Sual: Vehhâbîlerin Fethu’l-mecid kitabı, tasavvufa inanmıyor. “Mezhepler Ashâb zamanında yoktu. Bunlar, sonradan uyduruldu. Tasavvuf da, yahudiler tarafından dine sokuldu” diyor.
Cevap: Bunun yalanlarına, iftirâlarına, Hindistan’da yetişmiş büyük âlimlerden Muhammed Senaüllah-i Osmani Dehlevî “rahmetullâhi aleyh”, İrşadü’t-talibin adındaki fârisî kitabında çok güzel cevaplar vermektedir. Senaüllah-i Dehlevî buyuruyor ki:
Evliyâya inanmayan var. Evliyâ vardı, şimdi yok diyen var. Evliyâ hiç günah yapmaz. Gaybleri bilirler. Her diledikleri hemen olur. İstemedikleri hemen yok olur diyenler ve bunun için, Evliyânın kabirlerinde dilekte bulunanlar var. Böyle sananlar, kendi zamanlarındaki Evliyânın böyle olmadıklarını görünce, bunların Evliyâ olduklarına inanmıyor. Bunların feyizlerinden mahrum kalıyorlar. Müslüman ile kâfiri birbirinden ayıramayacak kadar câhil olanlar da, kendilerinin Evliyâ olduklarını söylüyor. Böyle cahilleri Evliyâ sanarak, bunlara bağlanan ahmaklar da var. Evliyânın (sekr) halinde iken, yani Allah sevgisi kaplayıp kendilerini unuttukları zaman, bilmeyerek söylediklerini dillerine dolayarak, Evliyâya kâfir diyenler de var. Evliyânın böyle sözlerinden kendilerine göre yanlış mânâ çıkararak, böyle yanlış inananlar, böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin Kurân-ı Kerîmden ve hadis-i şeriflerden çıkarmış oldukları doğru bilgilere inanmayanlar, sapıtanlar var. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” hepsini tebliğ etmeye memur olduğu zâhir bilgilerini öğrenip, Resûlullahın Ashâbından dilediğine dilediği kadar bildirmesi için izin verilen tasavvuf mârifetlerine inanmayanlar var. Evliyâya kıymet vermeyen, saygı göstermeyenler bulunduğu gibi, Evliyâya tapınan, onlar için adak yapanlar, Kâbe tavaf eder gibi, kabirleri etrafında dönenler var. Bunun için, velâyetin yani Evliyâlığın ne olduğunu din kardeşlerime bildirmek istedim ve Arabî dil ile (İrşad-üt-talibin) kitabını yazdım. Şimdi de, bunu Fârisî olarak yazıyorum. Bu kitap 5 kısımdır:
1. kısım, velâyetin doğru olduğunu bildirmektedir.
2. kısım, tasavvuf yolunda gözetilecek edeblerdir.
3. kısım, Rehberin gözeteceği edeblerdir.
4. kısım, tasavvuf yolunda ilerlerken gözetilecek edeblerdir.
5. kısım, Allahü teâlâya yaklaşmayı ve yaklaştırmayı bildirmektedir.
Birinci kısım: İslamiyette velâyet ve tasavvuf ilmi vardır. İnsanda zâhiri olgunluklar, üstünlükler bulunduğu gibi, bâtıni üstünlükler de vardır. Zâhiri üstünlükler, Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kurân-ı Kerîmden ve hadis-i şeriflerden anlayıp çıkardıkları bilgilere uygun olarak inanmak ve farzları, vâcibleri, sünnetleri, müstehapları yapmak ve haramlardan, mekruhlardan, şüphelilerden, bidatlerden sakınmaktır. Bâtıni üstünlükler, insanın kalbinin, ruhunun yükselmesidir. Buhârî ve Müslim kitaplarında, hazret-i Ömer “radıyallâhu anh” bildiriyor ki bir gün, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yanında oturuyorduk. Tanımadığımız bir adam geldi. “İslam ne demektir?” dedi. “Kelime-i şehâdet söylemek, her gün 5 kere namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, zekat vermek ve gücü yetince Hacca gitmek” buyurdu. Soran kimse, (Doğru söyledin) dedi. Sormasına ve sonra, verilen cevapları tasdik etmesine, biz dinleyiciler şaştık. Sonra, “İman ne demektir?” dedi. “İman, Allaha ve Meleklere ve Kitaplara ve Peygamberlere ve kıyamet gününe ve hayrın şerrin, Allah’ın takdiri ile dilemesi ile olduklarına inanmaktır” buyurdu. Buna da, “Doğru söyledin” dedi. Sonra, “İhsan ne demektir?” dedi. “Allahü teâlâya, Onu görür gibi ibâdet etmendir. Sen Onu görmiyor isen de, O seni hep görmektedir” buyurdu. Sonra, “Kıyamet günü ne zaman olacaktır?” dedi. “Bunu senden daha çok bilmem” buyurdu. Sonra, “Kıyametin alâmetleri nedir?” dedi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” kıyamet kopacağı zamanın alâmetlerini bildirdi. Sonra, bize dönerek, “Bunları sorup giden, Cebrâil aleyhisselâm idi. Size dininizi bildirmek için gelmişti” buyurdu.
[Hadis-i Cibril denilen bu hadis-i şerif, İmâm-ı Nevevi’nin “rahmetullâhi aleyh”, 40 hadisinin ikincisidir. Bu 40 hadisi, Ahmed ibni Kemâl Paşa “rahmetullâhi aleyh”, Türkçeye tercüme etmiş ve basılmıştır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “rahmetullâhi aleyh”, bunu fârisî olarak açıklamış, Îtikadname ismini vermiştir. Feyzullah efendi, Îtikadnameyi fârisîden türkçeye tercüme ederek, (Feraid-ül-fevaid) ismini vermiş, [m. 1894] senesinde İstanbul’da bastırılmıştır. Kemahlı Feyzullah efendi [m. 1905] de vefât etmiştir.]
Bu hadis-i Cibrilden anlaşılıyor ki imandan ve ibâdetlerden başka, (İhsan) denilen bir kemâl, bir üstünlük vardır ki biz bu üstünlüğe (Velâyet) diyoruz. Velîyi Allahü teâlânın sevgisi kapladığı zaman, onun kalbinde, mâsivânın varlığı ve sevgisi yok olur. Bu hâle (Fenâ-i kalp) denir. Bu müşahede Allahü teâlâyı görmek değildir. Allahü teâlâ, bu dünyada görülemez. Fakat, Velide Allahü teâlâyı görmüş gibi bir hallolur. Bu hâl, istemekle hâsıl olmaz. İşte, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, “Allahü teâlâyı görüyormuş gibi ibâdet etmektir” buyurmakla, bu hâli haber vermiştir.
İkinci olarak deriz ki bir hadis-i şerifte, (İnsanda bir et parçası vardır. Bu sâlih olursa, bütün beden sâlih olur. Fâsid olursa, bütün beden fâsid olur. Bu et parçası, Kalptir!) buyuruldu. Bedenin sâlih olması için, kalbin sâlih olmasına tasavvufçular (Fenâ-i kalp) demektedir. Kalp, Allahü teâlânın sevgisinde fânî olur. Onun sevdiği şeyleri seven kalbi olunca, kalbin bu fenâsı, komşusu olan nefse de tesir eder. Nefs, emmareliğinden kurtulmaya başlar .(Hubb-i fillâh ve Buğd-i fillâh) kazanır. Yani Allahü teâlânın beğendiği şeyleri sever. Allahü teâlânın beğenmediklerini sevmez. Bundan dolayı, bedenin hepsi İslamın ahkamına uymak ister.
Sual: Kalbin sâlih olması için, imandan ve amelden başka bir şey var mıdır?
Cevap: Hadis-i şerifte, “Kalp sâlih olunca, beden de sâlih olur” buyuruldu. Bedenin sâlih olması, İslâmin ahkâmina yapışması demektir. Çok kimse vardır ki kalbinde îman var iken İslâmin ahkâmina uymıyor. İmanı olup da, sâlih işleri az, bozuk işleri çok olanların Cehennemde azap görecekleri bildirildi. Demek ki kalpte yalnız îman bulunması, bedenin sâlih olmasına sebep olamamaktadır. O hâlde kalbin sâlih olması, imanlı olması demek değildir. Kalbin sâlih olması, hem imanlı olması, hem de bedenin sâlih işler yapmasıdır da denilemez. Çünkü, bedenin sâlih olmasına yine bedenin sâlih olmasını sebep göstermek mantıksız bir söz olur. Bundan anlaşılıyor ki kalbin sâlih olması, îman ve ibâdetten başka bir şeyin kalpte bulunması demektir. Bu da, tasavvufçuların (Fenâ-i kalp) dedikleri Allah sevgisidir.
Üçüncü olarak deriz ki Ashâb-ı kirâmın her birinin, Ashâb olmayan müslümanların hepsinden daha üstün oldukları söz birliği ile bildirilmiştir. Halbuki kıyamete kadar gelecek olan İslam âlimleri arasında ilimleri ve amelleri, Ashâb-ı kirâmın bazılarının ilim ve amelleri kadar olanları çok vardır: Bundan başka, hadis-i şerifte, (Başkaları Allah rızası için Uhud dağı kadar altın sadaka verseler, Ashâbımın Allah yolunda verdiği yarım Sa’ arpanın sevâbına kavuşamazlar) buyuruldu. Ashâb-ı kirâmın ibâdetlerinin böyle kıymetli olması, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmakla, kalplerinde hâsıl olan (Bâtıni kemâl) lerinden dolayıdır. Onların bâtınları yani kalpleri, Resûlullahın mübarek batınından nur aldı. Bâtınları nurlandı. Yedinci maddenin birinci sayfasında bildirdiğimiz gibi, hazret-i Ömer vefât edince, oğlu Abdullah, (ilmin onda dokuzu gitti) buyurdu. Orada bulunan gençlerin bu söze şaştıklarını görünce, sizin bildiğiniz fıkıh ve kelam ilimlerini söylemiyorum. Resûlullahın mübarek kalbinden fışkırmış olan bâtın ilminin, mârifetin onda dokuzu gitti diyorum dedi. Ashâb-ı kirâmdan sonra gelen müslümanlar arasında, bu bâtın nuruna kavuşanlar, Rehberlerinin sohbetlerinde kavuştular. Onlar vasıtası ile Resûlullahın mübarek kalbinden fışkıran nurlara kavuştular. Bunların sohbetlerinde kavuşulan nur, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde kavuşulan kadar, elbet olamaz. Ashâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” üstünlükleri, işte buradan gelmektedir. Bundan anlaşılıyor ki zâhirin kemâllerinden, yani üstünlüklerinden başka, batının da kemâlleri vardır. Bu kemâllerin çeşitli dereceleri vardır. Böyle olduğunu, hadis-i kudsi de göstermektedir. Hadis-i kudside, Allahü teâlâ buyurdu ki (Kulum bana biraz yaklaşırsa, ben ona çok yaklaşırım. Kulum bana çok yaklaşırsa, ben ona daha çok yaklaşırım. Kulum [farzlarla birlikte] çok nâfile ibâdet de yapınca bana öyle yaklaşır ki onu çok severim. Onu sevince, dualarını kabul ederim. Onun görmesi, işitmesi ve gücü yetmesi benimle olur). Allahü teâlânın böyle çok sevmesine sebep olan nâfile ibâdetler, tasavvuf yolundaki çalışmalardır.
Dördüncü olarak deriz ki bin seneden daha çok bir zamanda, dünyanın üç büyük kıtasında gelmiş olan milyonlarca müslüman, tasavvuf yolunda çalışarak ve Sâlihlerin sohbetinde bulunarak, kalplerinde bir hâl hâsıl olduğunu söylemiş ve yazmışlardır. Yalan bir şey için böyle dehşetli bir söz birliği olabileceğini kimse düşünemez. Bu söz birliği yapanların çoğunun hâl tercümeleri kitaplarda vardır. Hepsinin ilim, takvâ sâhibi, sâlih kimseler oldukları meydandadır. Böyle olgun, iyi kimselerin yalan söyleyecekleri, olacak şey değildir. İşte, böyle milyonlarca temiz, olgun insan söz birliği ile bildiriyorlar ki her biri kendi Rehberinin sohbetinde bulunmakla, kalpleri Resûlullahın sohbetinde yayılan nurlara kavuşmuştur. Her biri, (Sâlihlerden birinin sohbetinde bulunarak, kalplerimizde imandan ve fıkıh bilgilerinden başka bir hâl hâsıl oldu. Kalplerimizde bu hâl hâsıl olunca, Allah sevgisi ve Allah’ın sevdiklerinin sevgisi ve Allahü teâlânın emrettiği şeylerin sevgisi kalplerimizi doldurdu. İyi işleri, ibâdetleri yapmak tatlı oldu. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru îtikatlar gönüllerimize yerleşti) demişlerdir. Kalplerde hâsıl olan bu hâl, elbet kemâldir, yüksekliktir. Kemâle sebep olan bir haldir.
Beşinci olarak deriz ki Evliyânın kerâmetleri olur. (Kerâmet) , Allahü teâlânın, adeti dışında, yani fen ve tabiat bilgilerinin dışında yarattığı harık-ul’âde şeyler demektir. Fakat, bir insanda, fen kanunları dışında şeyler bulunması, o kimsenin elbet bir Velî olduğunu göstermez. Allahü teâlânın sevmediği kimselerde, hatta kâfirlerde de, böyle adet dışında, şaşılacak şeyler hâsıl olabilir. Kâfirlerde hâsıl olan adet dışı şeylere (Sihir) denir. Evliyâda “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” kerâmet ile birlikte takvâ da bulunur. Takvâ, Allahü teâlâdan korkmak, Onun emirlerine ve yasaklarına uymaktır.
VİLAYET NEDİR? – Şimdi evliyâlık ne demek olduğunu bildirelim. Evliyâlık, Allahü teâlâya yakın olmak demektir. Fakat, insanların Allahü teâlâya yakın olması, iki türlü olur: Birinci yakınlık, Allahü teâlânın her insana yakın olmasıdır. Kaf sûresi 16. âyetinde meâlen, “Biz ona, boynundaki şahdamarından daha yakınız!” ve Hadid sûresi 4. âyetinde meâlen, “Her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ sizinle beraberdir” buyuruldu.
İkinci yakınlık, Allahü teâlânın, insanların yalnız üstün olanlarına ve meleklere olan yakınlığıdır. Alak sûresinin son âyetinde meâlen, “Secde et ve Allahü teâlâya yaklaş!” buyuruldu. Yukarıda bildirdiğimiz hadis-i kudside, “Kulum bana, nâfile ibâdetleri de yaparak öyle yaklaşır ki onu çok severim…” buyuruldu. Bu âyet-i kerimede ve hadis-i kudside bildirilmiş olan yakınlık, yalnız seçilmiş üstün kimselerde hâsıl olur. Bu yakınlığa velâyet (yani evliyâlık) denir. Bu yakınlığa kavuşmak için, önce Ehl-i sünnet îtikadına uygun îman lâzımdır. Âli-i İmrân sûresinin 68. âyetinde meâlen, “Allahü teâlâ, îman edenleri sever” buyuruldu. Fakat, müminler arasında seçilmiş olanları daha çok sever. Her mümini sevmesine velâyet-i amme denir. Seçilmiş müminleri çok sevmesine, velâyet-i hassa denir. Yukarıda yazılı hadis-i kudside bildirilmiş olan sevgi, işte bu sevgidir. Bu sevginin de dereceleri vardır. Şunu da bildirelim ki Allahü teâlâ, insan aklı ile anlaşılamayacağı gibi, Onun sıfatları da insanın aklı ile anlaşılamaz. Allahü teâlânın kendisi gibi ve i’tibaratından her hangi biri gibi, hiçbir şey yoktur. Bunun için, Allahü teâlânın insanlara olan her iki yakınlığı, insan aklı ile anlaşılamayan, bilinemeyen bir yakınlıktır. İki zamanın ve iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi değildir. Allahü teâlânın kullarına yakın olması, akıl ile düşünülen ve his organları ile anlaşılan yakınlıklar gibi değildir. Ancak bazı seçilmiş müminlere verdiği mârifet denilen ilim ile anlaşılabilir. Bu bilgiye ilm-i huzûrî denir. Bizim bilgilerimiz ilm-i husûlîdir.
Allahü teâlânın, kullarına olan bu iki yakınlığı, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile bildirilmiş olduğundan, her ikisine de inanmamız vâcibdir. Allahü teâlânın bizleri gördüğüne inanmamız lazım olduğu gibi, bize olan bu iki yakınlığına da inanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın görmesi, fizik kanunları ile izah edilen, ışığın yansıması ile olan görmek olmadığı gibi, Onun bu iki çeşit yakınlığı da ölçü ile metre ile angstron ile bildirilen yakınlık değildir. Bazı hadis-i şeriflerde arşın, zra [kol], karış, arpa boyu gibi birimler bildirilmesi, ölçü bildirmek için değil, azlık, çokluk bildirmek içindir.
Sual: Velâyet, Allahü teâlâ ile kul arasında olan, insanların anlayamayacağı bir hallolduğuna göre, bunu niçin yakınlık sözü ile anlatmışlardır?
Cevap: Bu suale cevap verebilmek için, önce iki şeyi bildirmek lâzımdır:
1 – Evliyâya hâsıl olan keşif ve herkesin gördüğü rüyalar, bir şeyin misalinin, benzerinin hayal aynasında görünmesidir. Uykuda iken olursa, rüya denir. Uyanık iken olunca, (Keşif) denir. Hayal aynası, ne kadar çok saf, temiz ise, keşif ve rüya, o kadar doğru ve güvenilir olur. Bunun içindir ki Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” gördükleri rüyalara tam inanılır ve güvenilir (Vahiy) in bir nev’idir. Çünkü, Peygamberlerin hepsi masumdurlar. Yani hiç yanılmazlar. Hayalleri çok saf, çok temizdir. Bâtınları, yani kalpleri tertemizdir. Evliyânın rüyalarının çoğu da böyledir. Doğru olur. Çünkü Ashâb-ı kirâmda olduğu gibi, doğrudan doğruya veya Ashâbdan sonra gelenlerde olduğu gibi, Rehberleri vasıtası ile Resûlullahın sohbetinde kazanılan nurları ile ve Onun emirlerine uymak ile Evliyânın hayalleri temizlenmiş ve kalpleri cilalanmıştır. Celâlüddîn-i Rumi “rahmetullâhi aleyh”, bu inceliği Mesnevisinde ne güzel anlatıyor. Beyt:
Evliyâyı avlıyan hayaller bilirmisin nedir?
Huda bostanı güzellerinin görüntüleridir!
Peygamberlere uymaları sayesinde, Evliyânın bâtınları cilalanır, parlak ayna gibi olur “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”. Bâzen bâtınlarının eski zulmetleri, kara lekeler gibi meydana çıkıp, hayal aynaları bulanır. Keşif ve rüyalarında yanlışlık olur. Bu bulanıklık, bâzen haram veya şüpheli bir şey yaparak veya haddi aşarak, bâzen da cahillerden, sapıklardan bulaşarak hâsıl olur. Günah işliyenlerin rüyaları çok kere yanlış olur. Bâtınları zulmetli olduğundan çok yanılırlar.
2 – Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine (Âlem) denir. Üç türlü âlem vardır: (Âlem-i şehâdet), bildiğimiz madde âlemidir. (Âlem-i ervâh), maddi olmayan, ölçüsüz olan ruh âlemidir. (Âlem-i misâl) de maddeli ve maddesiz hiçbir şey yoktur. Âlem-i misâlde, birinci ve ikinci âlemde bulunan her şeyin ve Allahü teâlânın, hatta düşüncelerin ve mânâların misalleri vardır. Allahü teâlânın misli yoktur. Misali vardır denildi. Bir şeyin kendisine ve sıfatlarına benzeyen başka bir şeye, birinci şeyin misli denir. Allahü teâlânın kendinin ve sıfatlarının misli yoktur, olamaz. Bir şeyin kendine değil, yalnız sıfatlarına benzetilen başka şeye, birinci şeyin misali denir. Mesela, güneşe padişah denir. Padişah, güneşin misali olur. Nur sûresi, 35. âyetinde meâlen, (Müminin kalbindeki Allahü teâlânın nuru, fener içindeki mum gibidir) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, Allahü teâlâya misal bildirilmiştir: (Öyle bir Hakimdir ki bir ev yapmış, içini maddelerle doldurmuştur). Bundan dolayı, Allahü teâlâ rüyada görülebilir denildi. Yusuf aleyhisselâm, kıtlık senelerini zayıf sığırlar gibi, bolluk senelerini de, semiz sığırlar gibi ve buğday başakları gibi rüyada gördü. (Buhârî) kitabında bildirilen bir hadis-i şerifte, (Rüyada gördüm ki çok kimseler yanıma geldi. Üzerlerinde gömlek vardı. Kiminin gömleği göğsüne kadar, kiminin daha aşağı idi. Ömeri “radıyallâhu anh” gördüm. Gömleği yerlere kadar uzundu) buyurdu. Mânâsını sordular. Gömlek, ilim demektir buyurdu. Bu âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler gösteriyor ki misli olmayan ve madde olmayan şeylerin misalleri rüyada görülebilir ve keşif yolu ile görülebilir.
Yukarıdaki iki açıklama öğrenildikten sonra deriz ki velâyet denilen, bilinemeyen bir hâl vardır. Bu hâl keşif yolu ile âlem-i misâlde, iki cismin birbirlerine yakın olmaları gibi görünmektedir. Velâyet hâli ilerledikçe, keşfte, Allahü teâlâya doğru yürümek gibi, yahut Onun sıfatlarının birinden ötekine gitmek gibi görünmektedir. Evliyânın “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” bilinmeyen hallerindeki değişmeler, Âlem-i misâlde böyle göründüğü için, bu hallere (Kurb-i ilâhî) ve değişmelerine de (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillâh) gibi isimler verilmiştir.
Tasavvuf yolunda (Fenâ) hâsıl olunca geriye dönülmez. Geri dönenler fenâdan önce dönmüşlerdir. Bu fakir [yani Senaüllah hazretleri] bunu, Bakara sûresinin 143. âyet-i kerimesinin, (Allahü teâlâ imanınızı gidermez. O, kullarına çok acıyıcıdır) meâl-i şerifinden anlamaktayım. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Allahü teâlâ, kullarının imanlarını geri almaz. Fakat, âlimleri yok ederek ilmi giderir). Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki Allahü teâlâ, hakiki imanı ve bâtın ilmini geri almaz. [Bu âyet-i kerime ve hadis-i şerif, Ashâb-ı kirâmın hiçbirinin, sonradan mürted olmadığının şahitidir. Çünkü, hepsinin imanı, hakiki idi. Şiîler, bu inceliği bilselerdi. Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürRıdvân” hiçbirine dil uzatamazlardı.]
Tam takvâ, ancak Evliyâda hâsıl olur. Hased, kin beslemek, kibr, riya, şöhret ve benzeri nefsin kötülükleri büsbütün gitmedikçe, tam takvâ hâsıl olamaz. Bunların büsbütün gitmeleri için de, (Fenâ-i nefs) yani nefsin fânî olması lâzımdır. Allah’ı sevmek, başka şeyleri sevmekten daha çok olmadıkça, hatta kalpte Allahtan başka şeylerin sevgisi yok olmadıkça, kâmil îman ve tam takvâ elde edilemez. Bu da, ancak (Fenâ-i kalp) ile hâsıl olur. Fenâ-i kalp için, hadis-i şerifte, (Kalbin sâlih olması) denildi. (Buhârî) ve (Müslim) kitaplarında bildirilen hadis-i şerifte, (Bir mümin beni ana babasından ve çocuklarından ve herkesten daha çok sevmedikçe, onun imanı, kâmil olmaz) buyuruldu. Bu hadis-i şerifin, (Fethulmecid) vehhâbî kitabında da yazılı olduğunu bildirmiştik. Bir hadis-i şerifte, (Üç kimse imanın tadını bulur: Allah’ı ve Resûlünü her şeyden daha çok sever. Yalnız Allah’ın sevdiği kimseleri sever. İmana kavuştuktan sonra, kâfir olmaktan korkması, ateşte yanmak korkusundan daha çok olur) buyuruldu. Râbia hazretleri, bir elinde su dolu, öteki elinde ateş dolu bir kap götürüyordu. Böyle nereye gidiyorsun dediklerinde, (Cehennem ateşini söndürmeye ve Cenneti yakmaya gidiyorum. Böylece müslümanları Allahü teâlâya, Cehennem korkusu ve Cennete kavuşmak arzusu ile ibâdet etmekten kurtarmak istiyorum) dedi ki Evliyâlık da böyledir.
Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Ashâbıma ikram ediniz!) buyurdu. Hucurat sûresi 13. âyet-i kerimesinde meâlen, (İkrama lâyık olanınız, ittikası çok olanınızdır) buyuruldu. Bunun için, İslam âlimleri söz birliği ile bildiriyorlar ki Ashâb-ı kirâmın hepsi, bu ümmetin en üstünleri ve en müttekileridir. Çünkü, Ashâb-ı kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Allah’ın Resûlünün sohbetlerinde bulunmakla, velâyet makâmlarının en ilerisine vardılar. Tevbe sûresinin 101. âyetinde meâlen, (İmanları ileride olanlar ve hicrette önde olanlar) buyuruldu. Bu âyet-i kerime, Ashâb-ı kirâmı övüyor “radıyallahü aleyhim ecma’în”. Vakia sûresinin 10. âyetinde meâlen, (İmanları ileride olanlar, Allahü teâlâya yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi mukarreblerdir) buyuruldu.
Batının kemâle kavuşması için, tasavvuf yolunda çalışmak vâcibdir. Âli-i İmrân sûresinin 102. âyetinde meâlen, (Ey müminler! Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden tam olarak sakınınız!) buyuruldu. Yani zâhirdeki işlerde ve bâtındaki ahlak ve akaitte, Allahü teâlânın beğenmediği hiçbir şey kalmamasını istedi. Bu âyet-i kerimedeki emir, tasavvuf yolundaki çalışmanın vâcib olduğunu göstermektedir. Tam takvâ, ancak velâyet ile elde edilebilir. Nefsin, yukarıda yazdığımız kötülükleri haramdır. Bu kötülükler temizlenmedikçe, tam takvâ elde edilemez. Bunlar da, nefsin fenâsı ile temizlenebilir. Takvâ, günahlardan sakınmak demektir. Buna hadis-i şerifte, (Bedenin sâlih olması) denildi. Bedenin sâlih olması için de, kalbin sâlih olması lâzımdır. Kalbin sâlih olmasına tasavvufçular (Fenâ-i kalb) demişlerdir.
Velâyet, kalbin ve nefsin fânî olmaları demek olduğunu bildirdik. Tasavvuf âlimleri “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” buyuruyor ki velâyet yedi derecedir. Beşi, âlem-i emrden olan Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfâ adındaki beş latîfenin fânî olmalarıdır. Altıncısı, nefsin fânî olmasıdır. Yedincisi, bedendeki maddelerin fânî olmasıdır. Beden maddelerinin fânî olmasına (Bedenin sâlih olması) adı verildi.
Takvâ, yalnız nâfile ibâdet yapmakla elde edilmez. Takvâ, farzları ve vâcibleri yapmak ve haramlardan sakınmak demektir. İhlas ile yapılmayan farzların, vâciblerin hiç kıymeti yoktur. Zümer sûresinin 2. âyetinde meâlen, (Allaha ihlas ile ibâdet et! İbadet, ancak Ona yapılır) buyuruldu. Haramlardan kaçınmak da, fenâ-i nefs olmadan hâsıl olamaz. Görülüyor ki velâyetin kemâllerine kavuşmak, farzları yapmakla olur. Fakat, velâyete kavuşmak, Allahü teâlânın bir ihsanıdır. Dilediğine verir. Çalışmakla elde edilemez. Allahü teâlâ, insanlara güçleri yeten şeyleri emretmiştir. Tegabün sûresinin 16. âyetinde meâlen, (Allah’ın yasak ettiği şeylerden, gücünüz yettiği kadar perhiz ediniz!) buyuruldu. Görülüyor ki elden geldiği kadar çalışmak lâzımdır.
Velâyetin dereceleri sonsuzdur. Sadi Şirazi “rahmetullâhi aleyh”, (Gülistan) kitabında:
Onun güzelliği sonsuz, Sadinin sözü uçsuz,
hasta içmekle doymaz, deryanın suyu azalmaz!
beyti ile bunu anlatmaktadır. Bunun gibi, takvâ dereceleri de sonsuzdur. Hadis-i şerifte, (Allah’ı en iyi tanıyanınız ve Ondan en çok korkanınız benim) buyuruldu. Bir kimse, velâyet derecelerinde yükseldikçe, Allahü teâlâdan korkusu da artar. Hucurat sûresinin 13. âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ indinde en yükseğiniz, Ondan en çok korkanınızdır) buyuruldu. Takvâ dereceleri sonsuz olduğundan, velâyet derecelerinde ilerlemek için, her zaman çalışmak vâcibdir. Bâtın ilminin artmasını istemek her vakit farzdır. Taha sûresinin 114. âyetinde meâlen, (Sevgili Peygamberim! Sen hep, ya Rabbi benim ilmimi arttır duâsını söyle!) buyuruldu. Bu âyet-i kerime böyle olduğunu bildirmektedir. Bir Velînin, kavuştuğu derecede kalması, yükselmek istememesi haramdır. Muhammed Bâkî Billah “rahmetullâhi aleyh” buyuruyor ki:
Allah yolunda edep lâzımdır edep!
ölünceye dek, talep gerektir talep.
Deniz dolusu ağzına dökseler de,
hiç doymamak, hep su aramak gerek!
Celâlüddîn-i Rumi de:
Kardeşim, bu yolun yoktur sonu,
çok gitsen de, yine yürümeli!
buyurdu. Hâce Muhammed Bâkî Billah:
Ne kadar çok içirsen de bana,
ateşim artıyor senden yana!
buyurdu.
Bâtında yükselmeye çalışmak vâcib olduğu için, Rehber aramak da vâcib olmaktadır. Çünkü, Rehber “rahmetullâhi aleyh” arada olmaksızın Allahü teâlâya kavuşmak, çok az kimseye nasip olmuştur. Bunun için, Celâlüddîn-i Rumi:
Rehberden başka yoktur insanı çeken,
bir Rehber ara, ona sarıl pek muhkem!
buyurdu. Fakat, yalancı Rehberlere aldanmamalıdır.
Tavsiye Yazı: Mürşid-i kamilin alametleri nelerdir?
Sual: Evliyâ ölünce, onun feyiz vermesi kesilir mi? Feyiz almak için hep diri olanı aramak lazım mıdır?
Cevap: Evliyâ ölünce, feyiz vermesi bitmez. Hatta artar. Fakat, nakıs olanların, kendilerini kemâle erdirecek kadar, meyyitten feyiz almaları pek az nasip olur. Veliden, öldükten sonra alınan feyiz, diri iken alınan kadar olsaydı, Medinede yaşıyan müslümanların, bu zamana gelinceye kadar, hepsinin Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” feyiz alarak, Ashâb-ı kirâm derecesinde olmaları lazım gelirdi. Kimsenin Rehber aramasına lüzum kalmazdı. Çünkü, Rehberden feyiz alabilmek için, feyiz alan ile feyiz veren arasında bağlılık lâzımdır. Rehber ölünce, bu bağlılık kalmaz. Evet, fenâ ve bekâya kavuştuktan sonra, bâtınları arasında bağlılık hâsıl olup kabirden de, çok feyiz alınabilir ise de, bu feyiz de, diri iken alınan feyiz kadar olamaz.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” buyuruyor ki hiçbir Velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ keşif veya ilhâm ile bildirirse, ancak onu söyleyebilir. Evliyâ gaybı bilir diyen kâfir olur. Evliyâ, yok olan şeyi var edemez. Var olanı yok edemez. Kimseye rızk veremez. Çocuk veremez. Hastalığı gideremez. Araf sûresinin 187. âyetinde meâlen, “Ey Sevgili Peygamberim! Onlara söyle ki kendime fayda ve zarar vermeye gücüm yetmez. Ancak Allah’ın dilediği olur” buyuruldu. Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek câiz değildir. Fâtiha sûresinde, “Ancak sana ibâdet eder, Senden yardım bekleriz” dememizi emretmektedir. (İyyake) yalnız sana mahsustur demektir. Bunun için, Evliyâya adak yapmak câiz olmaz. Çünkü, nezir yapmak ibâdettir. Evliyâdan birine nezir yapan kimsenin, bu nezrini yerine getirmemesi lâzımdır. Çünkü, elden geldiği kadar, günahtan kaçınmak vâcibdir. Kabir etrafında saygı için dönmek câiz değildir. Çünkü, Kâbe etrafında dönmeye benzemektir ki bu dönmek, namaz kılmak gibi ibâdettir.
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velilerin dirilerine ve ölülerine duâ ederek, kendiliğinden bir şey yapmalarını istemek câiz değildir. Hadis-i şerifte, (Duâ ibâdettir) buyuruldu. Mümin sûresinin 60. âyetinde meâlen, (Bana duâ ediniz! Duanızı kabul ederim. Kibr edip bana ibâdet etmek istemeyenler, zelil olarak Cehenneme gideceklerdir) buyuruldu. Câhiller, ya Abdülkâdir Geylânî, ya Şemseddin panipüti, ya Tezveren dede, Allah için bana şunu ver diyorlar. Böyle söylemek şirktir, küfürdür. Ya Rabbi! Abdülkâdir-i Geylânî hürmeti için bana şunu ver! Seyyidet Nefise hürmetine hastama şifa ver demelidir. Allahü teâlâya böyle duâ etmek câizdir ve faydalıdır. Araf sûresinin 193. âyetinde meâlen, (Allahtan başka her kime duâ ederseniz, onlar da sizin gibi kuldur. Kimseye yardım edecek güçleri yoktur) buyuruldu.
Sual: Bu âyet-i kerime kâfirlerin putlarına tapınmalarının şirk olduğunu bildirmek için gelmiştir. Evliyâyı “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” putlara benzetmek doğru mudur?
Cevap: Âyet-i kerimede, Allahtan başka buyuruldu. Bu, Allahtan başka her şey demektir. Evet, hadis-i şerifte, (Peygamberi zikretmek ibâdettir. Sâlihleri zikretmek günahlara kefarettir. Ölümü zikretmek sadaka vermek gibidir. Kabri zikretmek, sizi Cennete yaklaştırır) buyuruldu. Bu hadis-i şerif Ebû Nasır Deylemi’nin “rahmetullâhi aleyh” (Müsned-ül-firdevs) kitabında yazılıdır. (Aliyi zikretmek ibâdettir) hadis-i şerifini de Deylemi bildirmektedir. Bu hadis-i şeriflerdeki zikretmek, onların yüksek mertebelerini, hallerini, güzel huylarını hatırlamak, söylemek demektir. Böylece bunları sevmek, Allah sevgisindendir. Bunları işitenler, bunlar gibi olmaya çalışırlar. Yalnız ezanda ve ikâmette, Allahü teâlânın ismi yanında Muhammed aleyhisselâmın ismini de zikretmek ibâdettir. İnşirah sûresi 4. âyetinde meâlen, (Senin için, senin zikrini yükselttik) buyuruldu. Bu yükseltmek, yalnız Muhammed aleyhisselâm içindir. Bir kimse, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah) dedikten sonra, Ali veliyullah derse, bu kimse tazir olunur. Yani cezalandırılır. Muhammed aleyhisselâmın ismini zikretmek de, yalnız dinimizin bildirdiği yerde câiz olur. Mesela, ya Muhammed, ya Muhammed diyerek tesbîh çekmek câiz değildir.
İsmet, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsustur. İsmet, bilerek ve bilmeyerek, büyük ve küçük hiçbir günah işlememek demektir. Evliyâda ismet vardır demek küfür olur.
Ashâb-ı kirâmın hepsi “radıyallâhu anhüm” Evliyânın hepsinden daha yüksektirler. Tebei tabiînin büyüklerinden olan Abdullah ibni Mübarek hazretleri buyurdu ki (Hazret-i Muaviyenin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahın yanında bindiği atın burnuna giren toz, Veysel Karaniden ve Ömer bin Abdülazizden daha hayırlıdır).
Evliyânın kabirlerini yüksek yapmak, onlara saygı için üzerlerine türbe yapmak, yanında ziyafet vermek, kabirlerinde kandil, mum yakmak bidattir. Kimisi haram, kimisi mekruhtur. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, hazret-i Aliyi “radıyallâhu anh”, göndererek, kâfirlerin yüksek kabirlerini yıktırdı ve resmleri yok ettirdi.
[Evliyâ öldükten sonra da, kendilerini sevmek, hürmet etmek lâzımdır. Böylece, ruhlarından feyiz alınır. İstifade olunur. İnsanın kalbi temizlenir. Ziyarete gelenlerin bu kabrin bir Velî mezarı olduğunu anlayarak, saygı göstermeleri için ve ziyaret edenin soğuktan, sıcaktan, yağmurdan, yırtıcı hayvandan korunması için, Evliyânın “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” kabirleri üzerine türbe yapmak câiz, hatta lâzımdır. Türbe, Velî için değil, ziyarete gelen diriler için yapılmaktadır.]
Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” kabrini ziyaret etmek için sünnet şöyledir: Abdestli olmalı, Resûlullaha salavât getirmeli, önceden yapmış olduğu namaz, sadaka, oruç, Kurân-ı Kerîm okumak gibi hayırlı işlerin sevâbını Ona bağışlamalı, gönlü uyanık olmalı, Onu sevmeyi ve sünnetine uymayı, Allahü teâlâdan dilemelidir. Eğer, ziyaret ettiği kabir, mensub olduğu Velînin kabri ise, kalbinden dünya düşüncelerini çıkarıp, ondan feyiz almayı beklemelidir. Kabir başında Kurân-ı Kerîm okumak sünnettir.
Dünyalığa, mala, şöhrete kavuşmak, saygı toplamak için Rehberlik yapanlar, şeytanın vekilleridir. Müseyleme-tül-kezzab gibidirler.
Evliyânın “rahmetullâhi aleyhim ecma’în” Allahü teâlâdan kendilerine gelen nimetleri haber vermeleri, bulundukları yüksek dereceleri talebelerine bildirmeleri câizdir. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın verdiği nimetleri bildirmek, bunlara şükretmek olur) buyuruldu. Övünmek haramdır. Kendindeki iyilikleri, nimetleri, kendinden bilirse, Allahü teâlânın verdiğini düşünmezse, övünmek olur. Yani (Tezkiye-i nefs) olur. Bu nimetlerin Allahü teâlâdan geldiğini bilip, kendinin kusurlu olduğunu düşünürse, (Şükür) olur.
İnsanların Allahü teâlâya yaklaşması, ancak Allahü teâlânın çekmesi ile olur. Eğer, vasıtasız doğrudan doğruya çekerse, (İctibâ) denir. Vasıta ile çekmesi, iki türlü olur: İbadet yapmak ve riyâzet çekmek vasıtası ile yaklaştırır. [Tasavvuf yolundaki vazifelerin tesirleri tecrübe edilmiş olduğu için, riyâzet olarak bu nâfile ibâdetleri yapmak tercih edilmektedir.] Buna (Sülûk) denir. Yahut bir Rehberin sohbeti vasıtası ile (Cezb) eder. Bütün bu çekişlerin asıl sebebi, insanın kendi kabiliyetidir. Bu kabiliyetleri, insana yaratılışta verilir. İnsanların kabiliyetleri, istidadları başka başkadır. İnsanın Allaha yaklaşmasına en büyük mâni nefsinin şehvetleri ile bedenin ihtiyaç ve kötülükleridir. 2. mâni, (Âlem-i emr) latîfelerinin kendilerinden ve Rablerinden gâfil olmalarıdır. İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran ibâdetleri, riyazetleri de, bir Rehberin göstermesi lâzımdır. Riyâzet ve ibâdet yapmakla, hem nefs ve beden tezkiye bulur. Yani kötülüklerden temizlenirler. Hem de, âlem-i emrden olan latîfeler, beden maddelerinden ve nefsten bulaşmış olan zulmetlerden tasfiye olur. Gafletten kurtulurlar. Tasavvuf yollarının çoğunda, önce sülûk yapılır. Önce, iki mâni ortadan kaldırılır. Böylece, Âlem-i emrin 5 latîfesi saf olur ve nefs (Makamat-ı aşere) denilen güzel huylarla bezenir. Bundan sonra, Rehber sâliki Allahü teâlâya cezb eder. Bu sâlike, (Sâlik-i meczûb) denir. Böyle ilerlemesine (Seyr-i âfâkî) denir. Çünkü Rehber sâlikin temizlenmesini Âlem-i misâlde görerek anlar. Bu seyr çok güçtür ve uzun sürer. Allahü teâlâ Behâüddîn-i Buhârîye “rahmetullâhi aleyh” sülûkten önce cezb yapmasını ilhâm etti. Önce teveccüh ederek, her latîfede zikir yaptırırlar. Her latîfede fânî olurlar. Buna (Seyr-i enfüsî) denir. Seyr-i âfâkînin çoğu da, bununla birlikte hâsıl olur. Sonra, nefsi ve bedeni temizlemek için riyâzet yaptırılır. Bu sâlike, (Meczûb-i sâlik) denir. Bu seyr kolay ve çabuk olur. Nakısların, câhillerin kendiliklerinden yaptıkları ibâdetlerle, terakkîleri pek az olur veya hiç olmaz. Çünkü, bunların ibâdetlerinin sevâbı pek azdır. 50 sene ibâdet ile velâyetin en aşağı derecesine yetişebilirler. O hâlde, yalnız mücâhede ve riyâzet ile velâyet elde edilemez. İbâdetlerin, riyazetlerin ancak sünnete uygun olanları faydalıdır. Bunun için, bidatlerden sakınmak şarttır. Hadis-i şerifte, (Amelsiz söz kabul olmaz. Niyetsiz amel kabul olmaz. Sünnete uygun olmazsa, hiçbiri kabul olmaz) buyuruldu. Yani, hiçbirine sevap verilmez. İbâdetlerin, riyazetlerin güç, sıkıntılı olması değil, sünnete uygun olmaları lâzımdır.
Sual: Çok sıkıntılı riyazetler çekenlerin çok ilerledikleri, keşif ve kerâmet gösterdikleri görülüyor. Buna ne dersiniz?
Cevap: Riyâzet çekmekle keşif, kerâmet ve dünya işlerinde tasarruf elde edilir. Eski Yunan filozofları ve Hind papazları böyle yaparlardı. Allah adamları, bunlara kıymet vermez. Nefsi kötülüklerden kurtarmak, şeytanı öldürmek, ancak sünnete uymakla mümkündür.
Sual: Yukarıdaki cevaba göre, yalnız riyâzet yapılan tasavvuf yollarında kimsenin Velî olmaması lazım gelir. Buna ne dersiniz?
Cevap: Tasavvuf yollarının hepsi sünnete uymaktadır. Bazılarına bir bidat karışmış ise, başka işlerinde sünnete uymaları, bu bidati işlemekten kurtarabilir. Bunlara bidat karışması keşif ve ilhamlarını yanlış te’vil etmelerinden hâsıl olur. Câhillerin, yalancıların bidatleri böyle değildir. Bunlar zararlıdır. Feyzin kesilmesine sebep olur.
Nakıs ve kâmil, herkes daha kâmil olandan feyiz alır. Velâyet ancak kamilin sohbeti ile elde edilebilir. Nakısların, câhillerin sohbeti hiç kimseyi velâyete kavuşturamaz. Çünkü, bunların Hak teâlâ ile münasebetleri yoktur. Kâmil olan rehberin zâhiri halk ile bâtını Hak ile olduğu için, Allahü teâlâdan aldığı feyzi, insanlara vererek, onları velâyete kavuşturur. İsra sûresinin 95. âyetinde meâlen, (Eğer yeryüzünde melekler olup yürüselerdi, onlara gökten Peygamber olarak elbette melek gönderirdim) buyuruldu. Bunun içindir ki Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” vefâtından sonra, görünüşte kendisi ile münasebet kalmadığı için, herkes Kabir-i saadetten feyiz alamaz oldu. Resûlullahın varisleri olan âlimlerden, Rehberlerden feyiz alındı. Çünkü hadis-i şerifte, (Zâhir ve bâtın bilgilerinde âlim olanlar, Peygamberlerin varisleridirler) buyuruldu.
Kemâle yetişen, Velî olan kimseler “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”, Allahü teâlâdan vasıtasız feyiz alabilirler. İbadet yapmakla da yükselirler. (Secde et ve Allaha yaklaş) âyet-i kerimesi bunu bildirmektedir. Bu Velî, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Evliyânın kabirlerinden de feyiz alabilir.
Peygamberlerin insanlardan gönderilmesi, sohbette hâsıl olan tesir içindir. Çünkü, îtikat ve fıkıh bilgileri meleklerden de öğrenilebilir. Cibril hadisi bunu göstermektedir. Çünkü Resûlullah, (Bu gelen Cebrâil idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti) buyurdu. Sohbetin tesiri için, Rehberlerden feyiz alabilmesi için, arada tam münasebet [tanımak ve sevmek] bulunması lâzımdır. Velâyet elde etmek için de, bu tesir lâzımdır.
Az kimse vardır ki istidadları çok kuvvetli olup Peygamberin “salevâtullahi aleyhim ecma’în” veya bir Velînin “rahime-hullahü teâlâ” ruhundan feyiz alarak, velâyet mertebesine kavuşurlar. Bunlara (Üveysi) denir. Ashâb-ı kirâmın sohbeti de, feyiz verdi. Fakat bir sohbet yetişmezdi. Çok defa sohbet etmek lazım idi. Sonra gelen Evliyânın sohbetleri, ancak riyâzet çekmekle birlikte tesir etti.
Allahü teâlâ, insanlarda kendine yaklaşmak ve kendini tanımak istidadını yarattı. Bu istidadın miktarı herkeste başkadır.
Farzları, vâcibleri yaptıktan ve haramlardan, şüphelilerden kaçtıktan sonra, nâfile ibâdetlerin en tesirlisi zikrdir. Her zaman Allahü teâlâyı zikretmelidir. Hadis-i şerifte, (Cennettekiler, en çok, dünyada Allahü teâlâyı zikretmeden geçirdikleri zamanlar için üzülürler) buyuruldu. Fenâ-i nefs hâsıl olmadan önce, diğer nâfile ibâdetleri yapmakla ve Kurân-ı Kerîm okumakla Allahü teâlâya yaklaşılamaz. Bâtını temizlemedikçe, bunlarla terakkî olmaz. Bâtını temizlemek, Allah’ı zikretmekle olur. Hadis-i şerifte, (Zikrin en iyisi, Lailahe illallahtır) buyuruldu. Bunun için, boş zamanlarda hep bu (Kelime-i tevhid) i okumalıdır. Zikrin çeşitleri arasında (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Allahü ekber ve lillahil hamd) çok faydalıdır. Buna (Tekbîr-i teşrik) denir. Bundan sonra kalan zamanlarda, ahiret adamları ile sâlihlerle görüşmeli, sohbet etmelidir. Sâlih kimse bulamayan, bunların kitaplarını arayıp, bulmalı, bunları okumalıdır. Mürtedlerle, bidat sahipleri ile fasıklarla arkadaşlık etmemeli, bunlarla oturmamalıdır. Haram işliyenlere (Fasık) denir. Din cahilleri ile dünyaya düşkün olanlarla ve mezhepsizlerle görüşmemelidir. Bunlarla görüşmek, insanın batınını [Kalbini, ruhunu] harab eder. Evliyânın sohbetinde bulunmak, zikrden ve diğer nâfile ibâdetten daha faydalıdır. Ashâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm”, birbirlerini görünce, biraz benimle otur. İmanımı tazeliyeyim derlerdi. Celâlüddîn-i Rumi “rahmetullâhi aleyh” buyuruyor ki:
Evliyâ yanında geçen az zaman,
faydalıdır yüzyıllık takvâdan!
Hâce Ubeydullah-i Ahrâr “rahmetullâhi aleyh” buyuruyor ki:
Kılınabilir her zaman nâfile namaz,
Bizim sohbetimiz bir daha bulunamaz!
Birisine, Beyazıtin sohbetinde bulun dediler. Ben her ân Rabbimin sohbetindeyim dedi. Beyazıtin sohbeti sana daha faydalıdır cevabını verdiler. Yani Cenâb-ı Haktan, Ona bağlılığın ve istidadın kadar feyiz alabilirsin. Beyazıtin sohbetinde ise, Onun yüksek derecesine uygun feyizlere kavuşursun demek istediler.
Kötü arkadaşla hiç görüşme,
O, zehirli yılandan da fenâdır!
Yılan alır insanın canını,
O alır canını, imanını!
Senaüllah-i Dehlevînin fârisî (İrşad-üt-talibin) adındaki kitabından seçerek, türkçeye tercüme burada tamam oldu. Senaüllah-i Dehlevî, Mazhar-i Can-ı Cananın yetiştirdiği Evliyânın büyüklerinden olup 1225 [m. 1810] senesinde Hindistan’da vefât etti. Pani-put şehrindedir.
TENBİH: Muhammed Parisa, (Risale-i kudsiye) kitabında buyuruyor ki Yusuf-i Hemedâni’ye, Kâmil bir rehber bulamazsak, ne yapalım dediler. Her gün onların kitaplarını okuyunuz buyurdu. Şimdi, selamete kavuşmak için, İmâm-ı Rabbânî’nin “rahmetullâhi aleyh” (Mektûbât) kitabını okumalıdır. Saadete kavuşmak isteyenlerin, bu kitabı okumaları çok faydalıdır.