Sual: Birileri (Ashâb-ı kiramdan sonra, nice yıllar, müslümanlar, Kuranla hayat arasına yıkılmaz setler çekmişler. Kuran, mihrap nağmeleri, mezar duaları olmuş. İşte Seyyid Kutub, İslamın bu büyük derdine parmak basmak için Fi-zılal-il-Kuran’ı yazdı) diyorlar. Bu sözler doğru mudur?
Cevap: Cahil ve âciz kimselerde yayılmış bir hastalık var: Geçmişleri kötülemek, ecdadı kusurlu göstermek. Bu hastalık, vehhâbînin kitabında ve S. Kutub’da had (taşkın) hâle gelmiştir. Bunlara sorarız ki Kur’ân-ı Kerîmin bilgilerini, nurlarını 3 kıtaya yayan, bugünkü medeniyetin beşiğini kuran İslam üniversitelerini kimler açtı? Ecdadımız, ilimde, cihatta, fende ve ahlakta, hayatlarını Kur’ân-ı Kerîme tam uydurmuşlardı. Yazdıkları binlerle kitap ve kurdukları çeşitli İslam medeniyetleri, dünya tarihlerinde övülmektedir. Ecdadımızın ölülere Kuran okumaları ile alay eden Seyyid Kutubcular şunu iyi bilsinler ki kabir ziyaretini, ölülere Kuran okumayı, Resûlullah emretmiş ve kendileri de yapmıştır. Ecdadımız, bu emre, bu sünnete uymak için, ölüleri ziyaret etmiş ve ruhlarına Kur’ân-ı Kerîm okumuşlardır. Böylece her işlerinde Kurana ve sünnete sarılmışlardır.
(Seyyid Kutub’un kitabı rivayetler silsilesi değildir) diyenler, onu övdüklerini sanarak, yüzkarasını ortaya çıkarmaktadırlar. Çünkü, Resûlullahtan ve Ashâb-ı kiramdan rivayet edilmeyen din bilgilerine bidat denir. Hadis-i şerifte, “Bizden rivayet edilmeyen, sonradan meydana çıkarılan din bilgileri bidattir, hepsi sapıklıktır” buyuruldu. Başka bir hadis-i şerifte, “Bidat ortaya çıkaranların hiçbir ibadetleri kabul olmaz. Onlar, Cehenneme gideceklerdir” buyuruldu. Bu hadis-i şerifler, Seyyid Kutubcuların çok aldandıklarını, yalnız Ehl-i sünnetin kurtulacağını açıkça göstermektedir. Çünkü, Seyyid Kutub, Selef-i salihinden gelen rivayetleri kabul etmiyor. Ehl-i sünnet ise Selef-i salihinin Resûlullahtan getirdikleri rivayetlere sarılıyor.
(Birgivi vasiyetnamesi) şerhinde buyuruyor ki “Ehl-i sünnet mezhebini ve bu âlimlerin bildirdiği itikadı öğrenip, itikadını buna göre düzeltmek her müslümana farzdır. Bunu herkes öğrenmelidir. Cahil kalmamalıdır. Zira, İslamiyete uymayan itikadın büyük zararı vardır. Zamanımızda bidatler her tarafa yayıldı. Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını bilen az kaldı. Bu cahillik bütün dünyayı kapladı. İlmi ile amel eden âlimlerin sözlerine güvenilir. Çok kimseler vardır ki ilimden mahrumdur. Fakat, âlim şekline girmiş, şöhret sahibi olmuşlardır. Bunların şekillerine ve şöhretlerine aldanmamalıdır. Yarım din adamı, din yıkar. Yarım doktor, beden yıkar, sözü meşhurdur. Zamanımızda, birçok cahil, şeyh ve mürşid adı ile ve büyük din alimi adı ile müslümanları aldatıyor. Allahü teâlâ, müslümanları bunlara aldanmaktan korusun! Bu sapıklardan çok sakınmalıdır. Din adamı geçinen herkesin sözüne ve kitabına uymamalıdır. Fıkıh kitabından alınmamış, modaya göre verilmiş olan fetvalara, kararlara uymamalı, ehlini arayıp bulup, ondan sormalı, doğrusunu öğrenmelidir”. İslam âlimlerinin bu nasihatlerini her müslüman, kulağına küpe yapmalı, aklını başına toplayıp, sapık kitapların yaldızlı reklamlarına, şaşırtıcı propagandalarına aldanmamalıdır.
S. Kutub’un fikirlerine (Dirayet tefsiri) diyenlere ne kadar şaşılır. Kur’ân-ı Kerîmden S. Kutub’un çıkardığı fikir kırıntılarına değil, Kur’ân-ı Kerîmden Allah’ın Resûlünün anlayıp bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin bu bilgileri toplayarak meydana getirmiş oldukları hakiki tefsir kitaplarına sarılmalıdır. Kur’ân-ı Kerîmin gölgesine sığınmak, böylece saadete kavuşmak isteyenler, şunun bunun yazdığı tefsirlere değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin doğru tefsirlerine inanmalıdırlar. İnsanı saadete kavuşturacak, S. Kutub’un varisleri değil, Resûlullahın varisleri olan Ehl-i sünnet alimleridir.
Seyyid Kutubcular, ona Şâfiî diyorlar. Halbuki 4 mezhepten birinde olmak için, önce Ehl-i sünnet itikadında olmak lazımdır. Ehl-i sünnet âlimlerinden, ayrılan ve hele Ehl-i sünneti beğenmeyen kimsenin, 4 mezhepten birinde olduğunu söylemesi, müslümanları aldatmak olur.
S. Kutub’un tefsirinin tercümesine bakan bir müslüman, âyet-i kerimelerin meallerini okuyunca cidden zevk alıyor. Ruhu ferahlıyor. Çünkü, bu mealler, Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinden alınmıştır. Fakat, S. Kutub’un yazılarını, onun İslamın ana kaynaklarına uymayan sapık yazılarının tercümelerini okuyunca, müslümana sıkıntı basıyor. Kalbi kararıyor. Seviyesinin düşüklüğü hemen duyuluyor. İmanı, İslamı, felsefi düşüncelerle açıklamaya özendiği görülüyor. Bunun içindir ki Ehl-i sünnet âlimlerinin, ruhlara hayat veren kitaplarını okuyup, bu yüce âlimlerin, büyüklüğünü sezebilen insaflı müminler, bugün de hakiki tefsir kitaplarını okumakta, o marifet deryalarından feyiz almaya uğraşmakta, S. Kutub’un kitaplarını övmek şöyle dursun, bunları okumaktan gençleri korumaya çalışmaktadırlar.
Sapık fikirlerini tefsirinin her yerine serpmiş ise de, okuyucularımızı tatmin etmek için birkaçını kısaca bildirmeyi faydalı gördük:
1) Bakara sûresinin tefsirine başlarken, (Her surenin kendine has bir musiki tesiri ve ahengi vardır) diyor.
Resûlullah, “Gına, yani musiki kalpte münafıklığı arttırır” buyuruyor. Kur’ân-ı Kerîm hiç böyle tesir eder mi? O, musikinin hâsıl ettiği zulmetleri temizler. Kalbi, ruhu nurlandırır. Birgivi Vasiyetnamesi şerhinde buyuruyor ki “Musiki ile okunan şeyleri dinlememelidir. Zamanımızdaki tarikatçılar çok cahil ve inatcıdırlar. Teganni ederek şiir okuyorlar. Musikiden hâsıl olan şehvet lezzetlerine, ibadette lezzet hâsıl oldu diyorlar. Feyiz hâsıl oldu diyorlar. Böyle kitapsız, mezhepsiz sapıklar, Deccal askerinin başlangıcıdırlar. Müminlere vasiyet ederim ki bunlara aldanmayınız! Dinden çıkarsınız! Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılmayınız! Kur’ân-ı Kerîmi, ezanı, zikri ve duâyı teganni ile okuyanları dinlemeyiniz! Bunları susturunuz! Tatarhaniye fetva kitabı, bunları teganni ile okumanın haram olduğunda söz birliği bulunduğunu yazmaktadır. Haram olduğuna, fıkıh âlimleri çok senet, vesika ortaya koymuşlardır.”
2) (Medine’ye hicret bir mecburiyet altında yapıldı) diyor.
Halbuki İslam âlimleri, hicretin korku, sıkıntı ve mecburiyetle değil, Allahü teâlânın takdiri ve izin vermesi ile yapıldığını bildiriyorlar. Mevahib-i ledünniye’de diyor ki “Resûlullah, Ashâbına Mekke’den Medine’ye gitmelerini emir buyurdu. Kendisi Mekke’de kalıp Allahü teâlâdan izin gelmesini bekledi. Bir gün Cebrâil “aleyhisselâm” gelip, Kureyş kâfirleri seni öldürecek. Bu gece yatağında yatma dedi. Ertesi gün hicret etmesine izin verilen âyet-i kerimeyi getirdi”. İslam âlimleri, Resûlullah için, böyle edebli söyler ve yazarlardı.
3) (Kuran surelerinin bazılarının başında bulunan harflerin tefsirinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Biz bu görüşlerden birini alıyoruz ki o da Kur’ân-ı Kerîmin bu harflerden meydana gelmiş olduğuna işaret sayılmasıdır) diyor.
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki “Bu harfler, müteşabihattandır. Mânâlarını Allahü teâlâ gizlemiştir. Manaları çoktur. Bir kısmını yalnız sevgili Peygamberine ve Onun varisleri olan ulema-i rasihine bildirmiştir”. Kur’ân-ı Kerîmin Arabî harflerle indirildiği, başka ayetlerde açıkça bildirilmektedir. Bu harflere böyle mânâ vererek, hazret-i Ebû Bekir’in ve hazret-i Ömer’in ve tefsir âlimlerinin bildirdiklerini yazmaktan kaçınması, küçümsenecek bir şey değildir. Kur’ân-ı Kerîmin esrarından ve tasavvuf büyüklerine ilham olunan mearif-i ilâhiyeden haberi olmadığı buradan da anlaşılmaktadır.
4) (Tefsir ve tevhid âlimleri yer ve gökten hangisinin önce yaratıldığını uzun anlatmışlardır. Fakat bunların bilmesi gerekirdi ki öncelik ve sonralık, beşeri ıstilahtır. Yine unutulmamalıdır ki bu gibi ıstılahlar, ancak hududsuz tasvirlerin, mahdud beşer havsalası tarafından kavranabilmesi için kullanılmıştır. İslam mütefekkirlerinin Kur’ân-ı Kerîmdeki bu tabirler üzerinde giriştikleri münakaşa, yunan felsefesi ile yahudi ve hıristiyanlardaki dini tartışmaların berrak Arap aklı ile parlak İslam zekasına karışmasının korkunç felaketinden başka bir şey değildir) diyor.
S. Kutub’un İslam âlimlerine, Selef-i salihine karşı kullandığı kelimelere bakınız! Tefsir ve kelam âlimlerine karşı yaptığı bu hakaretleri ve edebsizlikleri, hangi müslümanın kalbini sızlatmaz? (Bunların bilmesi gerekir ki) diyerek, o yüce âlimlere ders vermeye kalkışıyor. (Unutulmamalıdır ki) diyerek, Resûlullahın övdüğü hayırlı asrın en üstünlerine cahil damgasını basıyor. İslam âlimlerinin zaman, mekan üzerinde yazdıkları kitaplardaki ince bilgileri işitmemiş olduğu buradan anlaşılmaktadır. İslam âlimlerinin kitaplarını okumuş ve anlamış olsaydı, İslamın gözbebeklerine dil uzatamaz, haddini bilir, edebini takınırdı. Evet o, (Dikenler), (Köyden bir çocuk) ve (Sihirli şehir) romanlarındaki gibi, akıcı bir ifade ve yaldızlı kelimelerle yazdığı tefsirinde, gençlere bir âlim tesiri yapmakta, körpe dimağları kendine bağlamakta ise de, İslam âlimlerinin mübarek yazılarını okuyup, gafletten uyanmış olanlar, onun bu cazibeli yazıları arasına yerleştirdiği zehirli fikirlerini, sapık tutumunu hemen anlamaktadırlar.
5) (Bana göre, bu tecrübe, yeryüzünde halife olacak şahsı yetiştirmek için yapılmıştır) sözünde olduğu gibi, tefsirinin birçok yerinde, (Bana göre) diyerek, kendisini dev aynasında görmektedir. Cahil değil, echel olduğu buradan da anlaşılmaktadır. Beydavi tefsirini ve haşiyesini ve Tefsir-i kebir’i okuyup, Kur’ân-ı Kerîmin zahiri bilgilerini ve Nimetullah tefsirini veya Bursalı İsmail Hakkı hazretlerinin Ruh-ül-beyan tefsirini okuyup, Kur’ân-ı Kerîmin esrarından bir şey anlamış olsaydı, kendi haddini bilir, belki edebli olurdu.
6) Bakara sûresinin 117. ayetini tefsir ederken, (Yaratanın hiç benzeri yoktur. İşte burada Vahdet-i vücûd felsefesi tamamen İslami tasavvurun dışında kalır ve İslam, gayri müslimlerin vahdet-i vücûd anlayışını tamamen reddeder) diyerek, tasavvuftan hiç haberi olmadığını bildiriyor. Tasavvuf büyüklerinin ilham ve keşiflerini felsefe sanıyor. Ulema-i rasıhine gayri müslim diyecek kadar küstahlaşıyor. Çünkü, İslamiyetten önce mevcut olan vahdet-i vücûd bilgilerini de, hak olan eski semavi dinlerin tasavvufçuları ortaya koymuştu. Yunan felsefecileri ve İskenderiye mektebi kâfirleri, bu bilgileri din tasavvufçularından çalarak benimsemişlerdi. Vahdet-i vücûd bilgileri felsefecilerin buluşu değil, dinde yükselmiş müminlerin marifetleri ve keşifleridir.
7) Zümer sûresi 3. ayetini tefsir ederken, (Tevhid ve ihlas sahibi, Allahtan başka kimseden bir şey istemez. Hiçbir mahluka itimat etmez. İnsanlar, İslamiyetin bildirdiği tevhidden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyaya ibadet ediliyor. İslamiyetten evvelki Arapların meleklere, heykellere tapındıkları gibi, onlardan şefaat istiyorlar. Allahın bildirdiği tevhidde, ihlasta, Allah ile kul arasında vasıta ve şefaat etmek yoktur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî olduğunu ilan ediyor.
8) Bu sosyalist yazar, kendisini tefsir alimi sanmakta, çeşitli âyet-i kerimelere yanlış mânâ vermektedir. Mesela Nisa sûresi 7. âyet-i kerimesine, (Ana-babanın ve yakınlarının bıraktıklarında, erkeklere bir pay vardır. Ana babanın ve yakınların bıraktıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar az veya çok farz kılındığı şekilde bir paydır..) demektedir.
Halbuki İslam âlimleri bu âyet-i kerimeye, “Ana-baba ve yakınların bıraktıklarında erkeklere pay vardır. Ana-babanın ve yakınlarının bıraktıklarında, kadınlara da pay vardır. Bırakılan mallar az olsun çok olsun, farz kılınan miktardaki payları onlara verilir” demişlerdir. Beydavi’de sebebi de açıklanmıştır. Hele bundan sonraki âyet-i kerimeye, “Biz burada nesh hususunda bir delil göremiyoruz. Bizim görüşümüze göre bu âyet muhkemdir. Gereği şekilde amel etmek de farzdır” diyerek, kendi görüşüne göre tefsir yaptığını yazmaktan da sıkılmamaktadır. Halbuki tefsir âlimleri, bu âyet-i celileye vâcip diyenler oldu ise de nedbdir. Yani müstehaptır demişlerdir. Bütün İslam memleketlerinde de, böyle yapılagelmiştir.
Bundan önceki âyet-i kerimeyi bildirdikten sonra, “Allahü teâlâ, mal ve mülkü cemiyete tevdi etmiştir. Cemiyet, bu malları güzel kullanmakla mükelleftir. Cemiyet başlangıçta bütün malların sahibidir. Varisler (vasiler) sadece -cemiyetin izini ile- bu malları kullanma hakkına sahiptirler” diyerek, İslam dinine iftira etmekte, reform yapmaya kalkışmaktadır. Tefsir ismi altında, sosyalist fikirlerini gençlere aşılama çabasındadır.
9) Zekatı Sadece Devlet Mi Toplar?
10) Zekattan Başka Malda Fakirlerin Hakkı Var Mıdır?
11) (Biz, onlara aşağılık maymunlar olunuz dedik) mealindeki âyet-i kerimede, cumartesi günü balık tutmuş olan yahudilerin maymun yapıldıkları açıkça bildirildiği hâlde, bu ayeti de değiştirmeye kalkışmış, (Maymun derekesine düştüler. Vücutları ile maymun olmaları icap etmez) demiş, kendisini imam-ı Mücahit gibi bir müctehid bilmiştir. Büyük âlim Abdülaziz Dehlevi, Tefsir-i Azizi’de bunların şekil ve suretlerinin maymun şekline döndüklerini ve 3 gün yaşayıp öldüklerini uzun yazmakta ve S. Kutub gibi söyleyenlere cevap vermektedir.
12) Yine bu tefsirinde, (Kuranda esirleri köle yapmak mevzuunda hiçbir hüküm varid olmamıştır. İslam, köleliğin menbaını kurutmuştur) diyor. Bu görüşünün bozuk olduğunu kendi de anlayarak, lafı değiştiriyor ve (İslam, meşru harp esirlerinden mada, kölelik kaynaklarını kuruttu. Çünkü, örflere muhalif olan bir hükmü o gün cemiyetlere zorla kabul ettirecek kudrette değildi) diyor. Bu saçma mantığı ile hatasını örtmeye çalışıyor. Hicretin 7. senesinde, Resûlullahın Hayber gazasında aldığı esirleri, Ashâbına köle ve cariye olarak dağıttığını ve bu işin İslam devletlerinde asırlarca tatbik edildiğini inkar edemiyor. Fakat, İslamiyetin kâfir cemiyetlerine ahkâm getirdiğini sanarak, çok feci bir fikir de yürütüyor.
(İslam, hükmünü kabul ettirecek kudrette değildi) diyor. Bu kudretsizliğin Allahü teâlâya varacağını, küfre sebep olacağını düşünemiyor. Halbuki İslam, kâfirlere hiçbir hüküm yani emir ve yasak getirmemiştir. İslam ahkamı, müslümanlara ve müslüman olan cemiyetlere mahsustur. İslam, kâfirlerden tek bir şey istemektedir. O da iman etmeleridir. Zimmi kâfirlerin muamelat ile mükellef olmaları, hükmen müslüman sayıldıkları içindir.
13) S. Kutub, kitaplı kâfir kadınları ile evlenmekte de kendi görüşlerini ileri sürmekte, müctehidlerle boy ölçüşmeye kalkışmaktadır. Tefsir yapmakta ve din kitapları yazmakta tek sermayesi, memleketi icabı Arabî bilmesidir. Tek hüneri, iyi bir tercüman olabilen bu yazarın en büyük hatası, din bilgilerinde mukallid olduğunu anlayamamış olmasıdır. Halbuki nassları açıklamakta ve nass bulunmayan bilgilerde, yalnız müctehidlerin görüşlerine değer verilir. Müctehid olmayanların, yani bizim gibi mukallidlerin görüşleri din bilgisi olamaz. Müctehidlerin görüşlerine uymayan görüşler ileri süren din cahillerine Dinde reformcu veya Zındık denir. Bunlar, din adamı görünerek, perde arkasından dini yıkmak isteyen kimselerdir. Hakiki din adamı demek, uzun seneler dirsek çürütüp, müctehidlerin açıklamalarını, görüşlerini öğrenerek, bunları zamanındaki insanların anlayışlarına göre, aktaran, bildiren halis müslüman demektir.
S. Kutub, memleketi icabı Arapçayı iyi bildiği için, 40 seneden beri incelediği ve hayran olarak savunduğu sosyalist bilgilerini Kur’ân-ı Kerîm ile karşılaştırmaya kalkıştı. İslam âlimlerinin kitaplarını okumadığı için ve Mısır mason locası başkanı Mehmed Abduh’un tesiri altında kalarak, ömrünün son yıllarında, mezhepsizliği ve vehhâbîliği tervic eden kitaplar yazmaya başladı. 1948’de çıkardığı “İslamda Sosyal Adalet” kitabı, bu yıkıcı fikirleri ile doludur. Kur’ân-ı Kerîme sarılmalı diyerek, gençleri, kendi sapık fikirleri arkasında sürükledi. Keşki kendi zamanında bulunan Abdülkâdir Udeh gibi ve Ahmed-i Advi Ezheri gibi, İslamiyeti iyi incelemiş ve anlamış mücahitlerin yazılarını okumuş olsaydı, Ehl-i sünnet âlimlerinin yüksekliklerini öğrenir, bunların biricik kurtuluş yoluna sarılmak saadetine kavuşabilirdi. Fakat, ona dini bütün İslam alimi diyenler de, (İlmi ve felsefi araştırmaları, kendisine sarsılmaz bir iman bahşetti) sözünü gizleyememişler, onun imanının, İslam bilgilerine değil, felsefi düşünceler üzerine kurulmuş, sapık bir yol olduğunu bildirmişlerdir.
Din adamı geçinen bazı kimseler, S. Kutub’un reformcu fikirlerine aldanmakla kalmıyor. Onun İslamiyete uymayan fikirlerini gençler arasına yaymaya uğraşıyorlar. Bu çalışmalardan kazanc sağlamayı düşünen bazı kimseler de, onun tefsirini ve kitaplarının bazı yerlerini yanlış tercüme edip, yüksek fiyatla satıyorlar. Kazançlarına engel olduğu için, hakikati ortaya koyan, gençleri uyandıran yazılarımıza saldırıyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından tercüme ettiğimiz yazılarımıza, ilim ile vesika ile karşı çıkamadıklarından, yalan ve iftiradan başka çare bulamıyorlar. Böyle yalan söyleyenlere, “bu sözünüz, yazılarımızın neresinde yazılıdır?” deyince, bir yer gösteremiyorlar. İftiraları, yalanları ortaya çıkıyor. S. Kutub’un (Fi-zilal-il Kuran) tefsirinin bozuk ve zararlı olduğunu göstermek için, İslam âlimlerinin büyüklerinden Ahmed ibni Hacer-i Mekki hazretlerinin fetvasını okumak yetişir. Fetva şudur:
“İslam âlimlerinin tefsirlerinden almayıp da, kendi anladığını ve kendi görüşlerini tefsir olarak yazan ehliyetsiz kimselerin tefsirlerini milletin önüne sürenlere mahkemeler mâni olmalıdır. Böyle tefsirler batıldır, bozuktur. Bu tefsirleri milletin önüne süren din adamları sapıktır. Başkalarını da doğru yoldan saptırmaya çalışmaktadırlar”. Fetava-yı Hadisiyye’deki bu fetvayı okuyan bir müslüman, cahil, sapık din adamlarının sözlerine aldanmamalı, onların kötüledikleri Ehl-i sünnet kitaplarına sarılmalı, yaldızlı sözlerle, planlı usûllerle övdükleri sapıkların bozuk, zehirli kitaplarını almamalı, okumamalıdır.
S. Kutub ülkemizde de çok yanlış tanınmaktadır. Mesela merhum Necip Fazıl Kısakürek “Sahte Kahramanlar” konferanslarında S. Kutup’tan övgü ile bahsetmiştir. Bu konferans daha sonra kitap olarak basılmıştır. Kitabın 45. sayfasında S. Kutub “büyük şehit” “kahraman” gibi ifadelerle övülmektedir. Necip Fazıl Bey daha sonra hatasını anlayarak (Doğru Yolun Sapık Kolları) kitabı 157. sayfasında şöyle demektedir; “Bu zâtı sahte kahramanlar konferansımda gerçek kahraman olarak göstermiştim. Fakat sonradan gördüm ki, Seyyid Kutub bir İbn-i Teymiyye meddahıdır ve kellesini kaptırdığı sosyalizm yularının zoruyla Hazreti Osman’a adaletsizlik isnat eden ve dil uzatan bir bedbahttır.”
Tavsiye yazı: Seyyid Kutub Şehit midir?
3 yorum