ona arkadaş yapar. Takvâ, sâlihlerin âdetidir. Onlar, hayâtta kaldıkları müddetce, hayır işlere koşarlar.
Şeyh Ebül-Hasen “rahmetullahi aleyh” şöyle buyurdu: Kulun Allahü teâlâdan istediği şeylerin en hayırlısı, din hayırlarıdır. Çünki, din hayırlarında âhiret hayırları vardır. Âhiret hayırları içinde dünyâ hayırları vardır. Dünyâ hayırları içinde, Evliyânın özelliklerinin meydâna çıkması vardır. Evliyânın özellikleri dört şeydir:
1– Kulluk.
2– Allahü teâlânın ahlâkıyla ahlâklanmak. Meselâ Allahü teâlâ Gafûrdur, çok afv edicidir. Rahîmdir. Çok merhametlidir. Settârdır, kusûrları ve ayıpları çok örtücüdür. Evliyâ da Allahü teâlânın kullarını çok afv edici, çok merhametli ve başkalarının ayıplarını ve kusûrlarını çok örtücüdür.
3– Olmuş ve olacak şeylere, Allahü teâlânın izniyle vâkıf olmak.
4– Hergün 70 kere istigfâr etmek.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Kalbimde [envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine mâni olan] perde hâsıl oluyor. Günde 70 kere istigfâr ediyorum.) Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” istigfârı, ayrıldığı makâmın, yükseldiği makâmdan eksikliği sebebiyledir. Çünki bu istigfâr, insan olmanın gerektirdiği şeylerdendir. İstigfârın sebebi, iki hâldeki kulluk arasında bulunan farkı bildirmektir. Çünki, Resûlullahda “sallallahü aleyhi ve sellem” ismet sıfatı bulunduğu için, hiçbir şekilde noksanlık, kusûr ve hiçbir hâlde kendisinde gevşeklik meydâna gelmez. “Sâlihlerin iyilikleri, mukarrebler için günâh sayılır.”
O hâlde insan, bir ânını zâyi etmemesi için, nefsine hâkim olmalı, onu zikirle ve şükürle meşgûl etmelidir. Kendinde herhangi bir kusûr gördüğünde, onu istigfâr ederek yok etmelidir. Allahü teâlâyı zikretmek îmânın alâmeti, nifâktan kurtuluş, şeytâna karşı bir kale, ateşten koruyucudur.
Allahü teâlâ, Yahyâ bin Zekeriyyâ’yı “aleyhimesselâm” İsrâil oğullarına Peygamber olarak gönderince, onlara beş şeyi emretmesini ve herbirine bir misâl vermesini emretdi.
1– Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamalarını, Ona ibâdet etmelerini emretdi. Onlara şirk ile alâkalı şöyle bir misâl verdi: Bir kimse, malıyla bir köle satın alır. Onu bir eve yerleştirir. Evlendirir. Mal verip, ticâret yapmasını söyler. Bu, ticâretten kendine yetecek kadar yemesini, kalan kârı efendisine vermesini ister. Fakat köle, kârın fazlasını, efendisinin düşmanına vermeye başlar. Efendisine ise cüz’î bir şey verir. Bu kölenin yaptıklarını hanginiz beğeneceksiniz.
2– Namâz kılmalarını emretdi. Namâzla ilgili de şöyle bir misâl verdi. Bir kimse, bir pâdişâhın huzûruna girmek için izin ister. Pâdişâh ona izin verir. O da huzûra çıkar. Pâdişâh onu dinlemek ve ihtiyâcını gidermek için ona yönelir. O ise, sağa sola bakar. İhtiyâcının giderilmesine aldırış etmez. Bunun üzerine pâdişâh ondan yüz çevirip, ihtiyâcını gidermez.
3– Onlara oruc tutmayı emredip, oruçla ilgili de şöyle bir misâl verdi. Oruçlunun hâli, harb elbisesini giyip, silâhını kuşanan, düşmanın kendisine ulaşamadığı, silâhının tesîr edemediği kimseye benzer.
4– Onlara sadaka vermeyi emretdi. Sadaka veren için şu misâli verdi. Sadaka verenin hâli, düşmanın esîr aldığı kimseye benzer. Bu esîr, kendisini belli bir fiyât karşılığında satın alır. Bu parayı ödemek için o memleketde çalışmaya başlar. Az çok ne kazanırsa onlara verir. Nihâyet serbest bırakılarak, kölelikten kurtulur.
5– Onlara Allahü teâlâyı zikretmelerini emretdi. Zikir için bir misâl verdi. Zikir, kaleleri bulunan ve yakınlarında düşmanları bulunan, kalelerine girip, kapısını kapatan ve düşmandan korunan bir kavme benzer.
Sonra Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” şöyle buyurdu: Allahü teâlânın Yahyâ aleyhisselâma emretdiği bu beş şeyi ben de size emrediyorum. Ayrıca Allahü teâlânın bana emretdiği başka beş şeyi de emrediyorum. Cemâate sarılın. Topluluktan ayrılmayın. Dinleyin. İtâat edin. Hicret edin ve cihâd edin. Kul her zamân hayır ve hasenâta koşsun. Bu ancak, irâde ve mücâhede erbâbına kolay gelir.
Hayr gelmez mayası bozuk kimseden,
Olur mu terzi çıksın kedi ve köpeklerden.
Temizlemek mümkindir, aynanın paslarını,
Gördünüz mü hiç taşdan ayna yapıldığını.
Söğütden gül almağa uğraşmayın, hiç olmaz.
Zenciyi, sıcak suya koysan da beyâzlaşmaz.
¥ Âl-i İmrân sûresi, 116. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Şüphesiz, kâfir olanlara, malları da, evlâtları da Allahü teâlâya karşı hiçbir fayda vermeyecekdir. İşte onlar, Cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.)
AÇIKLAMA:
Bu âyet-i kerîme, bütün kâfirleri reddetmek için nâzil olmuştur. Onlar, “Biz mal ve evlât bakımından dahâ çoğuz. Bize azâb edilmez” diyerek, mallarıyla ve çocuklarıyla övünüyorlardı. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için, O hak üzere olsaydı, Rabbi onu fakîrlikte ve sıkıntıda bırakmazdı” diyorlardı.
Âyet-i kerîmede yalnız mal ve evlâdın zikredilmesinin sebebi, insan bazen mal vererek, bazen çocuklarından yardım isteyerek kendini korur. Cansızların en faydalısı mal, canlıların ise, evlâttır. İşte kâfirlerin, âhirette mal ve evlâdından faydalanamaması, onun, başka şeylerden elbette faydalanamayacağını gösterir.
(İşte onlar Cehennemlikdirler.) Onlar devâmlı olarak Cehennem ehlidirler ve oradan ayrılmazlar. (Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.)
Allahü teâlâ, kâfirlerin mallarının kendilerine fayda vermiyeceğini bildirdi. Ancak onlar bazen mallarını hayır işlerde harcıyorlar. Bundan, onlar bu yapdıklarından faydalanabilirler mi diye bir suâl akla geliyor. Allahü teâlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme ile, bu şüpheyi gidermektedir. Bununla her ne kadar, Allahü teâlânın rızâsını kastetseler de, bu harcamalardan dolayı bir fayda (sevâp) kazanamıyacaklarını beyân etdi ve şöyle buyurdu:
¥ Âl-i İmrân sûresi, 117. âyet-i kerîmesinde buyuruluyor ki, (Onların dünyâ hayâtında yapmakta oldukları infâkların (harcamaların) durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin, ekinlerini vurup, mahveden kavurucu bir rüzgârın durumuna benzer. Onlara Allahü teâlâ zulmetmedi. fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar.)
AÇIKLAMA:
Kâfirler, övünmek, şöhret, insanlar arasında iyi anılmak, müslümânlara düşmanlık için dünyâ hayâtında harcamalar yapmaktadır. (Bedr ve Uhud muhârebelerinde, müslümânlara düşmanlık için, kâfirlere çok mal harcadıkları gibi.) Bu hâl, küfür ve günâhları ile kendilerine zulmedip, Allahü teâlânın gazâbına uğrayan bir kavmin ekinlerine isâbet eden ve cezâ olarak onu mahv eden ve hiçbir iz ve eser bırakmayan kavurucu bir rüzgârın durumuna benzer.
Kâfirlerin, küfürleri ve günâh işlemeleri sebebiyle kendilerine zulmedip, gazâba uğramalarının sebebi, gazâpla olan helâkin, çok şiddetli olduğunu bildirmek içindir.
Kâfirlerin harcadıkları malların, kendilerine hiçbir şekilde faydası kalmaması ve tamâmen zâyi olup, elden çıkması husûsunda, kavurucu rüzgârın isâbet edip, hiç faydalanılmayacak hâle gelen ekinlerine benzetilmişdir. Belâgatda buna teşbîh-i belîg denir.
Harcadıkları malların zâyi olmasıyla, Onlara Allahü teâlâ zulmetmedi. fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar. Çünki onlar, gereksiz yerlere harcıyarak, mallarını zâyi ettiler.
Bil ki, kâfirlerin harcaması, ya dünyâ menfaati için, yâhud âhiret faydası içindir. Dünyâ menfaati için olursa, değil kâfir için, müslümân için de âhiretde onun aslâ bir eseri, izi, yanî faydası kalmaz. Kâfirlerin harcamaları, âhiret menfaati için de olabilir. Meselâ, onlar mallarını, köprüler, zayıflara, yetîmlere ve dullara iyilik gibi hayırlara harcamış ve bunlardan birçok hayır beklemiş olabilirler. fakat, kâfir oldukları için, âhiretde, küfürlerinin, o hayırları yok ettiğini görürler. Bunlar, ekin ekip, ondan çok faydalar bekleyen, fakat birden kavurucu soğuk bir rüzgârın isâbet edip, ekinlerini yaktığı, geriye üzüntü ve kederden başka bir şey kalmayan kimseye benzer. Bu durum, kâfirlerin mallarını hayırda harcadıkları zamân böyledir.
Resûlullaha eziyet etmek, müminleri öldürmek ve yurtlarını tahrîb etmek gibi, hayır zan etdikleri, fakat günâh olan yerlere yapdıkları harcamalara gelince, birinci hakkında söylediklerimiz bunun hakkında çok dahâ şiddetlidir. Böyle olduğunu Furkân sûresi 23. âyet-i kerîmesi de bildirmektedir. Âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki, (Biz onların, yanî kâfirlerin küfür hâlinde yaptıkları iyi işlere kast edip, saçılmış zerre hâline getiririz, ibtâl ederiz.)
Sâlih bir kimseyi memleketinden sürmek veyâ onu öldürmek yâhud eziyet etmek için, kötü maksatlı kimselerin yaptıkları harcamalar da, bu kısma girer. Bunlardan Allahü teâlâya sığınırız.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Kul kıyâmet günü 4 suâle cevâp vermedikce hesâptan kurtulamıyacaktır. Ömrünü nerede harcadığından, bedenini nerede yıprattığından, ilmiyle nasıl amel ettiğinden, malını nereden kazanıp, nereye harcadığından.)
Akıllı kimse, malını hayra harcamakta ve amelinde ihlâslı olmakda acele etsin. Hadîs-i şerîfde: (Kıyâmet günü mühürlü sahîfeler getirilir. Allahü teâlânın huzûruna konur. Allahü teâlâ meleklere: “Bunu atın, bunu kabûl edin” buyurur. Melekler: “Yâ Rabbî! İzzetin hakkı için, biz onda hayırdan başkasını görmedik” derler. Allahü teâlâ: “Bu benden başkası içindi. (Benim için yapılmamıştı). Bugün benim rızâm için yapılan ameli kabûl ederim” buyurur) buyuruldu.
Ey genç, çalışıyorsun mâdem Zeyd’in evinde,
ücretini o verir, sakın Amr’dan bekleme.
Elbisesi altında barâs hastalığı var,
kölenin yüzü güzel olsa da neye yarar.
Hikâye: Mansûr bin Ammâr “rahmetullahi aleyh” şöyle anlatır: Beni seven, bağlılığı olan, sıkıntılı ve râhatlık günlerimde beni ziyâret eden bir din kardeşim vardı. Çok ibâdet eder, teheccüd namâzı kılar, ağlardı. Onu bir müddet göremedim. Dahâ sonra onun, hastalanıp, za’îf düşdüğünü öğrendim. Evine gidip, kapısını çaldım. Çocuğu kapıyı açtı. İçeri girdiğimde, onu evin ortasında, yatağında yatar bir hâlde buldum. Yüzü kararmış, gözleri morarmış ve dudakları şişmişti. Ona: Kardeşim! Kelime-i tevhîdi, yanî “Lâ ilâhe illallah”ı çok söyle, dedim. Gözlerini açıp, göz ucuyla bana baktı. Bu sözümü birkaç defa tekrârladım. Her seferinde gözünün ucuyla bana baktı. Sonunda: Eğer kelime-i tevhîdi söylemezsen, seni ne yıkarım, ne kefenlerim ve ne de namâzını kılarım, deyince, bana: “Ey kardeşim Mansûr! Kelime-i tevhîd ile aramda bir perde var” dedi. Ben, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil’aliyyil-azîm! söyleyip, peki o namâzların, o teheccüdlerin, orucların nerede kaldı, dedim. Ey kardeşim! Onlar Allah için değildi. Falanca böyle böyle yapıyor desinler diye yapardım. fakat, yalnız iken, kapıları kapatır, perdeleri indirir ve Rabbime karşı günâh işlerdim, dedi.
Meşhûr olmak istiyorsan bu âlemde eğer ki,
zâhirini süslemen kâfîdir elbette ki.
Öyleyse akıllı kimse, üzerinde bulunduğu hâllerinde niyeti doğru değilse, mallarının ve evlâdının çokluğuna aldanmasın. Âhireti, hattâ Mevlâyı, masivâya tercîh edenler, fakîrliği zenginlikten üstün tutanlar, zilleti, izzetten dahâ lezzetli bulup, mallarını ve canlarını Allah yolunda sarf edenler nerede? Yemîn ederim ki, böyle kimseler, ender bulunan, sayıları çok az kimselerdir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kabre girene kadar, çoklukla övünmek sizi oyaladı) meâlindeki Tekâsür sûresinin 1 ve 2. âyet-i kerîmelerini okudu ve şöyle buyurdu: (İnsanoğlu malım, der. Hâlbuki senin malın, ancak yiyip yok ettiğin, yâhud giyip eskittiğin veyâ sadaka olarak verip, gönderdiğindir.)
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ey Âişe! Bana kavuşmayı istersen, dünyâdan sâdece bir binicinin [hayvan üzerinde yolculuk yapanın] azığı kadarıyla yetin. Sakın zenginlerle oturma. (Elbiseyi) yama yapmadan eskitme.)
Başka bir hadîs-i şerîfde de: (Allahım! Kim beni severse, ona iffet ver. Onu yetecek kadar rızıkla rızıklandır. Bana buğz edenin, malını ve evlâdını çoğalt.)
Ey kul! İşin hakîkatine vâkıf oldun. Malın kimseye fayda vermeyeceğini, kurtarmayacağını gördün. Öyleyse, kanâate ve dünyâlığı azaltmaya sarıl. Mal ve mevki sâhiplerine aldanma.
Tavsiye Yazı –> Maide Suresinin Tefsiri