İslam dini, en son ve en mükemmel dindir. Meşhur ingiliz edibi Bernhard Shaw bile “Dünya için bir tek din seçmek gerekirse, bu muhakkak İslam dini olacaktır” demiştir. Bu da gâyet tabiîdir. Çünkü İslam dini, şimdiye kadar gelip geçmiş olan bütün dinlerin düçar oldukları [düştükleri] tahriflerden [değiştirmelerden] mahfuz [korunmuş] bir dindir. Tek Allaha inanmayı emreden, dinlerin en büyüklerinden olan yahudi dininde, bir mesihin geleceği bildirilmiştir. Mesih olarak geldiği kabul edilen Îsâ aleyhisselâmın yaydığı dinin kitabı olan İncil kaybolmuştur. Sonradan birçok kısımları değiştirilerek, çeşitli İnciller yazılmış olmasına rağmen, asıl mesih olarak son bir Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” geleceği hakkında işaretler vardır. Barnabas İncilinde ise, bu Peygamberin ismi açıkça yazılıdır. O hâlde İslam dini, bütün hakiki dinlerin birleştiği en son, en doğru, en mükemmel ve Allahü teâlânın rızasına tam uygun olan dindir. Bütün gençliği Avrupa’da hristiyanlar arasında geçmiş olan kültürlü bir arkadaşımız [Doktor Nuri Refet Korur] bize, “Babam ve anamdan müslüman olarak dünyaya geldim. Hayatım Avrupa’da geçti. Orada, elimde fırsat bulunduğu için, bütün dinleri araştırmak ve birbirleriyle karşılaştırmak için bol zaman buldum. Eğer başka bir dinin İslam dininden daha üstün olduğunu görmüş olsaydım, müslümanlığı bırakır, o dini kabul ederdim. Çünkü, kimse beni müslüman kalmaya zorlamıyordu. Fakat yaptığım bütün araştırmalar, karşılaştırmalar, hristiyanlarla yaptığım tartışmalar, İslam dininin dünyada bulunan bütün dinlerin üstünde, hiç tahrif edilmemiş hakiki din olduğunu o kadar açık bir sûrette meydana çıkardı ki İslamiyete bütün kalbimle bağlandım” demişti.
Ne yazık ki bugün bile batı aleminde müslümanlara sapık fikirli, uyuşuk kafalı, şeytana tapan, dinsiz demek haksızlığında bulunan hristiyanlar vardır. Hristiyan çocuklarına, papazlar tarafından bu yanlış bilgiler verilmekte, zihinleri çelinmektedir. Bir yandan da, İslam dininde medeniyete uygun olmayan birçok hususlar bulunduğu ileri sürülmektedir. Halbuki bugünkü medeniyete en uygun olan din, İslam dinidir. Bu sayede papazların verdiği yanlış bilgilerin doğrusunu yazmaya çalıştık. Bu çalışmanın ne kadar doğru ve lüzumlu olduğunu da hemen gördük. Kitaplar dünyaya dağıtılınca, tesirini hemen gösterdi. Hindistan’dan aldığımız bir mektupta, hristiyan dininde bulunan bir Hindli, “(Müslümanlık ve Hristiyanlık) ismindeki kitabınızı okuyunca, hakiki dinin İslam dini olduğunu anladım ve müslüman olmaya karar verdim” diye yazdı. Afrikalı gençlerden de, böyle çok mektuplar gelmektedir. İslam dininin saf, temiz, medeni ve insani şeklini tetkik etmek imkanını bulan herkes, bu dinin cazibesine kapılır. İslam dini, hiç bir propaganda yapılmadan, hiçbir teşkilat kurulmadan, bütün dünyaya yayılmaktadır. Halbuki hristiyanlık dinini yaymak için uğraşan misyonerlerin bağlı olduğu teşkilatlar, bu uğurda pek çok para sarf etmekte, birçok sosyal yardımlar yapmakta, buna rağmen yine istedikleri gibi muvaffakiyet elde edememektedirler.
İslamiyet aleyhinde yapılan bütün bu yanlış ve düşmanca neşriyata ve hristiyanlığın yayılması için yapılan korkunç gayretlere rağmen, dünyada müslümanlar gittikçe artmaktadır. İlerde bu hususta, daha geniş malumat bulacaksınız. Bu müslümanların bir kısmı, müslüman çocuğu olarak doğdukları için müslüman kalmışlardır. Fakat bunların yanında, anası babası başka dinden olan ve çocukken başka din terbiyesi aldığı hâlde, müslümanlığı kabul eden insanlar da vardır. Bunların içinde, dünyaca tanınmış büyük diplomatlar, devlet, ilim ve fen adamları, edipler, yazarlar, hatta din adamları vardır. Bunlar, İslam dinini iyice araştırdıktan ve onun büyüklüğüne hayran olduktan sonra, seve seve müslüman olmuşlardır. Bunlardan başka, bütün dünyaca tanınan birçok meşhur şahslar, resmen müslüman olmasalar bile İslam dinini büyük bir saygı ve takdirle karşılamışlar, hatta İslam dininin hakiki din olduğuna îman etmişler ve böyle inandıklarını söylemekten çekinmemişlerdir. Bütün dünyanın kendilerine hayran olduğu ilim adamları, filozoflar, siyaset adamları, her şeyden evvel Allahü teâlânın varlığına ve birliğine ve her şeyi Onun yarattığına inanmaktadırlar. Bu kısımda, bu zevattan bir kısmının sözlerini ve düşüncelerini bulacaksınız.
İslamiyeti kabul edenler arasında, mecburiyet, menfaat, hatta reklam yüzünden müslüman olanlar bulunabilir.Mesela, bir müslüman erkekle evlenmek isteyen başka dinden bir kadın veya insanlık dışına atıldığı için tekrar insanlık haklarına kavuşmak isteyen bir Hind paryası, İslamiyeti iyice araştırmadan veya anlamadan müslümanlığı kabul etmiş olabilir. Fakat meşhur ilim ve fen adamlarının, ediplerin, İslam dinini ancak uzun uzadıya inceledikten sonra kabul etmeleri, çok yüksek bir mânâ taşır. Bu kültürlü insanların, niçin dinlerini terkederek müslümanlığı kabul ettikleri hakkında yaptıkları açıklamaların en mühimleri, değişik kaynak ve kitaplardan toplanarak, aşağıdaki sayfalarde sıralanmıştır. Bunları okuduğunuz zaman, İslam dininin niçin diğer dinlerden üstün olduğunu, bu zevatın ağzından duymuş olacaksınız. Müslüman doğan ve hayatı müslümanlar arasında geçen bir kimse, belki bu üstünlüklerin farkına bile varmaz. Fakat, başka bir din taşırken İslamiyeti inceliyen bir kimse, aradaki farkı çok iyi görür, anlar ve takdir eder. Siz de, bu açıklamaları okurken, dinimizin yüksek meziyetlerini bir kere daha takdir etmek imkanını bulacak ve müslüman olduğunuz için Allahü teâlâya hamd edeceksiniz. Amerikanın, Afrikanın ve Asyanın her köşesinden aldığımız mektuplarda, İslamiyeti Internetten okuyup, öğrendikleri ve müslüman oldukları bildirilmekte ve şükranlarını ifade etmektedirler.
Yeri gökü yaratan, ağaçları donatan,
Çiçekleri açtıran, bir Allahtır, bir Allah!
Allah her yerde hazır, ne yaparsan O görür.
Ne söylersen işitir. Vardır, birdir, büyüktür.
Biz Allah’ı severiz. Her emrini dinleriz.
Beş vakit namaz kılar, Ona isyan etmeyiz.
Mümin iyi huyludur. Herkes ondan memnundur.
Kimseye zulüm eylemez. Kendi de huzurludur.
[Osmanlı devleti zamanında bu şiir, bütün ilk mekteplerde okutulurdu.]
MUKADDEME
[GİRİŞ]
MÜSLİMANLIĞI SEÇENLER
Başka dinden oldukları hâlde İslamiyeti kabul eden muhtelif ırk, memleket, kavim, renk ve meslekten 42 zata, bazı mecmua veya cemiyetler veya kendi arkadaşları tarafından sorulan:(Niçin Müslüman Oldunuz?)(Müslümanlıkta en çok beğendiğiniz hususlar nelerdir?) suallerine; bunlar gâyet açık ve samimi olarak cevap vermişlerdir. Bu zevat, uzun uzadıya düşündükten ve İslam dinini çok dikkat ile inceledikten sonra, müslüman olmaya karar vermişlerdir. Onların, birer vesika [belge] olan bu cevaplarını, muhtelif kitap ve mecmualardan alarak ve Türkçeye tercüme ederek yazıyoruz. Bu cevaplardan alınacak çok ibretler vardır ve bunları okuyanlar, dinimizin ulviyetini bir kere daha kalplerinde his edeceklerdir.
Bu vesikalar, yeni müslüman kardeşlerimizin bağlı bulundukları memleketlere göre, alfabe sırası ile sıralanmıştır. Bu memleketler şunlardır:
Almanya, Amerika, Avusturya, Fransa, Hollanda, İngiltere, İrlanda, İsvec, Japonya, Kanada, Macaristan, Malaya, Polonya, Srilanka, Zengibar.
Şimdi bu vesikaları birer birer okuyalım:
MUHAMMED EMİN HOBOHN
(Alman)
Muhammed Emin Hobohn, hem bir diplomat, hem de bir misyonerdir. İctimai [sosyal] meseleler ile meşgul olmuş bir ilim ve din adamıdır.
Avrupalılar niçin dinlerini terkederek müslüman oluyorlar?Bunun birçok sebepleri vardır. Bunların başında (Hak)gelmektedir. İslam dininin esas kaideleri o kadar mantıki o kadar doğru ve dürüstdür ki dinde hakkı, hakikati arayan aklı başında, okumuş bir insanın bunları kabul etmemesi imkansızdır. Mesela, İslam dini, bir tek mâbud bulunduğunu bildirir. İnsanların akıl-ı selimine (sağduyusuna) hitab ederek, onları birçok hurafelere inandırmaya tenezzül etmez. İslam dini, dünyadaki bütün insanların, hangi ırktan gelirse gelsin, hepsinin Allahü teâlânın kulu olarak birbirlerine müsavi, birbirinin benzeri olduğunu bildirir. Biz almanlar, esasen Allahü teâlânın bize kuvvet ve kudret veren, ruhumuzu kemâle erdiren büyük bir hâlik [yaratıcı] olduğuna inanırız. Allah mefhumu bizim içimize emniyet ve huzur getirir. Fakat hristiyan dini, bu huzuru verememektedir. Yalnız İslam dini Allahü teâlânın büyüklüğünü bize öğretmekte, aynı zamanda öldükten sonra insan ruhunun nereye gideceği hakkında bize rehber olmaktadır. İslam dini, yalnız dünyada değil, ahirette de bize yol göstermektedir. Ahirette rahat etmek için dünyada ne yapmak lazım olduğunu, çok açık ve mantıki bir tarzda öğretmektedir. Allahü teâlânın, ahirette, insanlardan dünyada yaptıkları işler hakkında adilane hesap soracağını bilmek, onları dünyada doğru ve dürüst hareket etmeye sevk eder. Bunun için hakiki müslümanlar, dünyada iyice düşünmeden ve yapacakları işin hakikaten hayırlı olduğuna inanmadan hiç bir iş yapmazlar. Böylece, bu büyük din, hiç bir dünyevi polis teşkilatının yapamayacağı bir şekilde, insanları teftiş [kontrol] etmekte ve onların dâima doğru yolda kalmalarını temin etmektedir.
İslam dininin Avrupalılar tarafından seçilmesinin başka bir sebebi de, ibâdet şeklidir. Namaz, insanlara dâima zamanında iş yapmayı, oruç ise, irâdesini kuvvetlendirmeyi öğretir. Hayatta başarı için, (Zamanında iş yapmak ve irâdesine hâkim olmak) kadar ehemmiyetli başka ne vardır?Büyük adamlar ancak bu iki amil sayesinde muvaffak olmuşlardır. Şimdi, İslam dininin en güzel bir noktasına geliyorum:İslamiyet insanlara ahlaki ve insani hususları gâyet mantıki bir tarzda öğretirken, onları hiç bir zaman yapamayacakları işlere zorlamamıştır. Aksine, onlara iyi ve rahat yaşamak için birçok imkanlar tanımıştır. Allahü teâlâ, insanların rahat ve mesut yaşamasını istemektedir. Bunun için, insanların günah işlememesini emreder. Müslümanlar, kendilerinin dâima Allahü teâlânın huzurunda olduklarına inanır. Günah işlememeye çalışırlar. Gerek diğer dinlerde ve gerek Avrupada kurulan nizamlarda, bu kadar güzel, bu kadar faydalı bir kaide yoktur.
Ben, dünyada birçok yerlerde ve muhitlerde, diplomat ve misyoner olarak bulundum. Diğer dinleri, ictimai nizamları dikkat ile inceledim. İslamiyet kadar doğru, İslamiyet kadar mükemmel, ne bir din, ne de ictimai bir nizam gördüm. Komünizm, insanlara ilk bakışta doğru bir düşünüş gibi görünmektedir. Bunun gibi, dünya işlerinde en büyük idare şekli olduğu zannedilen garbdaki demokrasi ve nazilikte de, bazı doğru noktalar vardır. Fakat bunların hiç biri tam değildir.Hepsinde birçok noksanlar vardır. Tam ve kusursuz olan ancak İslam dinidir. İnsanları yükseltecek olan amil, Avrupalıların buluşu olan ictimai düşünceler değil, ancak ve ancak İslam dinidir. Bunun için, her akıl-ı selim (sağduyu) sâhibi, kâmil bir insan hiç tereddütsüz İslamiyeti kabul eder. Ben de böyle yaptım. Müslümanlık nazariyat dini değil, ameli [pratik] bir dindir. İslamiyet, insanın rahim ve gafur (merhametli ve affedici) olan ve doğru yolu gösteren Allahü teâlâya, kendini teslim etmesi demektir. Bundan daha güzel ne olabilir?
Dr. HAMİD MARCUS
(Alman)
Dr. Marcus tanınmış bir fikir adamı ve yazar olup Berlinde Moslemische Revue adlı mecmuayı kurmuştur.
Daha çocukken müslümanlığı merak etmiş ve İslamiyet hakkında malumat [bilgi] toplamaya başlamıştım. Doğduğum şehrin kütüphanesinde 1164 [m. 1750] senesinde basılmış eski bir Kurân-ı Kerîm tercümesi buldum. Rivayete göre, Goethe de, İslam dinini incelerken aynı Kurân-ı Kerîm tercümesini okumuş ve ondan sonra, bu kitaba karşı olan hayranlığını izhar etmişti. Kurân-ı Kerîmi okudukça, onun gâyet mantıki olan ve aynı zamanda insanın ruhuna kadar işliyen cazibeli ifadesi bana çok tesir etti. İslamiyetin koyduğu esasların ne kadar doğru, ne kadar faydalı olduğunu, İslamiyet ile şereflenen milletlerin, az zaman içerisinde, tam bir medeniyete kavuşmasını, açıkça ispat ediyordu.
Kendi memleketimden ayrılıp, Berline geldiğim zaman, orada müslümanlarla dost oldum ve onlarla birlikte İslam merkezi [misyonu] azalarının vermekte oldukları, çok ilgi çekici ve öğretici konferansları, büyük bir dikkat ile takip ettim. İslam merkezinin azaları ile daha fazla temas etmeye ve İslam dinini daha yakından incelemeye başladım. Bir müddet sonra, bu dinin benim aradığım ve düşündüğüm hak din olduğuna tamamıyla inanarak müslümanlığı kabul ettim.
İslam dininde, Allah birdir ve tek halıka [yaratıcıya] inanmak, İslâmin en kudsi akidesidir. İslam dininde akla sığmaz, inanılması mümkün olmayan hiç bir akide yoktur. Allahü teâlâdan başka, hiç bir yaratıcı yoktur. İslamiyette, modern ilimlere uymayan, onlara zıd hiçbir nokta bulamazsınız. Emir ve telkin ettiği bütün hususlar, tamamıyla mantıki ve faydalıdır. İslamiyette, diğer dinlerde olduğu gibi, îman ile mantık arasında hiç bir ayrılık yoktur.Bunun için, benim gibi, tabiî ilimlerle hayat boyu uğraşmış bir kimsenin, bu uğraşmalardan elde ettiği ilmi sonuçlara tam uyan İslam dinini, bunlara hiç uymayan diğer dinlere tercih etmesinden daha tabiî ne olabilir?
İkinci bir sebep olarak, şunu da ilave edeyim ki diğer dinler, yalnız maneviyata hitab eden birtakım garib, abes fikirlerle doludur. Bunların hakiki hayat ile hiç bir ilgisi yoktur. Halbuki İslam dini, insanın hayatta ne yapması icap ettiğini de öğreten, ameli bir dindir. İslam dininin emirleri, insana yalnız ahirette değil, aynı zamanda dünyada da doğru yolu gösterir, fakat hiç bir zaman onun hürriyetini sınırlamaz.
Senelerden beri müslüman olarak dinimi incelemeye devam ediyorum.Her defasında onun en mükemmel olduğunu görerek, ruh rahatlığına kavuşuyorum. İslamiyet, şahsiyet ile cemiyet hayatı arasında, ne güzel bir yoldur! İslamiyet, bu iki ayrı hayatı tanzim etmektedir. İslamiyet, tamamıyla âdil ve ancak insanların iyiliğini isteyen bir dindir. Dünyada, ne gibi ictimai bir cereyan olursa olsun, bunun bütün iyi tarafları İslam dininde vardır.
Bayan AMİNE MOSLER
Niçin müslüman oldum?
Oğlumun, bana sorduğu birçok suallere cevap veremiyordum. O bana: (Anne, Allah niçin üç tane?) diye soruyor, kendim de üç tanrıya inanmadığım için, ona inandırıcı bir cevap veremiyordum.Nihâyet 1346 [m. 1928] senesinde yaşı artık oldukça ilerlemiş olan oğlum, bir gün gözleri yaşlı olarak bana geldi, (Anne, ben müslümanlığı tetkik ettim. Onlar bir tek mâbuda [yaratıcıya] inanıyorlar. Onların dini, en doğru din. Ben de müslüman olmaya karar verdim. Sen de bana katıl!)diye yalvarmaya başladı. Onun ricası üzerine, ben de İslam dinini incelemeye başladım. Berlin camiine gittim. Camiin imamı beni çok iyi kabul etti ve bana müslümanlığın esaslarını anlattı. O anlattıkça, sözlerinin ne kadar doğru, ne kadar mantıki olduğunu görüyordum. Artık ben de, oğlum gibi İslam dininin en doğru bir din olduğuna inanmaya başlamıştım. Her şeyden evvel, daha genç yaşta iken bile bir türlü anlayamadığım, aklımın bir türlü kabul etmediği üçlü tanrıyı müslümanlık reddediyordu. Müslümanlığı iyice inceledikten sonra, günah çıkarmanın, Papayı günah işlemez Mâ’sûm bir varlık olarak tanımanın, vaftiz yani günah izalesinin ve buna benzer birçok merasimin ne kadar mânâsız olduğunu anladım ve bütün bunları reddederek seve seve müslüman oldum.
Bütün ecdadım koyu hristiyandı. Ben bir katolik manastırında büyütüldüm. Tamamen hristiyan terbiyesi aldım. Fakat, aldığım bu dini terbiye, beni Allahü teâlâya götürecek hak dini seçmeme yardım etti. Çünkü, terbiyem esnasında bana öğretilen bütün iyi şeyleri, hristiyanlıkta değil, müslümanlıkta buldum. Müslümanlığı kabul etmekliğim benim için büyük bir talih eseridir.
Bugün ben bir büyük anneyim.Torunum müslüman olarak doğduğundan dolayı bahtiyarım. Biliyorum ki Allahü teâlâ, doğru yola koyduklarına dâima rehberlik eder.
4
MUHAMMED ALEXANDER RUSSEL WEBB
(Amerikalı)
(Muhammed Alexander Russel Webb, 1262 [m. 1846] senesinde Amerikada Hudson şehrinde doğdu. New-York üniversitesinde okudu.Kısa zamanda çok sevilen ve çok takdir edilen bir fıkra muharriri oldu. (St. Joseph Gazett) ve (Missouri Republican) isimlerinde mecmualar neşretti. 1887 tarihinde Filipinlerde Amerika konsolosu oldu. Müslüman olduktan sonra kendini tamamıyla İslamiyeti neşretmeye vakıf etti ve Amerikadaki teşkilatın başına geçti. 1335 [m. 1916] senesinde vefât etti.)
Bana, ahalisinin pek çoğu hristiyan olan Amerikada doğan, büyüyünceye kadar mütemadiyen hristiyan papazların yaptıkları vaazları, daha doğrusu saçmalıkları dinliyen, benim gibi bir insanın, niçin dinini değiştirerek müslüman olduğunu soranlar çok oldu. Ben de onlara, müslümanlığı niçin hayat rehberi olarak seçtiğimi, kısaca şöyle anlattım:Müslüman oldum! Çünkü, yaptığım incelemeler, araştırmalar, insanların ruhi ihtiyaçlarının, ancak müslümanlığın koyduğu sağlam esaslarla temin edileceğini gösterdi.Ben daha çocukken bile hristiyanlığa bir türlü 2 elle sarılamamıştım. 20 yaşıma geldiğim ve artık reşid olduğum zaman, kilisenin her şeyi günah sayan, garib [mistik] ve can sıkıcı terbiyesine tamamen isyan etmiştim. Yavaş yavaş kiliseden ayrıldım ve bir daha dönmedim. Benim araştırıcı ve mütecessis bir ahlakım [karakterim] vardı.Her şeyin sebebini ve maksadını arıyordum. Bunlar için mantıki cevaplar bekleyordum. Halbuki rahiblerin ve diğer hristiyan din adamlarının bana verdiği cevaplar, beni tatmin etmiyordu. Onlar, çok kereler suallerime tatmin edici cevaplar verecekleri yerde, (Bunları biz anlayamayız. Bunlar ilâhî sırlardır) diyorlar veya (Bunu bizim aklımız kavramaz)gibi kaçamaklı bir cevap veriyorlardı. Bunun üzerine, bir yandan şark dinlerini, diğer taraftan meşhur filozofların eserlerini incelemeye karar verdim. Filozoflardan Mill, Locke, Kant, Hegel, Fichte, Huxley’in ve diğerlerinin eserlerini okudum. Bu filozofların eserlerinde, hep protoplazmadan, atomlardan, moleküllerden, taneciklerden bahs olunuyor, fakat (İnsanın ruhu ne oluyor, öldükten sonra nereye gidiyor, bu dünyada ruhun nasıl terbiye edilebileceği) hakkında bir fikir bulunmuyordu. Halbuki İslam dini, insanın bedeni yanında, ruhu ile de meşgul oluyor ve bizi aydınlatıyordu. Bunun içindir ki ben, ne yolumu şaşırdığımdan, ne de hristiyanlara kızdığımdan veya ani bir karara kapıldığımdan dolayı değil, tam aksine inceden inceye tetkik ettikten, büyüklüğünü, ulviyetini, ciddiyetini, mükemmelliğini iyice anladıktan sonra müslüman oldum.
İslamiyette esas, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna inanmak, Ona kendini teslim etmek ve Ona ibâdet ederek lütuflarına şükretmektir. İslamiyet, bütün insanlara kardeşliği, iyiliği, sevgiyi emreder. Onlardan ruh, beden, dil ve amel [iş] temizliği ister. İslam dini, şimdiye kadar insanların bildiği dinlerin muhakkak en mükemmeli, en üstünü ve sonuncusudur.
Albay DONALD ROCKWELL
(Amerikalı)
Müslümanlığı niçin kabul ettim?
Müslümanlığın çok mantıki ve sade oluşu, camilerin insanı kendine çeken cazibesi, bu dine mensub olanların, dinlerine büyük bir cittiyet ve muhabbet ile bağlanmış olması, bütün dünyada müslümanların günde 5 defa aynı saatte büyük bir saygı ve ihlas ile secdeye kapanışı, benim üzerimde çoktan beri, büyük bir tesir yapmıştı. Fakat bunlar, benim müslüman olmaklığım için kâfi gelmedi. Ben ancak, İslam dinini iyice tetkikten ve onda güzel, faydalı birçok hususlar bulduktan sonra müslüman oldum. Hayata cittiyet, fakat aynı zamanda tatlılıkla bağlı olmak [ki Muhammed aleyhisselâmın kendi hareket tarzıdır], işlerde müşavere etmek, insanlara dâima merhamet ve şefkat ile muamele etmek, yoksullara yardım etmek, ilk defa olarak kadınlara da mal sâhibi olma hakkını vermek gibi, o zamana göre en muazzam medeni inkılablar, Muhammed aleyhisselâmın kısa ve veciz sözleriyle ne güzel ifade edilmiştir! Muhammed aleyhisselâm aynı zamanda (Allahü teâlâya tevekkül, îtimat et, fakat deveni bağlamayı unutma!) sözleri ile insanlara, Allahü teâlânın kullarından evvela, her türlü tedbire başvurmalarını, icap edeni yapmalarını ve ancak ondan sonra, Allahü teâlâya tevekkül etmelerini emrettiğini bildirmektedir. O hâlde, Avrupalıların iddia ettiği gibi, İslam dini, hiç bir iş yapmadan, her şeyi Allahü teâlâdan bekleyen miskinlerin dini değildir. İslam dini, herkese, önce elinden gelen her şeyi yapmasını ve ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül etmesini emreder.
İslam dininin, diğer dinlerdeki insanlara karşı gösterdiği adalet de, benim üzerimde çok büyük bir tesir yapmıştı. Muhammed aleyhisselâm, müslümanların hristiyanlara ve yahudilere karşı iyi muamele etmelerini emrediyor. Kurân-ı Kerîm ise, Âdem aleyhisselâmdan başlayarak, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmin Peygamberliğini kabul ediyordu. Bu, hiç bir başka dinde olmayan bir yüce sadakat, büyük hakşinaslıktır. Diğer dinlere inananlar, İslamiyet hakkında, akla gelmez fenâ şeyler söylerken, müslümanlar bunlara karşı kibarca mukabele ediyorlar.
İslamiyetin en güzel hususiyetlerinden biri de, onun kendini putlardan tamamıyla kurtarmış olmasıdır. Hristiyanlıkta hala resmlere, heykellere, işaretlere tapılırken, İslamiyette hiç böyle bir şey yoktur. Bu da, İslamiyetin ne kadar saf, ne kadar temiz olduğunu gösteriyor.
Allahü teâlânın resûlü olan Muhammed aleyhisselâmın, sözleri ve öğrettiği hususlar, hiçbir değişiklik yapılmadan günümüze kadar gelmiştir. Allah kelamı olan Kurân-ı Kerîm ise, vahiy olunduğu gibi aynen muhafaza edilmiş ve Muhammed aleyhisselâm zamanındaki berraklığını asla kaybetmemiştir. Hristiyanların, Îsâ aleyhisselâmın dinine yaptıkları gibi, İslam dinine birçok yalan yanlış hurafeler, efsaneler karıştırılmamıştır.
Beni müslüman olmaya götüren sebeplerden sonuncusu, İslamiyette bulduğum metanet ve irâde gücü oldu. İslamiyette yalnız ruhun değil, aynı zamanda bedenin de temiz olması emrediliyordu. Yemek yerken, tıka basa mideyi doldurmamak, senede bir ay oruç tutmak, her şeyde ölçülü hareket etmek, harcama yaparken, ne fazla, ne eksik sarf etmek gibi. Değil bugün, yarın da, bütün insanlara rehberlik edecek hususlar, insanlara en güzel bir tarzda telkin olunuyordu. Ben, müslüman memleketlerinin hemen hepsini ziyaret ettim. İstanbul’da, Şam’da, Kudüs’te, Kahire’de, Cezayir’de, Fas’ta ve sair müslüman şehirlerinde, bütün hakiki müslümanların bu kaidelere riâyet ettiklerini ve bundan dolayı hayatta huzura kavuştuklarını bizatihi gördüm. Onların, Allahü teâlânın yoluna girmek için süslere, resimlere, heykellere, mumlara, müziğe ve benzeri şeylere ihtiyaçları yoktu. Allahü teâlânın kulu olduklarını his etmeleri ve kendilerini ona teslim etmeleri, onlara en büyük mânevî huzur ve saadeti, lezzeti veriyordu.
İslam dinindeki hürriyet ve müsavat [eşitlik], beni dâima kendine çekmiştir.Müslümanlar arasında, en yüksek bir mevki sâhibi ile en fakir bir kimse, Allahü teâlânın huzurunda müsavidir ve birbirinin kardeşi sayılır. Camide, müslümanlar yan yana ibâdet ederler. Mevki sâhibi olanlar için ayrılmış, özel yerler yoktur.
Müslümanlar, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç bir kimsenin bulunmadığına îman ederler. Müslümanlıkta ibâdet, Allahü teâlâ ile kul arasında yapılır. Günahlarını affettirmek için, din adamlarına baş vurmazlar. Her müslüman kendi hareketinden, ancak kendisi mesuldür.
Müslümanlar arasındaki kardeşlik, bana hayatta çok kereler yardımcı oldu. Bu din kardeşliği de, beni müslümanlığa götüren amillerden biridir. Nereye gitsem, bir müslüman kardeşimin bana yardım edeceğini ve üzüntülerimi benimle paylaşacağını biliyorum. Dünyada, ırk, renk ve siyasi düşünceleri birbirinden farklı olan bütün müslümanlar, birbirinin kardeşidir ve birbirlerine yardım etmeyi kendilerine borç bilirler
İşte, beni müslüman yapan sebepler bunlardır. Acaba bunlardan daha güzel ve ulvi [yüce] bir sebep düşünülebilir mi?
6
SALAHATTİN BOART
(Amerikalı)
1338 [m. 1920] senesinde, bir doktoru ziyaret için muayenehanesine gittiğim zaman, bekleme odasında, Londra’da çıkan (Orient Review) ve (African Times) mecmualarını görmüştüm. Bu mecmuayı karıştırırken okuduğum: (Ancak bir tek Allah vardır) cümlesi, benim üzerimde çok derin bir tesir yaptı. Çünkü hristiyanlık dininde, tam 3 tane tanrı vardı ve aklımız kabul etmediği hâlde, buna inanmak zorundaydık. Bu (Ancak bir tek Allah vardır)ibaresi, bu tarihten itibaren aklımdan çıkmaz oldu. Bu kudsi ve ulvi îtikat, müslümanların kalplerinde taşıdıkları, beha biçilmez bir hazinedir.
Artık İslamiyete alakam arttı. Bir müddet sonra müslüman olmaya karar vermiştim. Müslüman olduktan sonra, Salahaddin ismini aldım. Müslümanlığın en doğru din olduğuna inanıyordum. Zira müslümanlık, Allahü teâlânın hiç bir şeriki olmadığını ve bir günahın ancak Allah tarafından affedilebileceğini esas olarak kabul etmektedir. Bu îman, tabiat kanunlarına ne kadar uygundur! Tarlada, çiftlikte, köyde, şehirde, okulda, hükümette, devlette, kısaca her yerde, bir tek baş vardır. İkilik dâima ayrılığa sebep olmuştur.
İslam dininin en doğru din olduğunu bana gösteren ikinci delil, İslamiyetten evvel, tamamen vahşi bir tarzda yaşayan Arapların, İslam dini sayesinde, çok kısa bir zaman içerisinde, dünyanın en medeni, en kudretli bir devleti haline gelmeleri ve insan sevgisini Arap çöllerinden, ta İspanyaya kadar götürebilmeleridir. Müslüman Araplar, İspanyayı bir çöl halinde buldular. Onu, kısa zamanda, bir gül bahçesi haline getirdiler. John W. Draper gibi dürüst bir tarihçi, (1226 [m. 1811]-1299 [m. 1882]) (The Intellectual Development of Europe=Avrupanın mânevî tekamülü) adındaki eserinde, İslamın asri medeniyetin teessüsünde oynadığı son derece büyük ve mühim tesiri anlatmakta, (Hristiyan tarihçiler İslamiyete olan kinlerinden dolayı, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupanın müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu, bir türlü itiraf edememektedirler) demektedir.
Aşağıda, müslümanların İspanyayı nasıl buldukları hakkında Draperin yazılarını aynen naklediyorum:
(O zamanki Avrupalılar tamamile barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Onlara hala vahşi nazariyle bakmak gerekirdi. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurafelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek hassasına bile mâlik değildiler. Âdi kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemininde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işareti sayılırdı. Yedikleri, yabani fasülye, havuç gibi sebzeler, bazı otlar, hatta bâzen ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı.
Müslümanlar, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde 5 defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kere yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yemesini öğrettiler. İspanyada evler, konaklar, saraylar inşa ettiler. Mektepler, hastahaneler kurdular. Üniversiteler tesis ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nur kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yetiştirdiler. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşi Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdirle gördüler ve yavaş yavaş medeni olmaya başladılar.)
Böyle vahşi insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet ruhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehaletten, hurafelerden kurtaran müslüman Araplar, bu akla sığmaz muazzam işi ancak İslam dini sayesinde yapabildiler. Çünkü İslam dini, en doğru dindir. Allahü teâlâ muvaffak olmaları için, onlara yardım ediyordu.
Allahü teâlânın emri ile Muhammed aleyhisselâmın tebliğ ve neşrettiği İslam dini ve Allahü teâlânın kelamı olan Kurân-ı Kerîm, dünya tarihini değiştirmiş ve onu karanlıktan kurtarmıştır. Eğer İslam dini olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Müslümanların gözünde ilmin çok yüksek bir yeri vardır. Muhammed aleyhisselâm, (İlm Çinde de olsa, onu alınız) buyurmaktadır. İşte seve seve kabul ettiğim İslam dini böyle bir dindir.
7
THOMAS MUHAMMED CLAYTON
(Amerikalı)
Tam öğle olmak üzereydi. Sıcaktan bunalmış, tozlu yoldan geçerken, bir aralık kulağımıza kendine mahsus bir güzelliği olan, bir ses gelmeye başladı. Bu ses, etrafımızdaki bütün boşluğu sanki dolduruyordu. Bir ağaç topluluğunu geçince, önümüze insana hayret verici bir manzara çıktı. Adeta gözlerimize inanamıyorduk.Tahtadan yapılmış ufak bir kule üzerine çıkmış, tertemiz cübbeli ve beyaz sarıklı yaşlı bir Arap ezan okuyordu. Ezanı okurken kendinden geçmiş, sanki dünyadan tamamen ayrılarak, halıkının, sâhibinin huzuruna çıkmıştı. Bu yüce manzara karşısında, biz de sanki hipnotize olmuş gibi durakladık ve yavaş yavaş yere oturduk. Kulağımıza gelen seslerin ve sözlerin mânâsını anlamıyor, fakat onun tesiri altında kalıyor ve ruhumuzda bir başkalık, bir ferahlık hissediyorduk. Sonradan öğrendik ki Arabın söylediği tatlı sözlerin mânâsı şu idi: (Allahü teâlâ en büyüktür. Allahü teâlâdan başka ilah, mâbud yoktur). Birdenbire, etrafımızda birçok insanlar belirdi. Halbuki biz o zamana kadar etrafımızda kimseyi görmemıştık.Nereden çıktıklarını, nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların yüzünde büyük bir hürmet ve muhabbet ifadesi vardı. İçlerinde her yaştan, her sınıftan insan bulunuyordu. Elbiseleri başka, yürüyüşleri başka, görünüşleri başka idi. Fakat, hepsinin yüzünde aynı ciddi ifade, büyük vakar ve aynı melahat [sevimlilik] vardı. Gelenlerin miktarı artıyor ve biz, galiba bunların arkası bir türlü kesilmeyecek diye düşünüyorduk. Nihâyet gelenler toplandı. Hepsi ayakkabılarını ve takunyalarını çıkararak saf saf dizildiler. Saflar kurulurken safa girenler arasında hiç bir fark gözetilmediğini büyük bir hayret ile görüyorduk. Beyaz insanlar, sarı insanlar, siyah insanlar, zengin insanlar, fakir insanlar, tüccarlar, memurlar, işçiler, hiç bir ırk veya rütbe farkı gözetilmeksizin yanyana geliyor ve birlikte ibâdet ediyorlardı.
Ben, birbirinden bu kadar farklı insanın, kardeşçe yanyana gelmelerine, hayran olmuştum. Bu, ilk gördüğüm ulvi manzara üzerinden, şimdi üç sene geçti. Bu arada ben de, insanları bu kadar birbirine yaklaştıran bu ulvi din hakkında, bilgi toplamaya başlamıştım. Müslümanlık hakkında edindiğim bilgiler, beni bu dine büsbütün yaklaştırdı. Müslümanlar, bir tek Allaha inanıyor, hristiyanların telkin ettikleri gibi, insanların günah içinde doğmadığını söylüyorlardı. Onları, yalnız Allahü teâlânın kulu olarak kabul ediyor, onlara karşı büyük bir şefkat gösteriyor, doğru yolda oldukları müddetçe, onların rahat, huzur ve saadet içinde yaşamalarını arzuluyordu. Hristiyanlıkta, akldan geçen fenâ bir düşünce bile günah sayıldığı hâlde, müslümanlar ancak Allahü teâlâya isyanı ve kullara karşı yapılan bir kötülüğü günah sayıyor, insanı düşüncesinde tamamıyla serbest bırakıyordu. İslam dini, (İnsan, ancak yaptığı işten mesuldür) diyordu.
İşte, yukarıda sıraladığım bu sebeplerden dolayı, seve seve müslümanlığı kabul ettim. Aradan üç sene geçtiği hâlde, bazı geceler rüyamda o Arap müezzinin hazin ve tesirli sesini duyar ve her taraftan koşup gelen türlü türlü insanların saf saf dizildiğini görürüm. Allahü teâlâya ibâdet etmek için, aralarında hiç bir fark gözetmeksizin birlikte secdeye kapanan bu insanlar, muhakkak ki samimi olarak Allahü teâlâya ibâdet etmektedirler.
DEVIS WARRINGTON
(Avusturyalı)
Korkunç bir kıştan sonra, ilkbaharın tatlı ve ılık eli, soğuk toprak tabakasına nasıl tesir ederse, İslamiyet de bana öyle tesir etti. Kalbimi ısıttı ve bana yeni ve güzel bir ilim elbisesi giydirdi. İslamiyetin öğrettiği şeyler, ne kadar güzel, ne kadar doğru ve mantıkidir! (Allahü teâlâ birdir ve Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) sözü ne kadar açık, ne kadar doğru ve güzeldir! Hristiyanların inanılması mümkün olmayan, anlaşılmaz (Baba, Oğul ve Ruh-ul-kuds) inancına benzer mi? Hristiyanların insanı ürküten, onu korkutan, fakat hiçbir zaman onu tatmin etmeyen akideleri yanında, bu sade ve mantıki îman, insanı kendisine cezb ediyor. İslamiyet, hiç değişmemiş ilâhî bir dindir. Aradan asırlar geçmesine rağmen, bugün için de, yarın için de, insanın maddi ve mânevî bütün ihtiyaçlarını karşılar. Mesela, insanların eşit olduğunu, Allahü teâlâ indinde aralarında bir rütbe veya mevki farkı bulunmadığını, İslamiyet gâyet açık bir tarzda beyan eder ve bunları dünya hayatında da tatbik eder. Aynı hususları iddia eden hristiyan kilisesinde, birbirinden rütbece farklı papalar, arşevekler, evekler, piskoposlar ve daha bir sürü din adamları vardır. Bunlar, Allahü teâlâ ile kul arasına girerler ve kendi şahsi çıkarları için, Allahü teâlânın ismini kullanırlar. Halbuki İslamiyette, Allahü teâlâ ile kul arasına kimse giremez. Allahü teâlâ, emirlerini, Kurân-ı Kerîm vasıtası ile kullarına tebliğ eder.Size, aşağıda, Allahü teâlânın bir emrinden bahs edeceğim. Bu bir misaldir.Bu misal, emirlerin ne kadar sade ve açık ve ne kadar güzel olduğunu gösterir:
Bakara sûresinin 267. âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Doğru, helal yoldan kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden yetiştirdiğimiz mahsullerden ve meyvelerden infak edin [verin!]. İğrenerek, alamayacağınız pis şeylerden infak etmeyin. Biliniz ki Allahü teâlânın hiç bir şeye ihtiyacı yoktur ve tam hamde lâyık olan Odur) buyurulmuştur. Kurân-ı Kerîmin bu derin ve güzel emirlerini okuyup öğrendikçe, ruhum ferah buldu ve seve seve müslüman oldum.
9
Bayan CECILLA CANNOLY [REŞİDE]
(Avusturyalı)
Niçin müslüman oldum?
Size çok samimi olarak söyleyebilirim ki ben farkına varmadan müslüman olmuştum. Çünkü, daha genç yaşta iken bağlı olduğum hıristiyan dinine karşı, zerre kadar itimatım kalmamış, hıristiyanlıktan soğumaya başlamıştım. Ben, dinde birçok şeyleri bilmek ve anlamak istiyordum. Bana öğretilmeye çalışılan îtikatları, körü körüne kabul etmek taraftarı değildim. Neden 3 tanrımız vardı?Neden dünyaya hepimiz günahkar olarak gelmıştık ve kefaret vermeye mecburduk? Neden ancak rahib vasıtası ile Allahü teâlâya yalvarıyorduk?Sonra bize gösterilen türlü türlü işaretlerin, anlatılan türlü türlü mucizelerin ne mânâsı vardı?Ben bunları ders veren rahiblere sorduğum zaman, onlar kızıyor, (Kilisenin sana öğrettiği şeylerin aslını sen soramazsın. Bunlar gizlidir. Sen yalnız inanmakla mükellefsin) diyorlardı, ama buna da benim aklım ermiyordu. İnsan, anlamadığı, aslını bilmediği bir şeye nasıl inanır?Fakat, o zamanlar ben düşüncelerimi açıktan açığa söylemeye cesaret edemiyordum. Ben eminim ki kendilerini hıristiyan sayan pek çok insan, tıpkı bizim gibi düşünmekte ve kendilerine verilen dini bilgilerin çoğuna inanmamakta, fakat bunu açıklamaktan da korkmaktadırlar.
Nihâyet daha yaşlanınca, bana üç tanrıya tapmayı emreden hıristiyan kilisesinden uzaklaşarak, (Tek bir Allaha ibâdet etmeyi öğreten başka bir din var mıdır?)diye aramaya başladım. Çünkü bütün vicdanım, maneviyatım, ancak bir tek Allah’ın mevcûd olabileceğini bildiriyordu. Sonra etrafıma bakınca, papazların bize öğretmeye kalktıkları o anlaşılmaz kerâmetlerin, kendi başlarından geçtiğini söyledikleri garib hikayelerin, ne kadar mânâsız olduğunu hadiseler bana gösteriyordu. Dünyadaki her şey, insanlar, hayvanlar, ormanlar, dağlar, denizler, ağaçlar, çiçekler, bunları bir büyük halıkın [yaratıcının] yarattığını göstermiyor muydu?Yeni doğan bir bebek, bir mucize değil miydi?Halbuki kilise, her yeni doğanın, günahla örtülü bir zavallı olduğunu telkine çalışıyordu. Hayır, bu olamazdı. Bu yalandı. Her doğan çocuk, Allahü teâlânın günahsız bir kulu, bir mahluku idi. Bir mucize idi ve ben ancak tek Allaha, Onun yarattığı mucizelere inanıyordum.
Dünyada hiç bir şey günahla dolu, kirli ve çirkin değildi. Ben böyle düşünürken, bir gün kızım İslamiyet hakkında yazılmış bir kitapla eve geldi. Ana kız oturup, bu kitabı büyük bir dikkat ile okuduk. Aman Allah’ım, bu kitap tam bizim düşündüklerimiz gibi söylüyordu. İslamiyet, ancak bir tek Allah’ın bulunduğunu bildiriyor, insanların Mâ’sûm varlıklar olarak dünyaya geldiğini haber veriyordu. Ben o zamana kadar İslamiyet hakkında hiç bir şey bilmiyordum.Mektebde, İslamiyet bir alay mevzuu idi. Bize, bu dinin yapma, saçma ve uyuşturucu olduğu, müslümanların Cehenneme gidecekleri öğretilirdi. Bu kitabı okuduktan sonra, beni bir düşünce aldı. İslamiyet hakkında, biraz daha bilgi sâhibi olmak için, bulunduğum şehirde müslümanları aradım. Bulduğum müslümanlar, benim gözümü açtılar. Sorduğum suallere o kadar mantıki cevaplar verdiler ki artık bu dinin bizim papazların dediği gibi uydurma bir din değil, Allahü teâlânın hakiki dini olduğuna inanmaya başladım. Kızımla beraber İslamiyet hakkında yazılı daha birçok eserleri de okuduktan sonra, onun ulviyetine ve doğruluğuna tamamile inanarak, ikimiz birlikte müslüman olduk. Ben (Reşide), kızım da (Mahmude) isimlerini aldık.
Bana sorduğunuz ikinci suale, yani (İslamiyette en çok beğendiğiniz nedir?)sualine gelince, buna şu cevabı vereceğim:
İslamiyette en çok beğendiğim şey, dualardır. Çünkü, hıristiyanlarda duâlar, Allahü teâlâdan hazret-i Îsâ vasıtasıyle, servet, mevki itibar vesair dünya varlıklarını istemek için yapılır. Halbuki müslümanlar duâ ederken, Allahü teâlâya şükranlarını arz ederler ve bilirler ki onlar dinlerine ve Allahü teâlânın emirlerine riâyet ettikleri müddetçe, Allahü teâlâ, onlara muhtaç oldukları her şeyi, onlar istemeden, verecektir.
10
MUHAMMED ESAD LEOPOLD WEİSS
(Avusturyalı)
(Avusturyada Lwow [şimdi Polonyada] şehrinde 1318 [m. 1900] de doğmuş olan Weiss, 22 yaşında iken, bir gazete muhabiri olarak Arap memleketlerini ziyaret etmiş, İslam dinine hayran olarak, onu kabul ettiğini söylemiş ve sonra, bütün İslam devletlerini, bu arada Hindistan’ı ve Afganistanı da ziyaret ederek, intibalarını dünyanın en büyük gazetelerinden biri olan (Frankfurter Zeitung)da neşretmiştir. Bir müddet Frankfurter Zeitung’un neşriyat müdirliğini yapan Weiss, Pakistanın istiklale kavuşmasından sonra, bu hükümet tarafından dini tedrisatın kurulmasında yardımcı olarak, Pakistan’a gitmiş ve ondan sonra Pakistanı temsil için Birleşmiş Milletler merkezine gönderilmiştir. Kendisinin (İslam yol kavşağında), (Mekkeye giden yol) adlı iki eseri vardır. Son zamanlarda Kurân-ı Kerîmin İngilizce yeni bir tercümesini yapmıştır. İslam ilimlerinden haberi olmayan bu kimsenin tefsir yapmaya kalkışmasından, Ehl-i sünnet mezhebinde olmadığı anlaşılmakta, tefsirinin ve diğer yazılarının zararlı olacaklarını göstermektedir. Vehhâbîler ve diğer mezhepsizler, bu câhil, sapık adamı methetmekte, İslam alimi olarak tanıtmaktadırlar.)
Muhabir ve muharrir olarak çalışmakta olduğum gazeteler, beni 1922 senesinde “hususi muhabir” ünvanı ile Asya ve Afrikaya yolladı. Başlangıçta müslümanlar ile temasım, her hangi bir yabancının başka bir yabancı ile temasından ibaretti. Fakat İslam memleketlerinde uzun zaman kalınca ve müslümanlar ile daha fazla tanışınca, onların dünyaya ve dünyada zuhûr eden hadiselere Avrupalılardan büsbütün başka bir tarzda baktıklarını görmeye başladım. Onların olaylara çok ağırbaşlı ve soğuk kanlı olarak bakmaları, itiraf edeyim, bizden çok daha insani bir tarzda düşünmeleri, bende bir alaka uyandırmaya başlamıştı. Ben koyu bir katolik aileden gelmiştim. Bütün çocukluğum esnasında bana müslümanların dinsiz olduğu, şeytana taptığı telkin olunmuştu. Müslümanlarla temas edince, bana söylenen bu sözlerin doğru olmadığını görerek, İslam dinini incelemeye karar verdim. Bu hususta birçok kitaplar temin ettim. Bunları dikkat ile incelemeye başlayınca, bu dinin ne kadar temiz, ne kadar kıymetli bir din olduğunu hayret ile gördüm. Fakat, kendileri ile temas ettiğim bazı müslümanların hareket tarzı, benim okuduğum müslümanlık esaslarına uymuyordu. Müslümanlık, her şeyden evvel temizlik, açık kalplilik, kardeşlik, merhamet, sadakat, sulh ve selamet telkin ediyor ve biz hıristiyanların inandığı (insanların dâima günahkar olduğu) akidesini reddediyor, bunun aksine, (Hayattan, kimseye zarar vermemek ve günah işlememek şartıyle zevk alınız) diyordu. Halbuki ben bu kaidelere uymayan pis ve yalancı müslümanlara da rastladım. Bu işi daha ziyâde anlamak için, tecrübe maksadıyle kendimi bir müslüman yerine koydum ve kitaplarda okuduğum esaslara uyarak, İslam alemini incelemeye başladım. Şunun farkına vardım ki İslam aleminin gittikçe bozulması, zayıflemesi, adeta inhitata (çökmeye) uğramasının en büyük sebebi, müslümanların dinlerine, gittikçe kayıtsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tam müslüman oldukları müddetçe, dâima yükselmişler, müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir.Halbuki bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi ve terakkîsi için ne lazımsa, müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslam dini, hem çok ilmi, hem de çok ameli [pratik]dir. Koyduğu esaslar, tam mantıki ve herkes tarafından anlaşılabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabiatine uymayan tek bir unsur bile bulunmayan kaidelerdir. Onda lüzumsuz hiç bir şey yoktur. Diğer din kitaplarında bulunan, garib [anlaşılmaz] yerler, mugalatalar [yanıltmacalar], mantıka sığmayan hurafe [mistik] hususlar, İslam dininde yoktur. Bu hususları ben bütün müslümanlarla konuştum ve onları (Niçin bu güzel dininize daha fazla bağlanmıyorsunuz, niçin ona iki elle sarılmıyorsunuz?) diye azarladım. Nihâyet 1344 [m. 1926] senesinde Afganistanda bir Vâli ile bu hususlar üzerinde görüşürken, o bana, (Siz müslüman olmuşsunuz da haberiniz yok. Zira, ancak hakiki bir müslüman İslamiyeti sizin gibi müdafea eder) dedi. Valinin bu sözü üzerine beynimde bir şimşek çaktı. Eve döndüğüm zaman, derin derin düşünceye daldım ve kendi kendime, (Evet, ben artık müslüman oldum) dedim. Derhal (Kelime-i şehâdet) getirdim. O tarihten beri müslümanım.
Bana, (Müslümanlıkta sizi en çok ne cezbetti?)diye soruyorsunuz. Buna cevap veremem. Zira bütün müslümanlık benim kalbimi istila etmiş, kaplamıştır. Bunun içinde bana ayrıca tesir eden hiç bir husus yoktur. Ben, müslümanlıkta, hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kaidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyleyemem. Zira onun her kaidesine, her esasına hayranım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kabil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizam içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir. Parçaların arasında muazzam bir ahenk vardır. Hiç bir eksiği yoktur. Her şeyi yerli yerindedir. Belki bu son derece takdire lâyık intizam, beni İslam dinine bağlayan bir amildir. Hayır, beni İslam dinine bağlayan, ona karşı duyduğum aşktır. Bilirsiniz ki aşk birçok şeylerden teşekkül eder: Arzu, yalnızlık, ihtiras, teali, yükselmek ve ilerlemek hevesi, kuvvet ve kudretimizle karışık zaflarımız, Muavenet ve muhafaza edici bir yardımcıya olan ihtiyaç ve benzerleri. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla İslam dinine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti.
11
Dr. ÖMER ROLF FREİHERR VON EHRENFELS
(Avusturyalı)
(Rolf Freiherr (baron) von Ehrenfels, bütün dünyada (Gestalt = kuruluş) fizyolojisi ilminin kurucusu olarak kabul edilen Prof. Dr. Baron Christian Ehrenfelsin tek oğludur. Meşhur bir aileye mensubdur. Daha küçük çocukken şarka karşı büyük merak duymaya ve İslam dinini tetkik etmeye başlamıştır.Kız kardeşi İmma von Bodmesrhof, Lahorda 1953 de neşr olunan bir eserinde kardeşinin bu hevesini uzun uzadıya anlatmaktadır. Rolf, genç yaşında Türkiye, Arnavutluk, Yunanistan ve Yugoslavyayı dolaşmış ve müslümanlarla temas etmiş, hıristiyan olmasına rağmen, camilerde ibâdete katılmıştır. Nihâyet İslam dinine karşı olan bu yakınlığı, onun 1927 senesinde müslümanlığı kabul etmesine sebep olmuş ve kendisine Ömer ismini seçmiştir. 1932’de Hindistan’ı da ziyaret etmiş ve (İslamda kadının yeri) isimli bir kitap neşretmiştir. Almanlar II. Cihan Harbi esnasında Avusturya’yı işgal edince, Rolf, Hindistan’a kaçmıştır. Kendisini kabul eden Ekber Haydar’ın yardımı ile Assamda antropolojik araştırmalar yapmış ve 1949 da Madras Üniversitesi antropoloji profesörlüğüne tayin edilmiş ve Bengal’de bulunan (Royal Aslotic Society) tarafından altın madalya ile mükafatlandırılmıştır. Kitapları urdu diline de tercüme edilerek basılmıştır.)
Niçin müslüman olduğumu soruyorsunuz. Beni müslüman yapan ve onun hak din olduğunu bana bildiren hususları aşağıda sıralıyorum:
1) İslamiyet, dünyada tanıdığımız bütün dinlerin iyi kısımlarını ihtiva eder. Bütün dinler insanların sulh ve sükun içinde yaşamasını isterler. Fakat, hiçbir din bunu, İslam dininde olduğu gibi insanlara açıklıyamamıştır. Başka hiç bir din, İslam dini kadar halıkımıza ve din kardeşlerine karşı, bu derece sevgi aşılıyamamıştır.
2)İslamiyet, sulh ve sükun içinde Allahü teâlâya tam bir teslimiyet emreder.
3)Tarih tetkik edilirse, hakikaten İslam dininin en son ilâhî hak din olduğu ve artık başka bir din zuhûr etmiyeceği kendiliğinden meydana çıkar.
4)Muhammed aleyhisselâm, İslamı tebliğ etmiş olup Peygamberlerin sonuncusudur.
5)İslam dinine giren bir kimse, şüphesiz eski dininden ayrılmış olacaktır. Fakat, bu ayrılık zan olunduğu kadar büyük değildir. Bütün ilâhî dinlerde îman esasları birdir. Kurân-ı Kerîm, eski ilâhî dinleri kabul eder. Ancak, bu dinlere sonradan karıştırılan yanlış akideleri düzeltmekte, Îsâ aleyhisselâmın hakiki dinini izhar etmekte, Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğunu ve Ondan sonra başka bir Peygamber gelmiyeceğini ilan etmektedir. Yani İslamiyet, diğer dinlerin hakiki ve kâmil şeklidir. İnsanlar türlü menfaatler ve ihtiraslar yüzünden, birbirlerine düşman olmuşlardır. Bundan menfaat umanlar olmuş, dinleri birbirine karşı düşman yapmaya çalışmış, aslı Allahü teâlâyı tanımak olan dinleri, dünya işlerinde bir vasıta olarak kullanmaya başlamışlardır. Halbuki dikkat edilecek olursa, İslam dininin, diğer ilâhî dinleri kabul ettiği, fakat onlarda zamanla ve insan eliyle yapılan hataları tashih ettiği görülür. İslamiyeti kabul etmek, erkek ve kadın bütün insanların muhtaç oldukları, mânevî ve maddi yardımı yapmak demektir.
6)İnsanlar arasında kardeşlik fikri, hiç bir dinde, İslam dininde olduğu şekilde bildirilmemiştir. Müslüman olan herkes, hangi ırktan, hangi milletten, hangi renkten ve hangi dilden olursa olsun, birbirlerinin din kardeşleridir. Siyasi düşünceleri ne olursa olsun, birbiri ile kardeştirler. Bu büyüklük hiç bir dinde yoktur.
7)İslam dini, dünyada kadınlara da büyük haklar veren bir dindir. İslam dini, kadına en büyük yeri vermiştir. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Cennet anaların ayağı altındadır) buyurmuştur.
İslam dini, diğer dinlere mensub olanların yaptıkları eserlere hürmet etmiş, bunları barbarlar gibi yıkmamıştır. İstanbul’da Fatih ve Sultan Ahmed camileri yapılırken, Ayasofyanın bazı kısımlarını model almaktan çekinmemişlerdir. Müslümanlar bütün tarih boyunca, diğer din mensublarına en büyük adaleti ve merhameti göstermişlerdir.
İşte bütün bunlar için, ben müslümanlığı kendime din olarak seçtim.
12
Dr. BENOİST [ALİ SELMAN]
(Fransız)
Ben bir doktorum ve koyu katolik bir aileye mensubum. Fakat doktorluğu meslek olarak seçmem ve pozitif, tecribi, tabiî ilimlerle meşgul olmam, bende hıristiyanlığa karşı büyük bir nefret uyandırmıştı. Din hususunda aile fertlerim ile aynı fikirde değildim. Evet, büyük bir Hâlik [yaratıcı] vardı ve ben de Ona, yani Allahü teâlâya inanıyordum. Fakat hıristiyanlığın, bilhassa katoliklerin bu büyük yaratıcı etrafında meydana getirdikleri türlü türlü garib ilahlar, oğullar, Ruh-ul-kudsler, Îsâ aleyhisselâmın Allah’ın oğlu olduğunu ispat için akıl almaz uydurmalar ve daha bir takım hurafeler, ayinler, türlü türlü merasimler, beni Allahü teâlâya yaklaştırmıyor, aksine Ondan uzaklaştırıyordu.
Ben, bir tek Allah’ın varlığına inandığımdan, hiç bir zaman teslisi (üç tanrıyı) kabul etmedim ve Îsâ aleyhisselâmı hiç bir zaman Allah’ın oğlu olarak tanımadım.Demek oluyor ki ben daha İslamiyeti tanımadan evvel, Kelime-i şehâdetin yarısı olan (Lâ ilâhe illallah) kısmını çoktan kabul etmiştim. İslam dini ile meşgul olmaya başladığım ve Kurân-ı Kerîmde rastgeldiğim meâl-i şerifi, (Söyle ki Allahü teâlâ birdir, doğmamıştır ve doğurmaz ve Ona benzer hiç bir varlık yoktur) olan İhlas sûresini okuduğum zaman, (Aman Allah’ım, işte ben tam buna inanıyorum) dedim ve içimde büyük bir ferahlık duydum. İslamiyeti daha derinden tetkik etmenin çok lüzumlu olduğunu gördüm. İslamiyeti inceledikçe, bu dinin benim düşüncelerime tamamen uygun olduğunu hayret ile görüyordum. İslamiyet, din adamlarını, hatta Peygamberleri “aleyhimüssalavât” bizim gibi insanlar olarak kabul ediyor, onlara ilahlık vasfı vermiyordu. Hele, bir papazın günahları affedebileceğini, asla kabul etmiyordu. İslam dininde, hiç bir hurafe, akla uymayan bir hüküm, anlaşılmayan bir bahs yoktu. İslam dini, tam benim istediğim gibi, mantıki bir dindi. Katoliklerin bildirdikleri gibi, insanların günahkar olarak dünyaya geldiklerini kabul etmiyordu. İnsanlara ruh ve beden temizliği emrediyordu. Tıbbın esas kaidesi olan temizlik, İslam dininde, Allahü teâlânın bir emriydi. İbadete temiz olarak gelmeyi emrediyordu ki başka hiç bir dinde buna rastlamamıştım.
Hıristiyanlıkta, hıristiyan dinine girerken ve ayinlerde Îsâ aleyhisselâm ile haşa tanrı ile birleşebilmek için papazın İsanın eti diye verdiği ekmeyi yemek ve kanı diye verdiği şarabı içmek gibi ayinlerin, puta tapan en ibtidai kavmlerin bir adeti olduğunu görüyor ve bunlardan nefret ediyordum.Benim pozitif ilimlerle inkişaf eden aklım, böyle çocukça ve hakiki bir dine yakışmayan saçma merasimleri, şiddet ile reddediyordu. Diğer taraftan, İslamiyette bunların hiç biri yoktu. İslamiyette yalnız hakikat, sevgi ve temizlik vardı.
Artık kararımı vermiştim.Müslüman dostlarıma gittim ve müslüman olmak için ne yapmak lazım geldiğini sordum. Bana (Kelime-i şehâdet) söylemesini ve mânâsını öğrettiler. Ben yukarda da söylediğim gibi, bunun yarısını, yani (Bir tek Allah vardır) kısmını müslüman olmadan evvel kabul etmiştim. Geri kalan (Muhammed aleyhisselâm Onun resûlüdür) kısmını da kabul etmek hiç güç olmadı. Artık İslam dini hakkında neşr olunmuş ciddi eserleri incelemeye başladım. Bunların arasında Melek Bennabinin çok güzel bir eseri olan (Le Phéne Coranique)i okuduğum zaman, Kurân-ı Kerîmin ne muazzam bir eser olduğunu hayret ve takdir ile gördüm. Bundan 14 asır önce indirilmiş bu Allah kitabında yazılı olanlar, bugünkü ilmi ve fenni araştırmaların neticelerine tamamıyla uymaktadır. Hem ilim ve fen ve hem de ictimai fealiyetler bakımından, Kurân-ı Kerîm, yalnız bugünün değil, aynı zamanda yarının da kitabıdır.
1953 senesi 20 Şubat günü Paris camiine giderek orada müftü efendinin ve şahitlerin huzurunda İslam dinini resmen kabul ettim ve Ali Selman ismini aldım.
Bu yeni dinimi, çok seviyorum. Çok bahtiyarım ve sık sık kelime-i şehâdet getirerek ve mânâsını düşünerek, İslam dinine olan imanımın kuvvetini açıklıyorum.
13
Dr. R. L. MELLEMA
(Hollandalı)
(Dr. Mellema, Amsterdamda Tropical müzesinin, İslam eserleri kısmının müdiridir. (Wayang bebekleri), (Pakistan hakkında bilgiler), (İslamiyeti tanıttırma) eserleri ile meşhurdur.)
1919 senesinde, Leiden Üniversitesinde şark dillerini incelemeye başladım. Hocam bütün dünyanın çok iyi tanıdığı Arap lisanına vakıf, Prof. Hurgronje idi. Bana Arabî okumayı, yazmayı ve tercüme etmeyi öğretirken, ders kitâbi olarak Kurân-ı Kerîm ile Gazâlînin eserlerini vermişti. Esas çalışma mevzuu, (İslamiyette Hukuk) idi.Ben, İslam tarihi ve İslamiyet ile alakalı ilimler hakkında, o zamana kadar Avrupa dillerinde neşredilmiş birçok kitap okudum. 1921 yılında Mısra giderek, El-ezher medresesini ziyaret ettim. Bir ay kadar orada kaldım. Bundan sonra, Arabîden başka Sanskrit ve Malayi dillerini de öğrendim. 1927 senesinde, o zamanlar Hollanda sömürgesi olan Endonezyaya gittim. Cakartada yüksek okulda Cava dilini öğrenmeye başladım. 15 sene müddet ile kendimi yalnız Cava dilinde değil, aynı zamanda eski ve yeni Cava medeniyet tarihinde de yetiştirdim. Bütün bu müddet zarfında, hem müslümanlarla temas ediyor, hem de elime geçen Arabî kitapları okuyordum. İkinci CihanHarbinde, Japonlar Endonezya adalarını işgal ettiler.Beni esir aldılar. Harp bitinceye kadar süren çok zahmetli bir esaret hayatından sonra, tekrar Hollandaya döndüm ve Amsterdamda Tropical müzesinde kendime bir iş buldum. Burada tekrar İslamiyet üzerine çalışmaya başladım. Benden, Cavadaki müslümanları anlatan küçük bir kitap yazmamı istemişlerdi. Bu işi de ele alarak tamamladım. 1954-1955 seneleri arasında, Pakistan’daki müslümanlar hakkında etüd yapmak üzere, beni oraya gönderdiler. O zamana kadar yukarıda da söylediğim gibi, yalnız Avrupa dillerinde İslamiyet hakkında çıkan eserleri okumuştum. Pakistan’a varıp, Pakistanlı müslümanlarla temas edince, İslamiyeti büsbütün başka bir şekilde görmeye başladım. Lahorda müslüman dostlarımdan beni camilerine götürmelerini rica ettim. Bunu memnuniyet ile karşıladılar ve beni bir Cuma namazına götürdüler. İbadeti büyük bir dikkat ile seyr ettim ve dinledim. Üzerimde o kadar büyük bir tesir yaptı ki adeta kendimden geçtim. Artık kendimi müslüman olmuş kabul ediyor, müslümanların ellerini bir kardeş olarak sıkıyordum. Camideki hissiyatımı, 1955 yılında (Pakistan Quarterly) mecmuasının 4. sayısında şöyle naklediyordum:
(Bu sefer, daha küçük bir camie gittik. Bu camide çok iyi ingilizce bilen ve Pençab Üniversitesinde profesörlük yapan bir âlim vaaz verecekti. Kendisi vaaz verirken onu dinleyenlere: (Bugün aramızda uzak bir yerden, Hollandadan gelmiş bir müslüman kardeşimiz var. Onun da iyi anlaması için urdu diline daha fazla İngilizce kelimeler karıştıracağım) dedi ve çok güzel bir vaaz verdi. Ben dikkat ile dinledim. Vaaz bittikten sonra, camiden ayrılmak isterken, beni oraya getiren Allame Sâhip, beni dikkat ile seyr eden müslüman kardeşlerin, benim de bir şeyler söylememi arzu ettiklerini, kendisinin benim söyleyeceklerimi Urdu diline tercüme edeceğini bana bildirdi. Bunun üzerine ben de onlara şunları söyledim:(Ben ta uzaktan, Hollanda ismli memleketten geliyorum. Orada bulunduğum yerde çok az müslüman vardır. Bu adedi az olan müslümanlar size selamlarını bildirmeye beni memur ettiler. Sizin istiklalinizi kazanmış olmanıza ve böylece dünyada yeni bir müslüman devleti daha kurulmuş bulunmasına çok seviniyorum. 7 sene evvel kurulmuş olan Pakistan, vaz’ıyetini tamamıyla sağlamlaştırmaya muvaffak olmuştur.Başlangıçta çektiğiniz birçok müşkilattan sonra, artık memleketiniz feraha kavuşmuştur ve sürat ile terakkî etmektedir. Pakistanın atisi, geleceği çok parlaktır. Ben memleketime döndüğüm zaman, vatandaşlarıma sizlerin ne kadar nazik, kibar, cömert ve misafirperver olduğunuzu uzun uzadıya anlatacağım. Bana karşı gösterdiğiniz büyük muhabbeti hiç bir zaman unutmıyacağım). Bu sözlerimi Allame Sâhip, urdu diline tercüme edince, camideki bütün müslümanların yanıma koşarak, ellerimi sıkmaya ve beni tebrik etmeye başladıklarını büyük bir zevk ile gördüm. Kalplerinden gelen bu candan kardeşlik tezahürü, beni son derece mesrûr etti. Ben artık tamamıyla müslüman kardeşler câmiasına girdiğimi görüyor ve kendimi çok bahtiyar hissediyordum.)
Pakistanlı müslüman kardeşler, bana İslamiyetin yalnız nazariyelerden ibaret olmadığını gösterdiler ve ispat ettiler ki İslamiyet her şeyden önce ahlak güzelliğidir ve bir insanın iyi bir müslüman olması için, çok temiz ahlaklı olması lâzımdır.
Şimdi ikinci suale, yani (sizi İslamiyete en çok ne çekti?) sualinize cevap vereyim:
Beni müslüman olmaya sevk eden ve bütün kalbimle İslam dinine bağlayan hususlar şunlardır:
1)Tek Allah’ın varlığı. İslamiyet, bir tek büyük hâlik tanır. Bu büyük yaratıcı ne doğmuştur, ne doğurur. Bir tek yaratıcıya inanmak kadar mantıki ve makul ne vardır?En basit düşünceli bir insan bile bunu doğru bulur ve buna îman eder. İsmi Allah olan bu tek büyük yaratıcı, en büyük ilmin, en büyük hikmetin, en büyük kudretin ve en büyük güzelliğin sâhibidir.Merhamet ve şefkati de sonsuzdur.
2)Allahü teâlâ ile kul arasında kimsenin bulunmayışı. İslamiyette kul, rabbi ile karşı karşıya gelir ve doğrudan doğruya Ona ibâdet eder. Allahü teâlâ ile kul arasına, kimsenin girmesine lüzum yoktur. İnsanlar, gerek dünyada, gerek ahirette yapılması gereken hususları, Allahü teâlânın kitâbi olan Kurân-ı Kerîmden, hadis-i şeriflerden ve İslam âlimlerinin kitaplarından öğrenirler. Yaptıkları işlerin hesabını yalnız Allahü teâlâya verirler. Bir insanı ancak Allahü teâlâ mükafatlandırır veya cezalandırır. Allahü teâlâ, hiçbir kulunu, yapmadığı bir işten mesul tutmaz ve hiçbir kuluna yapamayacağı bir işi emretmez.
3)İslamiyetteki büyük merhamet. Bunun en açık ifadesi, Kurân-ı Kerîmdeki (Zor ile müslüman yapmak yoktur) mealindeki ayettir. Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”, bir müslümanın ilim öğrenmek için, icap ederse, en uzak yabancı memleketlere gitmesini emretmektedir.Müslümanlara, müslümanlıktan evvel gelen hak dinlerin bozulmayan kısımlarına hürmet etmeleri de emrolunmaktadır.
4) Hangi ırktan, hangi milletten ve renkten olursa olsun, bütün müslümanların kardeş sayılması. Dünyada, yalnız müslümanlık bu büyük gayeye vasıl olmuştur. Hac zamanında, dünyanın her tarafından gelen yüzbinlerce müslümanın aynı ihram örtüsüne sarılarak secdeye kapanması, bütün müslümanların kardeş olduklarını bildiren muazzam bir ifadedir.
5) İslamiyette maddiyat ile maneviyata aynı kıymetin verilmesi. Diğer dinlerde, yalnız ruhtan, maneviyattan ve anlaşılmaz bazı garib hususlardan bahsolunur. Halbuki İslam dininde hem beden, hem de ruh aynı derecede dikkat nazarına alınmış, insanlara yalnız ruh temizliği değil, beden temizliği için de lüzumlu bütün hususlar emrolunmuştur. İnsanın ruhi inkişafı, bedeni ihtiyacı ile birleştirmiş ve onun maddiyatına hâkim olarak, nasıl yaşaması icap ettiği, gâyet açık bir sûrette beyan edilmiştir.
6) İslâmin, alkolü ve uyuşturucu maddeleri ve domuz etini haram etmesi [yasaklaması]. Kanaatıma göre beşeriyetin başına en büyük felaketleri getiren, alkol ve uyuşturucu maddelerdir. Bunları menetmesi, İslamiyetin ne kadar muazzam bir din olduğunu ve zamanından ne kadar ilerde bulunduğunu göstermeye kâfidir.
14
FAZLETTİN AHMED OVERİNG
(Hollanda)
Şark medeniyeti ile ilk münasebetimin ne zaman başladığını, katî olarak tayin edemiyorum.Bu irtibat, evvela lisan sebebi ile meydana geldi. Çünkü ben şarklıların dillerini öğrenmek istiyordum ve bundan tahminen 30 sene önce yani daha 12, 13 yaşlarında iken, Arabî öğrenmeye başladım. Fakat bana yardım edecek kimse bulamadığımdan, bu iş çok ağır gidiyordu. Arabî öğrenirken Araplar ve İslamiyet hakkında Avrupalılar tarafından yazılmış bazı kitaplar almıştım. Bunların çoğunda İslamiyet hakkında tam ve tarafsız bilgi verildiğini sanmıyorum. Buna rağmen Muhammed aleyhisselâm hakkında yazılan yazılar, bende Onun şahsiyetine karşı büyük bir saygı doğmasına kâfi gelmişti. Fakat İslamiyet hakkında öğrendiğim bilgiler, yanlış ve noksandı. Bana rehberlik edecek kimse de yoktu.
Nihâyet elime T.G. Browne tarafından yazılan (History of Persian Literature in Modern Times = İran yeni zaman edebiyat tarihi)isminde mükemmel bir eser geçti. Bu kitapta iki nefis şiir buldum. Bunlardan biri Hatıf İsfehaninin tercii bendi, diğeri Mohtaşim Kashaninin heftbendi idi.
Hatıfın şirini okurken, ne büyük bir heyecan duyduğumu size tasvir edemem. Bu şiir, kararsızlık ve ızdırab içinde çırpınan ve kendisine selamet yolunu gösterecek mürşid arıyan bir ruhu ne güzel tasvir ediyordu! Bunu okurken bu büyük şairin sanki benden bahs ettiğini, benim hakikati bulmak için yaptığım mücadeleleri ifade ettiğini sanıyordum. Şirin her beytinde beyan edilen fikirleri tabiî aynen kabul edemiyordum. Fakat aşağıdaki beyt tamamıyla benim düşüncelerime cevap veriyordu:
Yalnız bir O vardır ve Ondan başka kimse yoktur,
Ondan başka ibâdete lâyık hiç bir ilah yoktur.
Ben, annemin arzusuna ve kendi merakıma da uyarak, din tedrisatı yapan bir yüksek okula kayd olmuştum. Bu mektep, din dersleri vermekle beraber, müteassıb değildi. Talebelerin fikirlerini serbestçe söylemelerine müsaade ediliyor ve onların fikirlerine karşı büyük bir ehemmiyet veriliyordu. Verilen din dersleri, ancak bir insanın bilmesi gereken ana bilgilerden ibaretti. Bütün bunlara rağmen, okulun son imtihanında bana sorulan (Dinler hakkındaki düşünceniz nedir?) sualine karşı benim (İslam dinine karşı büyük bir hürmet duyuyorum) diye cevap vermekliğim, her hâlde mektep müdirini hayrete düşürmüştü. O tarihlerde, ben İslamiyete karşı büyük bir sevgi duymakla beraber, imanım tam teşekkül etmemişti. Daha bir şeye karar veremiyordum. O zamana kadar bana kilisenin telkin ettiği İslam düşmanlığından tamamıyla kurtulamamıştım.
Bu sefer çok ciddi olarak ve Avrupalı yazarların kitaplarının tesiri altında kalmayarak, sırf kendi mantık ve düşüncem ile İslam dinini incelemeye başladım. O zaman, ne güzel hakikatlerle karşılaştım! Birçok insanların, çocukken kendilerine telkin edilen dinden uzaklaşarak, müslümanlığı niçin kabul ettiklerini anlamaya başladım. Çünkü İslamın birinci mânâsı, insanın kendisi ve dünyası, Allahü teâlâya halis bir îman ve selamet içinde olması, ikinci mânâsı ise, kendisini Allah’ına tamamıyla teslim etmesi ve Onun emirlerine itaat etmesi demekti. Kurân-ı Kerîmde bu hususta yazılı olan şeyleri aşağıda nakletmeye çalışacağım. Esas Arabisinin o muhteşem ahenginden mahrum kalsa bile gene bu sözler insanı çok cezb etmektedir.
Fecir sûresinin 27. ayeti ve devâminda meâlen, (Ey huzur içinde olan ruh! Sen Ondan, O da senden râzı olarak Allah’ına dön! Benim [sâlih] kullarımın arasına katıl, benim Cennetime gir!) buyurulmuştur.
İşte yalnız şu ifade bile İslam dininin, hıristiyanlık ve diğer dinler gibi birtakım hurafelere bağlı olmayan tertemiz, dürüst ve hakiki Allah dini olduğunu göstermeye kâfidir.
Hıristiyanların, insanların günahkar olarak doğduğu ve yeni doğan bir çocuğun bile kendisinden evvel gelenlerin günahlarını taşıdığı hakkındaki akidesine karşı, Kurân-ı Kerîmde Enam sûresinin 164. âyetinde meâlen, (Herkesin kazandığı kendisinedir, kimse başkasının yükünü [günahını] taşımaz) buyurulmuştur. Araf sûresinin 42. âyetinde ise meâlen, buyurulmuştur. İnsan bunları okurken, bunların, Allah kelamı olduğunu kalbinde duymakta ve müslümanlığa seve seve îman etmektedir. İşte ben böyle yaptım ve Allahü teâlânın en doğru dini olan İslamiyeti seçtim ve seve seve müslüman oldum.
Hacı LORD EL-FÂRUK HEADLEY
(İngiliz)
(Bir Lord olan Headley Asaletmeab ünvanına sahiptir. Sir George Allanson, 1855 tarihinde doğmuş olup İngilterenin en eski bir ailesinden gelmiştir. İngilterede birçok mühim siyasi vazifelerde bulunmuş, aynı zamanda muharrir olarak da şöhret yapmıştır. Cambridge Üniversitesinden mezundur. 1877 senesinde lord payesini kazanmıştır. İngiliz ordusunda yarbay olarak vazife yapmıştır. Asıl mesleği mühendislik olmasına rağmen, kuvvetli bir kaleme sahiptir. (Bir Avrupalının gözü açılıp müslüman oluyor) eseri, neşrettiği kitaplar arasında en meşhurudur. Lord Headley, 1913 senesinde müslüman olmuş, Hacca gitmiş, Şeyh Rahmetullah-ı Fâruk adını almıştır. 1928 senesinde Hindistan’ı da ziyaret etmiştir.)
Niçin müslüman oldum?Belki bazı dostlarım ve arkadaşlarım, benim müslüman dostlarımın etkisi altında kalarak, müslüman olduğumu zannederler. Halbuki mesele hiç de böyle değildir.Müslümanlığı kabul etmekliğim, uzun seneler süren tetkik ve tefekkür neticesidir. Ben, İslam dinini, ancak çok iyi inceledikten ve onun hakkında tam bir kanaat sâhibi olduktan sonra, müslümanlarla temas ettim ve onların da kendi dinleri hakkında tıpkı benim gibi îman ettiklerini görerek, iyi bir dine girdiğimi anladım ve çok sevindim.
Kurân-ı Kerîm, bir insanın bütün kalbi ile îman ederek, İslamiyeti kabul etmesini emreder ve istemeyerek zorla dine girmeyi reddeder. Îsâ aleyhisselâm da, kendi havarilerine, (Her hangi bir yere gittiğiniz zaman oradakiler sizi kabul etmez ve dinlemezlerse, siz hemen oradan ayrılın, onları zorlamayın) demiştir. (St. Mark, 6-11)
Ben hayatta birçok muteassıb protestanlar gördüm ki katolik talebe yurdlarına giderek, katolik talebeleri zorla protestan yapmaya çalışıyorlardı. Bu lüzumsuz gayretler ve zorlamalar, birçok kavgalara, dargınlıklara, anlaşmazlıklara sebep oluyor, insanları birbirine düşman yapıyordu. Aynı mânâsız işleri, hıristiyan misyonerler, müslümanlara karşı tatbik ettiler. Müslümanları hıristiyan yapmak için, her şeyi göze aldılar. Onları türlü türlü vasıtalarla aldatmaya çalıştılar.
Para, iş, mevki vaat ettiler. Halbuki bu zavallı gafiller bilmiyorlardı ki Îsâ aleyhisselâmın hakiki emirlerini en iyi tatbik ve tasdik eden din, İslamiyettir. Hıristiyanlık o kadar bozulmuştur ki Îsâ aleyhisselâmın telkin ettiği hakiki nasraniyet ortadan kaybolmuş, onun telkin ettiği bütün insani hususlar unutulmuştur. Bunlar, bugün ancak İslamiyette vardır. O hâlde, ben müslüman olmakla hakiki temiz nasraniyete de kavuştum. Çünkü Îsâ aleyhisselâmın emrettiği kardeşlik, birbirine bağlılık, merhamet, hüsn-i zan, eli açıklık, bugünkü hıristiyanlarda değil, ancak müslümanlarda vardır. Size ufak bir misal vereyim:Hıristiyan Atnasyan (athnasian) fırkası, hıristiyanlığın esasının üç tanrıya (teslise) inanmak olduğunu ve her hangi bir kimse aklından buna karşı ufacık bir şüphe bile geçirse, derhal mahvolacağını ve eğer bir kimse dünya ve ahirette selamete kavuşmak isterse, muhakkak (Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ul-kuds) gibi üç ilaha inanmak mecburiyetinde bulunduğunu tekrarlayıp durmaktadır.
Başka bir misal daha: Müslüman olduğum zaman, bana birisi bir mektup yazdı. Bu mektupta, (Siz, müslüman olmakla mahvoldunuz artık. Sizi kimse kurtaramaz. Çünkü, Allah’ın ilahlığına inanmıyorsunuz) diyordu. Bu zavallı adam, benim artık Allahü teâlâya inanmadığımı sanıyordu. Çünkü, onun kanaatine göre, Allahü teâlânın ilah olabilmesi için, muhakkak üçlü olması lazım idi. Halbuki bu ahmak bilmiyordu ki Îsâ aleyhisselâm da, temiz nasraniyeti tebliğe başladığı zaman, Allahü teâlânın bir olduğundan bahs etmiş, hiç bir zaman, Onun oğlu olduğunu iddia etmemişti. İslamiyet, (Ancak bir tek Allah vardır) demekle saf nasraniyetin esas kaidesini ortaya koymuştu. Bugün, aklı başında olan bir insanın, bir tek Allah’ın varlığına inanması kadar mantıki bir şey yoktur. Ben, müslüman olmakla hakiki tek Allaha inanıyorum ve Îsâ aleyhisselâmdan sonra, onun temiz dinine eklenen birçok yalanları reddediyorum. Bu mektubu yazan ve onun gibi düşünen insanlara, ancak acımak lâzımdır. Bugün hıristiyanlar, günden güne dinlerini terkederek ateist (dinsiz) olmaktadırlar. Zira bugünkü hıristiyanlık, normal, kültürlü bir insanı artık tatmin edememektedir. İnsanlar, körü körüne efsanelere inanmamakta, hıristiyanlık akidelerini şüphe ile karşılamaktadır. Buna karşılık, ben bütün hayatım müddetince, hakiki bir müslümanın, dininden şüphe ettiğini duymadım. Zira İslam dini, insanların bütün ruhi ve bedeni ihtiyaçlarını, en mükemmel ve mantıki tarzda tatmin etmektedir.
Şuna eminim ki binlerce hıristiyan erkek ve kadın, İslam dinini incelemiş ve onu tamamıyla benimsemiştir. Fakat, resmen müslüman olunca, işlerini, memuriyetlerini gayb edecekleri ve ahbabları tarafından alaya alınacaklar korkusuyla bir türlü müslüman olmaya cesaret edememektedirler. Bizim mekteplerimizde, hala İslamiyet, Allahü teâlâya inanmayanların dini olarak öğretilmektedir.Ben bütün arkadaşlarımın, ahbablarımın beni (Ruhu mahvolmuş bir insan) olarak lanet edeceklerini göze alarak müslüman oldum ve 20 senedir İslamiyete iki elle sarılmış bulunmaktayım.
Müslümanlığı neden kabul ettiğimi böylece kısaca anlattıktan sonra, tekrar edeyim ki ben müslüman olmakla, aynı zamanda, çok daha doğru ve temiz bir İsevi olmayı da başardım. Diğer hıristiyanlara da bir misal olmak isterim.Müslüman olmak, onları hıristiyanlığa düşman yapmaz, aksine onlara hakiki İseviliğin ne olduğunu öğretir ve onları yükseltir.
16
ABDULLAH ARCHİBALD HAMİLTON
(İngiliz)
(Sir Archibald Hamilton, İngilterenin tanınmış bir diplomatı olup Birinci Cihan Harbinde deniz subayı olarak da vazife yapmıştır. Meşhur bir aileden gelmekte olup baronet (Baron adayı demektir) ünvanını taşımaktadır. 1923 senesinde İslam dinini kabul etmekle şereflenmiştir).
Büluğa vasıl olduktan beri, İslam dininin sadeliği ve billur gibi berraklığı, beni dâima kendisine cezb etmişti. Bir hıristiyan olarak doğduğum ve bir hıristiyan terbiyesi aldığım hâlde, batıl akidelere bir türlü inanmamış, dâima hakki hakikati ve mantığı, körü körüne inanışlara tercih etmiştim. Ben, bir tek Allaha, huzur ve ihlas ile ibâdet etmek istiyordum. Halbuki ne Roma kilisesi (katoliklik), ne de İngiliz kilisesi (protestanlık), bunu bana sağlayamıyordu. İşte bu sebep ile beni tam tatmin eden müslümanlığı, vicdanımın telkinine uyarak kabul ettim ve ancak ondan sonra, kendimi Allahü teâlânın hakiki kulu ve daha iyi bir insan olarak his etmeye başladım.
Ne yazık ki İslamiyet, birçok hıristiyanlar, câhiller tarafından, yanlış, uyuşturucu ve yalan, uydurma bir din olarak anlatılmıştır. Halbuki Allahü teâlâ indinde hak din İslamiyettir. İslamiyet, kuvvetlinin zayıflarle, zenginlerin fakirlerle birleşmesini sağlayan mükemmel bir dindir. İnsanlar iktisadi bakımdan esas olarak üç sınıfa ayrılırlar. Bu sınıflardan birincisi, Allahü teâlânın birçok nimetlerle zengin ettiği kimselerdir. İkinci sınıf, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olanlardır. Bir de 3. sınıf vardır. Bu sınıfta bulunanlar, kendi kusurları olmadığı hâlde, kâfi derecede kazanamayanlar, işsiz kalanlar, iş yapamaz hâle gelenlerdir ki fakirlik ve zaruret içindedir. İşte İslam, bu üç sınıfın da birbiriyle kaynaşmasını sağlar. Zengin olanın fakire yardım etmesini emreder. Zilletin, ızdırabın ortadan kaldırılması sebeplerini ihsan eder.
İslam dini aynı zamanda insanların çalışma kudretine, şahsi gayretine ve iş görmek kabiliyetlerine de ehemmiyet verir. İslam kanununa göre sahipsiz bir eraziyi fakir bir çiftçi, belirli bir zaman kendi gayreti ile işlerse, erazi onun olur. İslam dini, yıkıcı değil, yapıcıdır.
İslam dini, kumarı ve ona benzeyen bütün kötü, zararlı oyunları men’ eder. İslam dini, insanı sarhoş eden bütün içkileri de men’ eder. Hakikaten dünyada insanların başına gelen felaketlerin çoğunun sebebi, kumarla içkidir.
Biz müslümanlar, her şeyin kader elinde esir olduğuna inanan kimseler değiliz. İslamda bahs konusu olan (kader), hiç bir şey yapmadan, ağzını havaya açarak her şeyi Allahü teâlâdan beklemek demek değildir.Tam bunun aksine, Kurân-ı Kerîmde Allahü teâlâ dâima çalışmayı emretmektedir. İnsan bütün gayreti ile çalışacak, bütün zâhiri sebeplere yapışacak, ancak ondan sonra Allahü teâlâya tevekkül edecektir. Çalışmadan önce değil, çalışırken, başarabilmek, kazanmak için, Rabbine yalvararak, Ondan yardım bekleyecektir. İslâmin (Hayır ve Şer [iyilik ve fenâlık] Allahü teâlâdan gelir)akidesi, her şeyi Allahü teâlâ yaratır demektir. İslamiyette (Hiç bir şey yapmadan boş durmak) diye bir şey yoktur. Kader, olacak her şeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zamanları gelince, yaratması demektir.
İslamiyet, insanların günahkar olduğu, günah ile doğduğu ve bütün hayatı müddetince kefaret vermeye mecbur olduğunu, asla kabul etmez. İslamiyet, insanların, erkek ve kadın olarak, Allahü teâlânın kulları olduğunu, kadın erkek arasında zeka, akıl, düşünce ve ahlak bakımından mühim fark bulunmadığını beyan eder. Ancak, erkekler daha güçlü, kuvvetli yaratıldıkları için ağır, yorucu işler ve nafaka temini bunlara verilmiş, kadınlar, daha rahat, daha neşeli bırakılmak sûreti ile mesut kılınmıştır.
İslâmın bütün müslümanları birbiri ile nasıl kardeş yaptığı hakkında fazla bir şey söylemek istemiyorum. Zira bütün dünya müslümanların nasıl birbirini sevdiklerini, birbirlerine Muavenet, yardım ettiklerini bilir. Müslümanlıkta, zengin, fakir, soylu, köylü, memur, işçi, tüccar, herkes Allahü teâlânın huzurunda birdir ve birbirinin kardeşleridir. Ben, hangi müslüman memleketine gitti isem, kendimi kendi evimde ve kardeşlerimin yanında his ettim.
Son olarak şunu söyleyeceğim: İslamiyet, insanları bütün gün boyunca hem dürüst çalışmaya ve hem de Allahü teâlâya karşı kulluk, ibâdet vazifesini yapmaya davet eder. Bugünkü hristiyanlık ise, insanları yalnız Pazar günü, güya duâ etmeye, diğer günlerde ise, Allahü teâlâyı tamamen unutarak, dünya işlerine, günahlara sevk eder.
İşte, bütün bunlar için müslüman oldum ve müslüman olduğum için iftihar ediyorum.
CELÂLETTİN LAUDER BRUNTON
(İngiliz)
(Meşhur bir aileden gelen ve baronet ünvanını taşıyan Sir Brunton, Oxford Üniversitesinden mezun olup neşriyatı ile şöhret yapmıştır.)
Bana niçin müslüman olduğumu bildirmek fırsatını verdiğiniz için, size minnet borçluyum. Ben, hristiyan bir anne ve babanın tesiri altında büyüdüm. Genç yaşımda, ilâhîyat ile de meşgul oldum. Misyonerlerle tanıştım ve onların yabancı memleketlerdeki fealiyetleri ile yakından alakadar oldum. Kalbimden onlara yardım arzusu gelmişti. Resmen bir vazife almadan, onlarla birlikte seyahate çıktım. Doğrusunu söylemek gerekirse, din dersleri aldığım hâlde, hıristiyanlığın (insanların günahkar olarak dünyaya geldiği ve dünyada muhakkak çile çekmesi icap ettiği) nazariyesi, bana garib geliyordu. Bu nazariyeye isyan ediyordum. Bu sebep ile yavaş yavaş hristiyanlıktan nefret etmeye başlamıştım. Zira ben, kendisinde her şeyi yaratabilmek kudreti bulunan Allahü teâlânın yalnız günahkar mahluklar yaratmasını, Onun kudret ve merhametine yakıştıramıyor, bunun için, Allahü teâlâyı böyle tavsif eden bir dinin hakiki olamayacağını düşünüyordum. Acaba başka dinler bu hususta ne telkin ediyor diye, diğer dinleri de tetkik etmeye karar verdim. Kalbimde, âdil, merhametli, müşfik bir ilaha büyük bir ihtiyaç duyuyor, böyle bir Allah’ı arıyordum. Acaba, Îsâ aleyhisselâmın getirdiği hakiki nasrani dini bu muydu?Yoksa Onun telkin ettiği temiz din, zamanla bozulmuş muydu?Bunları düşündükçe, kalbimdeki şüpheler çoğalıyor, o zaman, bugün mer’i olan Kitâb-ı mukaddesi tekrar elime alıyor, karıştırmaya başlıyor ve her defasında içinde birçok eksikler ve anlaşılmaz hususlar bulunduğunu görüyordum. Sonunda, bende şu kanaat hâsıl oldu ki bu kitap Îsâ aleyhisselâmın yaydığı hakiki dinin kitabı değildir. İnsanlar, İncile birçok yanlış kaideler koymuşlar ve Allahü teâlânın doğru kitabını bozmuşlardır.
Ben bu kanaate vardıktan sonra, artık misyonerle beraber gittiğimiz memleketlerde rastladığımız insanlara, elimizdeki İncili okuyacak yerde, başka telkinlerde bulunuyordum. Onlara Tanrı, Tanrının oğlu ve Ruh-ul-kuds gibi üçlü tanrıdan bahs etmek yerine, insanlarda, beden öldüğü zaman ölmez bir ruh bulunduğundan, insanları bir büyük halıkın yarattığından, bu büyük halıkın insanları günahları sebebi ile hem bu dünyada hem de ahirette cezalandıracağından, ancak çok merhametli olan bu büyük halıkın, eğer insanlar yaptıklarına pişman olursa, onların günahlarını affedeceğinden bahs ediyordum.
Gün geçtikçe, artık tamamen tek Allaha inanmaya başlamıştım. Hakikate tam varmak için, daha derinlere inmek istiyordum. İşte bu zaman, İslam dinini tetkik etmeye başladım. Bu din, beni o kadar cezb etti ki bütün günümü ona vakıf ettim.Bulunduğum mahal, Hindistan’da şehirlerden uzak, kimsenin ismini bile duymadığı Ichra adında bir köydü. Bu köyde yaşayanlar, pek fakir, pek sefil tabakadan insanlardı. Onlara, sırf Allahü teâlânın rızası için tek ve merhametli bir halıkın var olduğunu anlatmaya, dünyada takip etmeleri gereken doğru yolu öğretmeye çalışıyordum. Onların birbiri ile kardeş olduklarını, temizliğe çok ehemmiyet vermek lazım olduğunu da öğretmeye uğraşıyordum. Ne garib ki bütün bu öğretmeye çalıştığım hususlar, hıristiyanlıkta değil, ancak müslümanlıkta vardı ve ben bir hıristiyan misyoner gibi değil, tam bir müslüman din adamı gibi telkinlerde bulunuyordum.
Bu ıssız, tenha yerde ve bu câhil halk arasında nasıl uğraştığımı, ne kadar fedâkarlık yaptığımı, ne gibi müşkilat ile karşılaştığımı size uzun uzadıya ifade edecek değilim. Bütün düşüncem, bu zavallı insanları ruhen ve bedenen temizliğe kavuşturmak, onlara büyük bir halıkın varlığını öğretmekten ibaretti.
Yalnız kaldığım zaman, Muhammed aleyhisselâmın hayatını inceliyordum. Onun hakiki hayatı hakkında İngilizce pek az kitap yazılmış ve Onu tenkid etmek, lekelemek ve bu büyük Peygamberi yalancılıkla itham etmek için, hıristiyanlar tarafından ne yapılmak lazımsa yapılmıştı. Fakat, ben şimdi bu düşmanca yazılı kitapların tesirleri altında kalmadan, İslamiyeti tam bir insaf ile inceliyordum. Bu tetkiklerim sürdükçe, İslamiyetin, tek Allah’ı ve hakikati en doğru olarak ortaya çıkaran hak din olduğunu kabul etmek lazım geldiğini iyice anladım.
Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gibi bir büyük Peygamberin, insanlığa yaptığı hizmetleri öğrendikçe, Onun peygamberliğini inkâr etmenin imkanı yoktu. O muhakkak Allahü teâlânın Resûlü idi. O ancak; Allahü teâlânın lutfü ile vahşet ve cehalet içinde yaşayan, birçok putlara tapan, hurafelere inanan, yarı çıplak bir hâlde, birçok kadınlarla hayvanca bir hayat süren Arapları, kısa bir zaman içinde, Allahü teâlâya îman eden, medeni, temiz, dürüst, kadına hak tanıyan, iyi ve yumuşak huylu insanlar haline getirdi. Bir insan, Allahü teâlânın lutfü, yardımı olmadan böyle bir şeyi hiç bir zaman başaramaz. İçinde birkaç yüz kişi bulunan bu köyde, benim ne kadar zahmet çekerek uğraştığımı ve hala bu zavallı insanları doğru yola sokamadığımı düşündükçe, Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”in eseri, gözümde gittikçe daha büyüyordu. Hayır, ancak Allahü teâlânın Resûlü böyle bir işi başarabilirdi. Onun Peygamberliğine can ve gönülden inanmak lazımdı.
İslam dininde bulunan, daha pek çok güzel hususlardan ayrıca bahs etmeye lüzum görmüyorum. Çünkü, Allahü teâlâyı ve Muhammed aleyhisselâmın peygamberliğini kabul ettikten sonra, artık bir insan müslüman olmuş demektir. O günlerde, müslüman bir Hindli beni ziyarete gelmişti.Mian Amiruddin ismindeki bu kibar Zât ile İslam dini üzerinde uzun uzadıya mubaheseler yaptık. Bu konuşmalar bana son cesareti verdi ve müslüman olmayı kabul ettim.
Ben, müslümanlığın hakiki Allah dini olduğuna, sadeliğine, afv ve şefkatine, samimiyetine, müslümanları birbirine kardeş saydığına ve bir gün bütün dünyayı birbirine bağlayacağına inanıyorum.
Artık hayatımın sonuna vasıl oldum. Bundan sonra, ölünceye kadar kendimi İslamiyete hizmet etmeye adadım.
18
Prof. Baron HARUN MUSTAFA LEON
(İngiliz)
(Prof. Baron Leon, İngilterenin tanınmış meşhur bir ailesinden olup baron payesini haizdir. Felsefe doktoru ve başka ilmi ünvanlar sâhibi olan Prof. Leon, 1882 senesinde müslüman olmuştur. Kendisi Avrupada ve Amerikada birçok ilim cemiyetlerinin azası bulunmaktaydı. Bilhassa lisan ve edebiyat sahasında büyük ihtisâs sâhibi olan Prof. Leon, (Isle) mecmuasında (İnsan lügat etimolojisi) isminde neşriyatı ile bütün dünyanın dikkatini üzerine celb etmişti. Amerikadaki Potomac Üniversitesi bu neşriyat üzerine kendisine (İlmler Masteri = Master of Sciences) ünvanını verdi. Prof. Leon, aynı zamanda bir geoloji mütehassısıdır. Birçok tanınmış müesseselerin davetlisi olarak, bu sahalarda da kıymetli konferanslar vermişti. 1875 de kurulmuş olan (Milletler Arası Lügat, İlm ve Güzel Sanatlar = Société İnternationale de Philologie, Science et Beaux-Arts) Cemiyetinin umumî katibliğine seçildi. (The Philomeths) isminde mecmua çıkarmaya başladı. Prof. Leona, Sultan İkinci Abdülhamid, İran Şahı ve Avusturya İmperatoru tarafından birçok nişanlar verilmiştir.)
İslam dininin en mükemmel esaslarından biri, bu dinin müslümanlardan hiç bir zaman aklın ermediği bir şeyi talep etmemesidir. İslamiyet tamamen akla ve mantığa uygun olarak tebliğ edilmiş bir dindir. Diğer dinler ise, insanlardan bir türlü anlayamadıkları, akllarına sığmayan, inanamadıkları îtikatları zorla kabul etmelerini istemektedir.Hıristiyanlıkta bu hususta ancak kilisenin otoritesi, hakimiyeti müessir olmaktadır.Halbuki müslümanlara, her şeyi akıl ile araştırması ve ancak ondan sonra îman etmesi emrolunmaktadır. Muhammed aleyhisselâm, şöyle buyurmaktadır: (Allahü teâlâ, akla ve mantığa muvafık olmayan hiç bir şey yaratmamıştır). Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır: (Ben size katî olarak söylüyorum ki herhangi bir insan namaz kılsa, oruç tutsa, zekat verse, hacca gitse de ve dinin icâbı bütün hususları yapsa bile ancak Allahü teâlânın ona ihsan ettiği akıl ve mantığı kullanma derecesine göre mükafatlandırılır.)
Îsâ aleyhisselâmın neşrettiği temiz dinde de, buna benzer kaideler vardı. Mesela, (Her şeyi önce tercibe et! Ancak iyi olanı kabul et) gibi. Fakat zamanla bunlar unutuldu. Kurân-ı Kerîmde “Cuma” sûresinin 5. âyetinde meâlen, (Kendileri Tevratı öğrenmek ve mucibi ile amel etmeye memur oldukları hâlde, onun ile amel etmeyen kimselerin hâli, sırtına kitap yüklenmiş merkebin hâli gibidir) buyurulmaktadır.
Ali “radıyallâhu anh” şöyle buyuruyor, (Dünya karanlıktır. İlm nurdur! Fakat, doğru olmayan bilgi ancak gölgedir.)
Müslümanlar, (İslamiyet, hakikatin ta kendisidir) diye îman etmekte, İslâmin nurunun ancak ilim ve mantık sayesinde parladığını, bu bilginin ancak hakikat ile meydana geldiğini, bu hakikati ise, insanların ancak Allahü teâlânın vergisi olan akıl-ı selim ile meydana çıkardıklarını söylemektedirler.
Allahü teâlânın insanlara büyük bir lütf olarak gönderdiği son peygamberi Muhammed aleyhisselâm, vefâtına kadar, onlara tutacakları doğru yolu göstermişti. Son günlerinde şöyle bir hadise cereyan etti:
Muhammed aleyhisselâm vefâtından birkaç gün evvel, başını sevgili zevcesi Aişenin “radıyallahü teâlâ anha” dizlerine dayamış, dalgın bir hâlde istirahat ediyordu. Medinede bütün halk Resûlullahın hastalığına üzülmüş ve onun gün geçtikçe kuvvetten düştüğünü görünce, büyük bir ümitsizliğe kapılmıştı. Erkekler, kadınlar, çocuklar, hüngür hüngür ağlıyorlardı. Ağlayanlar arasında beyaz saçlı, solgun benizli, yaşlı muharibler de vardı. Peygamberimiz Muhammed Mustafa el-emin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, onların kumandanı, rehberi, lideri, dostu, çobanı, sırdaşı, fakat her şeyden evvel, tebliğ ettiği İslamiyet sayesinde onları karanlıktan hakikat nuruna kavuşturan büyük Peygamberi idi. İslamiyet ile birlikte onlara huzur ve emniyet getiren bu mübarek Peygamber “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” artık onlara vedâ etmekte idi. “Peygamberimiz ölüyor” diye düşündükçe kalpleri bir demir kıskaçla sıkılıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyor, büyük bir ümitsizliğe kapılıyorlardı.
Nihâyet her şeyi göze alarak, bu ümitsizlik içinde Onun huzuruna çıktılar. Gözlerinden yaşlar akıtarak: (Ya Resûlallah “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Sen çok hastasın. Olabilir ki Allahü teâlâ seni huzuruna çağıracaktır ve bizden ayrılacaksın. O zaman, biz sensiz ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, (Elinizde müraceat için Kurân-ı Kerîm vardır) buyurdu. (Ya Resûlallah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Kurân-ı Kerîmin birçok işlerde bize rehber olacağı muhakkaktır. Fakat eğer aradığımızı orada bulamazsak ve sen de bizden ayrılmış isen, kim bizim rehberimiz olacak?) dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” onlara, (Size söylediklerim gibi hareket ediniz!) buyurdu. (Ya Resûlallah “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Sen bizden ayrıldıktan sonra, büsbütün yeni bazı meseleler meydana çıkar ve senin hadislerin içinde bunlar hakkında bir şey bulamazsak ne yaparız?) diye sordular.
Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem”, mübarek başını yavaş yavaş yastıktan kaldırdı ve onlara şu sözleri söyledi: (Allahü teâlâ, her kuluna şahsi bir rehber vermiştir. Bu rehber, akıl-ı selimi ve vicdanın bulunduğu kalbidir. Eğer bu rehberi iyi ve doğru olarak kullanırsanız, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsınız ve Allahü teâlânın rahmetine kavuşursunuz!). (İstefti kalbek, Fe-inneha teskünü bil-helal). İşte, seçmiş olmakla iftihar ettiğim, İslam dini. Bu din, tam akıl ve mantık üzerine kurulmuş hakiki Allah dinidir.
Malu mülke olma magrur, deme var mı ben gibi!
bir muhalif yel eser, savurur harman gibi.
19
WILLIAM PICKHARD
(İngiliz)
Bir hadis-i şerifte, (Her çocuk müslümanlığa uygun ve elverişli olarak doğar. Bunları sonradan anaları, babaları yahudi, hıristiyan veya mecusi yapar) buyurulmaktadır. Ben de, o hâlde, müslüman olarak doğmuştum. Ancak, bunun böyle olduğunu anlamaklığım için, aradan birçok seneler geçti. Ben daha çocukken, geçmiş zamanla çok ilgilenirdim. Üniversiteyi bitirdikten sonra, muharrirliğe başladım. O zamanlar tanınmış bir yazar değildim. Ne olacağım da belli değildi. Bana hıristiyan olarak, Allah ve Allaha ibâdet etmek hakkında bazı şeyler öğretmişlerdi. Ben, yalnız onların öğrettiklerine değil, tarihte okuduğum, kibarlık ve cesaret numunesi olan her şahsiyete karşı, adeta ibâdete benzer bir râbıta duyuyordum. Nihâyet bana, o zamanlar İngilterenin bir müstemlekesi olan Ugandada bir memuriyet verildi. Afrikaya gidince, burada hayatın büsbütün başka olduğunu gördüm. Buradaki insanların yaşama tarzı, dünyada zuhûr eden hadiselere karşı teessürleri, birbirlerine karşı olan muameleleri, İngilterede düşündüğüme ve tahmin ettiğime hiç uymuyordu. Buradaki insanlar, çok ibtidai ve güç olan hayat tarzlarını ve karşılarına çıkan türlü türlü müşkilatı büyük bir tevekkül ile karşılıyorlar, en ümitsiz zamanlarda bile neşelerini gayb etmiyorlar, kendileri ne kadar fakir olursa olsun, birbirlerine yardım etmekten çekinmiyorlardı. Onlar birbirlerine, bizim gibi insanların anlayamayacağı bir sevgi ve şefkat ile bağlanmışlardı. Şark, esasen beni okulda çok ilgilendirmişti. Cambridgede (Bin bir Gece) masallarını zevkle okumuştum. Şimdi Afrikada hakiki şarklı yanında, bu kitabı tekrar elime aldım. Ugandada geçirdiğim bu güç ve zor hayat, beni şarklılara yavaş yavaş yaklaştırdı. Şimdi binbir gece masallarını okurken, onları Ugandalılar ile mukayese ediyor ve adeta onlarla birlikte yaşıyordum.
Ben artık buradaki hayata alışmışken, Birinci Cihan Harbi patlak verdi. Asker olmak için alakalı makâma müracaat ettiğim zaman, sıhhatimin bozukluğundan dolayı beni askere almadılar.Sıhhatim biraz düzelince, tekrar başvurdum. Bu sefer beni kabul ettiler ve Fransaya, Alman cebhesine yolladılar. 1917 deki korkunç Somme muharebelerine katıldım. Bu muharebelerde yaralandım ve Almanlara esir düştüm. Almanlar beni Almanyaya götürüp orada hastahaneye yatırdılar. Bu hastahanede çok korkunç şeyler gördüm. İnsanlar bu harbler yüzünden ne kadar perişan oluyorlardı. Hastahaneye birçok rus esirleri getirmişlerdi. Bunlar dizanteriden bitkin bir hâle düşmüşlerdi. Almanyada yiyecek vaz’ıyeti çok kötü idi. Esirlere, hastalara kâfi yiyecek veremiyorlardı. Ben açlıktan kıvranıyordum. Sağ kolumdaki ve sağ bacağımdaki yara bir türlü iyileşmiyordu. Çolak ve kötürüm olmuştum. Almanlara başvurarak, bu halimle artık hiçbir zaman muharib olarak bir işe yaramayacağımdan, İsviçredeki esir mübadele komisyonu vasıtası ile beni memleketime göndermelerini rica ettim. Almanlar muvafakat ettiler. Beni İsviçreye yolladılar. İsviçrede beni tekrar hastahaneye yatırdılar. Kolum, bacağım işe yaramaz hâle gelmişti. Şimdi ben ne olacaktım?Hayatımı nasıl kazanacaktım?Bunları düşündükçe, sonsuz bir ümitsizliğe kapılıyordum. İşte, tam bu ruh haleti içinde iken, aklıma Ugandada satın aldığım bir kitapta okuduğum, Kurân-ı Kerîmden alınmış bazı teselli edici âyetler geldi. O zaman ben bunları büyük bir alaka ve çok muhabbet ile okumuş, tekrar okumuş ve hemen hemen ezberlemiştim. Bunları kalbimden geçirmeye ve her gün birçok defalar tekrar etmeye başladım. O zaman, kalbime bir ferahlık çöküyor, ümit kapıları açılmaya başlıyordu. Hakikaten de öyle oldu. İsviçreli doktorlar, beni bir kere daha ameliyat ettiler. Bacağım düzelmeye başladı. Ben bunu Kurân-ı Kerîme borçluydum.Yürümeye başlar başlamaz, ilk işim hemen bir kitapevine giderek, Savarynin bir Kurân-ı Kerîm tercümesini satın almak oldu. [Bu kitap, hala benim en kıymetli bir arkadaşımdır.] Bu sefer Kurân-ı Kerîm tercümesini baştan aşağı okumaya başladım. Okudukça kalbim ferahlıyor, ruhum yükseliyor, sanki muazzam bir nur kitlesi derunuma nüfuz ediyordu. Ayağım tamamıyla düzelmişti. Fakat sağ kolum hareketsiz kalmıştı. Bunun üzerine Kurân-ı Kerîmin emrettiği gibi, Allahü teâlâya tevekkül ederek, sol elimle yazmayı öğrendim. Bu tevekkül sayesinde, bu iş çok kolay oldu. Sol elimi kullanmayı öğrenince, ilk yaptığım iş, sol elimle Kurân-ı Kerîmin ayetlerini yazmaya başlamak oldu. Vaktiyle bir İslam kitabını okurken, oradaki bir hikaye üzerimde büyük bir tesir yapmıştı. Bu hikayede, bir mezarlıkta, kabirlerin yanında kalmış bir gencin, etrafındakilerin hiç farkına varmadan ve nerede olduğunu da düşünmeden Kurân-ı Kerîm okuduğundan bahs olunuyordu. İşte ben de, kendimi onun yerine koyuyor, kendimi Allahü teâlânın lutfuna teslim ediyor ve Kurân-ı Kerîm okuyordum. Yani artık ben müslüman olmuştum.
1918 senesinde Londraya döndüm. 1921 senesinde Londra Üniversitesinde Arabî dersleri almaya başladım. Bir gün bana Arabî öğretmenim Iraklı Bay Belşah, Kurân-ı Kerîmden bahs etti. (İnanıp inanmamakta serbestsiniz. Fakat onun çok enteresan ve tetkik etmeye lâyık bir kitap olduğunu göreceksiniz) dedi. Ben ona, (Kurân-ı Kerîmi biliyorum, onu okudum ve hem de çok okudum ve ona inanıyorum) deyince, hayretler içinde kaldı. Birkaç gün sonra beni Nodding Hill Gatede bulunan Londra camiine götürdü. Bir sene kadar oradaki ibâdetlere iştirak ettim. 1922 senesinde resmen müslüman oldum.
Şimdi 1950 senesindeyiz. Bugüne kadar İslamiyetin emrettiği her hususa iki elle sarıldım ve bundan büyük bir lezzet duydum. Allahü teâlânın kudretinin, rahmetinin ve inayetinin hududu yoktur. Hayat yolunda bizim taşıyabileceğimiz ve öteki dünyaya da götürebileceğimiz biricik servet, Allahü teâlâya hamd ve sena etmek, [Ona minnet bildirmek] ve O yüce kudret sâhibine sevgi ile bağlanmak, Ona ibâdet etmektir.
20
Bayan MESUDE STEINMANN
(İngiliz)
Müslümanlık kadar kolayca anlaşılabilen ve insana cesaret veren başka bir din yoktur.Hayatta, insan ruhunu rahat ve huzura kavuşturan, insana, halinden memnun olarak yaşamayı ihsan eden ve onu öldükten sonra ebedî saadete ve selamete ulaştıran biricik din, İslamiyettir.
İnsan, Allahü teâlânın yarattığı muhtelif mahluklardan biridir.Muhakkak, diğer mahluklarla arasında bir bağ vardır. İnsan, Allahü teâlânın yarattığı en mükemmel bir mahluktur. Ona böyle fazilet veren, onda bir ruh olmasıdır. İnsanın ruhu, onu dâima daha yükseklere götürmeye gayret eder. Ruhu temizliyen ve besleyen ise ancak dindir.
Acaba insan ile onu yaratan büyük kudret sâhibi arasında ne gibi bir râbıta vardır?Bunu şüphesiz din bildirmektedir. Ben din hakkında muhtelif âlimlerin neler söylediklerini tetkik ettim. Aşağıda birkaç misal veriyorum:
Carlylein (Kahramanlar ve Kahramanlara Tapınanlar) eserinden:
(Bir insanın dini, onun kalbinin îman ettiği bir husus, onun en bariz bir sıfatıdır. Din öyle bir şeydir ki insanın doğrudan doğruya kalbine gider. Onun dünyadaki faaliyetlerini ayarlar. Ona vazifelerini bildirir. Gideceği yolu gösterir ve onun akıbetini (sonunu) tayin eder).
Chesterton’un, (Düşünülecek Olursa) kitabından:
(Din, bir insanın, kendinin veya başkalarının varlığında neler bulunduğu hakkında elde ettiği en yüce gerçeği ifade eder).
Ambroce Biercenin (Şeytanın Sözlüğü) eserinden:
(Din, insanlara, bilmedikleri birçok şeyleri öğreten, onlara hem korku, hem ümit aşılayan bir kaynaktır).
Edmude Burkeun, (Fransa İhtilali) ismindeki kitabından:
(Bütün hakiki dinlerin emrettiği husus, Allahü teâlânın emirlerine itaat, Onun dinine hürmet ve itibar ve böylece mümkün olduğu kadar Onun rızasına yaklaşmaktır).
Swedenborg’un (Hayat Doktrini) eserinden:
(Din demek, iyilik yapmak demektir. Dinin varlığı iyiliktir.)
James Harrigton’un (Okyanus) kitabından:
(İster ondan korksun, isterse ondan teselli bulsun, dünyada herkesin az veya çok, dinle irtibatı vardır.)
Dünyada herkes birçok defalar bilmediği, anlayamadığı, izah edemediği hususlarla karşılaşır. İşte bunları ona izah eden, ona tam bir îman, îtimat bahş eden, ancak dindir.
Ben niçin İslam dininin dünyadaki dinlerin en mükemmeli ve hak din olduğuna inanıyorum? Bunu şöyle izah edeyim:
Her şeyden önce, İslam dini yüce, bir tek Allahtan başka tanrı olmadığını, Onun doğmadığını ve doğurmadığını ve Ona benzer başka hiç bir hâlik bulunmadığını bildirir.Allahü teâlânın varlığını, birliğini, Âzametini ancak Allahü teâlâya yakışır bir azamet ile bildiren başka hiç bir din yoktur. Kurân-ı Kerîmde Hud sûresinin 4. âyetinde meâlen, ( [Ey kullarım], dönüşünüz ancak banadır. Allah her şeye kâdirdir) buyurmakta, İsra sûresinin 55. âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, göklerde ve yerde olan mahlukatın hallerini en iyi bilendir) buyurmakta ve Kurân-ı Kerîmin diğer bütün surelerinde dâima Onun (tek hâlik olduğundan), (daimi olduğundan), (sonsuz olduğundan), (her şeyin Ona malum olduğundan), (en doğru hükmü veren hâkim olduğundan), (en büyük yardımcı olduğundan), (en merhametli bir hâlik olduğundan), (en büyük affedici olduğundan) bahsedilmektedir. Bunları okudukça, insanın Allahü teâlâya nasıl çekildiğini, Onun karşısında nasıl eridiğini ve Onun lutfüna nasıl sığındığını size tarif edemem. Kurân-ı Kerîmde, Allahü teâlâ Hadid sûresinin on yedinci âyetinde meâlen, (Biliniz ki Allahü teâlâ yer yüzünü [kuraklıkla] öldürdükten sonra [yağmurla] diriltir. [Ölü kalpleri de zikir ve tilâvetle diriltir.] Akıl edersiniz diye bunları açık deliller ile size beyan ettik) buyurmuştur. Nas sûresinde de, meâlen, ( [Ey Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”!] Söyle ki ben insanlardan ve cinden, insanın gönlüne vesvese veren şeytanın şerrinden, insanlara muhtaç oldukları şeyleri gönderen ve onları korkulu şeylerden koruyan ve ibâdet olunmaya hakkı olan malikime sığınırım) buyurmuştur.
Bu yüce sözleri okuyunca, insan nasıl olur da, bu büyük halıka inanmaz ve Ona sığınmaz?Bütün bunlar, insanın hayatta kaldığı müddetce, üzerinde onu koruyan çok merhametli bir halıkın bulunduğunu his ederek, rahata kavuşması ve doğru yolu tutması için kâfi gelmez mi?
İslam, en doğru bir din olduğunu ve kendisinden evvel gelen dinlerin bütün doğru kısımlarını kendisinde topladığını açıkça bildirir. İslamiyetin en büyük kitâbi olan Kurân-ı Kerîmde yazılı bütün hususların, sade, açık ve herkes tarafından anlaşılır mantıki esaslar olduğunu söyler. Bunlar çok doğrudur.Hakikaten, eğer Allahü teâlâ ile kul arasında ahenkli bir münasebet tesis etmek, cisimani [bedenle ilgili] ve ruhani hususları ahenkli tarzda birbiri ile birleştirmek, dünyada ve ahirette huzur içinde kalmak istiyorsak, muhakkak İslam dinini kabul etmemiz lâzımdır. Ancak İslamiyet sayesinde ruhen ve bedenen tekamül ederiz.
Hıristiyanlık ancak ruhiyat, vicdan ile meşgul olur ve her bir hıristiyanın üzerine onun taşıyamayacağı kadar ağır mânevî, vicdani yükler koyar. Hıristiyanlık, insanı bir günahkar olarak kabul eder ve ondan, onun anlayamayacağı ve hiç bir mantığa sığmayan kefaretler ister. Halbuki İslam dini, yalnız sevgi üzerine kurulmuştur.Hıristiyanlıkta çok derin ilim adamları, insanların değişik ruh haletlerini inceliyerek, onların üzerine yüklenmiş olan bu ağır yükler arasında belki bir parçacık Allah sevgisi bulabilir. Fakat bunlar da, bugünkü hıristiyanlıkta bu sevgi parçacığının bile birçok hurafeler altında nasıl büsbütün kaybolduğunu görerek üzülürler. Coleridge bir kitabında, (Hıristiyanlığı fazla seven bir kimsenin, yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşarak, kiliseyi daha fazla sevmesi ve sonunda kendini en fazla sevmesi bir hakikattir) demektedir. Halbuki İslamiyet bize, Allahü teâlâyı saymamızı, sevmemizi, yalnız Onun emirlerine uymamızı, bir yandan da, kendi aklımızı ve mantığımızı kullanmamızı emretmektedir. Hıristiyanlıkta bir miktar hakikat kalmıştır. İslamiyette ise, her şey hakikat üzerine kurulmuştur. Kurân-ı Kerîmde, Allahü teâlâ, hangi ırktan, hangi renkten olursa olsun, bütün kullarına Yunus sûresi 108. âyetinde meâlen şunu beyan buyurmuşlardır: “de ki Ey insanlar! Rabbinizden size hakikat gelmiştir.Doğru yola giren ancak kendi kazancı için girmiş ve sapıtan da kendi zararına olarak sapıtmiştir.Ben sizin bekçiniz değilim”. Ben bütün bunları okuduktan ve Kurân-ı Kerîmin mânâsını iyice kavradıktan sonra, İslamiyetin her türlü düşüncelerime en doğru cevabı verdiğini gördüm, seve seve müslüman oldum. İslamiyet bana hakiki yolu gösterdi ve cesaret verdi.Dünyada huzur ve rahata kavuşmak ve ahirette selamete erişmek için, müslüman olmaktan başka bir tarîk [yol] yoktur.
21) Bayan MAVİŞ B. JOLLY (İngiliz)
Ben İngilterede hıristiyan olarak doğdum. Vaftiz edildim ve bugün elimizde bulunan İncilde yazılı olanları öğrenerek büyüdüm. Çocukken kiliseye gittiğim zaman, muhtelif ışıklar, minberde yanan mumlar, müzik, günnük kokuları ve muhteşem elbiseler giymiş rahibler, üzerimde büyük bir tesir yapıyordu. Mânâsını hiç anlayamadığım duâlar okunurken, bunların ahengi beni ürpertiyordu. Sanırım ki bu çocukluk zamanımda, ben koyu bir hıristiyandım. Fakat, zaman geçtikçe ve benim tahsil derecem yükseldikçe, kafamda bazı süaller hâsıl olmaya başladı. O zamana kadar tam inandığım hıristiyanlık dininde, bazı noksanlar bulmaya başladım. Gün geçtikçe içimdeki şüphelerin arttığını görüyordum.Yavaş yavaş hıristiyanlıktan uzaklaşmaya başladım. Artık, hiç bir dine inanmıyordum.Kilisenin çocukken beni kendisine hayran eden o muhteşem manzarası, bir hayal gibi gözümün önünden uçup gitmişti. Mektebden mezun olduğumuz zaman, tam mânâsı ile bir dinsiz (ateist) olmuştum. Fakat, bir müddet sonra, farkına vardım ki hiç bir şeye inanmamak, insanın ruhunda derin bir yes, zafiyet, boşluk bırakmaktadır. İnsanın muhakkak bir melcee, bir dayanağa ihtiyacı vardır.Bunun için başka dinleri tetkik etmeye başladım.
Evvela budistliği ele aldım. Onların (8 Yol) adını verdikleri esasları iyice tetkik ettim. Bu (8 Yol)da çok derin felsefe ve çok güzel nasihatler vardı. Ama, insana ne doğru bir yol gösteriyor, ne de doğru yolu seçebilmek için lüzumlu bilgileri veriyordu.
Bu sefer Mecusiliği tetkike başladım. Ben üç tanrıdan kaçarken, bu dinde de karşıma birçok tanrı çıktığını gördüm.Sonra bu din, o kadar inanılmaz efsaneler, hurafelerle doldurulmuştu ki böyle bir dini kabul etmeye imkan yoktu.
Bundan sonra yahudiliği incelemeye başladım.Yahudilik benim için yeni bir din sayılmazdı. Çünkü, Kitâb-ı mukaddesin (Ahd-i Atik) denilen eski kısmı tamamen yahudilerin Tevratından alınmıştı. Fakat yahudilik de beni tatmin edemedi. Evet, yahudiler tek Allaha inanıyorlardı ve ben bunu çok doğru buluyordum. Fakat ondan sonra her şeyi inkâr ediyorlar ve yahudi dini, bir rehber olacak yerde, türlü karışık ibâdet şekilleri ve merasimlerle dolu bir hâl alıyordu.
Dostlarımdan biri bana ispiritizme ile meşgul olmamı tavsiye etti. (Ruhlarla konuşmak, din yerine geçer!) diyordu. Bu beni hiç tatmin etmedi. Çünkü, ispiritizmenin insanın kendi kendini hipnotize etmesinden ibaret olduğunu, insan ruhunu hiç bir zaman besleyemeyeceğini pek çabuk anlamıştım.
II. Cihan Harbi sona ermişti.Ben bir ofiste çalışmaya başladım. Fakat, hala ruhum bir din arıyordu. Bir gün gazetede bir ilan gördüm. (Îsâ aleyhisselâmın ulûhiyyeti hakkında bir konferans verileceği ve bu konferansa her dinden adamların iştirak edebileceği yazılıydı. Bu konferansı çok merak ettim. Çünkü, orada Îsâ aleyhisselâmın Allah’ın oğlu olup olmadığı münakaşa edilecekti. Konferansa katıldım ve orada bir müslümanla tanıştım. Bu müslüman, kendisine sorduğum suallere o kadar güzel, o kadar mantıki cevaplar verdi ki o zamana kadar, hiç aklıma gelmediği hâlde, İslamiyet ile meşgul olmaya karar verdim.Müslümanların kudsi kitâbi olan Kurân-ı Kerîmi okumaya başladım. Bu kitapta beyan edilen hükümlerin, 20. asırdaki birçok tanınmış devlet adamlarının beyanlarından çok daha yüksek olduğunu, büyük bir hayret ve takdir ile görüyordum. Bu sözleri hiç bir insan söyleyemezdi. Onun için, vaktiyle bize öğrettikleri gibi (İslam dini yalandır. Kuran uydurma bir kitaptır)sözüne artık inanmıyordum.Kurân-ı Kerîm uydurma bir kitap olamazdı.Bu kadar mükemmel sözleri, ancak insan üstü bir varlık söyleyebilirdi.
Ben, hala tereddüt ediyordum. İslamiyeti kabul etmiş İngiliz kadınları ile görüştüm. Onlardan yardım istedim. Bana kitaplar tavsiye ettiler. Bu kitaplar arasında Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Îsâ aleyhisselâmı mukayese eden (Mohammed and Christ) adlı kitapla, İslam dinini izah eden (The Religion of İslam) adlı eserler vardı. (Hıristiyanlığın Kaynakları = The Sources of Christianity) isminde diğer bir kitapta ise, hıristiyanlıkta bulunan birçok ibâdetlerin ibtidai insanların ibâdet usullerinden alındığı ve hakikatte şimdiki hıristiyanlığın bir (puta tapmak) dini olduğu çok açık bir tarzda anlatılıyordu.
Kurân-ı Kerîmi ilk okuduğum zaman sıkıldığımı itiraf ederim. Çünkü, içinde pek çok tekrarlar vardı. Şunu bilmelidir ki Kurân-ı Kerîm insana yavaş yavaş tesir ve nüfuz eden bir kitaptır.Kurân-ı Kerîmi iyi anlamak ve ona bağlanmak için, onu birçok defalar okumak lâzımdır. Ben de, okudukça bu mukaddes kitaba bağlandım. O kadar ki her gece, onu okumadan uyuyamıyordum. Benim üzerimde en büyük tesir yapan husus, Kurân-ı Kerîmin insanlara mükemmel bir rehber oluşuydu. Kurân-ı Kerîmde bir insanın anlayamayacağı tek şey yoktu. Müslümanlar Peygamberlerini kendileri gibi bir insan olarak kabul ediyorlardı. Müslümanlarca, Peygamberlerin diğer insanlardan farki bunların çok yüksek akıl ve ahlak sâhibi, günahsız ve kusursuz olmaları idi. Yoksa, onların ulûhiyyet ile bir rabıtaları yoktu. İslam dini, Muhammed aleyhisselâmdan sonra artık hiçbir Peygamber gelmiyeceğini bildiriyordu. Ben buna itiraz ettim. (Niçin başka bir Peygamber gelmiyecek?) diye sordum. O zaman, müslüman kadınlardan birisi bana bu hususu şöyle izah etti, (Müslümanların kudsi kitâbi olan Kurân-ı Kerîm, bir insana lazım olan bütün iyi ahlaki dini esasları, Allahü teâlânın rızasına kavuşturan yolu, dünyada ve ahirette huzur ve selamete vasıl olmak için lazım olan hususları insanlara öğretmektedir. Artık insanların başka bir rehbere, başka bir Peygambere ihtiyaçları kalmamıştır.)
Bu sözlerin çok doğru olduğu şundan bellidir ki aradan 14 asır geçtiği hâlde, Kurân-ı Kerîmin esasları hiç değişmeden bugünkü hayat tarzına ve bugünkü ilim seviyesine tamamen uymaktadır. Fakat, ben hala tereddüt ediyordum. Çünkü, aradan 14 asır geçmişti. Biz şimdi 1954 senesinde bulunuyorduk. Acaba 571 senesinde doğmuş olan Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği İslamiyetin içinde bugünkü şartlara uymayan tek bir nokta yok muydu? Büyük bir titizlikle, İslamiyette kusurlar aramaya başladım. Benim ruhum İslamiyete tamamen inandığı, bu dinin hak din olduğu gözümün önünde canlandığı hâlde, onda hala kusur arayışım, muhakkak çocukken bize papazlar tarafından İslamiyetin çok kusurlu, âdi, batıl bir din olduğu hakkında yapılan telkinlerden ileri geliyordu.
Evvela poligami (Birkaç kadınla evlenme) bahsini buldum. İşte mühim bir kusuru yakalamıştım. Nasıl olur da, bir erkek 4 kadın ile evlenebilirdi? Yukarıda kendisinden bahs ettiğim müslüman arkadaşım, bunu kendisine sorunca, bana izah etti ki İslamiyet ilk intişar ettiği zaman, Arabistanda her erkek istediği kadar kadınla birlikte yaşıyor ve onlara karşı hiç bir mesuliyeti bulunmuyordu. İslam dini, kadının ictimai mevkiini islah etmek için, bir erkeğin alabileceği kadın miktarını çok azaltmış ve ona bu kadınlara bakmayı, aralarında adaleti temin etmeyi, onlardan ayrılırsa, kendilerine tazminat vermeyi emretmişti. Sonra, kimsesiz kalan kadınlar, bu sayede bir aileye, o ailenin bir ferti gibi katılabiliyor, bir esir muamelesi görmüyorlardı. Ayrıca, bir erkek için 4 kadın almak bir emir değildi. Şartlarını yerine getirebilecekler için bir izindi. Bu şartları yapamayacaklar için, birden fazla evlenmek haramdı. Bunun içindir ki birçok erkeğin ancak bir zevcesi vardı. 4’e kadar kadın almaya ancak müsamaha ediliyor, yani izin veriliyordu. Halbuki Amerikadaki Mormonlar, her erkeği birkaç kadın almak için zorluyorlardı.Müslüman arkadaşım, (Acaba İngilterede İngiliz erkekleri tek kadınla mı yaşar?) diye sordu. Yüzüm kızararak itiraf ettim ki bugün garblı erkekler, evlenmeden evvel, hatta evlendikten sonra, birçok kadınlarla düşüp kalkmaktadırlar.Sonra, müslüman arkadaşımın söylediği sözler, kocasını iş kazalarında, harpte gayb etmiş ve kimsesiz kalmış zavallı bir genç kadının bir erkeğin himayesine girme ihtiyacını hatırlattı. II. Cihan Harbi bittiği zaman, İngiliz radyosunda (Dear Sir) adlı programda, bir zavallı İngiliz kadının şöyle feryat ettiği aklıma geldi. Bu zavallı genç kadın şöyle yalvarıyordu: (Genç bir kadınım. Kocamı harpte kaybettim. Şimdi kimsesiz kaldım. Korunmaya ihtiyacım var. İyi huylu bir adâmın 2. karısı olmaya ve 1. karısını başımda taşımaya razıyım. Yeter ki bu yalnızlıktan kurtulayım).
Bu da gösteriyor ki İslamda teaddüd-i zevcat [poligami] bir ihtiyacı karşılamak içindir.Bu bir emir değil, ancak bir izindir.Bu gün, esasen işsizlikten, fakirlikten, çok yerde kalmamış gibidir. O hâlde, bunu İslâmin bir kusuru olarak kabul etmeme imkan kalmamıştı.
Hıristiyan olan, yani İslam dinine düşman olan ingiliz kızı diyor ki: Sonra başka bir kusur daha bulduğumu zannettim.Müslüman kadına, (Günde 5 defa ibâdet etmek, bugünkü hayat tarzımıza nasıl uyar?Bu kadar ibâdet, fazla gelmez mi?)diye sordum. O gülümsiyerek, bana şu suali sordu, (Sizin piyano çaldığınızı duyuyorum. Musikiye meraklı mısınız?) (Hem de çok) diye cevap verdim. (Pek alâ, her gün egzersiz yapar mısınız?) (Tabiî, işten eve gelir gelmez her gün hiç olmazsa iki saat piyano çalarım) diye cevap verdim. Bunun üzerine, müslüman kadın, (Beşi bir arada, nihâyet yarım saat veya 45 dakika sürecek olan bir ibâdet, size niçin çok geliyor?Siz nasıl piyano egzersizlerini yapmazsanız, piyano çalmak kudretiniz azalırsa, Allahü teâlâyı düşünmek, Ona secde ederek lutflarına şükretmek azaldıkça, Ona giden yol uzaklaşır. Halbuki her gün yapılan ibâdet, Allahü teâlânın doğru yolunda adım adım ilerlemek demektir) diye cevap verdi. Ne kadar haklıydı! Her müslümanın, Allahü teâlâyı çok hatırlaması, kalbine Allah sevgisini yerleştirmesi lâzımdır. Kalp, Beytullahtır. Bir eve sâhibi sokulmazsa, eve de, sâhibine de, düşmanlık olur. 5 vakit namaz, insanı bu felaketten kurtarmaktadır. Dünya işlerine, dünyanın geçici zevklerine dalarak, Allah’ı unutan insana, namaz, Rabbini hatırlatmaktadır.
Artık müslümanlığı kabul etmeme bir mâni kalmamıştı. Ben İslam dinini bütün ruhum, bütün maneviyatım ile kabul ettim. Gördüğünüz gibi, onu öyle ilk bakışta ve hiç düşünmeksizin seçmemiş, aksine, onu ancak iyice tetkikten, hatta içinde kusurları arayıp bunların cevabını bulduktan ve bu dinin her bakımdan tam ve mükemmel olduğunu anladıktan sonra müslüman olmuştum. Şimdi müslüman olmakla iftihar ediyorum.
22) LADY ZEYNEB EVELYN COMBOLD (İngiliz)
Benim niçin müslüman olduğum benden mütemadiyen sorulur. Ben meşhur bir ailenin kızıyım ve zevcim de meşhur ve mühim bir kimsedir. Niçin müslüman olduğumu sual edenlere, müslümanlık nurunun ne zaman ruhuma doğduğunu katî olarak bilmediğimi söylerim.Bana, sanki her zaman müslümanmışım gibi geliyor.Bu da, hiç acayip bir şey değildir.Zira müslümanlık, tabiî ve hak bir dindir. Her çocuk, müslüman olarak doğar.Kendi başına terkedilirse, müslümanlıktan başka bir din seçmez. Avrupalı bir muharririn dediği gibi, (Müslümanlık, akıl-ı selim sahiplerinin dinidir).
Bütün dinleri birbiri ile mukayese edecek olursanız, bunların en mükemmeli, en tabiî, en mantıki olanının, İslamiyet olduğunu derhal görürsünüz.Müslümanlık sayesinde, dünyanın birçok müşkil meseleleri kolayca hallolur ve insan sulh ve sükûnete kavuşur. Müslümanlık, insanların günahkar olarak doğduğunu ve dünyada kefaret vermeleri icap ettiğini hiç bir zaman kabul etmez. Müslümanlar, bir olan Allahü teâlâya inanırlar. Onların nazarında Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafa “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, bizim gibi insanlardır. Allahü teâlâ, onları, insanlara doğru yolu göstermek için, Peygamber olarak seçmiştir.Tövbe etmek, afv dilemek, duâ etmek için, Allahü teâlâ ile kul arasında hiç kimse yoktur. Biz her zaman kendiliğimizden Allahü teâlâya yaklaşabiliriz ve ancak kendi yaptığımız işlerden dolayı mesulüz.
(İslam) kelimesi, hem Allahü teâlâya teslim olmak, hem de Muhammed aleyhisselâma îman etmek mânâsına gelir.Müslüman, bu dünyayı halk eden Allahü teâlânın emirlerine uyan, bütün varlıklarla sulh ve selamet içinde yaşayan kimse demektir. İslamiyet iki esas hakikat üzerine kurulmuştur:
1)Allahü teâlânın birliği ve Muhammed aleyhisselâmın Onun gönderdiği son Peygamberi olduğu.
2)İnsanların bütün hurafelerden, aslsız dogmalardan, tamamen halas olması. İslamiyetin esas şartlarından biri olan Haccın insanlar üzerindeki tesiri çok büyüktür. Dünyanın 4 köşesinden gelen yüzbinlerce müslümanın, hiç bir sınıf, ırk, memleket, renk ve rütbe farkı olmadan, yalnız bir ihram ile örtünerek, Allahü teâlânın huzurunda birlikte secdeye kapanması kadar ulvi bir ibâdet tarzı, hangi dinde vardır?Büyük Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, İslamı neşrettiği, İslam düşmanları ile mücadele ettiği, kudretli bir azm ve sebat ile uğraştığı bu mübarek yerlerde, birlikte ibâdet eden müslümanların birbirlerine daha fazla bağlanacakları, birbirlerinin dertlerine çare bulmaya çalışacakları, Allahü teâlânın gösterdiği yolda el birliği ile yürümeye bir kere daha and edecekleri muhakkaktır. Hac, aynı zamanda dünyadaki bütün müslümanları birbiri ile tanıştırmaya, birbirlerinin dertlerini öğrenmeye, birbirlerine kazandıkları tecrübeleri öğretmeye yaramaktadır. Kendi memleketlerinde ibâdet ederken yüzlerini çevirdikleri yerde, şimdi bütün müslümanlar ictima etmekte, Allahü teâlânın huzurunda tek bir kitle, tek bir vücut olarak kendilerini Ona teslim etmektedirler.
Haccı bir kere görmek, müslümanlığın büyüklüğünü ispat etmek için kâfidir. İşte müslümanlık budur ve ben de bu büyük dine katılmış olmanın neşe ve süruru içindeyim.
23) MUHAMMED JOHN WEBSTER (İngiliz)
Ben Londrada, tam bir protestan terbiyesi alarak yetiştim. 1930 senesinde, daha genç bir talebe iken, her genç gibi bazı hadiselerle karşılaşıyor, bunları anlamaya çalışıyordum. Bunlardan birisi, din ile dünya arasında bir münasebet aramak, yani rahat ve huzur içinde yaşamak için, dinden nasıl faydalanebileceğimi düşünmek oldu. O zaman, ilk defa olarak, farkına vardım ki mensub olduğum hıristiyan dini, bu hususta çok zayıf ve çok âciz. Zira hıristiyanlık, dünyayı yalnız fenâlıklarla dolu bir işkence yeri, insanları günahkar doğan mahluklar olarak kabul ediyor. Onlara hayatta rahat bir yol göstermek şöyle dursun, her yaptıkları işin günah olduğunu, bu günahtan kurtulmak için, hiç bir çare bulunmadığını, insanlar için ancak rahiblerin Allahü teâlâya duâ edebileceğini söylüyordu. Hıristiyanlık, insanları tamamen başıboş bırakmış ve yalnız pazar günleri, insanı hiç bir sûrette tatmin etmeyen bir (kilise havası) içinde ibâdete teşvik etmiştir. O senelerde, İngilterede büyük bir ekonomik buhran ve fakirlik vardı. İnsanlar hayatlarından ve hükümetten hiç memnun değildi. Hıristiyanlık, onlara bu ızdırab dolu günlerde hiç yardım etmiyor, insanlar ondan bir tahammül kudreti bulamıyorlardı. Bu keyfiyet, benim üzerimde çok fenâ bir tesir yapmıştı. Aklımdan çok, hislerime kapılarak, dinin mânâsız bir şey olduğuna karar verdim. Hıristiyanlığı reddederek, kendimi, birçok gençler gibi, dinsizliğe ve komünizme verdim.
Komünistlik, uzaktan işitilince gençlere bir haz veriyordu. Çünkü, ekonomik sıkıntılar içinde bunalan ve yaşama kudreti bulamayan genç nesl, servet ve rütbe farkını ortadan kaldırdığını iddia eden komünizmi bir kurtarıcı olarak görüyordu. Fakat, kısa bir zaman sonra, farkına vardım ki komünizmin iddiaları, yalnız bir propagandadan ve boş laftan ibarettir. Onlarda da, hem rütbe, hem servet farkı aynen vardı. Her şey, her memlekette aynı idi. Bunun üzerine komünistlikten vazgeçerek, kendimi felsefeye verdim. Böylece kendimi, bir (panteist) olarak, (Vahdet-i vücûd) îtikadında olarak, yetiştirmeye başladım.
Garb memleketlerinde, İslamiyet ile temas etmek çok müşkildir. Çünkü, orada İslamiyete karşı, ta Haçlı seferlerinden kalma bir düşmanlık vardır. Avrupalılar hiç tanımadıkları İslamiyeti, nefret ile reddederler. Çocuklarını müslüman düşmanı olarak yetiştirirler. Müslümanlıktan bahs etmek çok ayıp sayılır. Birisi bu bahsi açtı mı, herkesin suratı asılır ve herkes susar. Bu aralarda, beni bir vazife ile Avustralyaya göndermişlerdi. Bana verilen, (müslümanlıktan nefret) terbiyesine rağmen, bir gün, nasılsa merak ederek, bir Kuran tercümesini elime aldım. Fakat, daha kitabı tercüme edenin önsözünü okuyunca, kitabı hemen kapattım. Çünkü, kitabı tercüme eden, daha önsözde Kurân-ı Kerîm aleyhinde o kadar ağır laflar söylüyor, Kurân-ı Kerîmi o kadar tahkir ediyordu ki böyle bir kitabı okumak mânâsız olurdu. Sonra düşündüm. Mademki hıristiyanlar müslümanlardan nefret ediyorlardı. O hâlde, tercümeyi yapan hıristiyanın, bu tesir altında kalarak, bozuk bir tercüme yapması, bazı yerleri yanlış anlaması imkanı vardı. Bir kere meraklanmıştım. Artık işi cittiyet ile ele aldım ve birkaç hafta sonra, Avustralyanın garb tarafında Perth şehrine gittiğim zaman, bu şehrin büyük kütüphanesine uğrayarak müslümanlar tarafından tefsir edilmiş bir Kurân-ı Kerîm bulunup bulunmadığını araştırdım. Bana böyle bir tercüme bulup verdiler. Bunu açıp, içindeki ilk sureyi, (Fâtiha-i şerife)ye okuyunca, ne kadar mütehassis olduğumu size anlatamam. Fâtiha, (Âlemlerin rabbine hamd) ile başlıyordu. (Bize doğru yolu göster) diye yalvarıyordu. Ne güzeldi! Fâtiha-i şerifi birçok defalar okudum. Burada zikir edilen büyük hâlik, (Rahmân ve Rahim) yani çok merhametli idi. Hıristiyanların dediği gibi, insanları günahkar olarak yaratmamıştı. Kurân-ı Kerîmi okumaya başladım ve okudukça kendimden geçtim. Bütün arzularımın, tesavvurlarımın aynını bu kudsi kitapta buluyordum. Saatler geçmiş ve ben nerede olduğumu, zamanı, her şeyi unutmuştum. Bana Kurân-ı Kerîmle beraber, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin hayatına dair bazı kitaplar da bulup getirmişlerdi. Kendimden geçerek bunları okuyordum. Nihâyet kütüphane memuru yanıma gelerek, (Vakit geldi, artık kütüphaneyi kapatıyoruz)deyince kendime geldim.Kütüphaneden evime dönerken, (İşte şimdi maksadıma kavuştum.Ben artık müslüman oldum)diye tekrar edip duruyordum. Artık, Allahü teâlânın inayeti ile hidayete kavuştum.
Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münasib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kurân-ı Kerîm, müslümanlık ve Allahü teâlâ vardı. Nereye gittiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kırmızı tuğladan yapılmış bir binanın önünde olduğumu gördüm.Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişti. Binanın üzerindeki levhaya baktım. Burası Avustralyadaki bir câmi idi.
Kendi kendime, (Allahü teâlâ sana doğru yolu ihsan etti ve sana ne yapman icap ettiğini bildirdi. Sen müslümanlığı tanıdın. Allahü teâlâ seni camiin kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dini kabul et) dedim. İçeri girdim ve müslüman oldum.
O zamana kadar bir tek müslüman tanımamıştım. İslamiyeti kendi kendime buldum ve kabul ettim. Kimse bana bu hususta rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız akıl-ı selimim oldu.
24) ABDULLAH BATTERSBY (İngiliz)
Bundan tahminen 25 sene evvel, Burmada bulunurken, ferahlanmak için her gün nehrde bir Çinli kayığı ile dolaşırdım. Benim kayığımın kürekçisi Doğu Pakistanlı Şeyh Ali isminde bir müslümandı. Müslümanlığın emrettiği bütün dini vecibeleri, büyük bir gayret ile yerine getirirdi. Onun, hiç bir vaktini geçirmeden büyük bir dikkat ile ibâdet etmesini hem takdir ile karşılar ve beğenir, hem de müslümanlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basit bir insanı, bu kadar büyük îman ve itaat altında tutabilen müslümanlığın hakikatini anlamaya karar verdim. Etrafımızda bulunan insanların çoğu, Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Zannediyorum ki Burmanın bütün insanları dünyada en dindar kimselerdir. Fakat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok noksanlar vardı. Budistler, Pagoda adını alan mabedlerinde toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:
(Buda-karana-Gaçkami-Dama-karana-Gaçkami-sanga-karana-Gaçkami)
Bunun mânâsı, bana anlattıklarına göre, (Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kanun ol! Sen bizim ruhumuzu yücelt) imiş. Bu duâ çok sade, fakat insanı tatmin etmeyen, onun ruhuna hiçbir tesir yapmayan birkaç sözden ibaret idi. Büyük bir halıktan hiç bahs olunmuyordu.
Halbuki benim müslüman kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben, bu sefer kayıkçım ile İslamiyet üzerinde konuşmaya başladım. Onunla beraber bulunduğum saatlerde, kendisine müslümanlık hakkında pek çok sualler sordum. Bu sade adam, bana müslümanlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıki cevaplar verdi ki İslam dini hakkında yazılmış kitapları okumaya başladım. Bu kitapları okuyunca, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin Arabistanda, kısa zamanda neler yapmaya muvaffak olduğunu, hayret ve takdir ile öğrendim. Kendime müslüman arkadaşlar buldum. Onlarla İslam dini üzerinde mubahaseler, sohbetler yapmaya başladım. O sırada Birinci Cihan Harbi patlak vermişti. Bana derhal Arabistanda cebheye katılma emri verildi ve gittim. Burada artık budistler yoktu. Etrafımı müslümanlar çevirmişti. Araplar, ilk müslümanlardı. Allahü teâlânın kitâbi olan Kurân-ı Kerîm, Arabî olarak nazil olmuştu. Araplarla olan temasım, İslamiyete olan merakımı daha ziyâde arttırdı. Harp bitince, Arabî öğrenmeye başladım. Bir taraftan da, İslamiyet hakkındaki eserleri okumaya devam ediyordum. İslamiyette beni kendisine cezb eden en büyük husus, müslümanların bir tek Allaha inanışları oldu. Halbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç tane tanrıya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıki gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş İslamiyetin çok daha doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek halıka inanan dinin hak din olabileceğini kabul etmeye başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene vazife gördükten sonra, müslüman olmaya karar verdim. 1942 senesinde resmen müslüman oldum. O zamandan beri, her şeyimle müslümanım.
Arapların (Mukaddes şehir) adını verdikleri Kudüste, müslümanlığımı resmen ilan etmiştim. O zaman, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslüman olduğumu ilan edince, başıma bir takım na-hoş işler geldi. Hükümetim müslüman olmaklığımı hoş görmemişti. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvela Mısra, sonra Pakistan’a giderek müslüman kardeşlerimle birlikte yaşamaya başladım. İslamiyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyada 500 milyondan fazla müslüman vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslüman olmak demek, hakiki mâbud olan Allahü teâlâya îman etmek ve Ona bağlanmak demektir. Ona bağlanmak için de, Onun büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şekilde olmak lâzımdır. Şimdi, bana İslamın nurlu yolunu, halis ibâdeti gösteren ve beni Allah’ıma kavuşturan o basit zannettiğim, mütevazi kayıkçının hatırasını hürmet ile yad ediyorum. Hayatımda onun gibi, halis bir müslüman olmaya çalışıyorum. Böyle yaptıkça, insanın zararlı şeylerden kendini kurtardığını görüyorum
Müslümanlar arasında şimdi ben de, Elhamdülillah, bir müslümanım. Her ibâdet edişimde, belki de, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuş olan, mürşidim, eski kayıkçım Şeyh Ali efendiye duâ etmeyi, onun mübarek ruhu için Fâtiha okumayı da hiç unutmuyorum.
25) HÜSEYİN ROFE (İngiliz)
Bir insan, çocukluğunda kendisine telkin edilen bir dinden ayrılıp başka bir din seçecek olursa, bunun ya hissi, ya felsefi veya ictimai bir sebebi vardır. Benim içimdeki coşkun arzu, yukarıdaki sebeplerden hiç olmazsa ikisini karşılayacak bir dine îman etmek için beni zorluyordu. Onun için, tahsil devremi ikmal ettikten sonra, dünyada bulunan dinlerden hangisine îman etmek gerektiğini tayin etmek maksadıyle, bunları birer birer tetkik etmeye başladım.
Annem ve babam koyu bir katolik ile bir yahudi idiler. Fakat her ikisi de katoliklik ve yahudilikten vazgeçerek, protestan olmuşlar ve İngiliz kilisesine devam ediyorlardı. Ben mektebde iken, muntÂzaman İngiliz kilisesinin ayinlerine devam etmiş, rahiblerin verdiği dersleri dinlemiştim. Fakat, onların bana öğretmeye uğraştıkları hıristiyanlık akideleri içinde anlamadığım, bana ters gelen birçok hususlar vardı. Her şeyden evvel, üç birlikten, yani baba, oğul ve Ruhulkudsten ibaret bir tanrı manzumesi, bana o kadar mantıksız geliyordu ki buna inanmak mümkün değildi. Benliğim bunu şiddet ile reddediyordu. Sonra, Allaha kavuşmak için kefaret verilmesi icap ettiği hakkındaki kilise akidesini de, tamamen mânâsız buluyordum. Benim düşündüğüm, büyük mâbud, kullarından mecburi kefaret istemezdi.
Bunun üzerine, yahudi dinini incelemeye başladım. Yahudilerin, Allahü teâlânın birliğini ve Âzametini çok daha mantıki bir tarzda kabul ettiklerini ve Ona şerik koşmadıklarını gördüm.Belki yahudi dini, bugünkü hıristiyan dini kadar bozulmamıştı. Fakat, bu dinde de anlamadığım ve kabul edemediğim garib kısımlar vardı. Yahudi dini o kadar merasim, duâ , mecburi yapılması gereken ibâdetler ile doluydu ki eğer dinine bağlı bir yahudi bütün bunları yaparsa, dünya işlerine hiç vakit ayıramayacaktı. Bu merasimlerden çoğunun, insanlar tarafından sonradan dine ilave edilen, lüzumsuz ve mantıksız hususlar olduğunu anladım. Böylece yahudilik, ictimai [sosyal] hayattan tamamen ayrılarak, bir ekalliyet, azınlık dini haline geliyordu. Dünyaya bir fayda sağlayamayacağını anladığım yahudi dinini, bir tarafa bırakarak, diğer dinleri tetkik etmeye başladım. Hem kiliseye, hem de havraya devam ediyordum. Fakat bu ziyaretlerim, sırf dinsiz kalmamak içindi. Yoksa, ben ne hıristiyan, ne de yahudi idim. İngiliz kilisesi yanında Roma kilisesini, yani katolikliği de biraz tetkik ettim. Gördüm ki katoliklerin îtikatları, İngiliz kilisesine bağlı protestanların îtikatlarından daha fazla hurafelerle doludur. Hele, katoliklerin Papaya bağlı olmaları ve onu günahsız kabul ederek ona adeta yarı ilahlık vermeleri, onlardan daha fazla nefret etmeme sebep oldu.
Şimdi yüzümü şarka çevirerek, şark dinlerini incelemeye başladım. Mecusilerin dinini hiç beğenmedim. Çünkü bunlar, rahib sınıfına pek çok imtiyazlar veriyorlardı. Paryalara ise, adeta hayvan muamelesi yapıyorlardı. Fakire şefkat elini uzatmak akllarına gelmiyordu. Onların fikrince, bir insan fakirse, bu onun kendi kabahatiydi. Eğer, hiç ses çıkarmadan, şikayet etmeden çile doldurursa, belki rahiblerin duâsı sayesinde hâli daha iyi olabilirdi. Bu fikri, rahibler ahalinin kendilerinden korkması ve onlara sıkı sıkı bağlanması için yayıyorlardı. Onun için, mecusiliği nefret ile karşıladım. Hele mecusilerin, hayvanlara da tapması, nefretimi arttırdı. Böyle bir din, hak din olamazdı.
Budistliğe gelince, budistler felsefi düşünce ve inançlara bağlıydılar. Onlar bana, eğer gayret edecek olursam, çok uğraşırsam, gereken fedâkarlıkları yaparsam, büyük kudretlere varacağımı ve dünya ile adeta kimyâ tecrübeleri yapar gibi, oynayabileceğimi söylediler. Fakat budistlikte, ben hiçbir ahlak kaidesi bulamadım. Burada da rahibler, diğer insanlardan farklıydılar ve onlardan çok daha yüksek bir mevkide bulunuyorlardı. Bana, hakikaten insanı hayretlere düşüren birçok mârifetler öğrettiler. Fakat bunların din ve Allah ile hiçbir ilgisi yoktu.
Bu mârifetler, spor veya hokkabazlık yapar gibi vakit geçirmeye, bunları bilmeyenleri hayrete düşürmeye yarıyordu. İnsanın ruhunu temizlemekten ve onu Allahü teâlânın rızasına, muhabbetine yaklaştırmaktan çok uzaktı. Allahü teâlâ ile ve Onun yarattığı varlıklarla hiç bir ilgisi yoktu. Biricik faydaları, insanı tam disiplin sâhibi yapmasıydı.
Buda, muhakkak ki çok okumuş, zeki bir insandı. O, insanlardan her şey için fedâkarlık istiyordu. (Bir fenâlığa karşı koyma!), (Bütün arzu ve ihtirasları terket!), (Yarını düşünme!) gibi emirler veriyordu. Îsâ aleyhisselâm da, aynı şeyleri söylemiyor muydu?Fakat insanlar, bu gibi emirleri, ancak hıristiyanlığın başında, daha isevilik tertemiz iken takip etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı hâli gördüm. Eğer insanlar, Îsâ aleyhisselâm veya Buda kadar temiz olabilseler, belki onların gösterdiği yollardan giderek Allahü teâlânın rızasına kavuşabilirlerdi. Ama bugün dünyada bu kadar temiz ruhlu, yüksek ahlaklı, her fenâ şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedâkar kaç kişi vardı?Demek oluyor ki Budanın koyduğu ahlak esasları, bugünün insanının düşüncelerine uymuyordu.
İslam dünyası içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araştırırken, İslamiyeti düşünmeyişim ne garibdi! Müslümanlık bir türlü aklıma gelmemişti. Bunun sebebi ise aşikardı:Müslümanlık hakkında bize verilen malumat, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, dâima bu dinin çok yanlış, uydurma, mânâsız, uyuşturucu, sahte bir din olduğunu iddia ediyordu. Hele Rodwellin tercüme ettiği Kurân-ı Kerîm tercümelerini okuyunca, bende bu fikir hâsıl oldu. Rodwell, Kurân-ı Kerîmin birçok kısımlarını anlaşılmaz bir tarzda tercüme ederek, bir büyük kısmını da, bile bile tahrif ederek, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişti. Hakikati ancak Londrada (İslam Cemiyeti)ile temas edince ve doğru bir Kurân-ı Kerîm tercümesi okuyunca anlayabildim. Burada, şunu teessüf ile söyleyeyim ki müslümanlar bu güzel dinlerini dünyaya tanıtmak için pek az gayret sarf etmektedirler. Eğer hakiki İslamiyeti, dikkatle ve bilerek bütün dünyaya yaymak için çalışırlarsa, eminim ki çok iyi neticeler alacaklardır. Yakîn şarkta, ecnebîlere karşı hala çekingenlik gösterilmektedir. Onlarla temas ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kabil olduğu kadar uzak durmak tercih edilmektedir. Bu çok hatalı bir harekettir. En büyük misal, benim. Çünkü, bir türlü İslam dini ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki bir gün çok muhterem ve kültürlü bir müslümanla tanıştım. Benimle ahbab oldu. Beni dikkat ile dinledi. Bana bir müslüman tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kurân-ı Kerîm tercümesi hediye etti. Sorduğum bütün suallere çok güzel ve mantıki cevaplar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir camie götürdü. Hayatımda ilk defa orada ibâdet eden müslümanları büyük bir dikkat ve hürmet ile seyrettim. Allah’ım, bu ne muhteşem ve ulvi bir manzara idi! Her ırktan, her milletten, her sınıftan insanlar ibâdet ediyorlardı. Fakat hepsi Allahü teâlânın huzurunda hiçbir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini tamamen Allahü teâlâya adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakir, adeta, bir dilenci kıyafetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccar olduğunu zannettiğim bir Arap vardı. Onun yanında da, bir zenci yer almıştı. Bunların hepsi, büyük bir huşû ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yoktu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Araplıklarını, zenginliklerini, fakirliklerini, mevkilerini, rütbelerini tamamen unutmuş, kendilerini Allahü teâlâya tevcih etmişlerdi. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyordu. Zengin fakiri küçük görmüyor, yüksek rütbeliler de diğerlerine tekebbür etmiyordu.
Ben, bütün bunları gördükten sonra, aradığım hak dinin İslam dini olduğunu anladım. Şimdiye kadar diğer bütün dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi, benim üzerimde böyle tesirli olmamıştı. Fakat, müslümanlığı böyle yakından görünce ve müslümanlığın esasını öğrenince, bu hak dini tereddütsüz kabul ettim.
Şimdi müslüman olduğum için iftihar ediyorum. İngilterede üniversitede (İslam Kültürü) derslerini takip ettim ve gördüm ki Kurun-u vüsta [Orta çağ]da Avrupa müthiş bir karanlık içinde iken, ancak İslam nuru, bu zulmeti aydınlatmaya muvaffak olmuştur. Birçok büyük keşfler, müslümanlar tarafından yapılmış, birçok ilim ve fen ve tıb bilgileri Avrupalılara, İslam Dar-ül-fünunlarında [Üniversitelerinde] öğretilmiş, birçok cihangirler İslam dinini kabul ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslümanlar yalnız büyük bir medeniyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrib edilen eski medeniyetleri de, yeniden meydana çıkarmışlardır. Benim müslüman olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana, (Sen şimdi gerici oldun) dedikleri zaman, ben gülümsiyerek, (Tamamen aksine, Müslümanlık gericilik değil, ileri medeniyet demektir) diyor ve onlara hakiki müslümanlığı anlatıyordum. Ne yazık ki bugün müslümanlar çok geri kalmıştır. Çünkü müslümanlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gittikçe unutmakta ve onun emirlerini yerine getirmeyi ihmal etmektedirler. Bunda kabahatin bir kısmı da, hakiki din ve fen alimi, dünyayı da iyi bilen müslüman din adamlarının çok az mevcûd oluşudur.
İslam memleketlerinde hala, büyük bir misafirperverlik bulunur. Bir müslümanın evine gidince, o sizi tanısın veya tanımasın, kapılarını açar ve hemen imdadınıza koşar. Çünkü, İslam dini, başkalarına yardım etmeyi emreder. Zenginin fakire yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, İslam dininin 5 büyük esasından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yoktur. Demek oluyor ki İslam dini bu asrın ictimai [sosyal] hayatına en uygun olan dindir. Onun içindir ki İslam memleketlerinde komünizme yer yoktur. Çünkü İslam dini, bu meseleyi çok daha evvelden ve çok daha esaslı olarak halletmiştir.
İnsana sadakat yaraşır, görse de ikrah,
Yardımcısıdır doğruların hazret-i Allah.
26) H. F. FELLOW (İngiliz)
Ben hayatımın büyük bir kısmını denizlerde geçiren ve 1914 de I. Cihan Harbine ve 1939 da II. Cihan Harbine, İngiliz deniz subayı olarak katılmış bir bahriyeliyim.
20. asrın en mükemmel alet ve makinaları bile tabiatın korkunç kuvvetlerine karşı koyacak evsafta değildir. En basit bir misal vereyim. Sis ve fırtınaya mukavemet için elimizde hiçbir imkan yoktur. Bir harp zamanında ise, bu tehlikelere daha birçok tehlikeler ilave olur. Bir bahriyelinin, dâima dikkatli olması lâzımdır. İngiliz Bahriyesinde, Kraliçenin Talimatı ve Amirallik Dairesinin koyduğu talimatı ihtiva eden bir kitap mevcuttur. Bu kitapta, her deniz subayına düşen vazifeler, tehlike anında yapılacak işler kayd edilmiş olduğu gibi, vazifesini iyi yapanlara verilecek mükafatlar, iyi hareket edenlere verilecek takdirnameler, para mükafatları, maaş ve ücretler, bir subayın ne zaman emekli olacağı yazılıdır. Aynı zamanda, kabahatli olanlara verilecek cezalar, emirlere karşı gelenlere yapılacak hareket tarzı v.s. de birer birer kayd edilmiştir. Eğer bu kitaba dikkat ile riâyet olunacak olursa, denizde hayat gâyet rahat ve muntÂzam geçer, tehlike çok azalır ve deniz subayları sakin ve bahtiyar yaşarlar.
Allahü teâlâ, kusurumu ve günahımı affetsin! Aradaki büyük farkı hiç bir zaman unutmıyarak ve hürmette kusur etmeyerek, ben Kurân-ı Kerîmi, işte bu kitaba benzetiyorum. Kurân-ı Kerîmde, bu esasları koyan Allahü teâlâdır. O, dünya üzerinde bulunan bütün erkek, kadın ve çocuklara nasıl hareket etmeleri icap ettiğini, tehlikenin nereden geleceğini ve ona karşı ne yapmak lazım olduğunu, iyi hareket edenlerin nasıl mükafatlandırılacağını ve fenâ hareket edenlerin nasıl cezalandırılacağını, son derecede açık ve güzel bir şekilde ve herkesin anlayacağı bir tarzda öğretmektedir. Son 11 senedir, emekleye ayrıldıktan sonra, bahçemde çiçek yetiştiriyorum. İşte asıl bu zaman, Allahü teâlânın büyüklüğünü, bir kere daha yakından gördüm. Nebatlar ve çiçekler, ancak Allahü teâlânın emri ile yetişmekte ve büyümektedir. Onun emri olmadan diktiğiniz hiçbir şey yetişmez. Ne kadar uğraşırsanız uğraşınız, ne yaparsanız yapınız, sizin uğraşmalarınız, ancak Onun yardımı ile bir netice verir. Bu yardım yoksa, gayretlerimiz boşa gider. Nebatların neşvü nüması [yani yetişmesi] için lazım olan hava şartlarını evvelden tayin etmek kimsenin elinde değildir. Allahü teâlânın bir emri ile hava bozulur ve ektiğiniz her şey mahvolur. İnsanlar hava şartlarını evvelden tahmin edebilmek için, birçok şey yaptılar. Bugün güya havanın nasıl olacağı evvelden haber veriliyor. Ben, buna ancak gülüyorum. Zira, bu hava tahminlerinden ancak yüzde biri doğru çıkmaktadır. Bu işte ancak Allahü teâlânın takdiri hâsıl olur. Allahü teâlânın emrine uymayanların bahçelerinde güzel çiçekler yetişmiyor. Bu, Allahü teâlânın onlara verdiği cezadır.
Ben, Kurân-ı Kerîmin Allah kelamı olduğuna ve Allahü teâlânın bu mukaddes kitabı dünyaya yaymak için, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemi seçtiğine, bütün kalbimle îman ediyorum. Kurân-ı Kerîm, dünyadaki insan hayatı ile tam bir tevafuk halindedir ve içinde hiçbir mübalağa ve hurafe olmayan, tamamen mantıki aklı başında olanların, tamamen sahih, doğru olduğuna inanacağı kaideler vardır.Kurân-ı Kerîmde, ibâdet korkuya değil, muhabbete ve hürmete bağlanmıştır.
Bir hıristiyan, hıristiyanlık muhiti ve tesiri altında uzun seneler kalınca, dininden vazgeçip müslüman olmak için, evvela ikna olunmak ister. Fakat ben, İslamiyeti tetkik ettikten sonra, başkası tarafından ikna edilmek lüzumunu his etmedim. Çünkü, kendiliğimden bu dinin hak bir din olduğuna inanmıştım. Kimse beni müslüman yapmaya zorlamadı. Kimsenin tesiri altında kalmadım. Müslümanlık, benim hıristiyanlıkta cevabını bulamadığım birçok şüpheleri hemen cevaplandırmış, beni her hususta tatmin etmişti. İşte bunun için, kendi kendime ve seve seve müslüman oldum.
Ben, farkına vardım ki Îsâ aleyhisselâmın getirdiği temiz din ile İslamiyet, aslında birbirinin aynıdır. Fakat temiz nasrani dini, birçok hurafelerle, puta tapanlardan alınmış yanlış ayin ve îtikatlarla karışarak, tamamen bozulmuş ve hıristiyanlık haline gelmiştir. O kadar ki Martin Luther bu hurafelerin çoğunu temizliyerek, dinde reform yapmak ve protestanlığı kurmak zorunda kalmış, fakat, islah edeyim derken, büsbütün ifsad etmiştir. İngiliz kraliçesi birinci Elizabeth, memleketini tehtid eden katolik İspanyollar ile mücadele ederken, Osmanlı Türkleri de Avrupada katoliklerle cihat ediyordu. Bu iki devlet de, protestan ve müslüman olarak, puta tapan katoliklerle mücadele ediyorlardı. Yalnız Martin Luther, farkına varmamıştı ki Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kendisinden tam 900 sene evvel bozulmuş hıristiyan dini ile diğer bütün dinleri tamamıyla temizlemiş, tasfiye etmişti.
Bugün, hıristiyanlık putlar ve hurafelerle doludur. Hıristiyanlık, uzun zamanlar haksızlığın, zulmün, vahşetin, adeta mubah görüldüğü bir din olarak kalmış ve bugün bu korkunç hüviyetini tamamen muhafaza etmektedir. İspanyada hıristiyanların, Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız kararlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yaptıklarını hatırlamanızı isterim. Onların bu vahşetinden kaçan yahudileri, ancak müslüman Türkler kabul ettiler ve onlara insan muamelesi yaptılar.
Îsâ aleyhisselâm, ümmetinden, Allahü teâlânın Tur-i Sinada [Sînâ tepesinde] Mûsâ aleyhisselâma tebliğ ettiği Evamir-i Aşereye [On emre] itaat etmeyi istemişti. Bu emirlerden birincisi şudur:(Ben senin Allah’ınım. Benden başka hiç bir ilaha tapmayacaksın!) Halbuki hıristiyanlar, Allahü teâlâyı üçe çıkarmışlar, yani Allahü teâlânın verdiği ilk emre muhalefet etmişlerdir. Ben, müslüman olmadan evvel bile üç tanrıya inanmadım. Allahü teâlâyı dâima tek, merhametli, affedici, hidayet yolunu gösterici, bir büyük varlık olarak kabul ediyordum. İşte beni müslümanlığa götüren en büyük sebep, bu oldu. Çünkü müslümanlar, Allahü teâlâya tam benim düşündüğüm gibi îman ediyorlardı.
Hayattaki yaşama tarzınız tamamen sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhasebeci iseniz ve mal sâhibinin kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar.Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sürat ile sevk eder ve bu sebep ile bir kaza yaparsanız, bundan yine siz mesul olursunuz. Bütün bu kabahatleri, başkasının üstüne yüklemeye kalkmak, büyük bir ahlaksızlıktır. İnsanların fenâ huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar, muhakkak iyi huylu olarak doğmuştur. İnsanların bazılarının, fenâ ruhlu olarak dünyaya geldiğini iddia edenler var ise de, bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fenâ ruhlu yapan, önce, anası babası, sonra muhiti [çevresi], zararlı neşriyat ve sonra fenâ arkadaşlarıdır. Buna bir de zararlı muallimleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve mektebdeki muallimlerinin ve yazarların hareket ve fikirlerine çok kıymet verirler ve onlara benzemeye çalışırlar.Bâzen çocukların, bilinmeyen sebeplerden ötürü isyan ettikleri veya lüzumsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zaman, onlara nasihat vermek, onları tatlılıkla, fakat cittiyetle yola getirmek lâzımdır. Fakat, biz çocuklarımıza fenâ örnek olursak, kendimiz fenâ hareketler yaparsak, onları yaptıkları hareketin doğru olmadığı hususunda ikna edemeyiz. Biz her türlü kabahati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz?Demek oluyor ki her şeyden evvel çocuklarımıza mükemmel bir numune olmalıyız. İcapında onları cezalandırabilmeliyiz. İngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde adeta kutsaldır. Spor yaparken, yanlış hareket eden, hele hile yapan, hemen cezalandırılır ve şerefinden çok şey gayb eder. İslam dini, insanlar için tıpkı bizim spor kaideleri gibi çok güzel ve mantıki hareket tarzı ve doğru yaşama kaideleri koymuştur. İşte ben de, İslam dinini tetkik ederken, konulan bu kaidelere hayran oldum. Bu mantık ve intizam da beni hak olan İslam dinine kavuşturdu.
On emrin ikincisi şudur:(Sen, tapınmak için, hiçbir put veya resm veya işaret yapmayacaksın.)Halbuki bugün hıristiyan kiliseleri resmlerle, heykellerle doludur ve hıristiyanlar bunların önünde yerlere kadar eğilirler!
Ben, Îsâ aleyhisselâmın mucizeleri, [hıristiyanların îtikadınca] haç üzerinde öldürülmesi, kabre konulduktan sonra tekrar dirilip göğe çıkması gibi muazzam hadiselerin, o zaman Filistinde bulunan yahudiler, Romalılar ve diğer insanlar üzerinde çok az bir etki yaptığına ve oradaki hayat tarzını hiç değiştirmediğine dâima hayret etmiştim. Yahudiler Îsâ aleyhisselâma çok kayıtsız kalmış ve hıristiyanlık ancak yüzyıllar sonra yayılmaya başlamıştır. Halbuki Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin tebliğ ve neşrettiği İslam dini, çok kısa zamanda her tarafa yayılmış, oralardaki hayat tarzını hemen değiştirmiş, yarı vahşi insanları kısa zamanda, medenileştirmiştir. Zannediyorum ki bunun sebebi, isevi dininin kısa zamanda bozularak, anlaşılması güç, yarı putperest yeni bir hıristiyan dini hâlini alması, İslam dininin ise, herkes tarafından anlaşılabilen mantıki bir din olmasıdır. 1919 ile 1923 arasında, bana Türk sularında vazife verildi. Müslümanlarla görüştüm. Her gün minarelerden duyduğum (Ancak bir Allahü teâlâ vardır. Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Onun resûlüdür) sesi kulağıma ne hoş geliyordu! İslamiyet hakkında okuduğum İngilizce kitaplardan çoğu, İslamiyeti tahkir ediyordu. Hele son üç yüz sene içinde, aynı zamanda halife olan Türk sultanlarının yaptıkları iddia edilen birçok fenâ hareketleri, haksızlıkları, Türklerin yalancılığı, düzenbazlığı, rüşvete düşkün olmaları, azınlıklara fenâ muamele etmeleri gibi iftirâlar, hep onların aldığı İslam terbiyesine isnad ediyor, bir müslümanın hiç bir zaman bir hıristiyan gibi dürüst olmayacağını ileri sürüyordu. Acaba kabahat hakikaten İslam dininde miydi?Ben buna inanmıyordum. Nihâyet bu hususta bilgi edinmek için, bir müslüman din adâmina müracaat etmeye karar verdim.Bir taraftan da İslamiyet hakkında müslümanlar tarafından yazılmış eserleri aradım. İngilterede bulunan müslüman din adamları, bana böyle eserler bulup yolladılar. Bu kitapları okuduğum zaman, İslamiyetin ne kadar temiz olduğunu, Ortaçağda nasıl parladığını, karanlık hıristiyan alemini nasıl aydınlattığını, fakat zamanla dine riâyetsizlik yüzünden, İslam aleminin nasıl zayıflediğini, şimdi onu yine eski hakiki haline getirmek için uğraşıldığını öğrendim.Bugünkü ilmi terakkîler hıristiyan dininde yer bulamaz. Halbuki İslamiyet ile tam bir ittifak halindedir.Demek oluyor ki İslam aleminin gerilemesinde kabahat, İslam dininde değil, bu güzel dini layıkı ile tatbik edemeyen bugünkü müslümanlardadır. Artık İslam dininin meziyeti hakkında hiçbir şüphem kalmamıştı. Seve seve, îman ederek müslüman oldum.
Bugün Avrupada bazı filozoflar, muharrirler, dinlerin lüzumsuz olduğunu ileri sürerler. Emin olunuz ki böyle bir fikrin hâsıl olmasına sebep, hıristiyan dininin akla uymaz kaideleri ve 20. asırda kabul olunamayacak hurafeleridir [yani batıl akideleridir]. Halbuki İslam dininde bunların hiçbiri yoktur.
Hıristiyanlar, İslamiyeti kabulümün sebebini bir türlü anlayamamakta ve müslüman olanlara (eksantrik = Kimseye uymayan bir yol tutanlar) demektedirler. Bu tamamıyla yanlış bir düşüncedir.
En son olarak şunu söyleyeceğim:Ben İslamiyeti hem teorik, hem pratik, anlaşılması kolay ve mantıki ve her bakımdan mükemmel bir din olduğu ve insanlara iyi bir rehber olduğu için seçtim. İslam dini, insanı Allahü teâlânın rızasına, dünya ve ahiret saadetine götüren en doğru yoldur ve kıyamete kadar böyle kalacaktır.
27) J. W. LOVEGROVE (İngiliz)
Niçin müslüman olduğum hakkında sorduğunuz suale aşağıda kısa bir cevap vermek istiyorum. Din ve îman hakkında size uzun bir konferans verecek değilim. Din ve îman insanın ruhunda doğan, her şeyden tamamen farklı bir meziyettir. Tıpkı çölde kalmış bir insanın susamasına benzer. İnsanların muhakkak istinat edecek, güvenecek, kendisine rehber olacak bir imana mâlik olması lâzımdır. Ben, önce din tarihlerini tetkik ettim. İnsanları dine davet eden zatların hayatlarını ve onların ne öğrettiklerini dikkat ile okudum. Anladım ki Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” başlangıçta, öğrettiği esas kaideler zamanla bozulmuş ve büsbütün başka şekillere dönmüştür. Bunlardan ancak pek az doğru kısmı günümüze kadar devam edebilmiştir. Bu büyük, seçilmiş insanların hayatlarına türlü türlü efsaneler karıştırılmış, yaptıkları işler bize büsbütün başka ve esrarla dolu bir şekilde intikal etmiştir. İşte bunların yanında yalnız İslam dini, intişar ettiği günden bugüne kadar aynı saflığı, aynı temizliği muhafaza etmiş, içine hiç bir hurafe ve efsane katılmadan, günümüze kadar devam etmiştir. Kurân-ı Kerîm, Muhammed aleyhisselâm zamanında ne ise, bugün de odur. Bir kelimesi bile değişmemiştir. Muhammed aleyhisselâmın mübarek sözleri, kendi ağzından çıktığı şekilde, hiçbir tehavvüle uğramadan günümüze vasıl olmuştur.
Allahü teâlâ, lüzum gördükçe, insanlara Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” göndermiştir. Bunlar birbirini tamamlar. Diğer Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” öğrettiği hususların değiştirilmiş ve başka şekillere sokulmuş olduğu göz önünde tutulursa, en temiz, en saf ve en doğru kalan İslam dinini kabul etmekten daha mantıki ne olabilir?Esasen, kendime sade, faydalı ve içinde mantığa uymayan hurafeler katılmamış bir hak din arıyordum. İslam dini, böyle bir ilâhî dindir. İslam dini, Allahü teâlâya ve komşularıma ve sair insanlara karşı olan vazifelerimi bir bir göstermektedir. Bütün dinlerden maksat bu olduğu hâlde, onlarda bu husus için anlaşılmaz felsefi akideler konulmuştur. Halbuki İslam dininde bu hususta herkesin anlayabileceği, sade, mantıki inandırıcı, faydalı kaideler vardır.Ben, dünyada ve ahirette, huzur ve selamete kavuşmak için, neler yapmak icap ettiği hakkındaki bilgileri, ancak İslam dininde buldum. Onun için müslüman olmakla şereflendim.
28) DAVİS (İngiliz)
1931 senesinde doğdum ve 6 yaşında ilk mektebe gitmeye başladım. 7 sene sonra, ilk mektebi tamamlıyarak, orta kısma devam ettim. Ailem beni katolik terbiyesi ile yetiştirdi. Sonradan, Anglikan kilisesine bağlandım. En sonunda, Anglo-katolik oldum. Bütün bu tehavvüller esnasında, hep aynı şeyle karşılaşıyordum. Hıristiyanlık, insanın normal günlük hayatından tamamen ayrılmış, yalnız Pazar günleri giyilen ve onun için sandıkta saklanan bir elbiseye benzemişti. İnsanlar, hıristiyanlık dininde aradıklarını bulamıyorlardı. Hıristiyan dini, insanları kiliseye türlü renkli ışıklar, resmler, günnük kokuları, zevkli müzik ve Azizler için yapılan türlü parlak merasim ve dualarla bağlamaya çalışıyor. Fakat, insanları bir türlü toplamaya muvaffak olamıyordu. Çünkü hıristiyan dini, yalnız efsanevi hususlarla meşgul oluyor, kilise dışındaki olan bitenle hiç alakası olmuyordu. İşte bunun için, ben hıristiyanlıktan tamamen nefret ettim ve yaldızlı reklamlarla meth olunan komünistlikle faşistliği tecrübe etmeye karar verdim.
Komünist olurken, komünistlikte sınıf farkı olmadığına inanmış ve buna çok sevinmiştim. Fakat zaman geçtikçe, komünistlerin, sınıfsız olmak şöyle dursun, adeta bir esir hayatı yaşadıklarını, içlerindeki küçük bir zümrenin diğerleri üzerine zulüm ve işkence yaptığını, kimsenin bir şey söylemeye hakkı olmadığını ve ufak ve haklı bir itirazda bulunsa, hemen cezalandırıldığını ve bu cezalandırmanın ölüme kadar gittiğini dehşet ile gördüm.Komünizmin hakiki yüzü hakkında, bize Stalin en bariz bir misaldir. Bunun üzerine komünistliği bırakarak, faşist olmaya karar verdim.
Faşistlikte gördüğüm disiplin ve intizamı, çok beğendim. Fakat faşistler, ancak kendilerini beğeniyorlar. Kendilerinin dışında olan bütün insanları, başka ırkları hakir görüyorlardı. Burada da, zulüm, ızdırab, haksızlık ve tahakküm vardı. Birkaç ay içinde, faşistlikten de, tamamen nefret ettim. Çünkü, İngilterede Mosley, Almanyada Hitler, İtalyada Mussolini, tam bir terör, merhametsiz ve keyifi bir zulüm numunesi olmuşlardı. Fakat buna rağmen, faşistlikten ayrılamıyordum. Çünkü başvuracak başka bir yer kalmamıştı.
Bu sırada, ruhi ızdırablar arasında çırpınırken, bir kitap satıcısında, (The İslamic Review = İslam Mecmuası) adında bir dergi gördüm.Bunu biraz karıştırdım.Bedeli 2 şilin 6 pens olan (bugünkü para ile 15 lira) ve benim için çok pahalı sayılan bu mecmuayı, niçin satın aldığımı hala anlayamıyordum. Kendi kendime, (Beyhude para sarf ettim. Her hâlde bunun içindekiler de hıristiyanların, komünistlerin, faşistlerin söyledikleri ve iki para etmeyen laflara benzer) diye düşünüyordum. Fakat mecmuayı dikkat ile okumaya başlayınca, şaşırıp kaldım. Okudum, bir kere, bir kere daha okudum. O zaman İslamiyetin, hıristiyanlığın ve sonu (izm) ile biten bütün ideolojilerin en iyi taraflarını kendinde toplayan mükemmel bir din olduğunu gördüm ve anladım. Fakirliğime rağmen, bu mecmuaya abone oldum. Birkaç ay sonra, müslüman olmaya karar vermiştim. O günden beri, yeni dinime iki elle sarılmış bulunuyorm.
Üniversiteye girer girmez, Arabî öğrenmeye başlayacağımı ümit ediyorum. Şimdiki hâlde, Latince, Fransızca ve İspanyolca öğreniyor ve (İslam Mecmuası)nı okuyorum.
29) T. H. Mc BARKLİE (İrlandalı)
Ben, İrlandalı olmama ve İrlandalıların çoğunun katolik dinine bağlı bulunmasına rağmen, protestan mezhebinde yetiştirildim. Fakat, daha çocuk yaşında iken, hıristiyanlık hakkında bana öğretilen şeyleri hiç beğenmiyor, bunların doğruluğundan şüphe ediyordum. Üniversiteye başlayıp, birçok yeni ilimler öğrenince, şüphem artık kanaate vardı. Hıristiyan dini, artık bana hiçbir şey vermiyordu. Ondan tamamen nefret ettim ve ona inanmıyordum. İçimdeki (beni hak yola kavuşturacak bir rehberi aramak) arzusu, o kadar şiddetliydi ki bir müddet, düşündüğüm tarzda bir îtikat yolu kurmuş ve bununla kendimi tatmin etmeye çalışmıştım. Bu karışık ruh haleti oldukça uzun sürdü. Bir gün, elime (İslam ve Medeniyet) isminde bir kitap geçti. Bunu okuyunca, büyük bir hayret ve sevinç ile gördüm ki aklımdan geçen bütün ümitler, sualler ve bunların cevapları, bu kitapta mevcûd idi. Hıristiyan fırkalarının zulüm ve baskılarına karşı İslam dininin huzur dolu, canlı kaideleri, beşeriyete doğru yolu göstermişti. İslam memleketlerindeki ilim ve medeniyet kaynakları, karanlık ve vahşet içinde bulunan Avrupaya nur saçmıştı. Hıristiyanlıkla kıyaslandığı zaman, İslam ne kadar mantıki faydalı bir din idi.
İslamiyette beni, ilk görüşte kendisine hemen bağlayan husus, hıristiyanlıkta bulunan (İnsanların günahkar olarak doğduğu ve dünyada kefaret vermek mecburiyeti bulunduğu) akidesinin İslam dininde reddedilmesiydi. Sonraları, İslamiyetin insani, medeni diğer ahkamını öğrenerek, bu dinin büyüklüğüne hayran oldum. İslamiyette zengin, fakir ayrılığı yoktu. İslamiyette her ırktan, her renkten, her dilden insanlar birbirinin kardeşi sayılıyordu. İslamiyet, insanların aralarındaki servet, mevki ırk, memleket, renk farklarını bir hamlede yıkıyordu. İşte bunun için müslüman oldum.
30
MAHMUD GUNNAR ERİKSON
(İsveçli)
Allahü teâlâya hamd-ü sena ile söze başlıyorum.Allahü teâlâdan başka bir mâbud bulunmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu ve resûlü olduğuna şahadet ederim.
Bundan 5 sene evvel müslümanlarla görüştüm. Dostlarımdan biri, bir gün, Kurân-ı Kerîmi merak ettiğini ve onu okumaya başladığını söylemişti. O zamana kadar, Kurân-ı Kerîm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Arkadaşımın Kurân-ı Kerîm okumaya başladığını öğrenince, onun yanında küçük düşmemek için ben de Kurân-ı Kerîmi tetkik etmeye karar verdim ve İsveççe bir Kurân-ı Kerîm tercümesini bulmak için şehrimizin kütüphanesine müraceat ettim. Oradan, böyle bir tercüme buldum ve okumaya başladım. Kütüphaneden aldığım bir kitabı ancak 15 gün yanımda tutabiliyordum. Fakat, Kurân-ı Kerîm, benim üzerimde o kadar büyük bir tesir yaptı ki 15 gün kâfi gelmedi. Kitabı geri verdikten birkaç gün sonra, tekrar kütüphaneye gidiyor ve onu tekrar alıyordum. Böylece, her 15 günde bir geri vererek ve birkaç gün sonra tekrar alarak, bu Kurân-ı Kerîm tercümesini defalarca okudum. Kurân-ı Kerîmi okudukça, ona hayran oluyor ve müslümanlığın hakiki din olduğuna inanmaya başlıyordum. 1950 senesi Kasım ayında, artık müslüman olmaya karar vermiştim. Fakat İslamiyetin hakiki mânâsına vakıf olmak ve onun derinliğine nüfuz etmek için biraz daha beklemek ve bu dini biraz daha tetkik etmek istiyordum. Bunun için, Stockholmda umumî kütüphaneye giderek, İslam dini hakkında yazılmış eserleri araştırdım. Bu eserler arasında, Muhammed Alinin Kurân-ı Kerîm tercümesini buldum. Muhammed Alinin, Kadıyânî ve Ahmedi denilen bir sapık teşkilatın mensublarından olduğunu sonradan öğrendiğim hâlde, bu kifâyetsiz kimsenin yapmış olduğu tercümeden bile çok faydalandim. Artık müslüman olmak için hiç bir şüphem kalmamıştı. Müslümanlarla görüşmem işte o zaman başladı. 1952 senesinden itibaren onlarla birlikte ibâdetlere iştirak ettim. Büyük bir talih eseri olarak, Stockholmda müslümanlar tarafından tesis edilmiş bir cemiyet buldum. Onlarla tanıştım. Onlardan da, birçok şeyler öğrendim. 1372 hicri senesinin Ramazan bayrâminda İngiltereye gittim ve bayrâmin birinci günü (Woking) camiinde resmen müslüman oldum.
Müslümanlıkta beni kendisine en çok cezb eden şey, müslümanlığın son derece mantıki bir din olmasıdır. İslamiyette, akıl-ı selimin kabul etmediği hiçbir şey yoktur. İslamiyet, Allahü teâlânın bir olduğuna inanmayı emreder. Allahü teâlâ gafur ve rahim (affedici ve çok merhametli)dir. İnsanlara rahat ve huzur içinde yaşayabilmeleri için, her ân sayısız lütf ve ihsanlarda bulunur.
İslam dininde en çok sevdiğim şeylerden biri de, İslam dininin yalnız Arapların dini olmayıp, bütün insanların dini olmasıdır. Allahü teâlâ, bütün âlemlerin rabbidir. Halbuki yahudiler, kendi kudsi kitaplarında, hep (İsrailin Allah’ı)ndan bahs ederler. Yani, Allahü teâlâyı sırf kendilerine tahsis ederler.
Yine İslam dininde sevdiğim bir husus, bu dinin şimdiye kadar gelen bütün Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kabul etmesi, hepsine hürmetkar olması ve başka dine inananlara büyük bir şefkat ile muamele etmesidir. Bir müslüman, temiz olan her yerde, tarlada, hatta bir kilisede bile namaz kılabilir. Halbuki bir hıristiyan, bir camiin yanına bile yaklaşmaz.
İslâmin en doğru ve en son din, Muhammed aleyhisselâmın da en son Peygamber olduğunu, Kurân-ı Kerîm, ne güzel tarif etmektedir:
Mâide sûresinin 3. âyetinde meâlen, (Bugün, dininizi kemâle erdirdim. Size olan nimetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslamı seçtim) buyurulmuştur.
Âli-i İmrân sûresi 19. âyetinde meâlen, (Ve, katî olarak biliniz ki Allahü teâlâ katında din, İslamiyettir) buyurulmuştur.
31
ABDULLAH UEMURA
(Japon)
Niçin müslüman oldum?Çünkü İslam dini, Allahü teâlânın birliğini, ölümden sonra, ikinci bir hayat olduğunu, kıyamet günü, insanların dünyada yaptıkları işler için muhakeme edileceğini bildirmektedir. Sevgiyi, doğruluğu, dürüstlüğü ve son derece temiz ahlaklı olmayı emretmektedir. Bütün bunlar, bir insanın hak yolda rahat ve huzur içinde yaşaması için en lüzumlu olan hususlardır. Bunlar, hiçbir dinde bu kadar açık ve veciz olarak bildirilmemiştir. İslamda, sadakat [doğruluk] çok kıymetlidir. Allahü teâlâya ve kullara karşı doğruluk, İslamiyetin esasını teşkil eder. Ben de, hakikati ararken, onu İslam dininde buldum ve müslüman oldum.
Bütün dinleri tetkik ettim. Edindiğim kanaati aşağıda açıklıyorum:
Bugünkü hıristiyanlık, hiçbir zaman, Îsâ aleyhisselâmın telkin ettiği temiz din olamaz. Îsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâdan aldığı ve insanlara tebliğ ettiği emirler tamamen değiştirlimiştir. Bugünkü İncillerde, onun sözleri diye başka şeyler konulmuştur. Zuhûrundan bugüne kadar, saf ve temiz kalan tek din, İslam dinidir. Kurân-ı Kerîm, bir kelimesi bile değişmeden, bugüne kadar gelmiştir.
Bugünkü İncillerde, Allahü teâlânın emirleri değil, yalnız Îsâ aleyhisselâmın zamanla değiştirilen sözleri ile yaptığı işler yazılıdır. Halbuki İslam dininde Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberinin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri birbirinden ayrılmıştır. Allahü teâlânın emirleri Kurân-ı Kerîmde yazılıdır. Hazret-i Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sözleri ise, (Hadis) ismi altında ayrıca toplanmıştır.
Müslümanlıkta, Allahü teâlâ doğrudan doğruya kullarına hitab eder. Hıristiyanlıkta böyle bir şey yoktur.
Hıristiyanlıkta, akıl-ı selim sahiplerinin kabul edemeyeceği en mühim mesele, (Üç Tanrı) akidesidir. Hıristiyanlar, tek Allaha değil, üç Tanrıya inanırlar. Hiç bir hıristiyan din adamı, bugüne kadar, bu hususu mantıki bir tarzda izah edememiştir. Etmesine de imkan yoktur. Zira, bu akide tamamıyla temelsiz ve anormaldir. Bu dünyayı ancak bir tek büyük yaratıcı yaratabilir. Üçlü Tanrıya inanmak, puta tapmak demektir. Aklı başında olan bir insan, ancak bir tek halıka [yaratıcıya] inanır.
Bundan maada hıristiyanlar, insanların günahkar olarak doğduğunu, bu günahlardan temizlenmek için, kefaret vermek mecburiyetinde bulunduklarını, eğer insanlar, hıristiyanların esas îtikatları olan üç tanrıya inanmayacak olurlarsa, sonsuz bir ölüme mahkum olarak, tekrar dirilmiyeceklerini telkin ederler. O hâlde, esasen günahkar olarak doğan ve bir daha dirilmek imkanından da mahrum bulunan insanların dünyada beyhude yere ibâdet edecekleri yerde, hazır ellerine fırsat geçmişken, zevk ve safa ile vakit geçirmeleri, birbirlerini aldatmaları, her türlü fenâlıkları yapmaları kadar tabiî ne olabilir?Bunun içindir ki bugün hıristiyanlar, ahlak ve din kaidelerine uymadan yaşamakta ve büsbütün dinsizliğe doğru gitmektedirler. Bunlar, makina haline gelmişlerdir ve ruhları bomboştur.
Şimdi Japon dinlerine gelelim:Japonyada esas olarak iki din vardır. Bunlardan biri olan Mahayana Budistliği, ibtidai budistlik ile saf budistliğin birleştirilmiş şeklidir. Biraz Brahmanizme benziyor. Bunların îtikatları tetkik edilince, Budanın bir ateist [Allahsız] olduğu görülür. Çünkü Buda, Allahü teâlâdan hiç bahs etmemekte ve beden öldüğü zaman, ruhun ölmiyeceğine de inanmamaktadır. Brahmanların ruh hakkındaki kanaatleri, bu kadar maddi değildir. Ama, öyle karışık ifade olunmaktadır ki ne demek istedikleri pek iyi anlaşılamamaktadır. Esasen, Brahmanların Brahma hakkındaki kanaatleri, yani onun Allah mı, kul mu, yoksa Peygamber mi olduğu hakkındaki düşünceleri, açık ifade olunmamıştır. Brahmanlar, dinden ziyâde, din felsefesi ile uğraşırlar. Brahmayı dâima gözlerinin önüne getirmek için, ona benzettikleri veya ona yakıştırdıkları eşyayı [mesela çiçekleri] kudsi kabul eder ve bu yüzden Allahü teâlâya tapacakları yerde, Allahü teâlânın yarattığı eşya veya hayvanlara tapmaya başlarlar.
Bütün bu karmakarışık akideler arasında yalnız İslam dini, Allahü teâlâyı en doğru olarak bize tanıtmaktadır. (Allahü teâlâ birdir. Azimdir. Bütün âlemlerin rabbidir. Ne doğmuş, ne doğurmuştur. Dünyada ve Ahirette ne varsa, hepsi Onun mahluklarıdır. Ondan başka kimseye tapılmaz. Ondan başka kimse, kullarına emir veremez.) Japonyada ikinci din Şinto dinidir. Bu din, budistlikten daha fenâdır. Çünkü, ahlaki bir din değildir. Ayrıca, birçok tanrılara inanırlar ve ibtidai kavmlerde olduğu gibi, bunların hepsine ayrı ayrı taparlar. [Yani putperesttirler]
Size yukarıda, dünyada bulunan bazı dinler hakkında gâyet samimi ve muhtasar malumat verdim. Bunları böylece görüp öğrendikten sonra, acaba hanginiz İslamı bir tarafa bırakarak, bunlardan birini seçerdiniz. Buna imkan var mıdır?Siz de görüyorsunuz ki birçok karmakarışık, insan aklının asla kabul edemeyeceği akideler arasında, İslam dini, pırıl pırıl parlamaktadır. Tam mantıki ve insani kaideleri ile tek hak din olduğu ilk bakışta görülmektedir.
İşte ben de, ruhumun huzur ve selamete kavuşması için, göz yaşları ile hakikat yolunu ararken, en makul ve mantıki din olarak müslümanlığı buldum ve (işte aradığım din budur) diyerek, iki elle ona sarıldım, seve seve müslüman oldum.
32
MUHAMMED SÜLEYMAN TAKEUCHİ
(Japon)
Allahü teâlânın inayeti ile müslüman oldum.
Müslüman olmaya aşağıdaki sebepler ile karar verdim:
1)İslamiyette çok kuvvetli bir kardeşlik ruhu vardır.
2)İslamiyet, bir insanın hayatında zuhûr edebilecek her nev’den müşkilatın bir çaresini bildirir. Din ile dünyayı birbirinden ayırmamıştır. İslamiyette yalnız mânevî hususlar değil, bunun aksine, insanları bir araya toplamak, hangi ırk ve sınıftan olursa olsun, aynı safta beraber ibâdet etmek, fakirlere Muavenet etmek, birbirlerinin dertlerini öğrenip müştereken çare bulmak gibi, bugünkü nizamlara tamamen muvafık ictimai hususlar da mevcuttur.
3) İslam dini, hem ruhu, hem de bedeni terbiye etmektedir. Yani İslamiyet ruhani ve cisimani hususları kendisinde cem etmiştir.
İslamiyetteki uhuvvet [kardeşlik], ne ırk, ne de sınıf farkı tanımaz. Bütün dünyadaki müslümanlar birbirlerinin kardeşidir. Dünyada çok müslüman vardır. İslamiyet, akıl-ı selim sahiplerinin dinidir. İster Hindli, ister Pakistanlı, ister Arap, ister Afganlı, ister Türk, ister Japon veya Çinli olsun, dünyada bulunan bütün müslümanlar birbirlerini kardeş bilirler. Bu sebepten, İslam dini tamamıyla beynel-milel bir dindir. Bugün bozulmuş, perişan hâle gelmiş insan cemiyetlerini doğru yola sokacak, onun kusurlarını düzeltecek biricik vasıta, İslam dinidir. Allahü teâlânın ihsan ettiği bir din olduğu içindir ki hangi ırktan, hangi milletten olursa olsun, hepsinin uyacakları mezhepler vardır. İslam dini, medeniyet tarihinde çok mühim rol oynamış, yarı barbar insanları kısa bir zaman içinde, medeniyete vasıl etmiştir. İslam dini, insanların sulh ve huzur içinde yaşamalarını ister. Onların, saadete, huzura kavuşmaları için, icap eden ahkamı vaaz etmiştir. Bu hususta diğer dinlerin, mesela hıristiyanlık veya budizmin emirleri tamamen farklıdır. Bu iki din, insanları bir araya getirmek şöyle dursun, insanların dünyadan elini eteğini çekmesini ve birbirlerinden uzaklaşmalarını emreder. Birçok Buda mabedleri, güç aşılabilen dağların tepesinde kurulmuştur. Bunun sebebi, buralara mümkün olduğu kadar az insanın gelmesini temin etmektir. Japonların dini akideleri tetkik edilecek olursa, onların da birbirinden mümkün olduğu kadar uzak yaşamayı esas tuttukları görülür. Hıristiyanlara gelince, koyu hıristiyanların kiliseleri hep tenha yerlerde kurulmuştur. İçleri mümkün olduğu kadar karanlık tutulmuştur. Ancak son zamanlarda, kiliseler şehrin içine girebilmiştir.Hıristiyanlar, insanların günahkar olarak doğduğunu, onun için dünyada dâima azap çekmeleri icap ettiğini ileri sürerler. Görülüyor ki bütün bu dinlerde din ile insan hayatı birbirinden ayrılmış, dünyadaki hayatın ancak çile çekmek olduğu telkin edilmiştir.
Halbuki İslam dini, insanları Allahü teâlânın sevgili kulları olarak kabul eder. Mescidler köylerin tam ortasına, insanların arasına kurulmuştur. İçerleri ferah ve aydınlıktır. İnsanlar buraya seve seve ibâdete gelirler. Bir araya gelir, cemaat ile ibâdet ederler. İbadetten sonra, birbirlerine hayır duâ ederler. Hatırlarını sorar, icap ederse, birbirlerine yardım ederler. İslamiyette muhtaç olanlara yardım etmek, hatta yardım edemeyenin, güler yüz, tatlı dil ile bir müslümanı sevindirmesi çok sevap olur.
Bir insanda hem ruh, hem beden vardır. Allahü teâlâ, bize hem ruh, hem beden vermiştir. Biz hayatımız müddetince hem ruhu, hem de bedeni farklı terbiye etmeye ve bunları birbirinden ayırmamaya mecburuz. İşte İslamiyet, insanın yalnız ruhi ihtiyacını değil, aynı zamanda bedenini de hesaba katmış, her ikisi için de son derece mantıki ve ilâhî ahkâm koymuştur.
Ben yeni bir müslümanım. Müslümanlığı iki sene evvel kabul ettim. İslâmin, ruhi ve bedeni bütün ihtiyaçlarımı birlikte karşıladığına eminim. Bugün Japonya, teknolojide son derecede ilerlemiş bir memlekettir. Bütün dünya ile başarılı olarak yarışmaktadır. Japon halki bu muazzam fenni terakkî ve maddi kazanç yüzünden tamamen değişmiştir. Japonyada tabiî kaynaklar yoktur. Bütün ibtidai maddeler haricden gelir. Buna rağmen, diğer memleketlerden daha mükemmel ve daha ucuz mal yapabiliyoruz. Bu da, devamlı çalışmak ve aza kanaat etmek sayesinde oluyor. İşte, mütemadiyen, durmadan, gayret etmek, çalışmak ihtiyacında olan Japonların, ruhiyat ve maneviyat ile meşgul olmaya vakitleri kalmamış, birer makina haline gelmişlerdir. Japonlar, şimdi kendilerini Avrupalıların maddi hayatına uydurmuşlardır. Dinleri, imanları kalmamış, maneviyat ile alakayı kesmişlerdir. Bugünkü Japonların karınları mükemmel sûrette doymuştur. Ceplerinde çok para vardır. Ama, ruhları gittikçe fakirleşmekte ve boş kalmaktadır. Mânevî fakirlik karşısında, maddi zenginliğin ne kıymeti olabilir. Vücudu güzel elbiselerle süslenmiş, fakat ruhu boş kalmış olan insanların dünyaya ne faydası olabilir?
Benim kanaatimce, şimdi Japonyada İslam propagandası yapmanın tam zamanıdır. Çünkü, maddi varlık bakımından kemâle varmış olan Japonlar, ruhlarındaki noksanlığı çok iyi his etmekte ve kendilerine bir rehber aramaktadır. Ruhlarındaki bu iflası, yalnız ve yalnız İslam dini telafi edebilir. Çünkü İslamiyet, onlara aynı zamanda hayatta da rehberlik edecektir. Ben şuna eminim ki eğer Japonyada İslam dininin tanınması için ciddi ve muntezam bir teşkilat kurulacak olur ve icap eden neşriyat yapılırsa, iki üç nesl sonra, bütün Japonlar müslüman olacaktır. Böyle olunca, müslümanlık, yalnız uzak şarkı şerefli bir mevkia ulaştırmakla kalmayacak, bütün beşeriyet bundan faydalanacaktir.
33
ALİ MUHAMMED MORİ
(Japon)
Bundan tam 18 sene evvel, yani 1929 senesinde ben Mançuryada bulunuyordum. O zamanlar, Japonya şarkta çok kudretli bir devletti.
Mançuryada dolaşırken Pieching civarında bir çölde müslümanlarla ahbab oldum. Bunlar gâyet sade ve dindarane bir hayat sürüyorlardı. Onların hayat tarzına, Allahü teâlâya olan itaatlarına, birbirlerine karşı olan tatlı muamelelerine, yabancılara karşı gösterdikleri misafirseverliğe ve sadakatlarına hayran olmuştum. Mançuryaya girdikçe, daha birçok müslümanlarla tanışmış, hepsinde aynı temiz ve güzel ahlakı görmüş, onlara karşı büyük bir muhabbet beslemeye başlamıştım.
Bundan sonra, ancak 1946 senesinde tekrar Japonyaya dönebildim. Bu arada Japonya İkinci Dünya Savaşına katılmış ve bu savaştan mağlub bir hâlde çıkmıştı. O kudretli Japon İmperatörlüğünden artık hiçbir şey kalmamıştı. O zamana kadar, Japonların çoğunun can ve yürekten bağlı olduğu budizm, tamamen bozulmuş, esasını gayb etmiş, mantıki kısımları unutulmuş, cemiyet üzerine artık fenâ bir tesir yapmaya başlamıştı.
Japonların bir kısmı artık hıristiyanlığı kabul etmişti. Evet, hıristiyanlık 90 seneden beri Japonyaya gelmiş bulunuyordu. Fakat hıristiyan olan Japonlar pek azdı. Şimdi bunların çoğalmış olduğunu görüyordum. Çünkü, Japonlar, Budanın artık kendilerine bir faydası olmadığını, onları mağlub olmaktan ve felaketten kurtaramadığını görmüşler, Budaya olan îtimat ve muhabbetlerini gayb etmişlerdi. Şimdi yeni bir din arıyorlardı. Bilhassa gençler, hıristiyanlığın, gayb ettikleri imanın yerine geçeceğini sanmışlar ve hıristiyan olmuşlardı. Fakat kısa bir zaman sonra, onları hıristiyanlığa teşvik eden misyonerlerin Amerikan veya ingiliz kapitalistlerinin birer aleti olduğunu ve onları hıristiyan yaparak yalnız budistlikten değil, aynı zamanda temiz ve dürüst Japonluktan da uzaklaştırdıklarını görmüşlerdi. Hıristiyan misyonerler, onları hıristiyan yaparken, durmadan Amerikan ve İngiliz mallarının nefasetinden bahsediyor, onlarda Japon mallarına karşı bir nefret uyandırıyor, memleketimize mütemadiyen yabancı mal gelmesine sebep oluyorlardı. Yani kapitalistler hıristiyanlık sayesinde, bizim sırtımızdan zengin oluyorlardı.
Japonya, Rusya ile Amerika arasında bulunan bir memlekettir. Bu iki büyük devletin her biri, Japonyayı kendi nüfuzu altına almak ister. Onların bize yaptıkları telkinler, bizim ruhumuzun selameti için değil, kendi menfaatlarını temin içindir. Halbuki Japonların, doğru dürüst bir ruhi mürebbiye ihtiyaçları vardı.
Benim kanaatimce, Japonların bu ihtiyacını tatmin edecek, onların ruhunu sükun ve selamete kavuşturacak, onlara hayatta takip edecekleri en doğru yolu gösterecek olan, ancak İslam dinidir. Ben her şeyden önce, İslamiyetteki müslümanların birbirlerini kardeş bilmeleri meziyetine hayranım. İslamiyet, bütün müslümanların, renk ve ırk farkı yapmadan, kardeş olduğunu kabul eder ve Allahü teâlâ, insanların sulh ve selamet içinde, birbirine hiçbir fenâlık yapmadan kardeş olarak yaşamalarını emreder. Bugünkü dünyanın perişan haline bakınca, bundan daha mükemmel, daha doğru bir emir düşünülebilir mi?Böyle bir emri veren büyük varlığın hakiki Allah olduğundan kim şüphe edebilir?
Geçen sene, 3 müslüman Tokoşimaya gelmişlerdi. Bunlar Pakistanlı idiler. Ben hemen kendilerini ziyaret ettim. Onlardan müslümanlık hakkında çok güzel, çok derin malumat öğrendim. Ondan sonra, müslüman Japonlarla sohbet ettim. Bunlardan Tokyoda bulunan Bay Molivala ile Bay Mita beni aydınlattılar ve müslüman olmamı tavsiye ettiler. Ben de, müslümanlığı kabul ettim.
Bütün kalbimle temenni ediyorum ki en mantıki en temiz ve hak din olan müslümanlık, bütün dünya üzerine yayılarak, insanları felaketten kurtarsın. Eğer bütün dünya müslüman olursa, bu perişan dünya bir Cennet haline girecektir. Allahü teâlânın lütf ve Âzameti, insanların ruhunu tenvir edecek, onları doğru yola sevk edecek ve insanlar nihâyet selamete kavuşacaklardır. İnsanlar, ancak İslamiyet sayesinde, hem ruhi, hem maddi bahtiyarlığa ve Allahü teâlânın râzı olacağı kulları olmak saadetine erişeceklerdir.
34
ÖMER MİTA
(Japon)
(Ömer Mita, ekonomi mütehassısı, ictimai [sosyal] işlerde çalışan, fakat bir müddet budist rahibliği de yapmış ve vaazlar vermiş, müslüman olduktan sonra, bütün faaliyetini İslamiyeti yaymak için neşriyat yapmaya hasır etmiş olan bir Japon fikir adamıdır.)
Allahü teâlâya hamd-ü sena olsun ki üç seneden beri müslümanım. Mesut bir hayata nail oldum. Bana, hakiki ve dürüst bir hayatın nasıl olduğunu, Pakistanlı müslüman kardeşlerim öğretti. Bu Pakistanlı kardeşlerim, Japonyayı ziyarete geldikleri zaman, benimle tanıştılar. Bana müslümanlığı anlattılar ve beni müslüman yaptılar. Kendilerine minnet borcum çoktur.
Japonyada ahalinin çoğu budisttir. Fakat, hakikatte budistlikle hiç ilgileri kalmamıştır. Artık budist ayinlerine katılmamaktadırlar. Dini bilgilerin hemen hemen tamâminı unutmuşlardır. Bunun sebebi, budistliğin çok muğlak, çok karmaşık bir felsefe olması ve bu dini seçenlere dünyada hiç bir fayda vermemesidir. Hayatta her gün mücadele etmek zorunda olan veya başına gelen muhtelif hadiselere nasıl karşı koyacağını, nasıl hareket etmek icap ettiğini bilmeyen vasat düşünceli bir insana, budizmin hiç yardımı olmaz. Böyle bir insan, bu dini anlayamaz ve bu dinden hiç faydalanemez. Halbuki İslam dini, böyle değildir. İslamiyet, herkesin anlayabileceği, sade, insani ve ilâhî bir dindir. Bu din, insan hayatının bütün safhalarına nüfuz eder ve müslümanlara her bir hadise karşısında, nasıl hareket etmek lazım geldiğini öğretir. İslamiyette esas, temizliktir. İslamiyet, ruhu temiz olan insanların en mükemmel rehberidir. İslamiyet, o kadar mantıkidir ki en câhil bir insan bile onun ne dediğini anlar. İslamiyette, diğer dinlerde olduğu gibi, imtiyazlı bir rahibler sınıfı ve rahib inhisarı (monopolu) yoktur.
Benim kanaatimce, Japonyada İslamiyetin yayılması çok kolay olacaktır.Belki başlangıçta, bazı müşkilat meydana çıkacaktır. Fakat, bu maniler izale edilebilir ve Japonlar müslüman olmaya başlarlar. Bu işi yapmak için, her şeyden önce Japonlara hakiki müslümanlığı tanıtmak lâzımdır. Japonlar, gün geçtikçe maddileşiyorlar. Fakat, bundan memnun değildirler ve ruhlarındaki boşluğu his etmektedirler. Onlara İslam dininin yalnız ruhani bilgiler verdiğini değil, aynı zamanda, insanlara dünyada yapacakları bütün işler, sürecekleri hayat için de tam ve mükemmel bir rehber olduğunu öğretmek icap eder.
İkinci iş olarak, Japonyaya bu neşriyatı yapabilecek kudrette, çok bilgili hakiki müslümanların gelmesi lâzımdır. Ne yazık ki Japonyaya muhtelif müslüman memleketlerinden gelen talebeler, bu mühim vazifeyi yapabilecek kudrette değildir. Bunlarla temas ettiğim zaman, onların kendi dinleri hakkında bilgi sâhibi olmadıklarını, hatta kendi dinlerine tâbi olmadıklarını, büyük bir teessür ile gördüm. Bunlar bize rehber olamazlar. Bunlar garb dünyasına hayran olan, Avrupa terbiyesi almış, batılıların kolejlerinde, papaz mekteplerinde okumuş kimselerdi. İslamiyet hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı.
İslam dininin Japonyaya yayılması meselesini bütün müslümanlar cittiyet ile düşünmeli ve yukarıda da söylediğim gibi, bizim memlekete hakiki âlimler göndermelidirler. Bu gelen müslümanlar, Japonlara yalnız lafla değil, kendi hâl ve hareketleri ile de bir İslam numunesi olmalıdır. Biz Japonlar, sulha, hakikate, doğruluğa, samimiyete, fazilete müştakız. Gün geçtikçe, bu güzel hasletlerimizi gayb ediyoruz. İşte, ancak İslamiyet, bizim imdadımıza yetişebilir ve bizi harab olmaktan kurtarabilir.
Müslümanlar büyük ve tek hâlik Allahü teâlâya îman eder. Japonların da böyle bir imana ihtiyaçları vardır.
İslamiyet (sulh) demektir. Japonlar kadar sulh isteyen bir başka millet yoktur. Sulha ve huzura kavuşmak için kendisi (sulh) demek olan İslamiyeti kabul etmek icap eder. İslamiyet, insanlar ile sulh ve saadet içinde beraber bulunmak ve Allahü teâlânın emirlerine teslim olmak demektir. Bütün müslümanlar, birbirinin kardeşleridir. İnsanlık, ancak İslamiyet sayesinde felaketlerden ve vahşetten kurtulacaktır.
35
Bayan FATMA KAZUE
(Japon)
İkinci Cihan Harbinden sonra, dinimize olan rağbetin gittikçe zayıflemekte olduğunu görüyordum. Japonlar, yavaş yavaş Amerikalıların hayat tarzına alışıyorlardı. Bu hayat tarzı, insanın dinle alakasını azaltıyor, onu bir makina haline sokuyordu. Fakat, böyle maddileşen insanlarda bir büyük nakısa vardır. Ben bu eksikliği hissediyordum. Ruhumda bir boşluk vardı. Bu hayat tarzından memnun değildim. Fakat, noksan olan neydi, bunu anlamaya imkan bulamıyordum.
Bir müddet kalmak için, Tokyoya gelen bir müslümanı ziyaret ettim. Onun din hakkındaki sözlerine ve ibâdet tarzına son derecede hayran oldum. Ona birçok sualler sormaya başladım. Verdiği cevaplar, hem beni memnun ediyor, hem de ruhumdaki boşluğu dolduruyordu. O, bir tek hâlik [yaratıcı] olduğunu, bu yaratıcının, saadet ve selamet ile yaşamamız için neler yapmamız lazım geldiğini bize bildirdiğini, kendisinin de, onun emirlerine uygun olarak yaşadığını anlattı. Bu sözler, benim üzerimde o kadar derin bir tesir yaptı ki ben de onun dinini kabul etmek istediğimi bildirdim ve onun rehberliği ile müslüman oldum. Müslüman olduktan sonra, yaratana bu kadar yakın olarak yaşamanın ne büyük bir saadet olduğunu kalbimde his etmeye başladım. Hayat tarzım değişti ve huzura kavuştum.
Müslümanlığın hak din olduğunu anlamak için, birbirlerine selam verişlerine dikkat etmek yeter. Biz birbirimize (Gün aydın) veya (geceler hayır olsun) der geçeriz. Bu kuru, maddi sözlerin yerine, müslümanlar birbirlerine, (Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühu) derler ki bunun mânâsı, (Huzur ve selamet, Allahü teâlânın rahmeti ve bereketi sizin üzerinize olsun)demektir. Bundan daha güzel bir söz, bir selam tarzı düşünülebilir mi?Müslüman arkadaşım, bana müslümanların nelere îman ettiği, İslamiyetin hangi esaslara dayandığı ve nasıl ibâdet edildiği hakkında birçok kıymetli malumat verdi. Bunlar çok sade, çok mantıki ve insani idi. Gördüm ve inandım ki İslamiyet, temiz, sade, mantıki ve sulh içinde bir hayatı mümkün kılan bir dindir. Gerek şahsi, gerek ictimai hayatta, insanların sulh ve sükuna kavuşabilmeleri için, bu dine tâbi olmaları lâzımdır. Bunun için, kendim sulh ve selamete kavuştuktan sonra, bütün ailem fertlerini, dostlarımı, ahbablarımı müslüman olmaya kavuşturmak için çalışıyorum.
36
THOMAS İRVİNG
(Kanadalı)
Niçin müslüman olduğumu size bildirmek için, müslüman olmadan evvel ve müslüman olduktan sonra, neler hissetiğimi ve müslümanlık ile nasıl temas edip, bundan nasıl feyiz aldığımı anlatmam icap etmektedir. Her şeyden evvel, şunu bildireyim ki binlerce Kanadalı ve Amerikalı, benim, müslüman olmadan evvel, düşündüğüm gibi düşünmekte, aynı noksanlığı duymakta, kendilerine hakiki müslümanlığı öğretecek Ehl-i sünnet âlimlerini beklemektedir.
Ben çocuk iken, dinim olan hıristiyanlığa iki elimle sarılmıştım. Çünkü din, benim için ruhi bir ihtiyaçtı. Fakat büyüdükçe, hıristiyanlıkta birçok noksanlıklar bulunduğunu görmeye başladım. Îsâ aleyhisselâmın hayatı ve Onun [haşa] Allah’ın oğlu olduğu hakkında verilen bilgiler, bana hurafe, hayâlî şeyler gibi geliyordu. Çünkü aklım kabul etmiyordu. Kendi kendime, (Eğer hıristiyanlık, hak din ise, niçin dünyada hıristiyan olmayan birçok insan var?Niçin yahudilerle hıristiyanların esas din kitapları birbirinin aynı iken, diğer hususlarda birbirlerinden ayrılmışlar?Hıristiyan olmayanlar, başka hiç bir kabahat işlemedikleri hâlde, niçin mahv ve perişan olacaklar?Birçok milletler, niçin hemen hıristiyan olmuyorlar?) gibi sualler soruyordum.
Bu esnada Hindistan’da vazife görmüş olan bir misyonere tesadüf ettim. O bana, (Müslümanlar çok inatçıdır. Ne kadar uğraşsam, onları asla hıristiyan yapamıyorum. Onlar hakiki dinin hıristiyanlık değil, müslümanlık olduğunu ileri sürüyor ve dinlerini değiştirmek için yaptığım bütün gayretlerim neticesiz kalıyor) diye dert yandı. Bu sözler, müslümanlık hakkında duyduğum ilk tarif oldu. İçimde, hem müslümanlığa karşı bir merak, hem de dinlerine bu kadar sâdık olan müslümanlara karşı büyük bir takdir hissi uyandı. (Şu müslümanlığı biraz yakından tetkik edeyim) dedim. Üniversitede (Şark Edebiyatı) derslerini takibe başladım. Şarklıların, bizim inandığımız (üç tanrı) akidesini reddederek, akıl-ı selime tam muvafık olan (Tek Allah) akidesini kabul ettiklerini gördüm. Îsâ aleyhisselâm, kendi dinini neşrederken muhakkak, bir tek Allahtan ve kendisinin yalnız Onun bir kulu ve Peygamberi olduğundan bahs etmişti. Onun bahs ettiği Allah, muhakkak, merhametli bir Allah olmalıydı. Halbuki bu güzel ve doğru îman, birtakım mânâsız efsaneler, sonradan eklenen hurafeler, puta tapanların hıristiyanlığa soktuğu bidatler arasında kaybolup gitmiş, merhametli ve müşfik tek Allah yerine, kendisine ancak rahibler vasıtası ile erişilebilinen, insanları daha doğarken günahkar halk eden bir üçlü tanrı zuhûr etmişti. O hâlde, saf ve temiz (tek Allah) akidesini insanlara tekrar telkin için yeni bir dine, yeni bir Peygambere lüzum vardı. Avrupa, o sıralarda yarı barbar bir haldeydi. Bir taraftan vahşi kavmler memleketleri istila ediyor, bir taraftan ufak bir zümre, din perdesi altında, her türlü kötülüğü, fenâlığı yapıyordu. İşte insanlık böyle feci bir hâlde iken ve tamamıyla putperestliğe ve dinsizliğe dönmüşken, Îsâ aleyhisselâmdan [tarihçilere göre] altı asır sonra, şarkta Allahü teâlânın son Peygamberi Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zuhûr ederek, insanlara hakiki Allah’ın hakiki dinini telkine başladı ki bu dinin esasını, tek halıka îman etmek teşkil ediyordu.
Ben bunları okuyup öğrenince, Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin, Allahü teâlânın son ve hakiki Peygamberi olduğuna inandım. Çünkü:
1)Yukarıda da söylediğim gibi, insanların yeni bir Peygambere ihtiyaçları vardı.
2)Benim, Allahü teâlâ hakkındaki bütün düşüncelerim, bu büyük Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” neşrettiği dine tamamen uyuyordu.
3) Kurân-ı Kerîmin Allahü teâlânın kelamı olduğunu, onu okuduğum zaman hemen his etmiştim. Kurân-ı Kerîmin bildirdikleri ile Muhammed sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellemin hadis-i şerifleri [sözleri] beni her cihetten tatmin ediyor, ruhumu huzura kavuşturuyordu. İşte, bunun için müslüman oldum.
Emin olunuz ki yukarıda da beyan ettiğim gibi, binlerce Amerikalı ve Kanadalı, hıristiyanlıktaki noksanları ve yanlışlıkları benim gibi his etmektedir. Ama ne çare ki onlar benim gibi İslam dinine tam nüfuz etmek imkanını bulamamışlardır ve bir rehbere muhtaçtırlar.
İslamiyete böylece îman ettikten sonra, müslümanlık hakkında neşredilmiş olan kitapları tetkik etmeye başladım. Bu hususta, burada tavsiye edebileceğim birkaç eserden bahs etmek isterim. Hindli bir hayır sâhibi bana Q.A.Jairazby H.W.Lovlegroveun (What is İslam = İslam nedir) adlı kitabını yolladı. Bu kitabı bilhassa tavsiye ederim. İçinde çok sade, çok pratik ve çok doğru bilgiler vardır. Bu kitap, İslamı en iyi tarif eden bir kitaptır. Bunun bütün dünyaya dağıtılması, İslamiyetin intişarı cihetinden çok faydalı olur. Bundan sonra, Maulvi Muhammed Alinin İngilizce Kurân-ı Kerîm tercümesini okudum ve beğendim. Bunlardan başka, daha bazı kitapları da okudum ve İslamiyet hakkında neşriyat yapan mecmuaları da ihmal etmedim. Montrealda İslamiyet hakkında neşr olunmuş birçok Fransızca eserler buldum. Bunların bir kısmı İslamiyetin lehinde, bir kısmı ise aleyhinde yazılmıştı. Fakat aleyhte yazılı eserlerde bile İslamın büyüklüğü gizlenemiyordu. Bunlar bile bu dinin hak din olduğunu bana bir kere daha ispat ediyordu.
TENBİH: İslam dinini doğru olarak öğrenmek isteyen temiz insanlara hizmet etmek için, İngilizce, Fransızca, Almanca ve daha başka dillerde kitaplar hazırladık. Bunların hepsi büyük ve hakiki İslam âlimlerinin eserlerinden toplanan bilgilerden meydana gelmiştir. İslam dini, akıl-ı selim sahiplerinin kabul edeceği akidelerden ve ahkamdan ibarettir. Akıl-ı sakim sahipleri, ruhları hasta olanlar, nefslerine düşkün olanlar, yalnız kendi çıkarlarını düşünenler, İslam dinini idrâk ve takdir edemez.
37
Prof. Dr. ABDÜLKERİM GERMANUS
(Macar)
(Prof. Dr. Germanus, Budapeşte Üniversitesinde “Şark ilimleri” profesörü olup bütün dünyaca meşhurdur. Kendisi Birinci ve İkinci Cihan Harbleri esnasında Hindistan’ı gezmiş ve bir müddet Tagorenin idare ettiği (Şanti Naketen) Üniversitesinde hocalık yapmıştır. Bundan sonra, Delhiye gelmiş ve (Câmia-i Milliye)de müslüman olmuştur. Prof. Germanus bilhassa Türk lisanı ve Türk edebiyatı üzerinde büyük bir nüfuz sâhibi [otorite] kabul edilmektedir.)
Daha yeni delikanlı olmuştum. Yarı çocuk sayılırdım. Yağmurlu bir gün, elime eski bir resmli dergi geçti. Bunda uzak memleketlere ait resmler bulunuyordu. Sayfaları kayıtsızca çevirirken, birdenbire bir resme gözlerim takıldı. Bu resmde birtakım tek katlı küçük evler, bunların etrafında, içinde güller bulunan bahçeler vardı. Evlerin damları üzerinde bizim bilmediğimiz biçimde birtakım güzel elbiseler giymiş insanlar oturuyor ve bir yarım ayın ancak aydınlattığı alaca karanlık sema altında kendileri ile sohbet eden birisini dikkat ile dinliyorlardı. İnsanlar, elbiseler, evler, bahçeler Avrupadakilerden tamamen farklı idi. Resm altında bulunan ifadeden anlaşıldığına göre, bu resm, Arabistanda, küçük bir şehirde, bir mettahı dinleyen Arapları gösteriyordu. Ben, o zaman onaltı yaşındaydım. Macaristanda, koltuğa kurulmuş bir üniversite talebesi Macar olarak, bu resme baktıkça, kendimi sanki orada, o Arapların yanında, mettahın tatlı ve gür sadasını duyuyor, bundan zevk alıyordum. Bu resm, hayatıma bir istikâmet verdi. Hemen Türkçe öğrenmeye başladım. Çünkü artık şark ile alakam hâsıl olmuştu. Türkçe öğrendikçe, farkına vardım ki Türk dilinde Türkçe kelimeler azdır ve Türkçenin şiri, Fârisî, nesri ise, Arabî ile takviye edilmiştir. O hâlde şarkı iyice anlamak için, bu iki dili de öğrenmek icap ediyordu. İlk Üniversite tatilinde Macaristana en yakın olan Bosnaya gitmeye karar verdim.Hemen yola çıktım. Bosnaya gelince, bir otele iner inmez (Buradaki müslümanlar nerede bulunur?) diye sordum.Bana bir yer tarif ettiler. Oraya gittim. Türkçeyi daha ancak yarım yamalak biliyordum. Acaba Türklerle anlaşabilecek miydim?Müslümanlar, kendi mahallelerinde, bir kahvede toplanmışlar, keyif çatıyorlardı. Bunlar şalvarlı, bellerinde kuşak ve kuşağın içinde parlak kınlı hançerler bulunan ciddi sûretli, iri yarı insanlardı. Başlarındaki sarıklar ve geniş şalvarları ile hançerleri, onlara biraz acayip bir görünüş veriyordu. Ben, biraz mahçup, biraz korkak bir hâlde kahveden içeri girerek, bir köşeye büzüldüm.Biraz sonra, onların kendi aralarında gizli gizli hafif sesle konuştuklarını ve gözleri ile bana işaret ettiklerini gördüm. Muhakkak benden bahs ediyorlardı. Aklıma, Macaristanda işittiğim ve müslümanların hıristiyanları nasıl öldürdüklerini anlatan hikayeler geldi. (Şimdi yerlerinden kalkacaklar, hançerlerini çekerek beni boğazlıyacaklar) diye düşünüyor, buraya geldiğime bin kere pişman oluyordum. Nasıl firar edeceğim diye planlar yapıyor, fakat, korkudan yerimden kımıldayamıyordum. Birkaç dakika sonra, garson bana güzel kokulu bir fincan kahve getirdi. İşaretle, bunun bana kendilerinden, o kadar korktuğum müslümanlardan ikram edildiğini bildirdi. Korka korka onlara baktığım zaman, onlardan biri samimi ve tatlı bir gülümseme ile bana bakarak selam verdi. Ben de korkudan titreyen dudaklarımla gülümsemeye çalışarak selâmina mukabele ettim.Benim düşman zannettiğim bu adamlar, yerlerinden kalkarak yanıma geldiler.
Kalbim hala şiddet ile çarpıyor, (şimdi bana saldıracaklar) diye bekleyordum.Halbuki hepsi dostça etrafıma dizildiler.Tekrar selam verdiler. Biri sigara uzattı. Sigarayı yakarken, kibritin verdiği ışıkta, uzaktan vahşi görünen bu adamların yüzlerinde çok mübarek bir ifade olduğunu hayret ile gördüm. Korkum biraz zail oldu. Pek noksan Türkçem ile onlarla konuşmaya gayret ettim.Daha ağzımdan ilk Türkçe kelimeler çıkarken, onların yüz ifadeleri büsbütün güzelleşti. Artık dost olmuştuk. Hançerle saldıracak zannettiğim kimseler, beni evlerine davet ettiler. Birçok ikramlarda bulundular. Bana şefkat ellerini uzattılar. Onlar yalnız benim istirahatımı, iyiliğimi istiyorlardı. İşte müslümanlarla ilk muarefem [tanışmam], böyle oldu. Ondan sonra, birçok hadiseler birbirlerini takip etti. Her yeni hadise, gözümde başka bir perdeyi açtı. İslam memleketlerini birer birer ziyaret ettim. Bir müddet, İstanbul Üniversitesinde okudum. Anadolunun ve Suriyenin güzel yerlerini ziyaret ettim.Bu arada Türkçeden başka, Arabî ve Fârisî de öğrenmiş olduğumdan, Budapeşte Üniversitesi beni (İslam Eserlerini Araştırma) Enstitüsüne profesör olarak tayin etti. Üniversitede asırlardan beri toplanmış birçok eski eserleri buldum. Bunları incelemeye başladım. Pekçok güzel şeyler öğrendim. Bu esnada, İslam dini hakkında da bilgiler topluyordum. Bunları inceledikçe, İslamiyet kalbime nüfuz ediyor ve ben okuduğum kitapların [bunların arasında özellikle Kurân-ı Kerîm ile Hadis-i şerif kitaplarının] tesiri altında kalıyordum. Nihâyet, tekrar şarka giderek bu sefer İslam dinini çok yakından tetkik etmeye karar verdim. Bu seferki seyahatim, beni Hindistan’a götürdü. Ruhum boştu. Ruhum susamıştı. Delhiye geldiğim gece, rüyamda Muhammed “aleyhissalatü vesselâm” bana göründü. Üzerinde sade, fakat çok kıymetli bir elbise vardı. Bu elbiselerden bana doğru, çok güzel bir koku geliyordu. Kibar, çok güzel, sevimli, parlak yüzü ve nur saçan tatlı gözleri karşısında, dilsiz kalmıştım. Bana çok tatlı, fakat emredici bir sesle ve Arabî olarak, (Neden üzülüyorsun? Önündeki yolu artık biliyorsun. Doğru yolun hangisi olduğunu seçecek bir seviyeye vardın. Hiç durma ve hemen o yola gir!) buyurdu. Bütün vücudum titriyordu. Kendisine Arabî olarak, (Ya Resûlallah “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Sen Allah’ın Peygamberisin! Ben artık buna inandım. Fakat acaba müslüman olursam huzura kavuşacak mıyım? Sen çok büyük bir varlıksın! Sen, bütün düşmanlarını yendin ve dâima doğru yolu gösterdin! Fakat, ben zavallı, âciz bir kul, göstereceğin yolda bulunabilecek miyim?) dedim. Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem” ciddi ciddi bana baktı ve yavaş yavaş Kurân-ı Kerîmden meâl-i şerifi, (Biz dünyayı size bir mesken, dağları da dayanak olarak yaratmadık mı? Sizleri çift olarak dünyaya getirdik ve size dinlenmek için, uyku nimetini verdik) olan, Nebe sûresinin 7, 8, 9 ve 10. ayetlerini okudu. Bunları söylerken, ağzından çıkan kelimeler, gümüş çıngırakların sesi gibi, tatlı tatlı çınlıyordu. Kan ter içinde kalmıştım. (Allah’ım, ben artık uyuyamıyorum, etrafımda bulunan ve kalın örtüler içinde saklı duran muamaları [anlaşılmaz şeyleri] çözemiyorum. Ya Resûlallah, ya Muhammed “aleyhissalatü vesselâm”! Bana yardım et, beni aydınlat!) diye bağırmaya başladım. Bir yandan da, o büyük Peygambere “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” eziyet vermekten korkuyordum. Boğazımdan anlayamadığım sadalar çıkıyor, çırpınıyordum. Nihâyet, kendimi bir boşluğa yuvarlanıyormuş gibi his ettim ve tere batmış bir hâlde uyandım. Kalbim şiddet ile atıyor, kulaklarım çınlıyordu.
Cuma günü, Delhi’de Şâh cihan camiinde şöyle bir hadise oldu. Sarı saçlı, donuk beyaz yüzlü yabancı bir genç, bazı yaşlı müslümanların arasında camie giriyordu. Bu bendim. Üzerimde bir Hindli elbisesi vardı. Yalnız, göğsüme bana İstanbul’da verilen bir altın madalyayı takmıştım. Camideki müslümanlar, bana hayret ile nazar ediyorlardı. Ben ve arkadaşlarım minberin yakinine vasıl olduk. Biraz sonra, ezan sesi duyulmaya başladı. Camiin içinde bulunan yaklaşık 4000 kişinin, sanki bir ordu gibi sürat ile bir hizaya geldiğini gördüm. Namaz başlamıştı. Ben de onlarla beraber namaza durdum. Bu benim için unutulmaz bir ân idi. Namaz bitip hutbe de okunduktan sonra, Abdülhay beni elimden tutarak minbere götürdü. Minbere giderken, yere bağdaş kurmuş olanlara çarpmamak için, son derece dikkat ediyordum. Nihâyet minberin yakinine vasıl oldum ve merdivenlerini çıkmaya başladım. Daha ilk adımlarımı attığım zaman, beyaz sarıklar altında bulunan birçok yüzlerin, tarla içindeki papatyalar gibi, bana çevrildiğini görüyordum. Minber etrafında toplanmış olan ulema bana teşvik edici nazarlarla bakıyorlardı. Onların bu bakışı, lazım olan kuvveti bana veriyordu. Minbere çıktım. Etrafıma baktım. Önümde muazzam bir insan denizi vardı. Herkes başını kaldırmış, dikkat ile beni dinliyordu. Ağır ağır ve Arabî olarak söze başladım. (Ey burada hazır bulunan çok muhterem insanlar!Ben buraya uzak bir memleketten, orada öğrenemeyeceğim şeyleri öğrenmek için geldim. Burada maksadıma kavuştum ve ruhum huzur ile doldu.) Sonra, onlara, tarihte İslamiyetin aldığı mevki Allahü teâlânın, büyük Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın elinde muhtelif mucizeler yarattığını, bugün İslam devletleri, eski kudretlerini gayb etmişlerse, bunun sebebinin, müslümanların, dinlerine, icap eden riâyeti göstermemeleri olduğunu anlattım. Bazı müslümanların, çok kere insanın kendi başına bir şey yapamayacağını, bunun için, çalışmaya lüzum olmadığını, çünkü her şeyin Allahü teâlâdan geldiğini, insanın bunu değiştiremeyeceğini söylediklerini, halbuki Kurân-ı Kerîmde, Allahü teâlânın (İnsanlar kendilerini düzeltmedikçe, hiçbir şeyin düzelmiyeceğini ve kendileri gayret etmezlerse, hiçbir şeyi başaramayacaklarını), (Çalışanlara yardım edeceğini) beyan buyurduğunu ilave ettim. Kurân-ı Kerîmde, insanların dâima çalışması, âciz kalmaması hakkında yazılı olan âyet-i kerimeleri ele alarak, bunları birer birer izah ettim. Nihâyet, muhtasar bir duâ yaparak minberden indim.
Minberi terkederken, gök gürültüsü gibi, bir “ALLAHÜ EKBER!”! sesi camii çınlattı. Büyük bir heyecan içindeydim. Etrafımı göremiyordum. Refikım Aslanın beni kolumdan tutarak sürat ile camiden çıkardığının farkına vardım. (Neden böyle acele ediyoruz?) diye sordum. (Arkana bak!) dedi. Başımı arkaya çevirdim. Aman Allah’ım, bütün cemaat arkamdan koşarak bana yetişmeye çalışıyordu. Yanıma geldiler. Bir kısmı boynuma sarılarak beni kucaklıyor, bir kısmı ise, elimi öpmeye çalışıyordu. Başka bir kısmı, onlara duâ etmemi talep ediyordu. (Allah’ım, benim gibi çok âciz bir kulun, onların gözünde ali bir insan olarak görünmesine müsaade etme!) diye yalvarıyordum. O kadar mahçup olmuştum ki kendimi bu temiz müslümanların malını çalmış veya onlara hıyanet etmiş zannediyordum. İşte o gün anladım ki halkın beğendiği bir politikacının eline muazzam bir kuvvet geçiyor!Eğer böyle bir politikacı, halkın ona verdiği kuvveti fenâ kullanırsa, memleket harab olur.
O gün, bütün müslüman kardeşlerime, çok âciz bir kul olduğumu söyleyerek evime döndüm. Fakat onların dostluğu, sevgisi, bana karşı gösterdikleri hürmet, haftalarca devam etti. Bana, o kadar büyük bir sevgi gösterdiler ki bunun tesiri, hayatımın sonuna kadar bana kâfi gelecektir.
38
İBRAHİM VOO
(Malayalı)
Ben, müslüman olmadan evvel katolik bir hıristiyandım. Misyonerler beni katolik yapmıştı. Fakat, bu dine bir türlü ısınamıyordum. Çünkü, rahibler, üç Allaha inanmaklığımı istiyorlar ve sonra İşa-i Rabbânîyi yani [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmek ve kanının şarap olduğunu temsil eden ayini] ve kudsi ekmeye tapmak mecburiyetini emrediyorlardı. Papanın, günahsız olduğunu ve o ne derse yapmak icap ettiğini ve buna benzer aklın kabul etmediği birçok şeyleri öğretiyorlar, bilhassa hıristiyanların İslam dinine düşman olmaları lâzımdır, diyorlardı. Bunlara inanılmazsa, insanın mahv ve perişan olacağını söylüyorlardı. Rahiblerden, söyledikleri şeylerin ne demek olduğunu soruyor, onlardan aklımın kabul edeceği bir izah bekleyordum. Fakat hiç biri, bu hususta tafsilat veremiyor, (Bunlar kudsi sırlardır. Kimsenin aklı ermez) demekle iktifa ediyorlardı. Bir insan aklı ermediği bir şeyi nasıl kabul ederdi?Ben yavaş yavaş bu işte bir sakatlık olduğunu, hıristiyanlığın doğru bir din olmadığını düşünüyor ve ondan büsbütün nefret ediyordum .Hele, rahiblere başka bir dinden, mesela İslamiyetten bahs edilse, hemen ifrit kesiliyorlar, (Muhammed bir yalancıdır. İslam uydurma bir dindir) diye bar-bar bağırıyorlardı. (Peki bu din, niçin yalancı bir dindir?) diye sorduğum zaman, buna da bir cevap veremiyorlar, kekeliyorlardı. Onların bu hâli, beni İslam dinini yakından tetkik etmeye sevk etti. Malayada bulunan müslümanlarla temas ettim. Onlardan dinleri hakkında bilgi talep ettim. Bunlar rahiblere hiç benzemiyordu. Bana İslamiyet hakkında çok güzel malumat verdiler. Şunu da sözlerime ilave edeyim ki başlangıçta kendileri ile adamakıllı münakaşa ettim. Fakat onlar, benim bütün suallerime o kadar inandırıcı cevaplar verdiler, bunları o kadar metanet ve sabrla karşıladılar ki yavaş yavaş gözümün önünde bir perde açıldığını, içime büyük bir huzur ve ferahlık geldiğini hissediyordum. Birçok hurafelerle dolu olan hıristiyanlığın tam aksine, bu dinde her şey akla uygun, mantıki ve fikiri idi. Müslümanlar tek bir halıka [yaratıcıya] inanıyorlardı. Bu büyük yaratıcı, insanların günahkar olduğunu söylemiyor, onlara nimetini bol bol ihsan ediyordu. Verdiği emirler arasında, benim anlamadığım tek şey yoktu. İbadetleri, sırf Allahü teâlâya hamd etmek içindi. Onlar muhtelif resmlere, işaretlere tapmıyorlardı. Kudsi kitapları olan Kurân-ı Kerîmin her âyetinin lezzetini ruhumda duyuyordum. İbadet için muhakkak bir mabede gitmek mecburiyeti yoktu. İnsan, evinde yahut herhangi bir yerde ibâdet edebilirdi. Bütün bunlar, o kadar güzel, doğru ve insani şeylerdi ki ben artık, hakiki Allah dininin, müslümanlık olduğunu kabul ettim ve seve seve müslüman oldum.
39
İSMAİL WİESLEW ZEJİLERSKİ
(Polonyalı)
1900 senesinde Polonyada Krokov şehrinde doğdum. Ailem Polonyanın ismi tarihe geçen meşhur bir ailesidir. Babam tam bir ateist [dinsiz] idi. Fakat, buna rağmen çocuklarının katolik terbiyesi almasına izin vermişti. Polonyada çok katolik vardı. Annem de koyu bir katolik olduğundan, bizim de katolik olarak yetişmemizi istiyordu. Ben, dine karşı büyük bir saygı sâhibi idim. Gerek fertin, gerek cemiyetin hayatında dinin en mühim bir rehber olduğuna inanıyordum.
Bizim aile sık sık yabancılarla görüşürdü. Babam gençliğinde, çok seyahatlar yapmış ve birçok ecnebi ahbablar temin etmişti. Bundan dolayı biz, diğer ırklara, medeniyetlere, dinlere karşı bir saygı besliyorduk. Kimseyi kimseden ayırmaz, her millete, her ırka, kısaca her insana karşı hürmet duyardık. Ben kendimi Polonyalı değil, dünya vatandaşı sayardım.
Ailemin dünya işlerinde düşüncesi, tam (orta yolu tutmak) fikrine dayanıyordu. Babam, hiçbir iş görme adeti olmayan aristokrat [imtiyazlı] bir sınıftan gelmiş olmasına rağmen, tembelliği, işsizliği hiç sevmez, herkesin muhakkak bir işi olmasını tavsiye ederdi. Diktatörlüğün tamamıyla aleyhinde idi. Fakat, dünyada kurulmuş olan nizamı ve intizamı bozacak bir sosyal inkılabı [devrimi] da asla kabul etmiyordu. Eski zamanın getirdiği adetlere büyük bir saygısı vardı. Bunların bozulmasını istemiyordu. Kısaca, babam kurun-u vüstanın [Orta çağın] modernleşmiş ve orta yoldan yürüyen bir şövalyesi idi. Babâmin bana verdiği hür terbiye, beni bir müdekkık [araştırmacı] yapmış, sosyal meseleleri araştırmaya başlamıştım. Dünyada çözülmesi lazım birçok sosyal, siyasi, ekonomik problemler vardı. Bunları çözmek ve doğru yolu bulmak için ne yapmak gerekiyordu?Görüyordum ki insanlar bu işlerde birbirinden çok uzak iki cebheye ayrılmıştı. Bir tarafta kapitalizm, diğer tarafta komünizm. Bir tarafta baskı ve terör, diğer tarafta tamamen başıboşluk. Halbuki insanların rahat ve huzur içinde yaşaması için, bu iki cebhenin bir anlaşmaya varması ve orta bir yol bulması icap ediyordu. Benim kanaatime göre insan cemiyeti, hür, fakat disiplinli, bugünkü hayat şartlarına uygun, fakat eski adetlere de saygılı bir esasa dayanmak zorunda idi. (Tam orta yolda yürümek) prensiplerine uygun olarak yetiştirilen, benim gibi bir insanın böyle düşünmesi gâyet tabiî idi. Bize (İlerlemiş muhafazakarlar = Progressive Traditionalist) adını koymuşlardı.
Onaltı yaşına bastığım zaman, (Acaba katolik dini, bu esâsı kuramaz mı?) diye düşünmeye başladım. Bunun için, katolik dinini daha yakından inceledim. O zaman, kilisede bana telkin edilen akidelerin bazısının, bir türlü aklıma yatmadığını gördüm. Bunların en başında üç tanrı meselesi geliyordu. Sonra İşa-i Rabbânî [Îsâ aleyhisselâmın etinin ekmeye, kanının şaraba dönmesi] inancı, Allahü teâlâya duâ ederken, muhakkak araya bir papaz koymak mecburiyeti ve bizim gibi bir insan olan Papanın, günahsız olduğu iddiası, yani ona bir nev’ tanrılık verilmesi, birtakım işaret, resm ve heykellere, ibtidai insanlar gibi tapılması, birtakım garib hareketler yapılması, beni yavaş yavaş hıristiyanlıktan nefret duymaya sevk etti. Bu dinin insanlığı felaketlerden halas etmesi şöyle dursun, esâsı çürük ve hiçbir kıymeti olmayan batıl bir inanış olduğunu düşünmeye başladım. Artık dine karşı tamamen kayıdsız kaldım.
İkinci Cihan Harbinden sonra, içimde tekrar bir dine inanma ihtiyacı duydum. Farkına vardım ki insanlık hiçbir zaman dinsiz kalamaz. İnsanların ruhu dine muhtaçtır. Din, en büyük rehber, en derin teselli menbaıdır. Dinsiz insan mahvolmaya mahkumdur. İnsanlara en büyük fenâlık, dinsizlikten gelmektedir. Tam ve mükemmel bir cemiyet hayatı yaşayabilmek için, insanların birbirine bağlanması, doğru yolda yürümesi, ancak din sayesinde mümkündür. Şunun da farkına vardım ki bugünkü mütekamil bir insan, bugünün hayat şartlarına, ilmin bugün eriştiği dereceye uymayan, yalnız birtakım garib fikirlerden ibaret olan ve akıl-ı selime uygun gelmeyen bir dini de kabul edemez. Hıristiyanlık dini böyle idi. Acaba diğer dinler nasıldır diye merak ederek, dünyada bulunan bütün dinleri tetkik etmeye karar verdim. Amerikalı Quakerlerin dinini, Unitarianları, hatta Behaileri bile tetkik ettim. Fakat bunların hiçbiri, beni tamamıyla tatmin etmedi.
Nihâyet İslamiyeti keşfettim. Elime Esperanto lisanında yazılmış (İslamo Esperantiste Regardata) isminde bir kitap geçti. Bu kitabı, müslüman bir İngiliz olan, İsmail Colin Evans neşretmişti. İşte bu kitap, beni 1949 senesinde, müslümanlığa götüren rehber oldu. Onu okudum. Kahirede (Dar-ut-tebliğ-ul-İslam) teşkilatına müraceat ettim ve onlardan müslümanlık hakkında malumat istedim. Oradan bana gönderilen, gene Esperanto dilinde yazılmış (İslamo Chies Religio) isminde bir kitap, benim imanımı tamamladı ve müslüman oldum.
Müslümanlık, çocukluktan beri taşıdığım düşünce, arzu ve temennilerime tam cevap vermektedir. İslamiyette hem hürriyet, hem de disiplin vardır. İslamiyet, Allahü teâlâya karşı olan vazifelerimizi sayarken, dünyada da rahat ve huzur içinde yaşamak için lazım olan şeyleri bildirir. İslamiyet, bütün insanlar için, hatta her canlı için, haklar tanır. İctimai meselelerde, İslamiyet en mühim problemleri en doğru tarzda çözmüştür. Ben bir sosyolog olarak, İslamiyetteki (zekat) ve (Hac) vazifelerinin büyüklüğüne ve mükemmelliğine hayran kaldım. Kendisine, dünya malından fazla pay verilmiş kimsenin, malının belli bir kısmını fakirlere dağıtması [zekat] ve zengin, fakir, büyük rütbeli, küçük rütbeli, yaşlı, genç, tüccar, esnaf, asker, bütün müslümanların bir araya gelerek yanyana Allahü teâlâya ibâdet etmeleri ve birbirini tanımaları [cemaat ile namaz ve hac], bugün sosyal ilimlerin erişmek istediği ve bir türlü vasıl olamadıkları yüksek gayelere, İslam dininin çoktan vardığını göstermektedir. İslam dini bu sayede, kapitalizm ile komünizm arasında en mükemmel vasat yolu göstermiş, bütün insanların arzuladığı hususları temin etmiştir. İslamiyet, hangi ırk, hangi milliyet, hangi sosyal derece, hangi renkten ve dilden olursa olsun, dünyadaki bütün insanları bir araya getirebilen, onlara aynı hakları veren, servet farkını, ictimai [sosyal] yardımı ayarlayan, aynı zamanda onlara Allah korkusunu da aşılayarak, maddi ve mânevî disiplini sağlayan muazzam bir dindir. İslamiyette tenkid edilen poligami [yani teaddüd-i zevcat, birkaç kadınla evlenmek] bile insanların biyolojik ihtiyacına göre bildirilmiş bir keyfiyet olup hiç bir zaman tek kadınla yaşamayan katoliklerin, iki yüzlü monogamisinden [tek kadınla evlenmek] daha dürüst bir hükmdür.
Son söz olarak, Allahü teâlâya, bana doğru yolu gösterdiği ve beni kendi rızasına kavuşturan hak yola kavuşturduğu için hamd-ü sena ederim.
40
MÜMİN ABDÜRRAZZAK SELLİAH
(Sri-Lankalı = Seylanlı)
Bir zamanlar, İslâmin en büyük düşmanıydım. Çünkü, bütün aile efradım, bütün tanıdıklarım bana İslâmin saçma sapan, uydurma ve insanı doğru Cehenneme götürecek bir din olduğunu söylüyor ve benim müslümanlarla konuşmamı men’ ediyorlardı. Ben de müslümanları gördükçe hemen kaçıyor, arkalarından onlara lanet ediyordum. O zamanlar, rüyamda, bir gün bu dini yakından tetkik ederek ona hayran kalacağımı ve müslümanlığı kabul edeceğimi görseydim, muhakkak hayra yormazdım.
Niçin müslüman oldum?Buna vereceğim cevap çok kısadır. İslamda beni kendisine çeken en büyük meziyet, bu dinin çok sade, tertemiz, gâyet mantıki herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilen, bunun yanında, içinde çok derin nasihatlar ve hikmetler bulunan bir din olmasıdır. İslam dinini daha tetkik etmeye başlar başlamaz, benim üzerimde büyük bir tesir yaptı ve onu hemen kabul edeceğimi anladım.
Ben hıristiyan terbiyesi gördüm. Elime verilen İncilden daha kıymetli bir din kitabı bulunmadığını zannediyordum. Fakat Kurân-ı Kerîmi okumaya başlayınca, bu kitabın elimdeki İncilden kat kat üstün olduğunu, bana İncilin öğretmediği birçok güzel şeyleri öğrettiğini hayret ile gördüm. Hıristiyan dininde, akıl-ı selimin kabul edemeyeceği birçok efsane, garib îtikatlar vardı. Kurân-ı Kerîm, bütün bunları reddediyor, insanlara onların anlayacağı ve her bakımdan doğru bulacağı esasları öğretiyordu. Yavaş yavaş İncil gözümden düşmeye başladı. Artık, iki elimle Kurân-ı Kerîme sarılmıştım. Onda okuduğum her şeyi anlayor, beğeniyor, hayran oluyordum. Demek oluyor ki hak din, İslam dini idi. Bunu idrâk edince, İslamiyeti kabule karar verdim ve îman ederek huzur ve sevgi dinine kavuştum.
İslamiyette en çok beğendiğim ve beni kendisine kuvvet ile cezb eden husus, müslümanların birbirini kardeş kabul etmesidir. Renk, ırk, meslek, milliyet, memleket farkı olmadan, dünyada bütün müslümanlar, birbirlerini kardeş bilirler, severler, birbirlerine iyilik etmeyi, yardım etmeyi mukaddes vazife kabul ederler. İncilin (Komşunu kendin gibi seveceksin) kaidesi, ancak müslümanlarda vardır. Diğer dinlerin hiçbirinde yoktur. İslamiyetteki kardeşlik, yalnız lafta kalan bir bağlılık değildir. Dünyadaki bütün müslümanlar, her zaman, her yerde, birbirini tanısın, tanımasın, dâima el ele verirler, birbirlerine yardıma koşarlar.
İslamiyette takdir ettiğim ikinci bir husus da, bu dinde hiçbir hurafenin, anlaşılmaz bir hususun bulunmayışıdır. Müslümanlık ahkamı, mantıki pratik, akli ve moderndir. İslam dini, tek bir hâlik [yaratıcı] tanır. Ruh-ul-kuds kelimesi Kurân-ı Kerîmde vardır. Fakat bu, Allahü teâlânın kudsiyeti veya Cebrâil ismindeki melek mânâsına gelir. Ayrı bir ilah değildir. İslâmin ahkamı, yani emir ve yasakları, son derece sade, mantıki ve her bakımdan, en modern yaşama tarzına uygundur. Bütün dünyanın kabul edebileceği tek hak din, İslam dinidir.
TENBİH: Ruh-ul-kuds kelimesi, Kurân-ı Kerîmde birkaç surede vardır. Bulundukları yere göre, çeşitli manalara geldiği, tefsir kitaplarında yazılıdır. Kısaca, Cebrâil ismindeki melek, Allahü teâlânın hayat verici, koruyucu sıfatları, Îsâ aleyhisselâmın ruhu, İncil kitabı mânâlarına gelmektedir. Kelimenin mânâsı, temiz ruh demektir.
41
FÂRUK B. KARAI
(Zengibarlı)
Müslümanlığı, büyük Peygamber Muhammed aleyhisselâma hayran olduğum için kabul ettim.Zengibarda birçok müslüman ahbabım vardı. Müslümanlık hakkında çok güzel şeyler anlatıyorlardı. Bana verdikleri müslümanlığa ait kitapları aile fertlerimden gizli olarak okuyordum. Nihâyet, 1940 senesinde, ne olursa olsun, müslüman olmaya karar verdim. Ailemin ısrarlarına ve o zamana kadar mensub bulunduğum Parsi dininin rahiblerinin tazyiklerine rağmen, müslüman oldum. Bu sebepten başıma neler geldiğini, ne gibi zorluklarla karşılaştığımı uzun uzadıya anlatmıyacağım. Ailem beni, imandan mahrum etmek için akla sığmaz vasıtalara başvurdu. Bana çok eziyet ettiler. Fakat, bir kere hidayete eriştikten sonra, her cins tehtide mukavemet ederek, hak dinime kuvvet ile sarıldım. Şimdi tek Allah’ı ve Onun son Peygamberi Muhammed aleyhisselâmı, canımdan çok seviyorum.
Ailemin bana çıkardığı her türlü müşkillere, Cebel-i tarîk kayaları gibi karşı koydum. Bu zorluklarla uğraşırken (Ben Allahü teâlânın emrettiği yoldayım. Allahü teâlâ her şeyin doğrusunu bilir ve beni korur) îtikadîm bana kuvvet ve cesaret veriyordu.
Guyratide Kurân-ı Kerîmi okuyup tetkik etmek fırsatı buldum. Kurân-ı Kerîmi okudukça, ona tamamen bağlandım. Dünyada başka hiçbir dinin insanlara doğru yolu gösteremeyeceğine bütün kalbimle inandım. Kurân-ı Kerîm, insanlara sadelik içinde yaşamayı, kardeşliği, eşitliği ve insanlığı öğreten, dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde bir hayat bahş eden mukaddes bir kitaptır. İnsanlar için en büyük rehber olan, Allahü teâlânın bu kitabının getirdiği İslam dini, dünyanın sonuna kadar devamlı kalacaktır.
42) KAPTAN KUSTO (Fransız)
[Fransada müslümanlık, her sanatta, her cihette şöhret kazanmış kimseler arasında hızla intişar ediyor. Hristiyanlığı bırakarak İslam dinini tercih edenlerin adedi yüzbine ulaştı. Katolikliğin Fransada en yüksek makâmı olan “Paris Arşovekliği” bu rakamı tasdik etti.
İslam dinini tercih edenlerin sadece işsizler, memurlar değil, her cihette şöhret kazanmış kimseler olması, nazar-ı dikkati celb etmektedir.
Müslümanlığı tercih edenlerin arasında denizaltı araştırmaları ile bütün dünyanın yakından tanıdığı Kaptan Kusto yer alıyor.
Fransada dünyaca meşhur kimselerin müslümanlığı kabul etmelerinin tesirleri devam ederken, dünyanın en meşhur denizaltı kaşiflerinden Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmekle hayatının en doğru kararını verdiğini söyledi.
Televizyonda yayınlanan (Yaşayan Deniz) programı ile okyanusların sırlarını bir bir gözler önüne getiren KaptanKusto, İslam dinini tercih etmesine asıl sebep olan vak’ânın, Atlas Okyanusu ile Akteniz sularının birbirine karışmadığını tesbit ettikten sonra, bunun 1400 sene önce dünyaya indirilen Kurân-ı Kerîmde beyan buyurulduğunu görmesi olduğunu bildirdi.]
Kaptan Kusto, İslam dinini tercih etmesine sebep olan hadiseyi şöyle anlattı:
(1962 senesinde Alman ilim adamları, Aden körfezi ile Kızıldenizin birleştiği Mendeb boğazında, Kızıldenizin suyu ile Hind Okyanusunun suyunun birbirine karışmadığını bildirmişlerdi. Biz de, Atlas Okyanusu ile Aktenizin sularının birbirine karışıp, karışmadığını tetkik etmeye başladık. Evvela, Aktenizin kendine has sıcaklığı, tuzluluğu ve kesafeti ile ihtiva ettiği canlıları tesbit ettik. Aynı tetkikatı Atlas Okyanusunda tekrarladık. İki su kütlesi binlerce seneden beri Cebelitarık boğazında birleşiyordu. Bu vaz’iyette, iki su kütlesinin karışması ile tuzluluk, kesafet gibi unsurların birbirlerine müsavi, hiç olmazsa yakın olması icap ediyordu. Halbuki her iki denizin en yakın kısımlarında bile deniz suyu kendi hassasını koruyordu. Yani, iki denizin birleşme noktasında bir su perdesi iki deniz suyunun birbirine karışmasına mâni oluyordu. Bu hâli anlattığım Profesör Maurice Bucaille, bunda şaşılacak bir şey olmadığını, İslamın kudsi kitabı Kurân-ı Kerîmin bunu açık bir şekilde yazdığını söyledi. Hakikaten bu hâl Kurân-ı Kerîmde dostoğru açıklanıyordu. Bunu öğrenince Kurân-ı Kerîmin (Allahü teâlânın kelamı) olduğuna inandım. Hak din olan İslamiyeti seçtim. İslam dini, mânevî gücü ile bana kaybettiğim oğlumun acısına dayanma sabrını verdi.)
MÜSLÜMANLIĞI KABUL EDENLERİN BEYANLARINDAN ALINAN NETİCE