Sual: Vehhâbîlerin Fethu’l-mecid isimli kitabının kitabının 416. sayfasında, “İbrahim Nehai, Allahü teâlâya, sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve hazır olup bir şey yapmaya gücü yeten ve sebep olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez, duymaz, fayda ve zarar yapmaya güçleri yoktur. Ölülere ve gaib olan dirilere karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir. Böyle olduğunu, Kuran açıkça bildiriyor. Ölülerden bir şey istemek, yahut onlara bir şey söyleyerek değer vermek, kalbi ile veya bir iş yapmakla bağlanmak, onları ilah, mâbud, tanrı yapmak olur” diyor. Bu iddiaları doğru mudur?

Cevap: Bu saçma yazıları ile Kurân-ı Kerîme de iftirâ etmektedir. İslam âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bu sapık yazılara, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle cevap vermişler. Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felakete sürüklemekte olduklarını ispat etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan Seyyid Davud bin Süleyman’ın “rahime-hullahü teâlâ” Minhatü’l-vehbiye fi Reddi’l-vehhâbîye kitabı, [m. 1969] da İstanbul’da bastırılmıştır. 1973 de ikinci, 1990’da üçüncü baskısı yapılmıştır. Arabî olan bu kitap, ilk olarak 1305 hicri yılında, Bombay’da basılmıştı. Seyyid Davud, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sâhibi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin “rahime-hullahü teâlâ” talebesi olup hicri 1222 de Bağdat’ta tevellüd ve [m. 1881] da orada vefât etti. Hâl tercümesi (Müncid) lügat kitabında (Hâlidi) isminde yazılıdır. İbrahim Nehai, İmâm-ı Âzâm’ın hocasının hocasıdır. Hicri 96 da Kufe’de vefât etti.

Tavsiye yazı: Minhatü’l-Vehbiyye kitabının tamamı

Abdülgani Nablüsi (Keşfü’n-Nur min-Ashâbi’l-kubur kitabında buyuruyor ki Allahü teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına kerâmetler ihsan etmiştir. Kerâmet, Evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yarattığı, adet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile yani dilediği zaman, bu şeyleri, bu kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bu şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve irâdesinin tesiri yoktur. Kulun irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul, istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.

Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir tesiri olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hatırlamak gibi duygularının ve iç ve dış organlarının hareketlerinin, hasılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her ân bilmektedir. Evliyâlık da, bu demektir. Yani, böyle olduğunu her ân bilen ve inanan kimse, Allaha yakın olmuş, Velî olmuştur. Bu bilgisi, her ân bütün varlığını kaplamaktadır. Allahü teâlâ, Velisine bâzen gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman, Veliliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında Velî olduğu için, böyle zamanlarda da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, imanı olan insana mümin denildiği için, uyku zamanında, gaflet halinde olduğu zaman da, kendisine mümin denilmektedir. Bu gaflet zamanı, Evliyânın aşağı halleridir. Allahü teâlânın “Sen elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!” buyurduğu ölü olmak hâli de bunun gibidir. Bunun için Veliler “rahime-hümullahü teâlâ”, her şeylerinin Allahü teâlâdan olduğunu anlamaları hallerine [(Fenâ fillâh) veya] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir. Hadis-i şerifte, “Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur” buyuruldu. Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmeyen kuvvetlerinin kendisinden olmadığını, başka bir irâde ve kudret sâhibi tarafından meydana getirildiğini anlayan kimse, bu kudret sâhibi olan Allahü teâlâyı tanımış olur. Allahü teâlânın emrettiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hallerini, yani nâfile ibâdetleri de yapan bir müslüman Allaha yaklaşır, Velî olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadis-i şerif, tasavvuf kitaplarında yazılıdır.

Ariflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-i ihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velilerde “rahime-hümullahü teâlâ” kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gafiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yaptıklarını sanırlar. Her şeyi Allahü teâlânın yarattığını unuturlar.

Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduklarını fıkıh kitapları da bildirmektedir. Hanefi mezhebinde kabir üzerine basmak, oturmak, uyumak, abdest bozmak mekruhtur. Çünkü bunlar ihanet, hakaret etmektir. Hadis-i şerifte, (Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmayı tercih ederim) buyuruldu. Bu sözler, insana öldükten sonra da saygı göstermek lazım olduğunu bildiriyorlar. Yani dinimiz, ölülerin kerâmet sâhibi yani muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmet, adet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmiştik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması adet olduğu için, müminin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, ona kerâmet yani ikram ve ihsan olmaktadır. Her mümine öldükten sonra böyle kerâmet veren dinimiz, ilim, irfan sâhibi olan Evliyâya daha kıymetli kerâmetler de ihsan olunacağını göstermektedir.

Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Bâkî) kabristanını ziyaret eder, mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sâhibi olduklarını göstermektedir. Çünkü, müminin kabri başında yapılan duanın kabul olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Müminin kabri başında duanın kabul olması, onun kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Her mümin için böyle kerâmet olunca, Evliyâ için “rahime-hümullahü teâlâ” daha çok olacağı meydandadır.

Mümin ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dinimiz bunu emretmektedir. Bu emir, müminin öldükten sonra da, kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur.

Mümin ölürken necasetlenmektedir. Onu bu necasetten kurtarmak, temizlemek için yıkamak emrolundu. Bu emir, müminin öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir.

Camiul-fetava kitabında âlimlerin ve Seyyidlerin mezarları üzerine bina, türbe yapmak mekruh değildir diyor. Yine bu kitapta, ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüp olması mekruhtur diyor. Bu da, her müminin öldükten sonra kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Halbuki diri iken her mümin kerâmet sâhibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet sâhibidir.

İmâm-ı Abdullah Nesefi’nin “rahime-hullahü teâlâ” Umdetü’l-îtikat kitabında, “Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, Peygamber olan ve îman sâhibi olan ruhtur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz” demektedir.

İnsan, beden demek değildir. İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahabi şeklinde görünürdü. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları da, Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâil aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin kalmayacağını göstermez. [Câmiu’l-fetava’nın yazarı Muhammed Semerkandî hanefi 556 [m. 1162] da, Abdullah Nesefi hanefi 710 [m. 1310] da Bağdat’ta vefât etti.]

Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduklarını bildiren bir çok vaka ve hikayeler kitaplarda yazılıdır. Mesela, büyük Velî, Muhyiddin-i Arabi’nin Ruhu’l-Kuds kitabında, Ebû Abdullah bin Zeynülbüri İşbili’nin çeşitli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül Kasım bin Hamdin ismindeki kimsenin İmâm-ı Muhammed Gazâlî’yi reddeden, kötüleyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı hiç okumayacağına yemin etti. Allahü teâlâ kabul buyurup, görmek ihsan etti. Bu da, İmâm-ı Gazâlî’nin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.

İmâm-ı Yafii, Ravdur-Riyahin kitabında diyor ki Evliyâdan biri, kabirdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için duâ etti. Bir gece çeşitli kabirler gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi ipek yatakta, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi güler idi. Bir ses işitti. Bu halleri, dünyadaki amellerinin karşılığıdır diyordu. Güzel huylular, şehitler, nâfile oruçları da tutanlar, Allahü teâlâ için sevişenler, günah işleyenler, tövbe edenler, ayrı ayrı hâlde idiler. Mezardakilerin halleri bazı Evliyâya uykuda, bazılarına da uyanık hâlde iken gösterilir. İmâm-ı Yafii “rahmetullâhi aleyh” Kifâyetü’l-Mutekad kitabında, bazı Evliyânın babasının mezarına gidip konuştukları yazılıdır.

Elkai, (Es-sünnet) kitabında, Yahya bin Muin diyor ki inandığım, güvendiğim mezarcı bir arkadaşım dedi ki şaşılacak çok şeyler gördüm. En çok şaştığım şey, bir meyyitin, müezzinin ezanını tekrar ettiğini işittim dedi. [Hibetullah Elkai “rahmetullâhi aleyh” 418 [m. 1027] de vefât etti.]

Ebû Nuaym, Hilye kitabında diyor ki Şeyban bin Cisr’den işittim. Sâbit-ül-benani’yi mezara koyduk. Hamidü’t-tavil de yanımda idi, kabrin kerpici düştü. Sabitin kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zaman, “Ya Rabbi! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsan edersen, bana da ihsan et!” diyerek duâ ederdi. [Abdullah Yafii 768 [m. 1367] de Mekke’de, Yahya bin Muin Bağdâdî Şâfiî 233 [m. 848] de Medinede, Ebû Nuaym İsfehani 430 [m. 1038] de vefât etti “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”.]

İmâm-ı Tirmüzi ve Hakim ve Beyheki bildiriyorlar: Abdullah ibni Abbas söyledi ki birkaç Sahabi yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medine’ye gelince, bunu Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” söyledik. “Bu sûre, meyyiti kabirdeki azaptan kurtarır” buyurdu. Ebül-Kasım Sadi, İsfah kitabında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabirde Kuran okuduğunu ispat etmektedir diyor.

İbni Mendeh haber veriyor: Talha, Ubeydullah’tan haber veriyor ki ormanda idim. Akşam oldu. Abdullah bin Âmir bin Hizâm’ın kabri yanında oturdum. Kabirde çok güzel sesle Kuran okuduğunu işittim. Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber verdim. (Bunu okuyan Abdullah’tır. Allahü teâlâ ruhları kabz edince, Cennetteki yerlerinde muhafaza olunur. Her gece, sabaha kadar, kabirlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh “rahmetullâhi aleyh” 395 [m. 1005] de vefât etti.]

İnsan ölünce, ruh da ölmez. Ruh bedenden başka bir varlıktır. Mezardaki beden ile toprak olduktan sonra da, ilgisi yok olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış olan câhiller ve mezhepsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş 72 fırkadan olan sapıklar, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi yok olduğu gibi, ruhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin yok olduğu gibi ruhun da yok olacağını sanıyorlar. Evliyâ da, her insan gibi, ölür, toprak olur, insanlığı ve rûhâniyeti kalmaz diyorlar. Mevtalarına hürmet etmiyorlar. Hakaret ediyorlar. Evliyânın kabrini ziyaret ederek, onlarla bereketlenmeyi, tevessül etmeyi inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan Dımışki’nin kabrini ziyarete gidiyordum. Sapıklardan birisi, toprak ziyaret olunur mu dedi. Buna çok şaştım. Müslüman olduğunu bildiren bir kimsenin böyle söylemesine çok üzüldüm.

Hadis-i şerifte, “Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur” buyuruldu. Bu hadis-i şerif, ruhların, çürümüş cesetlerle birleştiklerini açıkça bildirmektedir. Müminlerin mezarlarının muhterem, mübarek olduğunu göstermektedir. Âlime hakaret edenin, düşmanlık edenin kâfir olmasından korkulur.

Meyyitler de, diriler de Allah’ın mahluklarıdır. Hiçbirinin, hiçbir şeye tesiri yoktur. Her şeye tesir eden, yalnız Allahü teâlâdır. Fakat, müminin ölüsüne de, dirisine de tazim, saygı göstermek vâcibdir. Çünkü, müminlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü teâlânın (Şeair) i oldukları için, tazim edilmelerini Kurân-ı Kerîm emretmektedir. Hac sûresinin 32. âyetinde meâlen, “Allahü teâlânın şeairini tazim etmek, kalplerin takvâsından dolayıdır” buyuruldu. Şeair, Allahü teâlâyı hatırlatan, bildiren şeyler demektir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şeairdir.

Âlimleri, Velileri tazim etmek, bunlara saygı göstermek, çeşitli şekilde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak ve mezarları üzerine kubbe yapmaktır. Sarıklarının büyük olması, elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları tazim etmek içindir. Camiul-Fetava’da Âlimlerin, Velilerin, Seyyidlerin mezarları üzerine bina, türbe yapmanın mekruh olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabirlerine nefret edilmemek, saygı göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak, bunları kabir sahiplerini hakaretten korumak, tazim ve saygıya sebep olmak niyeti ile yapmak, bize göre câizdir. Selef-i sâlihin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” zamanında bunlar yapılmazdı. Fakat, o zaman herkes kabirlere hürmet ederdi. Fıkıh kitaplarında vedâ tavafından sonra, geri geri giderek, Mescid-il-haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâbeye tazim edilmiş olur yazılıdır. Selef-i sâlihin, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâbeyi tazim etmekte kusur yapmazlardı. Kâbeye örtü koymak eskiden yoktu. Buna sonradan fetva verildi, meşru oldu. Kabirler üzerini örtmek de, bunun gibi meşru olmaktadır. Hadis-i şerifte, “Bir kimse güzel, yani İslamiyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da verilir” buyuruldu.

Camiul-Fetava’da diyor ki: “Kabir üzerine el koymanın sünnet veya müstehab olduğunu bildiren bir haber görmedik. Câiz olmadığını da söyleyemeğiz”. Bunların haram olduğunu söyleyenlerin hiçbir delili, vesikası yoktur. Bunlara haram diyebilmek için, Edille-i erbea nın birinden, yani Kurân-ı Kerîm’den veya hadis-i şerifden veya icma-ı ümmetden yahut kıyas-ı fükahadan birinden bir delil göstermek lâzımdır. Müctehid olmayanların yaptıkları kıyasların, delillerin hiç kıymeti yoktur. Bazı câhiller, Evliyânın kabirlerine hürmet edilirse, onlardan bereket ve yardım istenirse, bunların dilediklerini yapacaklarını, Allahü teâlâ gibi tesir edeceklerini zannedenler olur. Böylece, kâfir olurlar, müşrik olurlar. Bunun için mâni oluyoruz ve kabirlerini, türbelerini yıkıyoruz. Onlara böylece hakaret edince, herkes bunların bir şey yapamadıklarını, kendilerini hakaretten kurtaramadıklarını anlayarak, kâfir olmaktan, müşrik olmaktan kurtulurlar diyorlar. Sapıkların bu sözleri küfürdür. Firavunun sözüne benzemektedir. Mümin sûresinin 26. âyetinde meâlen, “Bırakınız Musa’yı öldüreyim. O, Rabbine yalvararak, kendini benden kurtarsın. Onun dininizi değiştireceğinden ve yer yüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum” buyuruldu. Bu câhiller, Allahü teâlânın Evliyâyı sevdiğini ve sevdiklerinin dualarını kabul edeceğini ve öldükten sonra ruhlarının dileklerini yaratacağını inkâr ediyorlar. Zan ile şüphe ile vehim ile ve hayal ile konuşuyorlar. Hakkı batıldan fark edemiyorlar. Müslüman olan kimse, 1.000 seneden beri gelen Ümmet-i Muhammediyenin dalâlette olduklarını söyleyemez. Bunlara suizann edemez. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” münâfıkların hepsini, yani kâfir oldukları hâlde müslüman görünenleri bildiği hâlde, hiçbirini açığa vurmazdı. Soranlara, “Biz söze, işe, görünüşe bakarız. Kalpleri ancak Allahü teâlâ bilir” buyururdu. Keşfü’n-nur kitabından tercüme tamam oldu.

Tavsiye Yazı –> Bir müslümana ne zaman kafir denir?

Keşfü’n-nur kitabı, el yazması olarak, İstanbul’da, Süleymaniye kütüphanesinde vardır. İlk olarak 1397 [m. 1977] tarihinde, Pakistan’ın Lahor şehrinde, nefis olarak basılmış, 1398 [m. 1978] senesinde, İstanbul’da, bunun fotokopisi alınarak Minhatü’l-Vehbiye kitabı ile birlikte Hakikat Kitabevi tarafından Arapça olarak bastırılmıştır.

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler