Sual: “Fethu’l-mecid” isimli vehhâbî kitabının 48. ve 348. sayfalarında, “Ameller, ibâdetler imandandır. İbadet yapmayanın imanı gider. İman azalır ve çoğalır. Şâfiî ve Ahmed ve başkaları bunu söz birliği ile bildiriyorlar” diyor. Mutezile, Hariciyye gibi bazı fırkaların da büyük günah işleyenler hakkında böyle görüşleri var. Ehli sünnet ulemanın bunlara cevabı nedir?
Cevap: İbadetin vazife olduğuna inanmak imandandır. İnanmak başkadır. Yapmak başkadır. Bunları birbirlerine karıştırmamalıdır. İnandığı hâlde, tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Kitabın yazarı, bu yüzden milyonlarca müslümana kâfir damgası basmaktadır. Bir müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur ise de, te’vil ile söyleyen kâfir olmuyor.
Meşhur Emali kasidesi 43. beytinde diyor ki “Farz olan ibâdetler, imandan sayılmaz”. Bu kasidenin Nuhbetü’l-leali ismindeki Arabî şerhi çok kıymetlidir. 1975 de İstanbul’da bastırılmıştır. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyh”, ameller imandan parça değildir buyurdu. İman, inanmak demektir. İnanmakta azlık çokluk olmaz. İbadetler, îman olsaydı, îman azalıp çoğalırdı. Gözden perde kalkıp azap görüldükten sonra olan îman kabul olmaz. O ânda, îman ile gidenlerin imanları ancak kalp iledir. İbadetler yapılamaz. Âyet-i kerimede buna îman denildi. Âyet-i kerimelerde, imanı olanlara, ibâdet yapmaları emrediliyor. Bundan da, imanın ibâdetten başka olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan başka, Kurân-ı Kerîmde, “İman edenler ve sâlih işler yapanlar” buyuruldu. Bu da, ibâdetlerin imandan başka olduklarını gösteriyor. “Mümin iken, sâlih amel işleyenler” âyet-i kerimesi, amellerin imandan ayrı olduklarını açıkça göstermektedir. Çünkü, şartın meşruttan başka olması lâzımdır. İman edip, hiç ibâdet yapamadan, hemen ölenin, mümin olduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Meşhur Cibril hadisinde de imanın yalnız inanmak olduğu bildirilmiştir.
İmâm-ı Ahmed ve İmâm-ı Şâfiî ve hadis âlimlerinden birçoğu ve Eş’arîler “rahime-hümullahü teâlâ” ve Mutezile ibâdetler imanın parçasıdır. İman azalıp çoğalır dediler. İman ile amel, başka olursa, günah işleyenlerin imanları ile Peygamberlerin “aleyhi-müssalavâtü vetteslîmât” imanları bir olurdu dediler. “Onlara ayetlerim okunduğu zaman, imanları artar” ayeti ve “İman artarak, sâhibini Cennete götürür. Azalarak da, Cehenneme sürükler” hadisi, imanın azalıp çoğaldığını bildiriyor dediler. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahmetullâhi aleyh”, bunlara cevap teşkil eden bilgileri önceden anlatmış, imanın artması, devam etmesi, çok zaman sürmesi demektir demiştir. İmâm-ı Mâlik “rahime-hullahü teâlâ” de böyle dedi. İmanın çok olması, inanılacak şeylerin çoğalması demektir. Mesela, Ashâb-ı kirâm, önce az şeylere inanırlardı. Yeni emirler gelince, imanları çoğalırdı. İmanın artması demek, kalpte nurunun artması demektir. Bu parlaklık, ibâdet ile artar. Günah işlemekle azalır. Bu hususta Şerh-ı Mevakıf ve Cevheretü’t-tevhid kitaplarında geniş bilgi vardır.
Vehhâbî kitabının 91. sayfasında: “Ashâb-ı kirâmdan biri şarap içmekten vazgeçmedi. Kendisine (Had) denilen dövmek cezası verildi. Ashâbdan birkaçı, buna lanet edince, Resûlullah, (Ona lanet etmeyin! Çünkü o, Allahü teâlâyı ve Resûlünü sever) buyurdu” diyor. Günah işliyenin kâfir olmadığını, kendisi de yazmaktadır. Büyük günah işliyenler, farzları yapmayanlar kâfir olur diyenleri, bu hadis-i şerif reddetmektedir. “İmanı olan, zina etmez. Hırsızlık etmez” hadis-i şerifinin de, imanın kendini değil, kemâlini gösterdiğini, ispat etmektedir.
Abdülgani Nablüsi, Allame Birgivi’nin “rahimehümullahü teâlâ” yazılarını Hadika kitabında açıklarken, 281. ve sonraki sayfalarında buyuruyor ki: (İman), Muhammed aleyhisselâmın Allahü teâlâ tarafından getirdiği bilgilere kalbin inanması ve inandığını dil ile söylemesi demektir. Bu bilgilerin her birini araştırmak ve anlamak lazım değildir. Mutezile fırkası, her birini anlayıp inanmak lâzımdır dedi. Ayni “rahime-hullahü teâlâ”, Buhârî şerhinde diyor ki Muhakkıkin, yani en derin âlimler, mesela Ebül-Hasan Eş’arî, kadı Abdül-Cebbar Hemedâni Mutezili, üstad Ebül-İshak İbrahim İsferaini ve Hüseyin bin Fadl ve daha birçokları, “İman, açıkça bildirilmiş olan şeylere yalnız kalp ile inanmaktır. Dil ile söylemek ve ibâdetleri yapmak îman değildir” dediler.
Sadeddin-i Teftazani “rahime-hullahü teâlâ” de Şerh-i akâid kitabında böyle söylüyor ve Şems-ül-eimme ve Fahr-ul-İslam Ali pezdevi “rahime-hümullahü teâlâ” gibi âlimlerin dil ile ikrar etmenin de lazım olduğunu söylediklerini bildiriyor. Kalpteki imanı dil ile söylemek, müslümanların, birbirlerini tanımaları için lâzımdır. Söylemeyen de mümindir. Ameller, ibâdetler, imandan parça değildir. Âlimlerin çoğu, mesela İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” böyle buyurdular. Evet, imâm–ı Ali “radıyallâhu anh” ve İmâm-ı Şâfiî “rahimehullahü teâlâ” îman inanmak ve söylemek ve ibâdetleri yapmaktır dediler. Bu sözleri, kâmil olan, olgun olan imanı bildirmektedir. Kalbinde îman olduğunu söyleyen kimsenin mümin olduğu söz birliği ile bildirilmiştir. Rükneddin Ebû Bekr Muhammed Kirmani “rahime-hullahü teâlâ” Buhârî şerhinde diyor ki ibâdetler imandan sayılınca, îman azalır ve çoğalır. Fakat, kalpteki îman azalmaz ve çoğalmaz. Azalan, çoğalan bir inanış îman olmaz. Şek olur, şüphe olur. İmâm-ı Muhyiddin Yahya Nevevî “rahime-hullahü teâlâ” inanılacak şeyleri inceliyerek, sebeplerini anlamakla imanın kendisi de artar. Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü teâlâ anh” imanı ile herhangi bir kimsenin imanı bir değildir dedi. Bu söz, imanın kuvvetli ve zayıf olmasını göstermektedir. İmanın kendisi azalır ve çoğalır demek değildir. Hasta insanla, sağlam insanın kuvvetlerinin bir olmaması gibidir. Her ikisinin de insanlığı birdir. İnsanlıklarında azlık çokluk yoktur. İmanın azlığını çokluğunu bildiren âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri, İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” şöyle açıklamaktadır: Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” imana gelince, her şeye topluca inanmıştı. Sonra, zaman zaman birçok şeyler farz oldu. Bunlara birer birer inandılar. İmanları böylece, zamanla çoğaldı. Bu hâl, yalnız Ashâb-ı kirâm içindir. Sonra gelen müslümanlar için, imanın böyle artması düşünülemez buyurdu. Sadeddin-i Teftazani “rahime-hullahü teâlâ”, Şerh-i Akâid’de diyor ki kısaca bilenlerin kısaca inanmaları, etraflı ve inceliklerini bilenlerin etraflı inanmaları lâzımdır. İkincilerin imanları, birincilerinkinden elbet çoktur. Fakat, birincilerinki de, tam imandır. İmanları noksan değildir. Abdülgani Nablüsi “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki sözün kısası, imanın kendisi azalmaz ve çoğalmaz. İmanın kuvveti çoğalır. Yahut ibâdetlerin az veya çok olması ile imanın kemâli, kıymeti değişmektedir. İmanın azalıp çoğalacağını bildiren âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere böyle mânâ verilmiştir. Bu bilgi, ictihad edilebilecek bilgilerden olduğu için, çeşitli açıklamalar yapılmıştır. Hiçbiri, başka türlü söyleyeni kötülememiştir. Vehhâbî kitabı ise, ibâdetleri kabul edip de, tembellikle yapmayana kâfir, müşrik diyor.
Muhammed Hadimi “rahime-hullahü teâlâ” Berika kitabında diyor ki; İbâdetler imandan parça değildirler. Celâleddîn-i Devânî “rahime-hullahü teâlâ” buyurdu ki Mutezile ibâdetleri imanın parçası saydı. İbadet yapmayanın imanı yoktur dedi. İbadetler, imanı olgunlaştırır, güzelleştirir. Ağacın dalları gibidirler. İman ibâdet yapmakla çoğalmaz ve günah işlemekle azalmaz. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe ve İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ebû Bekr Ahmed Razi ve birçok derin âlimler “rahime-hümullahü teâlâ” böyle söylediler. Çünkü, îman tam inanmak demektir. Bunun azalması çoğalması olmaz. Bir kalpteki imanın çoğalması demek, bunun tersi olan küfrün azalması demektir. Böyle şey olamaz. İmâm-ı Şâfiî ve Ebül-Hasan Eş’arî “rahime-hümullahü teâlâ” îman azalır çoğalır buyurdular. Bu sözün, imanın kendisi azalıp çoğalması değil, kuvvetinin azalıp çoğalması demek olduğunu (Mevakıf) kitabı açıklamaktadır. Çünkü, Peygamberin imanı ümmetinin imanı gibi değildir. İşittiklerini aklı ile ilmi ile inceliyenin imanı, işitmekle inananın imanı gibi değildir. [Mükaşefe ve müşahedeye kavuşmuş Velînin imanı, tasavvuftan haberi olmayanların imanları gibi değildir.] İbrahim aleyhisselâm, kalbinin itminân, yakîn hâsıl etmesini istedi. Bunu Kurân-ı Kerîm bildiriyor. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” Fıkh-ı ekber kitabında buyuruyor ki “Yerde ve göklerde bulunanların imanları, inanılacak şeyler bakımından azalıp çoğalmaz. İtminân, yakîn bakımından azalıp çoğalır. Yani, imanın kuvveti artıp azalır. Fakat yakini, kuvveti hiç bulunmazsa, îman olmaz.” [Fıkh-ı ekber’in El-Kavlü’l-fasl ismindeki Arabî şerhi çok kıymetli olup 1975 senesinde İstanbul’da bastırılmıştır.]
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî “rahime-hullahü teâlâ” (Mektûbât) kitabında, 266. mektupta buyuruyor ki îman kalbin tasdiki ve yakini olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, îman olmaz. Buna zan denir. İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla îman cilalanır, nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O hâlde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilası, parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki cilalı olmayan imanı, îman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, îman bilip, fakat az dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilası çok olup cisimleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi de, iki ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri, yani sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girememiştir. “Ebû Bekrin imanı, ümmetimin imanları toplâmından daha ağırdır” hadis-i şerifi, imanın cilası, parlaklığı bakımındandır.
Vehhâbî kitabı: “Bir kimse, beni çocuklarından, ana babasından ve herkesten daha çok sevmedikçe, imanı tamam olmaz” hadis-i şerifini yazıyor. “Muhabbet, kalpte olur. Kalbin işidir. Bunun için, bu hadis, amellerin, ibâdetlerin imandan parça olduğunu, imanın şartı olduğunu gösteriyor” diyor.
Muhabbet, kalbin işi değil, sıfatıdır. Kalbin işi olduğunu kabul etsek bile bedenin, organların işi, kalbin işi değildir. Büyük günahları işliyen ceza görür. Bunları kalbinde bulunduran, yapmaya niyet eden ceza görmez. Kalbin iyi işi, inanmaktır. Kalbin kötü işi inanmamaktır, imansızlıktır. Bedenin kötü işi, imansızlık değildir. Mesela, yalan söylemek haramdır. Yalan söyleyen kötü iş yapmış olur. Fakat, kâfir olmaz. Yalan söylemenin haram olduğunu kabul etmeyen veya beğenen kâfir olur.
“İmanın doğru olması, kalbin inanması ve amel etmesi, dilin bunu söylemesi ve ibâdetleri yapmakladır. Ehl-i sünnet velcemaat da böyle söylemiştir” diyor.
339. sayfasında, “Allah sevgisi olunca, Ona itaat edenleri, Onun Peygamberlerini, sâlih kullarını, Allah’ın sevdiklerini de sevmek lazım olur” diyor.
O hâlde, Evliyâyı “rahime-hümullahü teâlâ” sevmek, Allah sevgisinin alâmetidir. Bu sevgisini açıklıyanlara dil uzatılamaz. Vehhâbî kitabının da yazdığı gibi, Allahü teâlânın sevmediklerini sevmek yasaktır, küfürdür. Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek lâzımdır ve imanın alâmetidir. İbâdetlerin en üstünü olduğu bildirilen hubb-i fillâh ve buğd-ı fillâh da bu demektir. Kâfirler, müşrikler, Allahü teâlâyı sevmiyor. Başka şeyleri seviyor. Müslümanlar, Allahü teâlâyı sevdikleri için, Onun sevdiği Peygamberi “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Evliyâyı “rahime-hümullahü teâlâ” seviyorlar. Vehhâbî kitabı, bu iki sevgiyi birbirine karıştırıyor. Birincisinin kötü olduğunu bildiren âyet-i kerimeleri, ikinci sevgiye de yaymaya kalkışıyor.
72 bidat fırkasından biri olan Hâricilerden bir kısmı ve Vehhâbîler, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere karşı gelmiyor. Fakat, mânâları açık ve kesin olmayıp, kapalı ve şüpheli olan nassları yanlış te’vil ederek, bunlardan yanlış mânâ anlayarak, farzları yapmak ve haramlardan sakınmak, imanın parçasıdır diyorlar. (Mümin olmak için, hem imanın altı şartına inanmak, hem de, İslamiyete uymak lâzımdır. Bir farzı yapmayan veya bir haram işliyen kâfir olur) diyorlar. Bunun için, müslümanlara kâfir damgasını basıyorlar. Halbuki farzların farz olduklarına ve haramların haram olduğuna inanmak, imandır. İnanmamak başkadır. İnanıp da yapmamak başkadır. Bunlar, bu ikisini birbiri ile karıştırdıkları için, Ehl-i sünnetten ayrılıyorlar. Fakat, böyle inandıkları için, kâfir olmazlar. Bidat ehli, sapık oluyorlar. Fakat, ibâdet yapmayan, bir haram işliyen müslümanlara, nassları te’vil etmeksizin kâfir diyenler kâfir olmaktadır. Hadis-i şerifte, “Bidat sâhibini beğenmeyenin kalbini, Allahü teâlâ, îman ile doldurur. Bidat sâhibini kötüleyeni, Allahü teâlâ, kıyamet gününün korkusundan korur” buyuruldu.
Tavsiye Yazı –> Vehhabilik Hakkında Yazılmış Kitaplar