Bu mektup, Seyyid Mîr Muhammed Numan’a “kuddise sirruh” yazılmış olup Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Velî olmak için harikalar ve kerâmetler şart olmadığı bildirilmektedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun beğendiği insanlara selamlar olsun! Kardeşim, çok sevdiğim, Seyyid, Mîr Muhammed Numanın afiyette olmasına duâ ederim. Velâyetin [yani Evliyâlığın] hâsıl olması için, harikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi lazım değildir. Din âlimlerinin harikalar göstermesi lazım olmadığı gibi, Evliyânın da, harikalar göstermesi şart değildir. Çünkü velâyet [yani Velî olmak], kurb-i ilâhî [yani Allahü teâlâya yakın olmak] demektir. Allahü teâlâ, bu kurbu [yani yakın olmayı] ise, Fenâdan sonra, [yani Allahü teâlâdan başka, her şeyi unuttuktan sonra], Evliyâsına ihsan eder. Bir kimseye, bu kurb ihsan edilip de bu dünyadaki bilinmeyen şeyler haber verilmiyebilir. Bir başkasına, hem bu verilir, hem de gaybler bildirilir. Bir üçüncü kimseye ise, kurbdan bir şey verilmeyip, gaybler bildirilir. Üçüncü kimse, istidrâc sâhibidir. Nefsi cilalandığı için, bilinmeyen şeyler, kendisine keşfedilmekte, böylece, dalâlet uçurumuna düşürülmektedir. Sûre-i Mücadele, 18. âyet-i kerimesinin: “Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanıyor. Biliniz ki çok yalancıdırlar. Şeytan onları aldatmış, yoldan çıkarmıştır. Allahü teâlâyı o kadar unutturmuş ki ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler. Şeytanın askeri, uşakları olmuşlardır. Biliniz ki şeytanın güruhü olan bunlar, bitmez tükenmez nimetleri elden kaçırdı. Sonsuz azaplara yakalandı” meali, böyle kimselerin hâlini bildirmektedir. Kurb devleti ile şereflenmiş olan birinci ve ikinci şahıslar Evliyâdır. Gaybdan haber vermek, bunların velâyetini arttırmaz ve azaltmaz. İkisi arasındaki fark, kurb derecelerine göredir. Kendine gaybdan bir şey gösterilmeyen Velî, kendine ihsan edilen kurbun üstünlüğü dolayısı ile daha ileride ve daha üstün olur. Avârifü’l-meârif kitabının sâhibi Şihâbüddîn Ömer Sühreverdî “kuddise sirruh”, Evliyânın büyüklerindendir. Velilerin hepsi, kendisini sevmektedir. Kitabında kerâmetleri, harikaları anlattıktan sonra, buyuruyor ki: “Evliyâdan, yüksek mertebede bulunan birine, hiçbir kerâmet ve harika verilmeyebilir. Çünkü, kerâmetler, yakini [inanmayı] arttırmak için verilir. Yakîn ihsan edilen birinin kerâmetlere, harikalara ihtiyacı olmaz. Bütün bu kerâmetler, Zât-ı ilâhîyi hatırlamak ile kalbin ziynetlenmesinden aşağıda kalır”.
Sûfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, şeyh-ül-İslam, Hâce Abdullah-i Ensârî “rahmetullâhi aleyh”, (Menâzilü’s-sâyirîn) kitabında buyuruyor ki: “Firaset 2 türlüdür: Birincisi, mârifet sahiplerinin firaseti olup talebenin istidadını keşfetmek, Allahü teâlânın Evliyâsını tanımaktır. İkincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firaseti olup mahluklara ait gizli şeyleri bilmektir. İnsanların çoğu, Allahü teâlâyı hatırlamayıp gece gündüz dünyayı düşündüğünden, dünya işlerinden, ele geçirmek istedikleri şeylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hatta, bunları Evliyâ, Allahü teâlâya yakîn sanıyorlar. Evliyânın meârifine, doğru, ince bilgilerine, dönüp de bakmıyorlar. Belki bunlara dil uzatıp, bunlar Allah’ın sevgili kulu olsaydı, kaybolan şeylerimizi, gizli düşüncelerimizi bilirlerdi. Bizim halimizden haberi olmayan bir kimse, mahlukların üstündeki ince bilgileri hiç anlayamaz diyerek, Evliyânın firasetine, Zât-ı ilâhiyye ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar. Böyle yanlış ölçüleri sebebi ile o büyüklerin doğru ilim ve meârifinden mahrum kalıyorlar. Bilmiyorlar ki Allahü teâlâ, o büyükleri, câhillerin gözünden saklamış, kendine mahsus kılmıştır. Evliyâsını dünya işleri ile meşgul etmeyip, kendisi ile meşgul etmiştir. Evliyâ, insanların hallerine, işlerine bağlansalardı, Allahü teâlânın huzuruna lâyık olmazlardı”. Abdullah-i Ensârî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna benzer daha nice şeyler yazmıştır.
Üstadım Hâce Muhammed Bâkî Billah’tan “kuddise sirruh” işittim. Buyurdu ki şeyh Muhyiddin-i Arabî “rahmetullâhi aleyh” yazıyor ki “Kerâmet ve harikaları çok görülen Evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pişman olmuştur. Keşke hiç kerâmetimiz görülmeseydi demişlerdir”. Evliyânın üstünlüğü, harikaların görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pişman olmak yersiz olurdu.
Sual: Velâyette, harika görünmesi şart olmayınca, hakiki Velî ile yalancı şeyhler birbirinden nasıl ayrılır?
Cevap: Bu dünyada Evliyânın belli olması lazım değildir. Doğru ile yalancının karışması lâzımdır. Bu dünyada hak ile batılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi velâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi velâyetini bilmeyen Evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzum da yoktur. Evet, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” harikalar göstermesi lâzımdır. Böylece, Nebî, Nebî olmayandan ayrılır. Çünkü, Nebinin Peygamberliğini tanımak herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi Peygamberinin dinine çağırdığı için, Peygamberinin mucizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer İslamiyetten başka bir şeye çağırmış olsaydı, o zaman, harikalar göstermesi elbette lazım olurdu. İslamiyete çağırdığı için, harika göstermesi hiç lazım değildir. Din âlimleri, herkesi, kitaplarda yazılan emirleri yapmaya çağırıyor. Evliyâ, hem buna çağırıyor, hem de İslamiyetin batınına davet ediyor. Önce, İslamiyete çağırıyor, sonra, Allahü teâlânın ismini zikretmeyi gösteriyor. Her zaman, aralıksız olarak, zikir-i ilâhî ile olmayı ehemmiyetle istiyorlar. Böylece, vücudu muhabbet kaplayıp, kalpte Allahü teâlâdan başka bir şey bulundurulmaz. Her şey öyle unutulur ki insan kendini ne kadar zorlasa, Allahü teâlâdan başka bir şey hatırlayamaz. Bu iki türlü davet için Evliyânın harikalar göstermesine niçin lüzum olsun? İrşad etmek, bu iki daveti yapmak demektir. Harikanın, kerâmetin burada hiç yeri yoktur. Şunu da söyleyelim ki uyanık bir talebe, tasavvuf yolunda ilerlerken, üstadının nice harikalarını, kerâmetlerini his eder. O bilinmez yolda, her ân, onun mededine baş vurup, hep yardımına kavuşur. Evet, başkaları için harikalar göstermesi lazım değildir. Fakat, talebesine her ân kerâmet göstermekte, harikalar, üst üste gelmektedir. Talebesi, üstadının harikalarını his etmez olur mu ki ölü olan kalbine hayat vermektedir. Onu, müşahedelere, keşflere kavuşturmaktadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezardan çıkarmayı, büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalpleri diriltmeye, hasta ruhları tedâvi etmeye ehemmiyet verir.
Sûfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, Hâce Muhammed Parisa: “İnsanların çoğu ölüleri dirilteni büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip, ölü ruhları diriltmişler, talebenin ölü kalplerini diriltmeye çalışmışlardır. Doğrusu da, kalpleri, ruhları diriltmek yanında, ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur. Hatta abes, yani faydasız şeyle vakit kaybetmek olur. Çünkü, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalplerin diriltilmesi ise, sonsuz hayata kavuşturur. Zaten, Allahü teâlâya yakın olanların vücutları kerâmettir. İnsanları Allahü teâlâya davet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir rahmettir. Ölü kalpleri diriltmesi, harikaların en büyüğüdür. İnsanların selameti, onların varlığı iledir. Mahlukların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri devadır. Acıyarak bir bakışları şifadır. Onlar, celis-i ilâhîdir. Allahü teâlânın lutfları, ihsanları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü olmaz. Onları tanıyanlar mahrum kalmaz” buyuruyor.
O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açığı, her sözlerinin, hareketlerinin İslamiyete uygun olması, yanlarında bulunanların kalplerinde, Allahü teâlânın korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve başka şeylerden soğumalarıdır. Evliyâ ile münasebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münasebetleri olmayanlar, zaten her şeyden mahrumdur. Fârisî beyt tercümesi:
İyiliğe elverişli olmayan kimse,
faydalanemez, Peygamberi de görse.
[Tavsiye Yazı: Himmet etmek nedir?].
Kıymetli mektubunuzda, zamanımız padişahının İslamiyete ehemmiyet verdiğini, adaleti, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirdiğini yazıyorsunuz. Bunları okuyunca, pek fazla sevindik. Allahü teâlâ, memleketleri, devlet reislerinin adalet ışığı ile nurlandırdığı gibi, İslam dinini de, onların himaye ve yardımları ile kuvvetlendirir. Sevgili kardeşim! (İslamiyet, kılıçın himayesi altında) buyuruldu. Yani, İslam dininin yayılması, yapılması, devlet reislerinin yardım ve himayesine bağlıdır. Ne yazık ki Hindistan’da, devletin müslümanları himaye etmesi, çok zamandan beri gevşemiş idi. Müslümanlık da zayıflamıştı. Hind kâfirleri, sıkılmadan, camileri harab etmiş, buraları, kendi tapınma ve oyun yerleri haline çevirmişti. Mübarek insanların mezarlarını yıkıp, yerlerini park yapmışlardı. Kâfirler, her günahı, kâfirlik alâmetini açıkça işliyor, müslümanlar, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirebilmek için, zorluklarla karşılaşıyordu. Hind kâfirlerinin bayramlarında, yemeleri, içmeleri yasak olduğundan, müslüman şehirlerinde, fırınların, aşçıların ekmek, yemek satmasına mâni oluyorlardı. Mübarek Ramazan ayında, umumî yerlerde, oruçlular karşısında, çılgınca yiyip içiyorlardı. Müslümanlar, bir şey söyleyemiyordu. Yazıklar olsun ki devlet adamları bizden olduğu hâlde, böyle zayıf ve zavallı hâle düşmüştük. İdarecilerin kıymet verdikleri zamanlarda, İslamiyet parlamış, âlimlerin yüksekleri, Sufiyenin büyükleri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, herkesten sevgi ve saygı görmüştü. Devletten aldıkları kuvvet ile İslamiyetin yayılmasına çalışmışlardı. İşittiğime göre, sahipkran emir Timur “aleyhirrahme”, Buhara caddesinden geçerken, uzakta, birçok kimsenin halı silktiklerini görüp, merakla sormuş. Hâce Muhammed Behâüddîn-i Buhârî “kuddise sirruh” hanekahı halîları olduğunu anlayınca, İslamiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan, oraya yaklaşıp, halıların tozları içinde durmuş, misk ve anber sürünür gibi, hanekahın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyiz ve bereketleri ile şereflenmek istemiştir. Allahü teâlâya yakın olanlara karşı gösterdiği sevgi ve saygı sayesinde, imanla gittiği umulur. İşittiğimize göre, Timur’un ölüm haberi duyulunca, o zamanda bulunan Evliyâdan birisi “kuddise sirruh”, “Timur öldü. İmanı da birlikte götürdü” buyurmuştur.
Cuma günleri, hatib efendiler, hutbe okurken, sultanların isimlerini, en aşağı basamaya inerek okuyorlar. Bunun sebebi, sultanlar kendilerinin, Server-i âlemden “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve 4 halifesinden aşağı olduklarını göstermek içindir. Kendi isimlerinin, o büyüklerin isimleri ile birlikte okunmasını uygun görmedikleri için böyle okutuyorlar.
Secde, alnı yere koymaktır ki küçüklüğü ve aşağılığı göstermektir. Tevazu ve saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibâdet için yapılır. Ondan başkasına secde etmek câiz değildir. Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” bir gün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mucize gösterirsen îman ederim dedi. Server-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Karşıki ağaca git, de ki Allah’ın Peygamberi seni çağırıyor!”. Köylü, böyle söyleyince, ağaç yerinden ayrılıp Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” önüne geldi. Köylü bu hâli görünce, hemen müslüman oldu. “Ya Resûlallah! İzin verirsen, sana secde edeceğim” dedi. “Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeye secde edilmez. Başkasına secde etmek câiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emrederdim” buyurdu. Fıkıh âlimlerinden bazısı, sultanlara, selam niyeti ile secde etmeye izin vermiş ise de, sultanların bu işte, Allahü teâlâya karşı edebi gözetmeleri, Allahü teâlâdan başkasına secdeye izin vermemeleri lâyık olur. Allahü teâlâ, onları her şeye Âmir ve hakim yapmış, herkesi bunlara muhtaç kılmış. Bu büyük nimete şükür olarak, aczin, küçüklüğün son şekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsus edip, Ona şerik olmamalıdırlar. Bazı âlimler izin vermiş ise de, kendileri, güzel tevazuları sebebi ile buna izin vermemelidir. İhsan edenlerin karşılığı, ancak ihsan olur. Görüştüğümüz zaman, daha çok anlatırım. Doğru yolda bulunanlara, Muhammed Mustafanın “sallallâhü aleyhi ve sellem” izinde yürüyenlere selamlar olsun!
Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, badehu Fâruk,
ve Zinnureynden sonra, Alidir ol Veliyullah.
Kalan Ashâbı hem ki cümlesinin zikri hayrolsun,
cemii Al-ü Ashâb-ı kirâmı severim fillâh.
Aşere-i mübeşşere ve Fâtıma, Hasan ve Hüseyin,
bu ümmetten bunlara Cennet ile neşhedü billah.
Ve gayri kimseye aynile Cennetlik denilmez ki
o gaybe hüküm olur, gaybi ne bilsin kimse gayrillah.
Ve Ashâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetten,
cemii Tabiîn olmuştur, efdalü Evliyâillah.
Benzer Yazıları Okumak İçin Tıklayınız