Sual: Dinde reformcu (Gevşemiş olan din bağları yerine, gençlikte ilim üzerine kurulan terbiye, vatan, millet fikri yerleşirse, gençlik yaşayabilir. Fakat, böyle olamıyor. Şaşkın bir hâlde, memleketinin ahlakını, adetlerini beğenmiyor. Garba imreniyor. Fakat, o ahlakı da alamıyor. Onun Avrupalılardan öğrendiği şey, taklitçilikten ileri gidemiyor) diyor. Buna ne demek lazım?
Cevap: Dinde reformcular, hemen bütün yazılarında fertleri birleştirmek ve kalkındırmak için, din bağı yerine milliyet bağının getirilmesini istemektedirler. Halbuki millet kelimesinin ilk mânâsı din demektir. Sonradan kavim, yani aynı topraklar üzerinde doğan ve yaşayan insanlara denilmiştir.
Din ve milliyet kelimelerini geniş olarak açıklayalım:
Din-i İslam Allahü teâlânın var olduğuna ve bir olduğuna ve Peygamberlerin hepsine inanmak demektir. (Daha detaylı bilgi için Din-i İslâm nedir? )
Milliyet, insanın çalışması ile ve dilemesi ile elde edebileceği bir meziyet değildir. Milliyet, aynı vatanda, aynı toprakta doğup yetişenlerin, din, örf, adet ve menfaat birliğidir. Çalışmadan, doğuşta ele geçen bir nimettir. Bu nimete kavuşturan, Allahü teâlâya şükretmek lazımdır. Şükretmek de, nimetin devam etmesi için ve kendisinden daha çok istifade edilmesi için çalışmakla olur. İslam dini, Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz parçasıdır ve bu milliyetçiliğin devamı için ve kendisinden çok faydalanmak için çalışmayı, sevişmeyi, başka dinden olan vatandaşlara da, aynı hakları sağlamayı, adaletten, sosyal haklardan müsavi olarak istifade edilmesini emretmektedir. Bu emirlerin ve yukarıda yazılı milli vazifelerin yapıldığı yerde yaşıyanların milliyetcilikleri ile iftihar etmeleri, bu nimeti kendilerine bırakan ecdatlarına, gazilerine, şehitlerine, hayırlı duâ etmeleri lazımdır. Bu birliklerinin, saadetlerinin sembolü olan istiklal marşlarını ve bayraklarını sevmeli ve saymalıdırlar.
Kendilerini idare eden, saadetleri için çalışan devletlerine, kanunlarına itaat etmeli, vergilerini seve seve ödemelidirler. Böyle sevişenlerin, başka dinlerden, mezheplerden olanlara dokunmamaları, onlara kötülük yapmamaları, milliyetçilik için bir kusur değil, bir meziyet olur ve bağlı olduğumuz İslam dininin, hak din olduğunu ve yüce Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın alemlere rahmet olduğunu gösterir. Milliyetçilik kelimesini, teknikte ilerlemiş bazı memleketlerde mesela doğu Avrupa’da, Rusya’da, hükümeti ele geçiren bir zümrenin, milleti sömürmek için söyledikleri gibi, ruhsuz, modası geçmiş bir söz sanmamalıdır. Milleti sömürenlerin buna inanması ve bağlanması, dinsizlerin ahlaka bağlanması kadardır. İnsan, tatlı bir hayat geçirebilmek için, milleti arasında bulunmaya muhtaçtır. İnsanlar, varlıklarını, haklarını ve ihtiyaçlarını koruyabilmek için, toplu olarak yaşamak zorundadır. Medeniyet de bu demektir. Bu topluluk ise kendi milletidir. İnsanların yalnız başına elde edemeyecekleri hakları korumak için toplu yaşamaları lazımdır dedik. Bu toplulukta, karşılıklı yardım ve fedakarlık lazımdır. İnsanın, din hürriyeti tanıyan milliyet uğrunda mı, yoksa dinsiz olan milleti uğrunda mı daha fedakar olacağını inceliyelim:
Dinsiz bir milliyetçi şöyle düşünebilir: Millet için ölmek hissi, müşterek olmalıdır. Bir kısmının ölmesi, bir kısmının kalması haksızlık sayılmalıdır. Millet menfaati kendi menfaatim için lazımdır. Kendimi o yolda feda edersem, aslı, maksadı, sebep için feda etmiş olurum. Ben her şeyden önce, kendimi düşünürüm. Başkası için feda olmam. Fedakarlık, nam ve şöhret almak için ise, geçici bir şöhret ve şeref için yok olmayı kim ister? Milyonlarca bir ordu içinde milleti için can veren askerlerin, hangi dağda, hangi derede kaldığını kimse bilmediği gibi, isimleri de dinsiz olan milletin kalbinden silinip gitmiştir. Bu adamlar, canları ile beraber mallarını da feda etmişler. Daha doğrusu, bunlar şayan-ı takdir olmaktan ziyade, kendileri hesabına, acınacak bir haldedirler. Millet için yaptığım fedakarlık bilinmez de, çekemeyenler sebep olarak, bir de suçlu görülürsem, halim neye varır?
Dinsiz bir milliyetçilikte, bir fedakarlık kuvveti elde edebilmek için fikre ve mantığa dayanan sebepler yoktur. Şuursuz hislere dayanan fedakarlık da karşılığını alamaz. Hele milleti idare etmekte olan ilericiler, sömürücüler, onlar için canlarını hiç feda etmezler. Komünist memleketlerde böyle oldu. İkinci cihan harbinde görüldüğü gibi, cephede dövüşüp şeref kazananlar, geri dönünce, hükümeti ele geçirmesinler diye, kurşuna dizildiler. Millete gelince, onlar da, hiçbiri için can feda edecek bir fikir sahibi değildirler. Avrupalıları tapınırcasına taklite özenen, onlardaki her fikri, her işi tam hakikat, tam saadet sanan dinde reformculardaki milliyet hissi ve hevesi de, yine taklit iledir. Evet, insanlar, akılları ve düşünceleri ile buldukları iş, meslek ve mezhep bağlarına, yani dinsiz bir milliyete, ırkçılıktan ziyade sarılmışlardır. Milliyetçiliği kendi menfaatleri ve iş başına geçmeleri için, alet ve maske yapan siyaset canbazları bir tarafa bırakılırsa, geri kalanın milliyetçiliği, işitmekle ve taklit ile hâsıl olmaktadır. Din adamlarının da, bu taklitçiliğe karıştıkları görülmektedir.
Hucurat sûresi 13. âyet-i kerimesi, hepsi bir anadan ve bir babadan hâsıl olan insanların, ancak Allahü teâlâdan korkularına göre derecelere ayrılacağını ve İslamiyette kavmiyetcilik olmayacağını bildirmektedir. Müslümanların milletlere ayrılmaları için bu âyet-i kerimeyi ileri sürenler görülüyor. İslamiyetin, birbirlerinden ayrı milliyetçiliklere bölünmeye karşı olmadığını, hepsine saygı göstermek lazım olduğunu söylemek istiyorlar. Halbuki müslümanlar, ayrı ayrı milliyetlere bölünürse, birbirleri ile çarpışmak tehlikesi başlar.
“Kıyamet günü Cenab-ı Hak buyurur ki: Ey insanlar! Ben bir neseb, soy seçtim. Siz başka bir neseb seçtiniz. Ben, Allahtan kim fazla korkarsa, daha kıymetliniz odur, dedim. Siz ise, falan filanın oğludur. Bunun için, filan falandan daha üstündür demekten vazgeçmediniz. İşte bugün ben, nesebimi yükseltiyor ve sizin nesebinizi aşağı alıyorum. Biliniz ki benim sevdiklerim, benden korkanlardır” hadis-i şerifi, müslümanların nasıl olacağını açıkça göstermektedir.
Fıkıh kitapları, nikahlanacak erkek ile kadının birbirine uygun derecede olmalarını bildirirken, kavimleri ve milliyeti de ölçüye katmaktadır. Bunları okuyanlar, kavmiyetin İslamiyette mühim olduğunu zannedebilir. Halbuki nikahta, erkekle kadın arasında, doğru ve yanlış her türlü beraberlik düşünülür. İki tarafın rızaları ile yapılan nikahın, kavmiyet ve milliyet ayrılığından dolayı bozulmasına izin verilseydi, o zaman böyle zannetmek haklı olabilirdi. Bugün bütün dünyada, her millet, insanları kendi tarafına çekip dururken, bizim de, kendi milliyetimizi düşünmemiz lazımdır. Bunu yapmakla din hürriyeti bulunmayan milliyete bir kıymet verilmiş olmaz. Çünkü, bu milliyet fikri, ilmi bir temele değil, hisse dayanıyor. Medeniyet-i İslâmiyye Tarihi kitabını yazan Curci Zeydan, milliyet fikrinin, İslamiyetin başlangıcında mevcut olduğunu, hatta hazreti Ömer’in siyasetinin bu fikre dayandığını yazıyor. Arabistan yarım adasında müşrik bırakmamak için olan çalışmalarını da, buna delil gösteriyor. Halbuki bu çalışmalar, din birliği üzerine kurulmuş olan, milli birlik içindi.
Hıristiyanlık dininde, akla uygun bir esas kalmamış, hurafeler, karmakarışık bir merasim hâlini almıştır. Bundan başka, aynı dinde, hatta aynı mezhepte bulunan hristiyanlar, başka başka hükümetlerin idaresinde yaşamaktadır. Avrupa hükümetleri, bunun için, başka bir bağ aramışlardır. Böylece, Avrupa’da, din birliği ölmüş, milliyet hissi doğmuştur. İslamiyet, ticaret, sanayi ve sosyal nizamı da kurduğundan, milliyet düşüncesini de içine almaktadır. Müslümanlar arasında ayrı milliyetler kurmaya ihtiyaç kalmamıştır. Bunun içindir ki bütün ilmihal kitaplarında, “Din ve millet, ikisi birdir” denilmektedir. Hatta, Avrupalıların İslam dinine karşı olan kuşkuları, bu dinin hemen her hükmünde ayrıca bir milliyet hissi de bulunduğundan ileri geliyor denilse yeridir. Eğer müslümanlar, bölünmeseler, İslamiyetin, milliyeti temsil etmesinden istifade ederek, yeryüzündeki sağlamlaşmamış birçok milliyetlere galebe çalmanın yolunu bulurlar.
İslamiyetin milliyeti temsil etmesinde, lisan birliği de akla gelir ise de, beş vakit namazda okunan ezanların ve Kur’anların bütün İslam memleketlerinde Arabî olması, bu beraberliği de temin etmektedir. Bunun içindir ki İslam düşmanları, bir milleti İslamiyetten ayırmak, din birliğini yok etmek için, o milletin dilini, gramerini, alfabesini değiştirmeye saldırmaktadırlar. Bir milletin dinine, imanına vurulacak en büyük darbe de, bu yoldan gelmektedir. Nitekim, Sicilya ve İspanya müslümanları böylece hristiyan yapılmıştır. Ruslar da, Türkistan’daki müslümanların dinlerini ve imanlarını yok etmek için bu keskin silahla saldırmaktadırlar. Zindanları, elektrik fırınları, Sibirya sürgünleri ve toptan imha faciaları, bu keskin silah kadar tesir edememiştir. Celal Nuri Bey, İttihat-ı İslam adındaki kitabında müslümanlar için Arapçayı, müşterek lisan olarak tavsiye etmektedir. Yavuz Sultan Selim han de, bunun için çalışmıştı. Bunu temin etmek içindir ki tarih boyunca bütün İslam memleketlerinde din kitapları Arabî olarak yazılmıştı. Arabî, bütün İslam memleketlerinde bir din lisanı olmuştur. Cennette de, herkesin Arabî konuşacağını, hadis-i şerifler haber vermektedir. Böyle düşünmek, her müslüman milleti Araplaştırmayı istemek zannedilmemelidir. Dünya devletleri arasında İngilizce ortak bir dil hâlini almaktadır. Buna hiçbir devlet, karşı koymuyor. Bugün ilim ve fen sahibi bir adamın, bir, hatta birkaç yabancı dil öğrenmesi zaruret hâlini almıştır. Bir hadis-i şerifte, “Bir kavmin dilini öğrenen, onların zararlarından korunmuş olur” buyrulmaktadır. Bunun içindir ki gençlerimizin Arabî öğrendikleri gibi, Avrupa dillerinden de öğrenmeleri lazım ve faydalıdır ve sevap kazandıran çok işlere sebep olabilir. Avrupalıların asırlardan beri bize yabancı gözü ile bakmalarını, milliyet hissinden ziyade, İslam dinini bilmemelerinde aramak doğrudur.
Bir hadis-i şerifte, “İçinizdeki fenaları yola getirmeye çalışmazsanız, yani emr-i maruf ve nehy-i münker yapmazsanız, Cenab-ı Hak, başınıza öyle belalar verir ki bu belalardan kurtulabilmek için, artık iyilerinizin Allaha yalvarması da fayda vermez” buyurulmuştur. Âli-i İmrân sûresi, 110. âyet-i kerimesi, müslümanların Emr-i maruf ve Nehy-i münker yapmasını emretmektedir. Yavuz Sultan Selim han, memlekette bulunan gayrimüslimlere karşı, ya müslüman olun veya sizi kılınçtan geçiririm diyeceği zaman, din âlimleri bunun doğru olmadığını söylediler, yani nehy-i münker yaptılar. Sultan da, bu işten vazgeçti. Bu hâli yanlış gören sivri akıllılar bulunabilir. Halbuki hak ve adalet yolunda olmayan dini hislerin, hakiki bir müslümanlık olamayacağını anlayan din âlimlerine boyun eğen o şerefli padişahın bu hareketi övülmeye layıktır. Dini fikirler ve hislerle milli fikir ve hislerin farkı böyle ince noktalarda kendini gösterir. Dinsiz olanların milli düşünceleri hak ve adaletten ayrılabildiği hâlde, dini düşünceler ayrılamaz. Çünkü, hak ve adalet gibi faziletler İslam dininin sınırları içindedir.
Burada İslamiyetin insanlara verdiği adalet duygusunun necabetini ve nezahetini gösteren bir vesikayı bildirmek uygun olur. I. cihan harbi muharebelerinden sonra, İstanbul’da suçluları sürmek için muhakemeler kurulmuştu. Oradaki muhakemelerin birinde, Boğazlıyan müftüsünün, elini imanlı göğsüne koyarak ve göz yaşları ile ak sakalını ıslatarak, o yerlerde memurların yaptığı işkenceler ile alakalı şahadeti, gazetelerde okunmuştur. Avrupalılar, eskiden Türklerin müteassıb denilen kısmının, gayrimüslimler için tehlikeli olduklarını sanarak hakiki müslümanlara düşman oluyorlardı. Sırası gelmişken şunu da bildirelim ki bugünkü ilericiler, Allahın emrini yerine getiren, yani farzları yapmaya ve haramlardan sakınmaya çalışan müslümanlara, mesela, namaz kılanlara, sokağa çıkarken ailesinin, kızının örtülü olmasına dikkat edenlere, içki içmeyenlere müteassıb diyorlar. Halbuki taassup, inatcılık etmek, kendi mezhebine, fikrine körü körüne bağlanıp, başkalarının buna uymayan doğru sözünü kabul etmemek demektir. Haksız bir şeyi inat ile savunan bir kimseye müteassıb denir. Taassup, din-i İslamın beğenmediği kötü bir huydur.
Resûlullah efendimize İslamiyet nedir diye sorulduğunda, “Müslümanlık, Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Allahü teâlânın mahluklarına acımaktır” buyurdu. Resûlullahın bu hadis-i şerifte gösterdiği ışıklı yolda ilerliyen insanlar, hangi kavm, hangi millet, hangi dinden olursa olsun, Allah’ın kullarının haklarına dokunmanın, ahirette büyük suç olacağını bilirler. Bu insanlardan kimseye zarar gelmeyeceğini yukarıdaki vesika açıkça göstermektedir. İslamiyette şahsların ve cemiyetin menfaatlerine çalışılmakla beraber, müslümanların gayesi, bu menfaatlerden daha üstün ve ilâhî bir şeydir. Menfaati düşünmek, tabii ve lazım ise de, bunu her gayenin üstünde görmek ayıp, kusur ve fenâ bir egoistlik olduğu gibi, dinden ayrı olan milliyet hissini her şeyin üstünde görmekle de, bu egoistlikten kurtulamaz. Böyle olan milliyet hissi ile hareket eden adam, kendinin de o milletin içinde olduğunu düşünmüş, bunun için az çok egoistce hareket etmiştir. Müslümanları harekete getiren maksat ise daha temiz ve daha necibdir. Her şeyin üstünde olarak, din için, yani Allah için çalışan her müslüman, büyük bir aşk ve fedakarlıkla hareket eder. Milletinin yükselmesi daha kolay ve sağlam olur. Başka milletlere de zararı dokunmaz. Müslüman, her adımını Allah için atan, her hesabını Allah için yürüten bir insan demektir. Böyle bir insanın ne kendine, ne de hiçbir kimseye zararı olamaz. Halbuki dini ve Allahı bırakıp da, dinden ayrı olan milliyeti düşünenler, hiç olmazsa, başka milletlere karşı, hakka ve adalete bağlı davranmayabilirler. Din sahibi olmak, Fransızların, (Chacun pour soi et Dieu pour tous) ata sözünde olduğu gibi herkes için faydalı olmaktır.
Âli-i İmrân sûresi, 64. âyetinde meâlen, “Ey Allahın kitabına inanıyoruz diyen yahudi ve hristiyanlar! Aramızda ayrılık olmayan söze, yani imana geliniz!” buyuruldu. İşte insanlık karşısında, dine hürriyet veren ile din hürriyeti tanımayan milliyetciliğin farkı!
Tavsiye Yazı –> Darvinizme bakışımız nasıl olmalı?