Sual: Allahu tealanın varlığının delilleri nelerdir?

Cevap: İnsan daha çocukken etrafında gördüğü eşyanın nereden geldiğini ve nasıl oluştuğunu araştırmaya başlar. Çocuk geliştikçe, üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyanın nasıl muazzam bir eser olduğunu anlayarak hayretten hayrete düşer. Hele yüksek tahsilini yaparak, her gün etrafımızda görülen bütün bu eşya ve mahlukların inceliklerini öğrenmeye başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sürat ile fezada tek başına dönmekte olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mucizedir. Ya etrafımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar ve nebatlar, nasıl bir büyük kudret sayesinde meydana gelebilmekte, gelişmekte ve türlü türlü hassalar göstermektedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harareti sağlar ve nebatların yetişmesini, bazılarının içinde ise, kimyevi değişikliklere sebep olarak, un, şeker ve daha nice maddelerin meydana gelmesini temin eder. Halbuki dünya, kainat içinde ufacık bir varlıktır. Güneş ve etrafında dönen seyyarelerden meydana gelen, içinde dünyamızın da bulunduğu güneş sistemi, kainat (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kainattaki muazzam güç ve kuvveti izah için bir küçük misal verelim: İnsanların en son elde ettikleri muazzam enerji kaynağı, atomları parçalayarak veya birleştirerek meydana çıkardıkları atom enerjisidir. Halbuki insanların “en büyük enerji kaynağı” saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarında ortaya çıkan enerji ile karşılaştırılacak olursa, bu enerjinin, on binlerce atom bombası enerjisinden daha fazla olduğu görülür.

İnsan, kendi vücudunun ne muazzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkında değildir. Halbuki yalnız nefes alıp vermek bile muazzam bir kimyâ hadisesidir. Havadan alınan oksijen, vücutta gıda maddelerini yaktıktan sonra, karbon dioksit halinde dışarı çıkarılır.

Sindirim (hazm) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıda maddeleri ve içecekler, mide ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücuda faydalı kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam hadise, devamlı ve otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücut bir fabrika gibi işlemektedir.

İnsanın vücudunda türlü türlü ve çok karışık formüllü maddeler imal eden, türlü türlü kimyâ reaksiyonları meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden ve zehirleri yok eden, yaraları tedâvi eden, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik şebekesi, manivela tertibatı, elektronik bilgi sayar, haber verme tesisatı, ziya, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücadele ve onları yok etme sistemi mevcuttur. Kalp ise, hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar, “Bir insanın vücudunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için bir insan vücudunun kıymeti 5-10 liradan ibarettir” derlerdi. Bugün, Amerika Üniversitelerinde yapılan hesaplar, insan vücudunda durmadan meydana gelen muhtelif kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok uzvi maddelerin en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi, “Devamlı olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmaya kalkacak olursak, dünyada bulunan bütün paralar, bunu yapmaya kâfi gelmez”. Halbuki insanda bütün bu maddi mükemmeliyet yanında, anlama, düşünme, ezberleme, hatırlama, hüküm ve karar verme, sevişmek gibi çok muazzam, mânevî kudretler de bulunmaktadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkansızdır. Demek ki insanın bedeni yanında bir de (Ruh)u mevcuttur. Beden ölür, ruh ölmez.

Hayvanlar alemine dikkat ile bakacak olursak, Allahü teâlânın sonsuz kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Bazı canlı mahluklar o kadar küçüktür ki bunları ancak mikroskop altında görebiliriz. Bazılarının görülebilmesi için (mesela virüsleri incelemek için) bir milyon defa büyüten elektronik ultra mikroskoplara ihtiyaç vardır.

En büyük iplik fabrikalarının çeşitli makinalarla yaptığı suni ipeğin miktarı küçücük bir ipek böceğinin yaptığı ipek miktarının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız aletler kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre, çıkaracağı sesle camlar kırılır, duvarlar yıkılırdı! Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lambası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve muazzam eserler karşısında hayran olmamak kabil midir? Bunlar Allahü teâlânın varlığını, Âzametini, yüceliğini, büyüklüğünü ve kudretini göstermeye yetmez mi? O hâlde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kainatın bir halıkı [yaratıcısı] ve anlamaya aklımızın ermediği pek muazzam bir kudret sâhibi vardır. Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte, bu yaratıcı, (ALLAHÜ TEÂLÂ)dır. İslamiyette ilk esas, Allahü teâlânın varlığına ve sıfatlarına inanmaktır.

Etrafımıza iyice baktığımız, tarihi okuduğumuz zaman, cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmayanlar, “Bunları tabiat yapıyor. Her şeyi tabiat kuvvetleri yaratıyor” diyorlar. Bunlara deriz ki “Bir otomobilin parçaları, tabiat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesiri ile bir araya yığılan çöp yığını gibi mi bir araya gelmişlerdir? Otomobil, tabiat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir?” Bize gülerek, “Hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile hesap ile plan ile birçok kimsenin titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kaidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir” demez mi? Tabiattaki her mahluk da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlayabildiği ince sanatların birer sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabiattaki bu güzel sanatlardan birkaçını görebilmek ve taklit edebilmektir. İslama karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz tabibi Darwin bile “Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor” demiştir. Bir otomobilin tabiat kuvvetleri ile tesadüfen meydana geleceğini kabul etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu muazzam âlemi tabiat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, planlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? “Tabiat yaratmıştır. Tesadüfen var olmuştur” demek, cahillik ve ahmaklık olmaz mı?

Allahü teâlânın, sayamayacağımız kadar çok nizam ve ahenk içinde yarattığı varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri cahilcedir ve fen bilgilerine aykırıdır. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile yani önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimali on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dahilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kainattaki sayısız nizâmın tesadüfen meydana gelmesine imkan ve ihtimal yoktur.

Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel, mesela 5 kere bassa, elde edilen 5 harfli kelimenin, Türkçe veya başka bir dilde bir mânâ ifade etmesi acaba ne derece mümkündür? Eğer, gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, mânâsı olan bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki böyle rastgele tuşlara basmakla bir sayfa yazı veya kitap teşkil edilse, sayfanın ve kitabın tesadüfen belli bir konusu bulunacağını zanneden kimseye akıllı denilebilir mi?

Cisimler yok oluyor. Bunlardan, başka cisimler meydana geliyor. Ancak, son kimyâ bilgimize göre, 118 madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radioaktif hadiseler elementlerin ve hatta atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermektedir. Hatta Einstein adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün matematik formülünü ortaya koymuştur.

Cisimlerin durmadan tehavvül etmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelmiş değildir. Böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır ve hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lazımdı. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lazım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıcı yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yani başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Her şeyin her zaman yok olması lazım gelir. Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lazım olan sonsuz sayıda varlıklar silsilesi olamaz. Hepsinin yok olmaları lazım olur.

Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekte olduğu anlaşıldı. Âlemin yoktan var edilmiş olduğuna, o ilk mahluktan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğuna inanmak icap eder.
Bir halıkın mevcûd olduğunu inkâr ederek her şeyin tabiat tarafından kendi kendine meydana geldiğini iddia edenler, “Bütün din kitaplarında dünyanın 6 günde yaratıldığı yazılıdır. Halbuki bugün yapılan araştırmalar, bilhassa radyoizotoplar ile yapılan çok ince hesaplar, dünyanın milyarlarca sene evvel meydana geldiğini göstermektedir” demektedirler. Dünyanın milyarlarca sene evvel meydana gelmesi, ne kadar zamanda yaratıldığı hakkında bilgi vermiyor ki bu sözlerinin bir kıymeti olsun. Mukaddes kitaplarda yazılı olan 6 günün bugünkü 24 saatlik gün ile ne alakası olabilir? 24 saatlik gün, insanlar tarafından kullanılan bir zamandır. Mukaddes kitapların bahsettiği günün uzunluğunun ne kadar olduğunu biz bilmiyoruz. Bu 6 günden her biri, bizim kabul ettiğimiz zamanlara göre çok uzun asırlar süren jeolojik periyotlar olabilir. Secde sûresinin 5. âyetinde meâlen, “Allah indinde bir gün miktarı, sizin sayınızdan bin sene eder” buyuruldu. Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i cedid kısmında, Petrus’un 2. mektubunun 3. babının 8. âyetinde, “Şunu unutmayın ki Rabbin indinde bir gün, bin yıl gibidir” denilmektedir.

İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâmın ne zaman yaratıldığını biz bilemeyiz. İnsanın dünya kurulduğu ilk günden itibaren dünyada bulunduğunu iddia edemeyiz. İnsan, Allahü teâlânın emri ve yaratması ile dünyaya gelmiştir. Darwinin (Tekamül) nazariyesine göre, ilk insan olarak kabul edilen Neandertaların, yavaş yavaş bugünkü insan haline geldiğini kabul etmek mümkün değildir. Hele bazılarının iddia ettiği gibi, insanın evvela 4 ayağı üzerinde yürüdüğünü ve birçok asırlar sonra ayağa kalktığını ileri sürmek, hiçbir zaman ilme ve mantığa uymaz. Çünkü, bu kadar ibtidai olan bir mahlukun bugünkü mükemmelliğe ulaşması mümkün değildir. O hâlde, 4 ayak üzerinde yürüyen türün, insan olmadığını, başka bir mahluk olması gerektiğini ve diğer birçok eski mahluklarla birlikte yok olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bütün din kitapları, ilk insanın (homo sapien), yani iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahluk olduğunu bildirmektedirler ve hakikaten yukarıda söylediğimiz gibi, 4 ayak üzerinde yürüyen ve bir hayvandan farkı olmayan bir varlığın bugünkü insana dönüşebileceğini Darwin bile ispat edememiştir.

Bütün din kitapları, ilk insan olarak Âdem aleyhisselâmı bildirmişlerdir. Adem “aleyhisselâm” için, “Öküzü sabana koştuğu, buğday ektiği, kendine ev yaptığı, kendisine 10 suhuf [forma, kitap] verildiği”ni bildirmektedirler. Sığırı ehlileştirmek, mağarada yaşamak yerine kendine ev yapmak, buğday ekmek ve onu hasad etmek ve (vahiy almak) meziyeti olan ilk insanın, dünyanın oldukça tekamül ettiği bir zamanda yaratılmış olduğu, 4 ayağı üzerinde yürüyen, inlerde yaşıyan mahluklarla hiç bir alakasının olmadığı anlaşılmaktadır.

Müslüman, ilk olarak, Allahü teâlânın varlığına, büyüklüğüne, birliğine, doğmadığına, doğurmadığına, daim ve değişmez olduğuna bütün kalbi ile îman eder. Bu inanış, İslamın ilk şartıdır.

ALLAH VARDIR:
Ulema-i meşhureden şeyh Muhammed Rebhami, (Riyadü’n-nasıhin) sf. 15’de diyor ki: (Zad-ül-mukvin) kitabında diyor ki Rum kayseri, VII. Abbasi halifesi Memun bin Harun’a bir haberci gönderdi. Bunun yanında, heybetli, kendini beğenmiş biri vardı. Haberci, halifeye, (Bu adam dinsiz, kâfirdir. Bir yaratıcı olduğuna inanmıyor. Rum papazları buna cevap veremedi. İslam âlimleri bunu susturursa, milyonlarca hristiyanı ve müslümanı sevindirecektir) dedi. Bağdat âlimleri, buna ancak Ahmed Nişapuri cevap verir, dediler. Halife sarayda, belli gün ve saatte âlimlerin toplanmasını emretti. Nişapuri meclise geç geldi ve (yolda, acayip, şaşılacak bir şey gördüm. Onu seyredince, buraya geç kaldım. Dicle kenarında gemi bekliyordum. Yerden büyük bir ağaç çıktı. Sonra yıkıldı, parçalandı. Tahtalar hâsıl oldu. Sonra tahtalar birleşerek, bir gemi oldu. Gemici olmadan, suda hareket etti) dedi. Rum kâfiri bu sözleri işitince, yerinden fırladı ve (bu adam deli olmuş. Hiç böyle şey olur mu? Böyle söyleyen, yalancıdır ve buna aklı olmayanlar inanır) dedi. Nişapuri, söze karışarak, (Bunlar, kendi kendine olamayınca, yer yüzündeki şaşılacak şeyler, kendi kendilerine nasıl var olur? Bunları yaratan biri olmadığını söyleyen daha ahmak ve alçak olmaz mı?) dedi. Kâfir, (Her şeyin bir yaratıcısı olduğunu şimdi anladım ve buna inandım) diyerek LÂ İLAHE İLLALLAH diyerek müslüman oldu. Böyle bir hadisenin, İmâm-ı Gazâlî zamanında da vaki olduğu rivayet edilmektedir. Halife Memun, hicretin 218. senesinde vefât etti.

 

Tavsiye Yazılar –> İnsanlar Niçin Müslüman Oluyorlar?

İslamiyet ve Fen

İslamiyette Liberalizm Var mı?

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler