İslam dininin birinci göz bebeğidir. Muhammed Mustafa’nın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” refikidir [arkadaşıdır]. Bu ikisinden, ikincisidir. Hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü teâlâ anh” isim-i şerifleri Abdullah’tır. Künyesi Ebû Bekr’dir. Babasının adı, Osman’dır. Babasının künyesi, Ebû Kuhafe’dir. Araplar arasında künye maruf ve meşhur olduğundan, künye ile meşhur olup nesebi, Ebû Bekr Abdullah bin Ebû Kuhafe ibni Âmir bin Amr ibni Kab bin Sad bin Temim bin Mürre’dir. Mürre, Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazretlerinin 7. babasıdır. Şüphesiz o temiz neseb, 7. atada cem olur (birleşir).
Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” isim-i şerifleri, önceden Abdülkabe idi. Fahr-i âlem efendimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” Abdullah koydular. Peygamberimizin “sallallâhü aleyhi ve sellem” ilk değiştirdiği isim, Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” ismidir.
1. Menakıb: Lakab-ı şeriflerinden biri, (Atik) dir. Bunun sebebi şu idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek yüzlerine nazar edip, “Bu, Cehennem ateşinden atiktir” buyurdular. Yani, Allahü teâlânın narından [ateşinden] azadlı kuludur, demek olur. Bundan sonra, bu lakab ile şöhret buldu. Bir lakab-ı şerifleri de (Sıddık) dır. Ziyade [çok fazla] inançlı demektir. Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini tasdik ettiği için, bu isim verilmiştir.
2. Menakıb: Hazreti Ebu Bekir’e niçin “sıddık” denildi?
3. Menakıb: Rivayet edilir ki hazret-i Ebû Bekr’in “radıyallahü teâlâ anh” annesi Ümmül hayr hatunun doğan her oğlu, vefat ederdi. Ebû Bekr hazretlerini doğurdu. Kucağına alıp, Beyt-i şerife getirdi. Orada dedi ki “Ey, Beyt-i haramın Rabbi! Ey makamı Mültezemin sahibi. Senden rica ederim ki yeni doğmuş bu çocuğu bana bağışlayasın. Mamur edesin. Birdenbire makamdan [Beyt-i şeriften] bir beyaz el çıkıp, Ebû Bekr’in eline yapıştı. Bir ses işitildi ki (Ey Allahın kulu olan kadın. Kucağındaki çocuk kurtulacak. Allahü teâlânın Resûlünün dostu olacak. Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” sonra halifesi olacaktır) diyordu. Ümmül hayr, bunu işitip, şükür secdesi yaptı.
4. Menakıb: (Mealiyil ferş-ila avaliyil arş) isimli kitapta anlatılır. Kadı Ebül Hasan, Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” rivayet eder. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ile oturmuşlardı. Konuşma esnasında, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ya Resûlallah! Senin hakkın için ki ömrümde hiç saneme [puta] secde etmiş değilim. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh”, niçin Resûlullah hakkına yemin edersin. Bu kadar cahiliye zamanımız geçti, dedi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” dedi ki babam Ebû Kuhafe, bir gün beni alıp, puthaneye götürdü. Bunlar senin ilahındır, bunlara secde eyle, dedi. Beni oraya koyup, gitti. Ben ileri vardım. Saneme [puta], karnım açtır, bana yiyecek ver, dedim. Cevap vermedi. Su istedim. Cevap vermedi. Elbisem yok, bana elbise ver, dedim. Cevap vermedi. Elime bir taş alıp, bu taşı senin üzerine atarım, eğer ilah isen mâni ol, dedim. Cevap vermedi. Taşı atıp, saneme [puta] vurdum. Yüzü üzeri düştü. Babam gelip, gördü. Bana dedi: Ey oğul. Niçin böyle edersin. Elimden tutup, eve götürdü. Anneme durumu anlattı. Annem dedi ki bunu kendi haline koyalım. Bunun hakkında, Allahü teâlâ tarafından bana hitab gelmiştir. Eseri zuhur edecektir. Sonra ben anneme sordum. Benim için sana gelen hitab ne idi. Annem dedi ki: Seni doğurmam yakîn olduğu gece, ağrı tutup, ızdıraba düştüm. Hatıftan bir ses geldi ki Ey hatun! Müjdeler olsun sana ki senden bir vücut zuhura gelecektir. Yerde adı (Atik) ve semada (Sıddık) ve hazret-i Muhammede “sallallâhü aleyhi ve sellem” yar ve refik olacaktır, dedi. Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” der ki Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sözünü tamamladı. Cebrâil aleyhisselâm nazil olup hazret-i Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sâdık Ebû Bekr, dedi. Yani Ebû Bekr gerçek söyler, diye 3 kere tekrar etti.
5. Menakıb: Ehl-i sünnet vel-cemaat müttefiklerdir ki Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” Ashâbının en üstünü Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, ondan sonra hazret-i Ömer’dir “radıyallâhu anh”. Ama, hazret-i Osman ile hazret-i Ali’nin efdaliyetlerinde ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i sünnet vel-cemaatten bir taife, hazret-i Alinin üstün olduğunu söylediler. (Buhari) “rahmetullâhi aleyh” nakledip, Abdullah bin Ömer’den “radıyallahü teâlâ anhüma” rivayet eder ki hazret-i Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zaman-ı şeriflerinde Ashâb birbirinden tercih olunurlardı. Evvela Ebû Bekr’i, sonra Ömer’i, ondan sonra Osman’ı, sonra Ali’yi üstün tutarlardı “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. İbni Münzir rivayet eder ki hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki (Bu ümmetin Nebisinden sonra hayırlısı, Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmandır.)
6. Menakıb: Hazret-i Ali’den “radıyallahü teâlâ anh” rivayet edilir. Evvela İslama gelen, Ebû Bekir’dir “radıyallâhu anh”. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” ile ilk önce kıbleye durup, namaz kılan Ebû Bekir’dir. Ebû Bekir’in “radıyallahü teâlâ anh” İslama geliş sebebi şöyle idi. Hazret-i Ebû Bekir önceleri tüccar idi. Sefer ve ticaret yapardı. Ekseri Şam’a giderdi. Seferde iken, bir gece rüya gördü ki gökten ay inip, kucağına girdi. Ebû Bekir, iki eliyle onu kucakladı ve sinesine bastı. Uyandı. Yemliha adında meşhur bir rahib var idi. Ona varıp, rüyasını tabir ettirdi. Rahib dedi ki sen nerelisin? Ebû Bekir dedi; Arz-ı Hicazdanım. Tekrar sordu: Ne iş yaparsın. Ebû Bekir, tüccarım, dedi. Rahib dedi ki ya Arabistanlı kişi. Bu rüyada, sana büyük müjdeler vardır. Tabirini ister isen, ücretini ver, dedi. Ebû Bekir “radıyallâhu anh” 12 dinar çıkarıp, verdi. Rahib dedi ki: O ay ki gökten sana indi. Ahir zaman Peygamberidir. Yakınlarda zuhur edecektir. Sen Onun hayatında iken veziri olursun. Sonra halifesi olursun. Ya Arabistanlı kişi. Eğer ben sağ iken, Ona yetişir isen, bana haber ver. Ona varıp, buluşayım. Eğer ben dünyadan gitmiş isem, selamımı ona ulaştırırsın. Ben Onun dinine girdim ve ümmetinden oldum. Beni ahirette şefaatinden unutmasın. Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh”, bana bir mektup ver, dedi. Rahib, 12 satır bir mektup yazıp, Ebû Bekre “radıyallâhu anh” verdi. O mektubun mevzuu şu idi. (Esselamü aleyke ya Muhammed bin Abdullah el Mekki el Medeni el tehami, salavatullahi teâlâ aleyke ve selleme. Hakikaten sen ahir zaman Peygamberisin! Ve Rabbilaleminin Resûlisin. Bu mektubu Ebû Bekir bin Ebû Kuhafe ile sana gönderdim. Malum ola ki ben sana iman getirdim ve sana ümmet oldum. Ebû Bekir bana gelip, rüyasını tabir ettirdi. O rüya delalet eder ki Ebû Bekir senin vezirin olur, sonra halifen olur. Eğer ben sağ olup hazretine yetişirsem, gelip önünde gaza ve cihat ederim. Eğer yetişmezsem, ahirette beni şefaatinden unutmayasın) diye mektubu tamam etmiştir.
Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh”; ey rüyayı tabir eden kişi. Eğer tabir ettiğin gibi olursa, 100 altın dahi bende senin emanetin olsun, dedi. Şam seferini bitirip, Mekke’ye geldi. Bu hadiseden 12 sene geçti. Hak sübhanehü ve teâlâ, hazret-i Muhammede “sallallâhü aleyhi ve sellem” vahyetti. Bir gece o büyük Peygamber, Ebû Kubeys dağına çıkıp, gece yarısında dedi ki: Allahü teâlâya davet edenin davetini kabul ediniz. Lâ ilâhe illallah, deyiniz. Ebû Bekr, serir üstünde yatıyordu. Söylenilenleri işitti. Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah. Birkaç gün sonra, Mekke sokaklarında, hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile buluştu. Hazret-i Fahr-i âlem ona dedi ki: Ne olaydı, İslama geleydin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Peygamber isen mucize gösteresin. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ebû Bekrin göğsüne mübarek ellerini dayayıp, şöyle duvara yaslayıp, dedi ki sana o mucize yetmez mi ki o rüyayı gördün. Yemliha rahibe tabir ettirdin. O zamandan 12 yıl geçti. Tabir edene 12 dinar verdin ve yüz dinar daha vaat ettin. Rüyayı tabir eden, 12 satır bir mektup yazıp, sana emanet verdi. Bunları bir-bir görüp, muttali olup mektupta yazılan şudur, şudur deyip, takrir buyurdular. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” işitip, parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah). Yani sen, o Peygambersin ki Yemliha rahib senden haber verdi, dedi.
7. Menakıb: Huzeyfe ibni Yeman “radıyallâhu anh” rivayet eder. Bir gün hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sabah namazını kılıp, dönüp, Ebû Bekr-i Sıddıkı “radıyallâhu anh” sual etti. Kimse cevap vermedi. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ayağa kalkıp, Ebû Bekr nerede, buyurdu. Ebû Bekr arka saftan, Lebbeyk (buradayım) ya Resûlallah, dedi. Resûlullah emir buyurdu. Ebû Bekre yol açtılar. Yanına gelip, hazret-i Fahr-i kainat buyurdular ki ya Eba Bekr nerede idin. 1. rekatte bana yetiştin mi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Ya Resûlallah! 1. safta sizinle tekbir alıp, Fâtiha sûresini okumaya başlamıştım. Sonra, abdestimde vesvese oldu. Abdest için dönüp, mescid kapısına geldim. Birdenbire bir ses işittim. Ardıma baktım, gördüm ki altundan bir kab asılmış ve içi dolu su idi. O su, kardan beyaz ve baldan tatlı idi. Üstünde bir mendil örtülmüştü. Üzerinde, (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah Ebû Bekr-i Sıddık) diye yazılmış idi. Mendili alıp, önüme koydum. Abdest alıp, mendili geri kabın üzerine koydum. Sonra gördüm, kaybolmuş. Sonra gelip, evvel rekatte size yetiştim, dedi. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Müjdeler olsun sana ya Eba Bekr “radıyallâhu anh”. Ben namazda kıraati tamamladım ki rükua gideyim. Dizlerim tutuldu. Sen gelmeyince, rüku edemedim. Sana abdest suyu veren Cebrâil idi. Mendili tutan Mikâil idi. Benim dizlerimi tutan İsrâfil idi “aleyhissalatü vesselâm”.
8. Menakıb: Hazret-i Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlânın emri ile Mekke-i mükerremeden hicret etmek dilediği zaman, benim ile bu yolda kim hemirah [yol arkadaşı] olur. Canına ve başına kim kıyar, dediği zaman, herkesten önce hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” ileri atılıp, anam ve babam, mal ve canım, cümlesi yoluna feda olsun; ya Resûlallah. Bu şerefli hizmete ben kulunu kabul eyle diye iltica ve tazarru edince, hazret-i Fahr-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kabul buyurdu. Gece ile beraber, mah [ay] ve keyvan [zuhal yıldızı] gibi yola çıktılar. Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” o Resûl-i Rabbil âlemin hazretlerini sakınıp, kah ardına, kah önüne, kah sağına ve kah soluna geçer ve kah, mübarek ayağı parmakları üzerine basardı. Düşmanlar izlemesin diye. Bu esnada Habîb-i Huda hazret-i Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki “Ya Eba Bekr, ne ızdırab çekersin. Kendi nefsin için mi korkarsın.” Cevap buyurdular ki (haşa, sümme haşa ki Ebû Bekr bu yolda kendi canını sakınıp, kayırsın.) Ve lakin, ya Resûlallah! Mübarek cesedinin bir kılına halel gelir diye, korkarım ki benim gibi binlerce kimsenin başı düşse yeridir. Sen din sarayının mimarısın. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, “Üzülme, Allahü teâlâ bizimledir!” buyurdu. Mağaraya geldiler. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ya Resûlallah! Bir miktar sabredin. O mağaraya ben kulun gireyim. Yılan, akrep cinsinden nesne var ise, zararı Ebû Bekre olsun! Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” izin verdi. Mağara içine girince, ne kadar mahlukat var ise, tarumar olup her biri deliğine girdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sırtından mübarek gömleğini çıkarıp, parça-parça edip, parçalar ile o deliklerin tamamını tıkadı. O deliklerden biri açık kaldı. Ona parça yetişmedi. O deliğe de, ayağının tabanını iyice tıkadı. O büyük sultana, şimdi saadet ile içeri buyurun diye hitab etti. 2 cihan serveri de, Besmele söyleyerek, mağara içine girdi. Sabaha kadar orada kaldılar. Sabah oldu. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” gömleğini arkasında göremeyince, sebebini sordular. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh”, ya Resûlallah! Yolunda, gömleğimi yırtıp, akrep ve yılan deliklerini tıkayıp, şerlerini def’ ettim; dedikte, Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem”, (Allahım! Ebû Bekri, kıyamet günü, benim derecemde, benimle beraber bulundur!) buyurdu.
9. Menakıb: Nakledilmiştir ki bu esnada Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıkın “radıyallâhu anh” mübarek yüzlerinde değişiklik görüp, sual ettikte, meydana gelen hadiseyi anlattı. Mağarada olan delikleri birbir tıkayıp, lakin, cübbe parçası bir deliğe yetmedi. O delik de açık kalmasın diye tabanımı dayamıştım. Bir yılan, birkaç defa tabanımı soktu. Ayağımı delikten çekmeye korktum ki o yılan delikten dışarı çıkıp, Zât-ı şerifine bir elem verip, ızdırab eder, diye cevap verdi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” onunla benim aramı aç, bırak çıksın buyurdu. O an Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” mübarek ayağını delikten çekti. İçeriden görünüşü hüzn ve gam veren zehirli bir yılan çıktı. Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”: Ey utanmaz yılan! Benim mağara arkadaşımı ve esrarıma vakıf olanı, Allahü teâlâdan korkup, benden haya etmedin mi, ayağını sokarak eziyet ettin, diyerek hitab edip, azarlayınca, yılan cevaba kadir olup dedi ki ya Habîbi rahman! Ey insanların ve cinnin Peygamberi! Senin aşıkın sadece insanlar değildir. Belki hayvan zümresinden kuşlar, yılanlar, karıncalar, cemaline aşıktır. Hatta ben kulun, birçok yaşlı, gözü nemli, kendi cinsimiz olan büyüklerimizden yüksek vasflarınızı dinleyip, ışık saçan yüzünüzü görmeye müştak ve hayran ve kendinden geçmiş, şaşkın şekilde ağlayarak, mal ve mülkünü terkedip, aşık divanen olmuştum. Bu mağarayı şereflendireceğini öğrenmiştim. Onun için nice zamandan beri, bu sıkıntılı mağarada gece-gündüz demeyip, yolunuzu bekleyordum. Böylece, sizin buraya teşrifiniz ile ayrılık acısına ve içimdeki derde merhem edeyim. Çünkü, en mesut bir zamanda, bu karanlık mağarada, arkadaşın [mağaraya girince], sabah güneşi gibi zahir olup devlet güneşim doğdu. Ama ne var ki arkadaşın yine perde oldu. Bu sebeple, korku ve haya ben kulundan kalkıp, zaruri olarak, bu küstahlık benden vaki oldu; diye özür dileyince, Seyyid-üs-sekaleyn, dünya ve ahirette bulunanların şefaatcisi, yılanın küstahane özrünü kabul etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yarasına, mübarek ağızlarının suyundan sürdü. O anda acısı şifa buldu.
10. Menakıb: O mağarada bir müddet kaldılar. Orada Ebû Bekr “radıyallâhu anh” hazretleri aşırı derecede susadı. Harareti had safhaya gelince, Sultan-ı Enbiyaya arz etti. Buyurdular ki ya Eba Bekr! Dışarıya çık. Mağaranın önünden akan nehirden muradınca [doyasıya] iç. Yüksek emirleri üzerine dışarı çıkıp, gördü ki bir ırmak akar. Kardan soğuk ve hem beyaz. Baldan tatlı ve kokusu miskten güzel. Arzu ettiği kadar içip, geri geldikte, dedi ki: Ya Resûlallah! Bu ne hayat suyudur ki bu dağın başında hâsıl olmuş ve yaratılanlardan bir fert görmüş değildir. Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu: Allahü teâlâ hazretleri Cennet ırmağı ile vazifeli olan meleğe, ta Cennet-i firdevsten; akarsuyu getirip, bu mağara önünde akıtsın ve Ebû Bekr-i Sıddık kulu, ondan muradınca içsin diye emretti. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” bu sözleri işittiği zaman çok neşelenip, dedi ki babam ve anam sana feda olsun. Ebû Bekrin Hak sübhanehü ve teâlâ katında bu kadar mertebesi var mıdır ki onun için, Mekke dağında, Cennetten ırmak akıtır. Hazret-i şefiül müznibin Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” “Evet, ya Eba Bekir, Allahü teâlâ hazretleri katında daha ziyade kadrin vardır. Beni hak Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki sana buğz eden kimseler Cennete giremezler. Onların 70 yıl kadar ameli olsa da!” buyurdular.
11. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile Ebû Bekr “radıyallâhu anh” o mağarada 3 gün 3 gece kaldılar. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” o mağaranın tavanında bir kuş gördü ki yerinden hareket etmeyip, bir şey yemez ve su içmez. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” dedi ki Ya Resûlallah! Bu kuşa ben hayranım. Zira, biz bu mağaraya geleliden beri, bu kuş yerinden hareket etmedi. Bir nesne yemedi. Allahü teâlâ, kelam-ı kadıminde [Kur’ân-ı Kerîminde], “Allahü teâlânın rızk vermediği, yeryüzünde bir mahluk yoktur.” buyurmuştur. Ebû Bekr-i Sıddık, böyle düşünürken, o hâlde hazret-i Cebrâil aleyhisselâm nazil olup havada muallak durup, dedi ki ya Muhammed! Hak sübhanehü ve teâlâ sana selam eder. Ve buyurur ki Ebû Bekir’in hatırına geleni bilirim. O kuşa emrettim ki Ebû Bekir ile konuşsun. Ebû Bekir’e söyle ki o kuş ile söyleşsin; dedi. Resûl-i ekrem hazretleri, Ebû Bekir’e, hazret-i Cebrâilin sözünü açıkladığında, Ebû Bekir “radıyallâhu anh” sevinip, ileri vardı. Dedi ki Ey mübarek kuş! Allahü teâlâ hazretlerinin izini şerifiyle, bana söyle ki yiyeceğin ve içeceğin nedir. O kuş ağlayıp, bir zaman kendinden geçip, yere düştü. Sonra ayılıp, kalktı. Tebessüm ederek dedi ki ya Eba Bekir! Bana bundan sual etme! Bu bir sırdır. Hak sübhanehü ve teâlâ ile benim aramda olan sırrımı kimsenin bilmesini istemem. Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Ey mübarek kuş! Eğer bana söylemeye memur oldun ise, söyle. Kuş dedi. Malumun olsun ki hazret-i Âdem aleyhisselâm yaratılmazdan 2.000 yıl evvel, Hak sübhanehü ve teâlâ beni halk etti [yarattı]. Yiyeceğimi ve içeceğimi 2 kelime etti. Aç olduğum zaman birisini söylerim; tok olurum. Susuz olduğum zaman birini söylerim; kanarım. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: O kelime nedir. Kuş dedi, o kelimenin biri budur ki aç olduğum zaman sana buğz edene lanet ederim; tok olurum. Susuz olduğum zaman, sana muhabbet edene, istiğfar ederim, kanarım. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, bunu işitip, ağladı. Ümmetinden bazıları şakavet edip, hazret-i Ebû Bekir’e buğz edeceklerine mahzun oldu.
12. Menakıb: Rivayet olunur ki hazret-i Resûl-i ekremin amcası Ebû Talib hakkında bu âyet-i kerime nazil oldu. “Şüphesiz ki sen istediğin kimseyi hidayete kavuşturamazsın. Ve lakin, Allahü teâlâ dilediğini hidayete kavuşturur.” Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” o mahalde hazır idi. Cebrâilden o da işitip, o bir zaman, kendinden geçti. Salibi şöyle demiştir: Hazret-i Cebrâilden vahyi, Ebû Bekr-i Sıddık’tan “radıyallâhu anh” gayri kimse işitmemiştir.
13. Menakıb: Fahr-i âlem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurmuşlardır ki miraç gecesi, kardeşim Cebrâile sual ettim ki kıyamet gününde, ümmetimin cümlesine sual olunur mu. Cevap verdi ki ya Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem! Ümmetinin cümlesine hesap vardır. Lakin, Ebû Bekre yoktur. Ona kıyamet gününde yürü sen hesapsız Cennete var; denilir. O ise, dünyada beni sevenler, benimle beraber Cennete girmeyince, ben Cennete girmem, der.
14. Menakıb: İmam-ı Fahreddin-i Razi “rahmetullâhi aleyh” yazmıştır. Bir gün sultan-ı kevneyn ve Resûl-i sekaleyn ve Habîb-i Rabbilalemin Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine bir gümüş yüzük hediye getirdiler. Hazret-i Ebû Bekre verdi. Ya Atik. Var, bunu bir kuyumcuya götür. Üzerine “Lâ ilâhe illallah”, kazısın [yani yazsın], buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr yüzüğü alıp, kuyumcuya götürdü. Dedi ki bu yüzüğün üzerine (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah) nakş eyle. Bunu Sultan-ı Enbiya emretmemişti. Lakin, hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh”, Allahü teâlânın isim-i şerifinden, hazret-i Habîbi ekremin isim-i şerifi ayrı olmasını lâyık görmedi. Onun için, kuyumcuya böyle ısmarladı. Kuyumcu da, emr-i şerifleri mucibince yüzüğün kaşı üzerine kazıyıp, tekrar, Ebû Bekir’e teslim etti. Onlar da mübarek yüzüğü eline alıp, Fahr-i kainata getirirken, Allahü teâlâ hazretleri, Âzamet ve kibriyası ile hazret-i Cebrâil aleyhisselâma emretti ki ya Cebrâil! Acele yetiş. Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekrin adını yaz. Çünkü, Ebû Bekr, benim isim-i şerifimden Habîbimin isminin ayrı olmasını lâyık görmedi. Ben de lâyık görmedim ki Habîbimin isminden, Ebû Bekrin ismi ayrı olsun. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm derhal yetişip, mübarek yüzük Ebû Bekir’in elinde iken ve haberi yok iken, yüzüğün üzerine, hazret-i Ebû Bekrin isim-i şerifini kazıdı. Sonra Ebû Bekir hazretleri o mübarek yüzüğü, sultan-ı Enbiyaya teslim etti. Fahr-i kainat hazretleri, yüzüğün kaşına nazar edip [bakıp], gördü ki (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekr-i Sıddık) kazılmış. Fahr-i kainat, bunun hikmeti nedir, diye tefekküre vardı. Ondan sonra Ebû Bekir’e sual etti ki ya Sıddık. Bu yüzüğün kaşına yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, diye sipariş olunmuş idi. Sen ziyade kazdırmışsın. Sebebi nedir. Hazret-i Sıddık hicabından [utancından] mübarek başından ayağına varıncaya kadar terledi. Daha cevap vermeden hazret-i Cebrâil aleyhisselâm gelip, dedi ki: Ya Resûlallah! Hak sübhanehü ve teâlâ hazretleri sana selam eder. Ve buyurur ki Ebû Bekir’in kendi adının yüzüğün kaşında yazıldığından haberi yoktur. Ben kazdırdım. Habîbim bundan dolayı huzursuz olmasın. Zira Ebû Bekir’in eline yüzüğü verdiğin vakit, yalnız Lâ ilâhe illallah kazdır, demiştin. Ebû Bekir benim isim-i şerifimden, Habîbimin ismi ayrı olmayı lâyık görmeyip, kendisi kuyumcuya kazdırdı. Yani, Ebû Bekir senin adını, benim adımdan ayırmadı. Ben de senin adından Ebû Bekir’in adının ayrı olmasını reva görmedim. Onun için, Cebrâile emredip, gönderdim. Senin adının yanına Ebû Bekir’in adını yazdı. Şimdi, eğer akıl-u dana (akıllı ve ilim sahibi) isen, hazret-i Ebû Bekir’in, dergah-ı izzette ne denli mertebesi olduğunu bundan fehm eyle. Ayrıca, hakkında bu kadar âyet-i kerime nazil olmuş ve hadis-i şerifler rivayet olunmuştur.
15. Menakıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki arasat meydanında, Hak sübhanehü ve teâlâ emretti ki Cennetten mahşer yerine sarı yakuttan bir taht getirirler. Eni ve uzunluğu 20 mil miktarı olur. Ondan sonra, o tahtın sağ tarafına bir taht daha koyarlar. Eni ve uzunluğu bunun misali olur. Ondan sonra sol tarafına ak gümüşten bir taht daha koyarlar. Eni ve uzunluğu bunlar gibidir. Ondan sonra, sarı yakuttan taht üzerine Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” oturur. Sağ tarafında olan altından taht üzerine bir güzel melek oturur. Sol tarafında olan gümüş taht üzerine de bir melek oturur. Sonra, sağ tarafında oturan melek, ayak üzere durup, yüksek ses ile seslenir ki ya mahşer meydanındaki müslümanlar. Agah olun ki Cennet hazinedarı Rıdvân benim. Allahü teâlâ bana emretti ki ya Rıdvân! Cennet kapılarının anahtarlarını al. Habîbim Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine götür ve benim selamımı söyle. Habîbim kimden razı ise, hesapsız ve azapsız Cennete alıp git. Ben de Cennetin anahtarlarını alıp, Habîbi Ekreme “sallallâhü aleyhi ve sellem” götürürüm. Allahü teâlânın emr-i şerifi mucibince ahvali arz ederim. Server-i Enbiya buyurdu ki; ya Rıdvân! Anahtarları Ebû Bekir’e götür. Zira, ben ümmetimin günahkarlarının şefaatiyle vazifeliyim. Bu hizmeti Ebû Bekir görsün. Bilmiş olunuz ki hazret-i Ebû Bekir’e Cennetin anahtarlarını teslim ederim ve de emrine muti olurum. Her kimden ki Ebû Bekir razıdır, Cennete alıp, giderim. Kimden hoşnud değildir, Cennete koymam; der. Ondan sonra sol tarafta gümüş taht üzerine oturan Melek ayak üzerine durup, seslenir ki Cehennem hazinedarı Mâlik benim. Allahü teâlâ hazretleri bana hitab eyler ki ya Mâlik! Cehennem kapılarının anahtarlarını Habîbim Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine götür ve benden selam söyle. Her kimden ki Habîbim hoşnud değildir; Cehenneme alıp, götüresin. Ben de Cehennem kapılarının anahtarlarını alıp, Sultan-ı Enbiyaya götürürüm. Allahü teâlâ hazretlerinin emr-i şerifi üzere ahvali açıklarım. Hazret-i Fahr-i kevneyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki “Ya Mâlik! Âsî ümmetin ahvali ile meşgulüm. Hemen anahtarları Ebû Bekre teslim eyle. Bu hizmeti onlar görsünler. Şimdi uyanık olun ki Cehennemin anahtarlarını hazret-i Ebû Bekre teslim ederim. Ben de emr-i şeriflerine muti olurum. Her kimden ki Ebû Bekr-i Sıddık memnun ve razı değildir. Sualsiz ve hesapsız, Allahü teâlânın emri ile Cehenneme alıp-götürürüm.
16. Menakıb: Bir gün hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, hazret-i Fahr-i âlem Seyyid-i veled-i adem Nebiyi muhterem ve Habîb-i mükerremin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzur-ı şeriflerinde, saadetle otururlarken; bir bedbaht kötü huylu kimse; bir edebsizlik edip, Ebû Bekre dil uzatıp, yakışıksız sözler söyledi. Hazret-i Server-i kainat; o edebsiz, Ebû Bekre edebsizlik ettikçe; bir şey söylemez, bazen da tebessüm eder idi. Hazret-i Ebû Bekr; o bedbaht ve edebsizin edebsizliği haddi aşınca; zaruri olarak gazapa gelip, birkaç söz söyleyince; hazret-i Fahr-i kainat, saadetle ve devletle yerinden kalkıp, gitti. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Sultan-ı Enbiyanın ardına düşüp, yetişti ve dedi ki: Ya Resûlallah! Niçin, bir hayasız, edebsizlik edip, gönül incitirken, sükut buyurup [susup], bir şey söylemediniz. Şimdi, ben ona söyleyince, kalkıp, giddiniz; sebebi nedir. Hazret-i Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: Ya Sıddık! O hayasız ve bedbaht sana dil uzatmaya başladığı zaman, Allahü teâlâ bir melek gönderdi ki o kimseyi karşılayıp, kovacak idi. Sen, hemen gazapa geldin; söylemeye başladın. O melek gidip, yerine iblis geldi. İblis-i lainin olduğu yerde, ben durmam. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” ondan sonra, vakitli vakitsiz söz söylememek için, mübarek ağzına bir taş koyar idi. Ne zaman söz söylemek lazım gelse, evvela fikir ederdi. Bir söz söyleyeceği zaman, o sözü kendi kendine nice zaman düşünür, tefekkürden sonra, mübarek ağzından o taş parçasını çıkarıp, ne söz söyleyecek ise söyler idi. Sonra o taş parçasını mübarek ağzına alıp, tesbih ve tehlil ile meşgul olurdu. Kimseye, hayrdan ve şerden dünya kelamı söylemez, eğer kati lazım ise ve çok efdal ise, söylerdi. Yoksa, gecede ve gündüzde tesbih ve tehlil ile meşgul idi.
17. Menakıb: Bir gün Fahr-i kevneyn ve Resûl-i sakaleyn, Habîb-i Rabbilalemin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Aişe-i Sıddıkanın “radıyallahü teâlâ anha” evlerine teşrif buyurdu. Buyurdu ki ya Aişe-i Sıddıka. Hiç yiyecekten bir nesnen var mıdır. Hazret-i Aişe latife ile dedi ki Sultanım, bu gece yattığınız yerde, niçin tedarik etmediniz. [Oradan almadınız.] Fahr-i kainatın mübarek gönüllerine bu hoş gelmedi. Huzursuz olup odadan çıktılar. Hazret-i Aişe, koştu. Mübarek eteğine yapıştı; alakoyup, yaptığı latifeden afv dilemek istedi. Sultan-ı Enbiya mübarek eteğini çekip, dışarı çıktı. Hazret-i Aişe anladı ki Fahr-i âlem hazretleri incindi. Hemen başını secdeye koyup, Allahü teâlâ hazretlerine yalvarmaya başladı. Dedi ki: Ya Rabbi! Benim şefiim [halime acıyıp affedecek] sensin. Senden başka benim halime acıyıp, yardım edecek yoktur. Allahü teâlâ hazretlerine hem yalvarır ve hem mübarek gözlerinin yaşı ırmak gibi akar idi. Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri kemal-i lütfundan, nihayetsiz ihsanından, hazret-i Aişenin duâsını kabul edip, hazret-i Cebrâil aleyhisselâmı, Habîb-i Mükerrem hazretlerine gönderdi. Sultan-ı Enbiya bir ayağını mescidin içine koyup ve diğer ayağını da koymadan, hazret-i Cebrâil yetişip, dedi ki ya Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”! Mescide girme ki izin yoktur. Fahr-i kainat hazretleri dedi ki ya kardeşim Cebrâil! Sebebi nedir. Hazret-i Cebrâil dedi: Hazret-i Aişenin gözü ırmak gibi akar. Hak Sübhanehü ve teâlâ der ki varıp, Aişenin hatırını teselli edesin. Sultan-ı kevneyn, saadetle, hazret-i Aişenin evine geldi. Hazret-i Aişe karşılayıp, Sultan-ı kainatın mübarek ayağının tozuna yüzünü sürüp, afv diledi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” afv buyurdu. Allahü tebareke ve teâlâ, hazret-i Cebrâile emretti ki Habîbim ile Aişeyi ben araya girip, barıştırdım. İkram da bizden olsun. Var Cennet nimetlerinin çeşitlerinden getirip, hazret-i Fahr-i âlem ile hazret-i Aişenin önlerine koy. Sonra, Cebrâil aleyhisselâm Cennetten nimet getirip, önlerine koydu. Hazret-i Aişe, 1 lokma hazret-i Sultan-ı Enbiyanın mübarek ağzına koyardı ve bir lokma kendi yer idi. 2 lokma kalınca, Fahr-i âlem buyurdu ki ya Aişe! Bu 2 lokmayı baban Ebû Bekr için alıkoy. Zira Sultan-ı kainatın Ebû Bekre o mertebe muhabbeti vardı ki bir lokmayı onsuz yemezdi. Bir an dahi onsuz olmazdı. Ebû Bekr-i Sıddıkın bu nimetlerden hisse almamış olmasını reva görmedi. Onun için hazret-i Aişeye buyurdu ki 2 lokmayı alakoysun. Bu esnada kapı çalındı. Server-i Enbiya dedi ki ya Aişe! kapıya gelen Ebû Bekrdir. İçeri gelsin. Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh” Habîb-i mükerrem hazretlerinin, huzur-ı alilerine yüz sürdükte, buyurdular ki ya Sıddık! Bu 2 lokma Cennet taamlarındandır. Size hisse ayırttık. Hazret-i Ebû Bekir bu 2 lokmayı eline alıp, birini Fahr-i kainata ve birini hazret-i Aişeye verdi. Sultan-ı kevnevn buyurdular ki ya Eba Bekir! Niçin bu 2 lokmayı kendin yemedin, bize verdin. Cevap buyurdular ki ya Habîballah! O Allahü teâlâ hakkı için ki ondan gayri Allah yoktur. Sizin yediğiniz bana kendim yememden bin kat daha hayırlı gelir. Hazret-i Ebû Bekir’in Fahr-i âlem hazretlerine bu kadar kuvvetli muhabbeti vardı. Fahr-i âlem hazretleri de ne mertebe riâyet edip, severlerdi ki Cennet nimetini Ebû Bekr-i Sıddıka hisse alıkoymayınca yalnız yemedi. Fahr-i âlem hazretleri bir an Ebû Bekir’siz olmazdı ve her ne vakit Sultan-ı kainat hazretlerine buluşmak murad-ı şerifleri olsa, mülakat ederler idi [görüşürlerdi]. Server-i Enbiya, her ne müşavere etmek isteseler, hazret-i Ebû Bekr ile ederdi. Hiçbir zaman Ebû Bekirden huzursuz olup incinmedi. O daima Sultan-ı kainatın emrine muti ve itaat ederdi. Aksine bir şey olmamıştır. Belki mübarek hatırlarına bile gelmemiştir.
18. Menakıb: Hazret-i Fahr-i Enbiya Habîb-i Hüda Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurur ki Allahü teâlâ, yerleri ve gökleri, ve arş-ı azim ile kürsüyi ve levh ve kalemi ve Cennet ve Cehennemi ve insanları ve cinleri halk etmezden evvel, benim ruhum ile Ebû Bekrin ruhunu güvercin suretinde halk edip, aşk meydanında uçun diye emretti. İleri uçup gideniniz Muhammed olsun, geride kalanınız Ebû Bekr olsun, buyurdu. Böylece ikimiz uçtuk. Ben Ebû Bekrden, şahadet parmak ile yanında olan orta parmak arasındaki fark kadar ileri geçtim. Hazret-i Ebû Bekr, bu izzet ve bu şerefi, hep Habîbullah hürmetine bulmuştur. Zira halis ve muhlis dostu ve yar-i garı idi. [Mağara arkadaşı idi.]
19. Menakıb: İrşadü’s-Sıddık kitabının sahibi zikir etmiştir. Bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Ebû Bekrin imanı diğer müminlerin imanı ile ölçülse, Ebû Bekrin imanı ağır gelir.) Bir rivayette buyurmuştur ki (Rüyamda gördüm ki kıyamet kopmuş. Mahşerde terazi kurulmuş. Bütün müminlerin imanı tartıldı. Ebû Bekrin imanı cümle ümmetin imanından ağır geldi.)
20. Menakıb: Yine aynı kitapta, yani İrşadü’s-Sıddık kitabında bildilmiştir. Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivayet eder: Bir gün gördüm ki Server-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” ile müsafeha edip, buyurdu ki müjdeler olsun sana ya Eba Bekr. Hak Sübhanehü ve teâlâ, bütün mahluklara, umumi olarak, tecelli eder. Ama, sana hususi olarak tecelli eder. Nakledilmiştir ki hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” rivayet etmiştir: Cahiliye zamanında bir gün, bir büyük ağacın altında otururken, bir dal başıma eğildi. Bir ses geldi ki yakîn zamanda, Kâbe-i şerifede, Beni Haşimden, Abdülmuttalib oğullarından Muhammed adlı bir Peygamber zuhur etse gerek. Böyle büyük ve şanlı Peygamber daha gelmemiştir ve de gelmiyecektir. Hatem-ül-enbiyadır. Sen herkesten evvel Onun dinine gireceksin. Ona senden yakîn kimse olmayacaktır. Ben de ağaca dedim ki o Peygamber meydana çıktığı vakit bana haber ver. O ağaç ile anlaştık. Ne zaman ki Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine Peygamber olduğu bildirildi, o ağaçtan ses geldi ki ey Ebû Kuhafe oğlu. Müjdeler olsun sana, o Peygamber zuhur etti. O vakit, hazır ol, gayret eyle ki onunla karşılaşıp dinine giresin ki senden evvel onun dinine kimse girmez. Sabahleyin sevinç ile kalkıp, Fahr-i âlem hazretlerinin bastığı toprağa yüz sürmek niyeti ile giderken, Sultan-ı Enbiyaya rastgeldim. Bundan sonrası anlatılmış idi.
21. Menakıb: Bir gün Server-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mescitte oturmuş idi. Cebrâil aleyhisselâm geldi. Sultan-ı Enbiya, hazret-i Cebrâil ile söyleşirdi. Ashâb-ı kirâm mescide gelip, Seyyid-i kainatı meşgul görüp, bildiler ki hazret-i Cebrâil ile söyleşir. Sükut edip, oturdular. O sırada hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” içeri girip, selam verip, yerine oturdu. Hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” gelip, selam verip, yerine oturdu. Sonra Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” gelip selam verdikte, hazret-i Cebrâil aleyhisselâm ayak üzerine kalktı. Sultan-ı Enbiya hazretleri de ayak üzerine kalktı. Ashâb-ı kirâm, Server-i kainatı ayak üzere kalktığını görüp, hepsi ayağa kalkıp, hayret ettiler. Zira Fahr-i âlem, Ashâb-ı güzinden kimseye ayak üzerine kalkmamıştır. Sonra bu hususu, hazret-i Resûl-i ekremden sordular. Buyurdular ki: Ebû Bekr-i Sıddık mescide girip, selam verdiği zaman, Cebrâil aleyhisselâm Ebû Bekr-i Sıddıka tazim için ayak üzerine kalktı. Ben de ayak üzerine kalktım. Sonra, ya kardeşim Cebrâil, Ebû Bekre ne için tazim eddiniz, diye sordum. Dedi ki: Ya Resûlallah! Ebû Bekre tazim bana vâciptir. Zira Ebû Bekr benim hocamdır. Ben sordum, neden dolayı hocandır. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki: Ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Hak Sübhanehü ve teâlâ, Âdem aleyhisselatü vesselâmı yarattığı zaman, meleklere, hazret-i Ademe secde ediniz, diye emretti. Benim hatırıma geldi ki secde etmiyeyim. Ben ondan efdalim. Zira ki o balçıktan yaratılmıştır, dedim. Bunun üzerine olmaya niyet ettim. O zaman ki Ebû Bekrin ruhu arş altında nurdan bir kubbe [köşk] içinde idi. Köşkün kapısı açıldı, Ebû Bekrin ruhu çıktı. Bana dedi ki ya Cebrâil secde eyle. Sakın muhalefet etme. Bunu 3 kere tekrarladı. Arkama 3 kere eliyle vurdu. O sırada kalbimden kibr ve enaniyet ve inat gitti. Ademe secde ettim. Benden kibir ve enaniyet, iblise intikal edip, Ademe secde etmedi. Ebedî tard edilip, mel’un oldu ve ben de ebedî saadete kavuştum. Ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Ebû Bekr bu şekilde bana hoca olmuştur, dedi.
22. Menakıb: Bir gün, hazret-i Fahr-i kainatın huzur-u şeriflerinde, Cebrâil aleyhisselâm bir tarafta oturur idi. Hazret-i Sultan-ı Enbiyaya, Cebrâil aleyhisselâm geldiği zaman Ashâb-ı güzinin hepsi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” ayak üzere dururlar idi. Fakat, hazret-i Ebû Bekr oturur idi. Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” istiğrakta iken [manevi dalmış hâlde iken] hazret-i Cebrâil ile hazret-i Ebû Bekr işaretleşip, birbirlerine bakışıp, tebessüm ettiler. Fahr-i âlem hazretleri, hazret-i Cebrâilin hazret-i Ebû Bekr ile işaretleştiğini görüp, hazret-i Cebrâile dedi ki: ya kardeşim Cebrâil. Ebû Bekr ile olan muamelenize sebep nedir. Hazret-i Cebrâil dedi ki: ya Resûlallah! Bir şey yoktur. Fahr-i âlem hazretleri tekrar sordular. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki Hak Sübhanehü ve teâlâ, yeri ve göğü, arşı, kürsü, Cennet ve Cehennemi yaratmazdan evvel, Cebrâil namında 70.000 melek yaratmış idi. Allahü teâlâ bunlara sual ederdi ki siz kimsiniz? Ben kimim? Bunlar cevap vermemekle cümlesini helak etti. Sonra beni yaratıp, bana da sual edince, ben de cevap vermeyip, ben kulunu helak etmek üzere iken, hazret-i Ebû Bekrin ruhu yanıma gelip, sen Halıksın, ben senin bir zayıf mahlukunum, diye cevap vermem için bana talim etti. Ya Resûlallah! O Allah hakkı için ki Ondan gayri Allah yoktur. Ben hazret-i Ebû Bekrin azadlısıyım, dedi.
23. Menakıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” İslama geldiği vakitte, Hak Sübhanehü ve teâlâ aşkına ve Habîbullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” aşkına, 80.000 altın fakirlere sadaka etti. 40.000 altın gizli, 40.000 altın açıktan vermişti. O hâle geldi ki giyecek elbisesi kalmamış idi. Sonra eski bir mutaf [keçi kılından dokunmuş elbise] eline geçti. Mübarek arkasına aldı. Sonra namaz vakti gelince, o mutafı arkasına alıp, namaz kılardı. Namaz vakti haricinde mübarek göğsüne kadar tennur [tandır] içine girer. Arkasına mutafı alırdı. Bu hal üzere 3 gün saadethanesinde [evinde] oturup, Habîbullah hazretlerinin huzur-u saadetlerine gidemedi. 4. gün oldukta, hazret-i Fahr-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, sabah namazını kıldıktan sonra, mübarek arkasını mihraba verip, sahabe-i kirâm hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki: 3 gündür, Ebû Bekr-i Sıddık mescide gelmedi. Acaba mübarek hatır-ı şerifi nasıldır. Varalım, mübarek hatırını soralım; diye söylerken, mübarek arkasına bir siyah mutaf giymiş olarak Cebrâil aleyhisselâm geldi. Hazret-i Resûlullah, Cebrâil aleyhisselâmı bu hâlde görünce, mübarek şekli değişti. Ya kardeşim Cebrâil; bu ne haldir, diye sordu. Hazret-i Cebrâil, dedi ki ya Resûlallah! Malumunuz olsun ki 7 kat gökte, arş ve kürsüde olan bütün melekler, bütün Kerubiyun böyle mutaf giydiler. Hazret-i Resûl-i ekrem, bu işin aslı nedir, ya kardeşim, bana açıkla, dedi. Hazret-i Cebrâil dedi ki ya Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr, Allahü teâlânın aşkına ve senin dinin uğruna 80.000 altın sadaka verdi. 40.000’i gizli ve 40.000’i açıktan. Şimdi giyecek elbisesi kalmadığı için, 3 günden beri mescide onun için gelemedi. Namazı evinde kıldı. Ya Resûlallah! Hak Sübhanehü ve teâlâ sana selam edip ve buyurdu ki hazret-i Ebû Bekre esvab [elbise] göndersin. Hazret-i Fahr-i Enbiya, Ashâb-ı güzine bakıp, dedi ki her kimin, bir fazla kaftanı varsa, Ebû Bekre versin ki ben sevineyim. Hak Sübhanehü ve teâlâ karşılığında nice nice sevaplar ve dereceler versin. Benimle firdevs-i alada komşu olsun. Ashâb-ı kiramın hepsi, aradılar. Hiçbirisinde bulunmadı. Bulunamayınca; bir sahabi varıp, bir başka kimsede bir hırka buldu. Hazret-i Ebû Bekre gönderdi. Hazret-i Ebû Bekr o sahabiye dualar edip, o kaftanı giydi. Hazret-i Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek ayaklarının tozuna yüz sürmeden, yani yanına gelmeden hazret-i Cebrâil aleyhisselâm yetişti. Dedi ki: Ya Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”! Allahü teâlâ sana selam eder. Buyurdu ki bütün sahabiler ile Ebû Bekri tazim ve tekrim ile karşılayasın. Ondan sonra, server-i Enbiya, hazret-i Ebû Bekre karşı çıkıp, müsafeha etti. Cenab-ı Hakka müteveccih olup dualar etti. Sonra bütün sahabiler Ebû Bekr ile müsafeha ettiler. Gönülden Ebû Bekre dualar ettiler “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
24. Menakıb: Bundan sonra, yukarıdakilere ilave olarak, hazret-i Cebrâil aleyhisselâm dedi ki ya Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”! Hak Sübhanehü ve teâlâ sana selam eder. Buyurur ki Ebû Bekr kuluma benden selam söyle! Bu fakir haliyle benden razımıdır; sor? Hazret-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, Ebû Bekr hazretlerine haber gönderip, beyan buyurduklarında; hazret-i Ebû Bekr, inleyip, bağırarak, feryat ederek, dedi ki: “Ebû Bekr kimdir ki kim oluyor ki Rabbimden razı olmayayım. Ben her şeyi yaratan Rabbimden razıyım, razıyım”.
25. Menakıb: (Misbah) kitabında anlatılmaktadır. Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” der ki; bir gün Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bize, askeri donatmak için, sadaka getirin diye, emrettiler. Benim malımın çok olduğu bir zaman idi. Gönlümden geçti ki her zamanda, kardeşim Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sadaka hususunda hepimizden fazla sadaka verirdi. Ama bu defa ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki ya Ömer! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alıkoydun. Dedim ki ya Resûlallah! Bu kadarını [yani yarısını] alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr “radıyallâhu anh” cümle malını getirip, koydu. Hazret-i Fahr-i Enbiya buyurdu ki ya Eba Bekr! Ehl-i beytine [ev halkına] ne alıkoydun? Ebû Bekr, ya Resûlallah! Ehlime Allahü teâlâyı ve Resûlünü alıkoydum, deyince, (ikinizin arasındaki fark, cevabınız arasında olan fark gibidir) buyurdular. Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddıkın her bir işte, önüne geçme ümitimi kestim. Rivayet edilir ki o zaman, hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sadaka getirin diye emredince, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” cümle malını ve giyeceklerini, sadaka verip, bir hırka giydi. O zaman Cebrâil aleyhisselâm geldi. Server-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gördü ki Cebrâil aleyhisselâm hırka giymiş. Bazı rivayette gelmiştir ki bir gün hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzur-ı şeriflerine bir dilenci gelip, Allah için bir şey verin dedikte, vermeye bir şeyi bulunmayıp, sırtındaki gömleği, kapı arkasından dilenciye verdi. Kendisi bir eski şal örtündü. İbadetle meşgul oldu. Allahü teâlânın emri ile Cebrâil aleyhisselâm üzerine bir şal bürünüp, hazret-i Habîbullahın huzuruna geldi. Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” dedi ki ya kardeşim Cebrâil! Bu ne haldir. Seni bu hal üzere hiç görmemiştim. Ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Benim bu şekle girdiğimi acayip karşılama, ki Hak Sübhanehü ve teâlâ bütün gök meleklerine bu surete girmeye emretmiştir. Çünkü, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” şimdi bu şekildedir.
26. Menakıb: Hazret-i Ebû Bekr ile Ebüdderda “radıyallahü teâlâ anhüma”, ikisi beraber giderken, bir dar yola geldiler. Ebüdderda önde, Ebû Bekr arkada, o darlıkta yürürken, o sırada, Sultan-ı Enbiya “sallallâhü aleyhi ve sellem” karşıdan, parlak bir ay gibi, göründü. Hazret-i Ebüdderda, hazret-i Ebû Bekrin önüne geçmiş görünce hazret-i Fahr-i kainat huzursuz olup Ebüdderdaya hitab ettiler ki ya Ebüdderda! Niçin Ebû Bekrin önünce yürürsün. Bilmez misin ki Ebû Bekr senden evveldir. Senden büyük olan kimsenin önünde gitmek edebi terk değil midir. Hazret-i Ebüdderda hatasını anlayıp, tövbe ve istiğfar etti. Şimdi ey müminler! Hazret-i Ebüdderda gibi bir Zât, bir an hazret-i Ebû Bekrin önüne geçince, hazret-i Resûl-i ekrem huzursuz oldu. Fikir edin, yani düşünün. Ayrı itikat üzere olanlardan Allahü teâlâ korusun!
27. Menakıb: Bir gün sahabe-i güzinden “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bazıları Fahr-i kainatın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yüksek huzurlarına varıp, hazret-i Ebû Bekrden “radıyallâhu anh” şikayet ettiler. Dediler ki ya Resûlallah! Hazret-i Ebû Bekr bir oda içine girip, ciğer kebabını yalnız yer. Kokusunu duyarız. Lakin bizi davet eylemez. Sultan-ı Enbiya “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Bir daha böyle yaptığı vakit, bana haber veriniz; evine varalım.” Bir gün yine hazret-i Ebû Bekr, bir odaya girdiğinde, ciğer kebabının kokusunu duyan Sahabiler, ciğer kebabı yer diyerek, varıp, haber verdiklerinde, Server-i Enbiya hazretleri, derhal kalkıp, hazret-i Ebû Bekrin olduğu odaya gitti. İçeri girdikte, gördü ki ne ateş var; ne kebab. Sonra sual etti ki ya Eba Bekr! Ciğer kebabını yalnız yer imişsin; reva mıdır. Ebû Bekr dedi ki ya Resûlallah! Haşa ki ben ciğer kebabını yalnız yiyeyim. Pişen kendi ciğerimdir. Hayır-ül-beşer “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, sebebini sordular. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” cevap verdi ki ya Habîballah! Daima hatırıma gelir ki Hak Sübhanehü ve teâlâ bana İslam dinini müyesser etti. Ve Habîbinin dostlarından etti. Hususi olarak bütün sahabe-i kirâm içinde bu şekilde şöhret buldum. Kıyamet gününde; acaba ahvalim ne olur. Allahü teâlânın huzurunda bu iltifatı ve bu riâyeti [bu nimetlerin şükrünü yerine getirir miyim] tekmil eder miyim diye korkudan ciğerim kebab gibi piştiğinin sebebi budur. Hemen o saat Cebrâil aleyhisselâm gelip; hazret-i Ebû Bekrin hakkında nice müjdeler getirdi. Ondan sonra Ashâb-ı güzinin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazret-i Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” muhabbetleri bir iken bin kat fazla oldu.
28. Menakıb: Hazret-i Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün mescid-i şerifinde, Ashâb-ı güzin arasında, oturuyordu. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm geldi. Sultan-ı Enbiya hazretlerine buyurdular ki Ebû Bekrin bir saat ibadeti 70 yıllık ibadet yerini tutar. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara cevap vermeyip, hazret-i Bilal’e emretti ki var, Ebû Bekri davet eyle. Hazret-i Bilal, emri tâat kabul edip, Ebû Bekr’in kapısını çaldı. Dedi ki Ebû Bekr hazretlerini Sultan-ı kevneyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” çağırır. Hemen o saat hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” yerinden kalkıp, Server-i kainatın bulunduğu yere gitti. Sultan-ı kainat karşılayıp, Ebû Bekr hazretlerini yanına aldı. Sonra sual etti ki ya Sıddık, hala ne amel üzerinde idin. Cevap verdiler ki ya Habîballah! Hatırıma şöyle geldi ki Hak Sübhanehü ve teâlâ 2 ev halk etti. Birinin adı Cennet ve birinin adı Cehennem. Elbette takdir yerini bulup, ikisini de dolduracaktır. Birini yaramaz kulları ile birini salih kulları ile. Ya Resûlallah! Dedim ki ya Rabbi! Bu zayıf kulunun bedenini büyültüp, Cehenneme koy ki benim bedenim ile Cehennem dolsun. Senin emrin yerini bulsun. Bütün âlem, Cehennem korkusundan halas olsun. Ondan sonra Ashâb-ı güzin hazret-i Ebû Bekr’in böyle duâsına ve yüksek himmetlerine hayran olup cümlesi hayır duâ ettiler “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
29. Menakıb: Bir gün hazret-i Ebû Bekr ile hazret-i Ömer “radıyallâhu anhüma” bir husus için, birbiriyle münazea ettiler [çekiştiler]. Hatta, hazret-i Ebû Bekr hazret-i Ömer’e bir miktar sert olarak söyledi. Biraz durduktan sonra, hazret-i Ebû Bekr pişman olup hazret-i Ömer’den özürler diledi. Hazret-i Ömer iltifat etmedi. Saadethanelerine [evine] gitti. Hazret-i Ebû Bekr gördü ki hazret-i Ömer affetmedi. Bu üzüntü ile hazret-i Habîbullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzurlarına vardı. Habîb-i ekrem gördü ki hazret-i Ebû Bekr’in şekli değişmiş. Mübarek derisinde değişiklik var. Sual buyurdular ki ya Sıddık sana ne oldu ki böyle üzüntülüsün. Hazret-i Ebû Bekrin gözlerinden yaş akıp, dedi ki ya Resûlallah! Bir husus için hazret-i Ömer ile münazea edip, bir miktar gazap ile söylemiştim. Onun için hatırı kırılmış [gücenmiş]. Sonra hatamı bilip, afv diledim. Kabul eylemedi. Ya Resûlallah, huzurunuza geldim. Benim halim nice olur. Kıyamet gününde eğer Ömer yakama yapışırsa, bana inayet, halime rahm eyle; deyip ağladı. Hazret-i Fahri âlem 3 kere duâ etti ki ya Rabbi! Ebû Bekrin bütün günahlarını affeyle; Ömerin bile. [yani hazret-i Ömerin günahını da affeyle!] Meğer hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” de hazret-i Ebû Bekrin ricasını kabul etmediğine pişman olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr’in evleri tarafına gitti. Kapının önüne gelip, hazret-i Ebû Bekri sordu. Habîb-i ekrem hazretlerine gitti diye cevap verdiler. Hazret-i Ömer de varıp, Server-i kainatın huzur-ı şeriflerine yüz sürdükte, gördü ki bir tarafta hazret-i Ebû Bekr oturur. Bir tarafında hazret-i Ebüdderda oturur. Ondan sonra Habîb-i ekrem hazretleri buyurdular ki Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri beni sizlere Peygamber gönderdi. Cümleniz tekzib eddiniz [inanmadınız]. Ama Ebû Bekr-i Sıddık tasdik etti. Can ve baş ve bütün mal ve menal ile ehliyle ve iyaliyle benim uğrumda kalben kıyam gösterip, bir an ayrılmadı. Neden Ebû Bekrin kıymetini bilmeyip, rencide edersiniz. İnsaf mıdır. Bilmez misiniz ki Ebû Bekre olan riâyet ve hürmet bizedir. Onun hatırını gözetmek, bizim hatırımızı gözetmek gibidir. Hazret-i Ömer “radıyallâhu anh” bu [azarlama şeklindeki] kelamı işittikten sonra, kalkıp, Ebû Bekr tarafına gidip, hazret-i Ebû Bekr de karşılayıp, birbiriyle musafaha edip, özür dilediler.
30. Menakıb: Ebul Ferec el Cevheri, Hasan Basıriden rivayet eder. O da imam-ı Hasan bin Aliden “radıyallâhu anhüma” rivayet eder. Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” bir gün hutbe okuyup, halkı gaza ve cihata teşvik etti. Bir şahıs ayak üzere kalkıp, dedi ki ya imam! Bana fi sebilillah cihatın ve gazaların sevâbından haber ver. Hazret-i Ali buyurdular ki bir gün Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile gazaya gidiyorduk. Senin benden sual ettiğin gibi, ben de hazret-i Resûl-i ekremden sual ettim; dedim ki ya Resûlallah! Bize gaza ve cihatın sevâbından haber ver. Hazret-i Server-i kainat buyurdular ki: Bir kavim gazaya niyet eylese, Hak Sübhanehü ve teâlâ onlar için Cehennemden kurtuluşuna berat yazar. Kaç kişi sefer için hazırlansa, Allahü teâlâ onlar ile meleklere öğünüp, buyurur ki görün, benim kullarımı, benim yolumda gazaya hazırlanırlar. Ehline ve evladına veda eylerken, evi ve duvarları onlar için ağlar. Ve günahlarından temizlenip, anadan doğmuş gibi olurlar. Yılanın, derisinden çıktığı gibi olurlar. Hak Sübhanehü ve teâlâ her adıma 40.000 melek verir. 4 tarafından hıfz ederler. İşledikleri her Hasana ve her sevap 2 kat yazılır. Ona bin abid ibadeti sevâbı yazılır. Öyle abid ki bin yıl ibadet etmiş olur. Harbe gitmek üzere yola girdiği zaman, Hak Sübhanehü ve teâlâ o kadar sevap verir ki dünyadaki bütün insanlar katib olsalar, onun hesabında âciz olurlar. Düşmana karşı olup da, harbe başlasalar, melekler onları çevirip, üzerlerine durup, nusret ve zafer için, duâ ederler. Arşın altından bir melek, (El-cennetü tahte zılal-issuyuf) yani Cennet kılıçların gölgesi altındadır diye, nida edip, çağırır. Kılınç dokunup, her şehit olana, sıcak günde soğuk su içmiş gibi, lezzetli gelir. Her kılınç darbesi yiyip, atından yere düşmezden evvel, Hak teâlâ huri gönderir. Sağından ve solundan yetişip, müjde verirler. Hak Sübhanehü ve teâlânın onun için, Cennette hazır ettiği keramatı (ikramları) ve sevâbı haber verirler ve müjdelerler. Ondan sonra yere düşse, bir ses gelip, der ki “Merhaba ey temiz ruh! Temiz bedeninden çıktın. Müjdeler olsun sana ki Allahü teâlâ senin için Cennetinde o kadar sevap ve ecrler ve mülk ve nimetler hazırlamıştır ki ne gözler görmüştür, ne kulaklar işitmiştir. Ne de kimsenin hatırına gelmiştir. Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdu ki Allahü teâlâ o şehit hakkında buyurdu ki onun ehline ve evladına halifeyim. Her kim onu razı eder, beni razı eder. Her kim onu incitir, beni incitir. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri, şehitlerin ruhlarını yeşil kuşların kursağına koymuştur. Cennete girip, yemişlerinden yerler. Şehite Cennet-ül firdevste 70 kasır verirler. Her 2 kasrın arası Sana ile Tehame arası mesafe kadardır. O kasırların nuru şark ve garb [doğu-batı] arasını doldurur. Her kasrın 70 kapısı vardır. Altındandır. Her kapıda perde asılmıştır. Kapının üstünde bir köşk vardır. Her bir köşkün içinde 70 çadır vardır. Her çadırda 70 kanepe [serir] vardır. Her seririn ayakları inciden ve yakuttan ve zebercettendir. Her serir üzerinde 40 döşek vardır. Her döşeğin yüksekliği 40 arşındır. Her döşekte bir huri ayn ve her huri aynın 40 cariyesi vardır. Başlarında inciden taclar ve boyunlarında mendiller ve ellerinde murassa leğen ve ibrik tutarlar. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yemin edip, buyurdu ki kıyamet gününde, şehitler yerlerinden kalkıp, mahşer yerine gelirken, yollarında Enbiya aleyhimüsselâm olur. Onlar geldikte, ayak üzerine kalkarlar. Şehitler gelip, mücevherlerle süslü kürsüler üzerine otururlar. Her şehit evladından ve ehlinden ve akrabasından ve ahval ve ahbabından 70.000 kişiye şefaat edecektir. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” der ki; hazret-i Server-i Enbiya bunu böyle buyurdular.
Nevfel “radıyallâhu anh” derler bir yiğit, 2 oğlunu ve hatununu yanında getirip dedi ki Ya Resûlallah “sallallâhü aleyhi ve sellem”! Ben duâ edeyim, Siz âmin deyiniz. Böylece duam kabul olsun. Hazret-i Server-i âlem, buyurdular ki Sen söyle, ben âmin diyeyim. Nevfel “radıyallâhu anh” el kaldırıp, dedi ki: Ya Rabbel âlemin! Nevfel kuluna şahadet müyesser eyle. Bu 2 oğlunu yetim eyle. Validelerini dul eyle. Ondan sonra varıp, silahını kuşanıp, atına binip, düşmana karşı çıktı. Birçok kimseyi öldürüp, sonunda atını düşürdüler. Sonra kendini şehit ettiler. Zübeyr bin Avvam “radıyallahü teâlâ anh” der ki ben gelip Fahr-i kainat hazretlerine Nevfelin şahadetini bildirdim. Dedim ki Allahü teâlâ gazanı Nevfel ile mübarek etsin. Nevfel şehit olup kana bulanıp, yatar. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyi muhteremin mübarek gözleri yaş ile doldu. Sonra oradaki Ashâb-ı kirâm ile beraber geldiler. Sad bin Ebû Vakkas ok atıp, müşrikleri Nevfelin yanından dağıttı. Resûlullah hazretleri gelip, başını dizi üzerine alıp, buyurdu ki: Allahü teâlâ sana rahmet etsin; ya Nevfel! Şüphe yoktur ki Hak Sübhanehü ve teâlâ yarın kıyamet gününde, nida edip, buyurur. Sen Arşın altından çıkarsın. Başın sağ elinde olur. Damarlarından kan akar. Kokusu miskten güzel kokar. Sualsiz, hesapsız Cennete gidersin. Sonra Abdurrahmân bin Avf hazretlerine buyurdular. Örtü getirdiler. Sarıp, defnettiler. Sonra Resûlullah hazretleri, kalkıp parmaklarının üzerinde yürür idi. Sonra sual ettiler. O Resûl-i Hüda “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdular ki; Beni Peygamber gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki Nevfel üzerine o kadar melek nazil oldu ki meleklerin çokluğundan ayağımı basacak yer bulamazdım. Bir melek gelip, kanadını ayağım altına döşedi. Ona bastım. Gaza tamam olunca; hazret-i Resûl-i mücteba “sallallâhü aleyhi ve sellem”, her gün varıp, Nevfelin kabrini ziyaret ederdi.
Zübeyr bin Avvam “radıyallahü teâlâ anh” rivayet eder ki sayısız ganimetler ile; gazadan döndük. Mensur, muzaffer olarak, Medine-i münevvereye yöneldik. Medine’ye yaklaştıkta; Medine halkı hazret-i Resûl-i Ekremi karşılamaya çıkıp, hatunlar ve kızlar, def çalar, şiir okur, hazret-i Serveri medh ve senâ ederler idi. Tebessüm edip; Ensarın hatunları ne iyidir, derler idi. Ansızın Nevfelin hatunu 2 oğlu ile gelip, Server-i kainat hazretlerine selam verip, üzengilerine yüz sürüp, gazanız mübarek olsun, dedikten sonra, dedi ki ya Resûlallah, Nevfelin hâli ne oldu. Hazret-i Fahr-i âlemin mübarek gözlerinden yaş revan olup yanında olanlar da ağladılar. Zübeyr bin Avvam, Server-i kainatın “sallallâhü aleyhi ve sellem” üzengisi yakınında yürürdü. Ona buyurdu ki ya Zübeyr! Yürü. Nevfelin haberini hatununa söylemeye kim dayanabilir ki ben söyleyeyim. Mübarek eli ile ardına işaret edip, geçti, gitti. Ondan sonra hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Ona da hatun varıp dedi. Ya Betulün [hazret-i Fâtımanın] zevci. Nevfel ne oldu. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” ağlayıp, yanındakiler de ağladılar. Amar bin Yaser yanında yürür idi. Ona dedi ki; Nevfelin haberini hatununa nasıl söyleyebilirim. Eli ile ardına işaret etti; geçti. Ondan sonra hazret-i Osman “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hatun Ona varıp, sordu. Hazret-i Osman ağlayıp, yanında olanlar da ağladılar. O da eliyle işaret edip, geçti, gitti. Ondan sonra hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Hatun ona da varıp sordu. Hazret-i Ömer de cevap vermeyip, geriye işaret edip, geçti, gitti. Ondan sonra Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Muaz bin Cebel “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben hazret-i Ebû Bekrin, rikabında [üzengisi karşısında] yürürdüm. Bana bakıp, tebessüm ederdi. Zübeyrden gayri geride kimse de kalmamıştı. Çünkü, hatun onlara da sordu. O yar-i garı Mustafa [yani Resûlün mağara arkadaşı], yüksek sırların kaynağı olan Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” mübarek sakalını avucuna alıp, gönlü perişan olarak, parmağını dişine dokundurup, Hak sübhanehü ve teâlâ dergahına teveccüh edip, dedi ki; ya Rabbi! Bir gönül ki yıkmaktan Habîbi ekremin sakındı. Hazret-i Ali, hazret-i Osman, hazret-i Ömer kaçındılar. Ben müşkil durumda kaldım. Eğer ifşa edersem, yani Nevfelin şahadet haberini verirsem, Habîbine muhalefet etmiş olurum. Eğer geri kaldı, geliyor desem, yalan söylerim. Doğru söylesem hatırı [gönlü] yıkılır. Doğru söylemesem din yıkılır. Gönülden dedi ki ya Rabbi! Bana da bir söz ilham eyle; ya müşkilimi sen çöz ki miskinenin gönlü teselli olsun deyip, Hakka bağlanıp, dergaha yüz tutup, (Ya ALLAH) deyince, o anda yaydan ok çıkar gibi, kılıcı elinde Nevfel süratle gelip, hazret-i Ebû Bekre selam verdi. (Buyur) ya Sıddık, beni mi istersin, dedi. Mübarek elini açıp, Aliyye “radıyallâhu anh”, sonra Sahabe-i güzine yetişti ve selam verdi. Bunlar bu hâli görüp, dehşet içinde kalıp, atlarından düşeyazdılar.
Zübeyr bin Avvam hazretleri der ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin adet-i şerifleri idi ki seferten geldikte, mescide varıp, 2 rekat namaz kılardı. Sefere gitmeyenler gelip, selam verip, tebrik ederlerdi. Yine mescide vardı. Otururken kapıda kalabalık oldu. Kalabalığı gördüler. Nevfel içeri girip, selam verdi. Resûl-i ekrem hazretleri Nevfeli karşılayıp, selamını alıp, yerine oturttuktan sonra, kendileri de oturdu. Buyurdu ki Sübhânallah! Bu bir ayettir ki Hak teâlâ açıkladı. Acaba kimin eliyle zahir oldu; derken, o anda hazret-i Cebrâil aleyhisselâm geldi. Zübeyr bin Avvam “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Gözüm ile gördüm ve kulağım ile işittim. Başında Cebrâilin imamesi vardı. Ya Muhammed! Şükür secdesi eyle ki ümmetinde Allahü teâlâ, hazret-i İsa aleyhissalatü vesselâm gibi, ölüyü dirilten kimse yarattı. Allahü teâlâ sana selam eder. Buyurur ki benim Habîbim, eğer senin mağara arkadaşın Ebû Bekr-i Sıddıkın “radıyallâhu anh” sakalı avucunda iken, bir kere daha (Ya ALLAH) demiş olaydı, izzim-celalim hakkı için, bütün şehitleri, diriltirdim. Ya Muhammed! Ebû Bekr kuluma söyle ki ben ondan razıyım. O da benden razımıdır. Onun sözünü doğru çıkarmak için, Nevfeli dirilttim. Zira o cahiliye döneminde yalan söylememiştir. Bunun üzerine, Server-i Âlem, Ebû Bekrin sakalını öpüp, Cebrâil aleyhissalatü vesselâmın verdiği müjde haberini söyleyip, buyurdular ki: Ya Eba Bekr! Haktır ve layıktır ki Allahü teâlâ sana ikram etmiştir. Şükürler olsun o Allahü teâlâ hazretlerine ki ben dünyadan ayrılmadan evvel, ümmetimde hazret-i İsa aleyhisselâm gibi, Allahü teâlânın iziniyle ölüyü dirilten kimse yarattı. Ondan sonra Ebû Bekr hazretleri imamesini çıkarıp, başını açıp, dedi ki: Ya Resûlallah! Hazret-inden utanırım. Yoksa imamemi [sarığımı] Cehennem ateşinin üzerine koyardım. Cehennemin ateşini ümmetinin büyük günah işleyenlerinden men’ ederdim. Ondan sonra Nevfel nice yıllar ömr sürdü. Evvelki oğullarından gayri 2 oğlu daha oldu. Sonra Yemame cenginde şehit oldu.
Bazı rivayette hanımı söylenmeyip, fakir bir annesi olduğu söylenmiştir. Nevfel, silahını kuşanıp, atına binip, muharebeye katılmak üzere geldi. Annesi, ağlaya ağlaya feryat ederek, Fahr-i kainata gelip, dedi ki: Ya Habîballah! Benim gözümün yaşına merhamet eyle. Hayatımda, görür gözüm ve tutan elim budur. Bundan gayri sığınacağım yoktur. Gayet garib ve fakirim. Benim oğlum gençtir. Harp ahvalinden haberi yoktur. Naz ile büyümüştür. Soğuğa ve sıcağa dayanamaz. Ben zelil kalırım. Kimse benim halimi bilmez. Hazret-i Resûl-i ekrem o fakirin göz yaşına acıdı. O civana dedi ki oğlum ben sana kefil olayım ki gaza sevâbını kazanasın. Şehitlik mertebesine erişesin. Dertli annenin rızasını gözet. Bunun yaşlılığı vaktinde, göz yaşını akıttırma. Bu garib bize şefaate gelmiş iken, ayrılık ateşiyle yakma. İbadet meydanının piri, ağlayarak; Ya Resûlallah! Beni men’ etme. İhtiyarım elde değildir. Hak yoluna gönlüm can ve baş oynamak [koymak] diler. Nihayet anneme bir duâ edin ki duanız sayesinde, önce ona Allahü teâlâ sabır ihsan etsin. Bunun üzerine Resûl-i ekrem Nevfelin validesine dedi ki gel bu yiğidi hayırlı yolundan men’ etme. Çileli annesi, Sultan-ı kainatın emrine muhalefet etmedi. Dedi ki Ya Resûlallah! Oğlum, nev resittir, Sefer ahvalini bilmez ama, sana ısmarladım. Her hâlini gözetesin. Fahr-i âlem hazretleri, Allahü teâlânın izini ile olur, buyurdu. Bir rivayette salim ve ganimetlerle dönünce, annesi Resûl-i ekremin huzuruna varıp, o hidayet şemsi nur-i nübüvvet ile etrafı aydınlatıp, sürur ile geldiler. Fakir kadın rikab-ı hümayuna yüz sürüp, iştiyakla, oğlunu sordu. O şefkat deryası, musibet [kötü] haberi vermekle gönlü kırılır endişesi ile çekinip, hüsn-i edeble cevap verip, dedi ki geride kaldı. Gelenlerden sual edesin. O derd sahibi [Nevfelin annesi] bekledi. Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” saadetle geldikte, sual etti. Buyurdular ki Habîbullahtan sual etmedin mi? Miskine [fakir kadın] dedi ki sual ettim. Böyle cevap buyurdular. Hazret-i Mürteda bildi ki hazret-i Risalet penah, bunun gönlünü kırmamak için, musibet haberini vermemişler. Sultan-ı kevneyne muhalif söylemeyip, aynı şekilde cevap verdiler. Sonra da hazret-i Osman, hazret-i Ömer, böylece hazret-i Ebû Bekre erişti “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
31. Menakıb: Hazret-i Bilal-i Habeşi “radıyallahü teâlâ anh” bir kâfirin kölesi idi. Lakin hazret-i Fahr-i âlemin mübarek ayağının toprağına yüz sürüp; kalpten müslüman olmuştu. Bir büyük kilise vardı. İçindeki putlara hizmet için, kâfirler bir köylü tayin etmişlerdi. Bir gün hazret-i Bilal, o kiliseyi tenha buldu. İçeri girip, putların yüzlerini kirletti. Acele ile dışarı çıkarken o hizmetçi köylü, hazret-i Bilal ile karşılaşıp, içeri girdi. Putları bu hâlde görünce, feryat ederek, kâfirlerin oturdukları yere doğru varıp, hazret-i Bilalden şikayet etti. Putlarına yapılan durumu bunlara bildirince, kâfirler Bilalin efendisi üzerine gittiler. Bir kölenin, bizim putlarımıza böyle ihanet etmesi uygun mudur. Elbette bu kulun [kölenin] hakkından gelmek gerektir; dediler. Efendisi de bunlara dedi ki; madem ki benim kölem böyle küstahlık yaptı. Size verdim. Ne yapmak isterseniz, öyle yapın. Onlar da Bilali aldılar. Sıcak kum üzerine çıplak olarak koyup, mübarek karnı üzerine taş koydular. Sonra 2 ellerini ve 2 ayağını bağladılar. Dediler ki ta ki hazret-i Muhammedin dininden dönmeyince seni bundan kurtarmayız. Bunun altında kalırsın. Hazret-i Bilal bu taşın altında (Ya Ehad) ismi şerifini söylerdi. Allahü teâlânın hikmeti, Server-i Enbiya yoldan geçerken, hazret-i Bilali bu azapta yatar gördü. Hem de dili ile (Ya Ehad) ismi şerifini söyler. Hazret-i Fahr-i Kevneyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem, buyurdu ki: (Ya Ehad) ismi şerifi seni kurtarır. Ondan sonra, saadetle devlethanelerine gitti. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Habîb-i Ekrem ve Nebiyi muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, ayağının tozuna yüz sürdü [yani yanlarına vardı]. Hazret-i Bilalin ahvalini Ebû Bekr hazretlerine anlatıp, buyurdular ki ya Eba Bekir! Bilali kâfir elinden, sen kurtarırsın. Yoksa bir başka kimse kurtaramaz. Zira Ebû Bekr hazretlerinin daima adet-i şerifleri bu idi ki kâfirlerin arasında yürürdü. Bir müslüman esir görse, hesapsız para verip, satın alırdı. Aldığı gibi, Hak Sübhanehü ve teâlâ yoluna ve Habîb-i Ekrem aşkına azad ederdi. Yine adet-i şeriflerine binaen kâfirler arasına gitti. Konuşma esnasında, onlara dedi ki Bilale böyle azap etmekten size ne fayda vardır. Gelin bana satın. Onlar dediler ki biz Bilal’i dünya ağırlığı akça da versen satmayız. Eğer Âmir adındaki kölen ile değiştirirsen olur. O Âmir Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sebebiyle, kıyassız mal edinmişti. Metaından, yadigarından, davarından gayri nakid 10.000 filori vardı. Hazret-i Ebû Bekir derdi ki ya Âmir! Müslüman ol, bütün mal ile azad ol. Yanımda, kardeşim olasın. Mel’un razı olmayıp, İslam dinini kabul etmez idi. Müslüman olmadığı için, hazret-i Ebû Bekir de, huzursuz olup azad etmezdi. Ondan sonra kâfirler dediler ki kölen Âmir ile Bilali değışıriz. Ebû Bekr hazretlerine gayet hoş gelip, sevindiğinden, Amiri, bütün malı ve davarı ile hazret-i Bilal için size verdim, deyince, kâfirler de, hazret-i Ebû Bekir’i aldattık. Bu kadar mal ve Âmir gibi köle aldık diye sevindiler. Bilal için olanlardan mel’unların haberleri yok idi. Yoksa hazret-i Ebû Bekrin bütün malını isterlerdi. O da Allah hakkı için acımayıp, sadece sultan-ı Kainatın emr-i şerifleri yerine gelsin diye, verirdi. Ondan sonra hazret-i Ebû Bekir, Bilal hazretlerini, evvela taşın altından kurtarıp, elini eline alıp, hazret-i Habîb-i Ekremin huzur-ı alilerine getirip, ayak üzerine durup, buyurdular ki ya Resûlallah! Bilali Allahü teâlâ aşkına bugün azad ettim. Fahr-i âlem hazretleri çok sevinip, hazret-i Ebû Bekir’e dualar etti. O anda hazret-i Cebrâil aleyhisselâm gelip, hazret-i Ebû Bekr hakkında, meal-i şerifi, “O ateşten Ebû Bekr “radıyallâhu anh” gibi, ziyade mütteki olan sakınıp, kurtulur ki Allahü teâlâ yanında temiz ve vaadine nail olmak için, malını Allah yolunda hayrata sarf eder.” olan, Leyl sûresi 17 ve 18. âyet-i kerimelerini getirdi.
32. Menakıb: Bir gün hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anhüma” mescitte oturuyorlardı. Bir kimse mescide girip, Server-i kainat hazretleri ile hazret-i Ebû Bekre selam verdi. Sonra hazret-i Aliyi görünce, gayet mahzun olup yüzü sarardı. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” o kimsenin bu haline bakıp, teaccüb etti [hayret etti]. Namaz kıldıktan sonra, hazret-i Aliyye sual etti ki ya Ali, bu kimse mescide girip, seni gördükte, gayet elem çekip, mahzun oldu. Benzi sarardı gitti, hikmeti nedir? Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki bu kimse bana 20.000 akçe borçludur. Onun için elem çekti. Hazret-i Ebû Bekr o kimseyi çağırıp, dedi ki hazret-i Aliyye borcun olan 20.000 akçeyi niçin vermezsin. Dedi ki; ya Sıddık! Allah hakkı için kudretim yoktur, ki vereyim. Yoksa bir gün tehir etmezdim. Hazret-i Ebû Bekr, Kurân-ı azime riâyetinden ve kemali sehavetinden [yani kemal derecede cömertliğinden] o kimseye dedi ki eğer sûre-i Fâtihayı yarısına kadar okuyup, sevâbını bana bağışlar isen, borcunu ben öderim. O kimse de kabul edip, güzel ses ile Fâtihayı yarısına kadar okudu. Yine hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki eğer tamamını okursan, 20.000 akça daha vereyim. O kimse Fâtiha sûresinin tamamını okuyup, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” da 40.000 akçeyi tamam verdi. Hem de az verdim diye özürler diledi. İşte Kurân-ı azime ve Furkan-ı kerime o server ve bütün Ashâb-ı kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” böyle tazim ve tekrim ederlerdi. Şimdiki zamane adamları ise, Kur’ân-ı Kerîmin bir cüzine 1 akçe veya 2 akçe tayin ederler. Bu iş ile güzel derdlenirler. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinden ve Habîbullah hazretlerinden utanmadan, bu vakfı edersin ve eğer hayır ederim diye kasıt edersen, belki hayrından zararı fazla olur. Akıllı olan kimse, buna razı olmaz. Sultan Süleyman zamanında, Perviz efendi derler bir kadıasker vardı. Salih ve mütedeyin ve müstekim kimse idi. Bir gün Bursa kadısı bir arz gönderir. Mevzuu bu ki bir müslüman 1 güne 4 akçe ayırmış. Günde bir kere İnna atayna sûresini okuyup, sevâbını ruhuna bağışlıyalar. Perviz efendi merhum, bu arzı eline alıp, yanında bulunan müslümanlara gösterip, dedi ki işte sahih vakıf. Bu vakıf sahibi, Kurân-ı azimüşşanın bir miktar kadrini bilmiş. Allahü teâlâ rahmet eylesin! Kur’ân-ı Kerîmin tam kadrini bilmek, nerede müyesser olur. Ama hele haline göre riâyet etmesine gayret eylemiş.
33. Menakıb: (Mesabih-i şerif) de, sadaka babı faslında, hazret-i Ebû Hüreyreden “radıyallahü teâlâ anh” nakil olunmuştur. Server-i kainat aleyhi efdalissalavat hazretleri buyurmuşlardır ki bir kimse eşyadan bir çift şeyi sadaka etse, fisebilillah Cennet kapılarından davet olunur. Cennet için kapılar vardır. Her kim ki namaz ehlindendir, namaz kapısından davet olunur. Her kim ki cihat ehlindendir, cihat kapısından davet olunur. Her kimse ki sadaka ehlindendir, sadaka kapısından davet olunur. Her kimse ki oruç ehlindendir, reyan kapısından davet olunur. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki ya Resûlallah! Bu kapıların her birinden çağrılanlara bir müşkilat yoktur. Lakin, bu kapıların hepsinden çağrılan kimse var mıdır. Hazret-i Resûl-i Ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Evet ümit ederim ki sen o kimselerden olursun.) Bu hadis-i şerif, sahih hadis-i şeriflerdendir. (Buhari) ve (Müslim)de vardır. Müslim şerhinde beyan olunmuştur ki hadis-i şerifte bir çift sadaka etse, buyurdular. Bir çiftten murad nedir. Bazıları 2 at, 2 köle, 2 devedir dedi. Bazıları dedi ki altın ile gümüş, ya dirhem ile elbise, herhangi 2 şey olarak açıklanmıştır. Müslim şerhinde beyan olunmuş ki hadis-i şerifte Cennet kapılarının, 4’ten fazlasını beyan buyurmadılar. Hem nasıl olduğunu da açıklamadılar. Lakin malumdur ki Cennetin 8 kapısı vardır. 4 kapısının biri Tövbe kapısıdır. Biri gazabına hakim olanlar ve insanları affedenler kapısıdır. Biri rıza gösterenler kapısıdır. Biri Eymen kapısıdır. Buhari şarihi beyan etmiş ki bir kimse bu hasletlerden bir haslet sahibi olsa, o haslet kapısından çağrılsa, o kimseye bir müşkilat olmaz. Zira, murad Cennete girmektir. Lakin cümle kapılardan çağrılmak, ikramdır. İstediğinden girmeye serbesttir. Hangisinden istersen oradan gir, demektir. Zira cümlesinden girmek muhaldir. Lakin, adı geçen şerhte demiştir ki ben derim, ihtimal var ki Cennet bir kale gibidir ki onu 8 sur ihata eder [çevirir]. Bazısı bazısından içeri, her bir surun kapısı vardır. O kapıdan çağrılan o 2 surun arasında kalır. 2. kapıdan çağrılan, 2. ile 3. arasında kalır. Ta 8. kapıdan çağrılan Cennetin ortasına dâhil olmuş olur.
34. Menakıb: Yine adı geçen kitapta [Mesabih’te] o babda, Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden, o hadis-i şerifin akabinde rivayet edilmiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Bugün sizin içinizde oruçlu olan var mıdır?) Hazret-i Ebû Bekr cevap verdiler ki Ben oruçluyum. Server-i âlem yine buyurdular ki (Sizden bugün kim cenaze hizmetinde bulundu.) Hazret-i Ebû Bekir cevap verdiler ki Ben bulundum. Mefhar-ı mevcûdat yine sual buyurdular ki (Sizden bugün, bir fakire kim yiyecek verdi.) Hazret-i Ebû Bekir, cevap verdiler ki Ben verdim. Yine Seyyid-i veled-i adem sual ettiler ki (Sizden bugün, kim hasta ziyaretine gitti.) Hazret-i Ebû Bekir cevap verip, Ben gittim, dedi. Bunun üzerine Resûl-i rabbil âlemin, buyurdular ki (Bu hasletler bir kimsede bir arada olunca, o kimse Cennete girer.) Müslim şerhinde açıklanmiştir ki Cennete girmekten murad, hesapsız ve kötü ameller üzerine olan cezaları görmeden Cennete dâhil olmaktır. Aslında sadece iman, Allahü teâlânın merhameti ile Cennete girmeye sebeptir.
35. Menakıb: Yine (Mesabih-i şerif) de, kerametin sahih olması babında beyan olunmuştur. Abdurrahmân bin Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anhüma” haber vermişler. Ashâb-ı Soffa, fukara kimseler idi. Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdular ki her kimin yanında 2 kimseye yetecek kadar yiyeceği var ise, Ashâb-ı Soffadan aç olan bir kimse götürsün. Hazret-i Ebû Bekr 3 kimseyi davet etti. Resûl-i ekrem “sallallâhü aleyhi ve sellem” on kimse aldı. Hazret-i Ebû Bekrin adet-i şerifleri o idi ki hazret-i Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzurunda beklerdi. Beraber yatsıyı kılarlar idi. Sonra saadethanelerine [evlerine] giderlerdi. O adetlerine binaen o 3 kimseyi saadethanelerine gönderip, kendileri beklediler. Geceden bir miktar geçtikten sonra, saadethanelerine teşrif buyurdular. Temiz hanımları, hazret-i Ebû Bekre söyledi ki misafirlerinizin yanına gelmekten ne şey size mâni oldu. Hazret-i Ebû Bekr buyurdular ki daha yemek vermediniz mi. Muhterem haremleri, cevap verdiler ki yemek verdik. Lakin, kendileri Ebû Bekr gelmeyince yemeğiz, sabrederiz, deyip, yemediler. Ebû Bekr, gazapa gelip, yemin etti ki o yiyecekten ebedî yemem. Hatunları da yememeye yemin ettiler. Misafirler de yemin ettiler ki yemeyeler. Hemen Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki Bu birbirine uymamak bize şeytandandır. Sonra yiyeceği götürüp, ortaya koyup, kendileri yemeye başladılar. Misafirler de yemeye başladılar. Bir lokma alırlardı. Onun yerine bir lokma meydana gelirdi. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” yiyeceğin bu fazlalaşmasını görüp muhterem zevceleri Ümm-i Reyhaneye sual buyurdular ki bu yiyeceğin hâli nedir. Onlar da buyurdular ki gözümün nuru hakkı için, (Murad-ı şerifleri hazret-i Resûl-i ekrem hakkı için demek idi) bu yiyecek, evvelki halinin 3 katı olmuştur. Aslını bilemem dedi. Misafirler de doyuncaya kadar yiyip, hazret-i Resûl-i ekremin huzurlarına da gönderdiler. Böyle rivayet olunmuş ki Resûl-i ekrem hazretleri de, o yiyecekten yediler.
36. Menakıb: Yine Muhyissünne imam-ı Begavi “rahimehullahü teâlâ” (Mesabih-i şerif) inde nakletmiştir. Hazret-i Ebû Hüreyrenin “radıyallahü teâlâ anh” rivayet ettiği hadis-i şerifte, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular: (Bize her nimeti veren ve iyilik eden kimseye karşılığını verdik. Ebû Bekrin iyilik ve ikramının karşılığını veremedik. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri kıyamette ona karşılığını verir. Ebû Bekrin malının fayda verdiği gibi, bir kimsenin malı bana fayda vermedi. Eğer ben halil [dost] ittihaz edici olsa idim [edinse idim], Ebû Bekri dost edinirdim. Lakin bilmiş olun, sizin sahibiniz, Allahü teâlâ hazretlerinin dostudur.) Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki Ebû Bekr bizim seyyidimiz, hayırlımızdır ki Habîb-i Ekrem hazretlerine cümlemizden sevgilidir.
37. Menakıb: Rivayet olundu ki hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” bütün mal ve mülkünü fisebilillah sadaka verip, bir hırka ile evinde otururken, bir kimse gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Ebû Bekr dışarı çıkıp, kapıda duran kimdir diye baktı. Ne istersin, dedi. O kimse, ya Eba Bekr! 12.000 akça borcum var. Bugün vermemin son günü. Muhakkak vermem lazım. Şimdi, lütf ve kerem edip, benim bu borcumu ödeyip, beni kurtar, dedi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ya miskin, görmez misin beni, bütün malımı, giyeceklerimi Allahü teâlâ yoluna verdim. Hatta arkamdaki elbisemi de bir fakire verdim. Şimdi bir hırka giyip, oturuyorum. Mal ve giyecek kalmadı. Senin borcunu nereden ödeyeyim, dedi. O kişi dedi ki biliyorum ve işittim ki sende mal kaldı. Senin fadlından ümit ederim ki benim bu borcumu ödeyesin. Hazret-i Ebû Bekrin yapacak bir şeyi kalmadı. Bir yahudiye vardı. 12.000 akçe istedi. Dedi ki inşaallahü teâlâ yarın öğleden sonra malını vereyim. O yahudi dedi: Ya Eba Bekr, yarınki gün malımı bulup vermez isen, ne olur. Ebû Bekr hazretleri, eğer yarın öğleden sonra senin malını bulup, vermezsem, kendimi sana köle ettim. Dilersen satıp, parasını al, istersen beni köle gibi kullanırsın, dedi. Bu sözleşme üzerine o yahudi çıkarıp, hazret-i Ebû Bekre 12.000 akçe verdi. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” da o akçeyi o borçlu fakire verip, borcunu ver, dedi. Kendisi, oturup, Allahü teâlâ hazretlerine tevekkül etti. Yarın vaktinde ödemeyi vaat ettiğim, bu borcu ben nereden alıp, ödeyeceğim, diye düşündü. Hiçbir çare bulamadı. Varıp, o yahudiye köle olayım diye kalbinden geçti. Bu şekilde düşünürken, hazret-i Aişenin evine vardı. Selam verip, dedi ki ya kızım Aişe. Bilmiş ol ki dün bir yahudiden 12.000 akçe alıp, bir fakirin borcunu ödedim. Bugün öğleden sonra, akçeleri ödemem lazım. Akçeleri bulup, ödemezsem, kendi nefsimi o yahudiye verdim [kendimi ona köle ettim]. Şimdi vâcip oldu ki kendimi o yahudiye köle eyliyeyim. Ya kızım, ahiret hakkını helal eyle. Sağ ve asan ol. Ben gidiyorum. Hazret-i Aişenin “radıyallahü teâlâ anha” kalbi mahzun olup ağladı. İkisi beraber ağladılar. Hazret-i Ebû Bekr kızının yanından ağlaya ağlaya çıktı, gitti.
Hazret-i Aişe annemiz ağlarken, mübarek gözünden bir damla yaş indi. Yere düştü. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin kudretinden bir nûrânî cevher halk oldu. Hazret-i Aişe bu cevheri görüp, sevindi. Babasını çağırdı. Hazret-i Ebû Bekr dönüp geldi. Dedi ki ne dersin ya kızım! Hazret-i Aişe dedi ki Allahü teâlâ bana merhamet etti. Gözümün yaşından bir cevher yarattı. Şimdi var, bu cevheri alıp, pazara götür, satıp, borcunu eda eyle. Ebû Bekr-i Sıddık da o cevheri alıp, pazara gitti. Hak Sübhanehü ve teâlâ, Cebrâil aleyhisselâma emretti ki ya Cebrâil, Habîbim ve Resûlüm Muhammed Mustafanın zevcesi Aişenin göz yaşından kudretim ile bir cevher halk ettim. Kulum Ebû Bekr o cevheri, pazara satmaya gidiyor. Şimdi çabuk var. Cennette, kudret hazinemden 20.000 altın al. Bir nurdan tabak içine koyup, Ebû Bekrin önüne var. O cevheri satın al. Bana getir ki o cevher bana gerektir. Arşıma o cevheri koyayım ki onun nuru arşımda ışık saçsın. Ve de mümin kullarımın kabri o cevher ile münevver olsun [aydınlansın]. Cebrâil aleyhisselâm da yetişip, Cennetin hazinesinden 20.000 altını, bir nurdan tabak içine koydu. İnsan suretinde, hazret-i Ebû Bekrin pazar içinde önüne geldi. Dedi ki ya Eba Bekr! Elindeki nedir, satar mısın. Ebû Bekr dedi ki satarım. Cebrâil dedi, kaça verirsin. Ebû Bekr hazretleri dedi ki 12.000 akçaya veririm. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki bunun değeri 12.000 akça değildir. 20.000 altın vereyim, dedi. Ebû Bekr hazretleri dedi, eğer o fiyata alır isen sen bilirsin. Hazret-i Cebrâil dedi ki şimdi aç eteğini. Ebû Bekr hazretleri eteğini açtı. Cebrâil aleyhisselâm eteğine altınları döktü. Hazret-i Ebû Bekr alıp, saadethanelerine [evlerine] geldi. Gördü ki akça aldığı yahudi kapı önüne gelmiş. Çağırıp der ki ya Eba Bekr, gel akçamı ver; yahut kölemsin; seni hizmette kullanırım. Ebû Bekr hazretleri, ardından varınca; o yahudi ayak sesini duyup, arkasına baktı. Gördü ki gelen Ebû Bekrdir. Yahudiye dedi ki aç eteğini. Açtı. O 20.000 altını yahudinin eteğine döktü. Yahudi dedi ki bu altın nedir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık buyurdu ki 20.000 altındır. Borcuna tut. Yahudi dedi ki senin bana borcun 12.000 akçadır. Hazret-i Ebû Bekr dedi ki bu altın senin akçenin berekatıdır. Sonra o yahudi altının birini eline aldı. Gördü ki bir yanında, (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün resûlullah) yazılmış. Diğer tarafında (Kulhüvallahü ehad sûresi.) yazılmış. Kudret kalemi ile yazı yazılmış. Yahudinin kalbine bir hal gelip, hidayet-i Rabbânî yetişti. Dedi ki ya Eba Bekr! Bildim ki senin dinin haktır, gerçek evliyasın. Muhammed aleyhisselâm da hak Peygamberdir. Şahadet kelimesi söyleyip, sadakatle müslüman oldu. O altını din aşkına cümle fakirlere dağıttı. Kendisi ehl-i havastan oldu “radıyallâhu anh”. Malumdur ki Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin menakıbı ve keşfi ve kerametleri nihayetsizdir. Had ve hududu mümkün değildir.
38. Menakıb: Ebû Bekr Havraniden rivayet olunur. Bir gece Server-i âlem Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rüyamda gördüm. Dedim ki ya Resûlallah! Evliyanın yoluna yapışmak istiyorum. Elhamdülillah! Size yetiştim. Size biat edeyim. Bana tövbe ettirin. [Yol gösterin, mürşidim olun!] dedim. Resûl-i ekrem hazretleri buyurdular ki Ben senin Peygamberinim! Ebû Bekr-i Sıddık senin gerçek mürşidindir. Var, Ebû Bekri mürşid edin, ona biat eyle. Ebû Bekr-i Sıddık hazretleri de orada hazırlar imiş. Fahr-i âlem hazretleri, Ebû Bekr hazretlerine işaret ettiler ki ya Eba Bekr, buna büyüklerin yolunu göster. Doğru yola irşad eyle. Ben de Habîb-i ekremin işaretiyle, hazret-i Ebû Bekrin önüne vardım. Meşayih adeti üzerine, bana tövbe verip, duâ etti. Başıma külah ve arkama bir hırka giydirdi. Belime bir kuşak bağladı. Gövdemde çıbanlar ve sivilceler vardı. Mübarek eli ile arkamı sığadı. Duâ etti. Gövdemden sivilceler ve çıbanlar tamamen gitti. Hazret-i Ebû Bekrin duâsı ve kerameti bereketi ile uykudan uyandım. Gördüm, bedenim sıhhat bulmuş. O hırka ve kuşağı ve külahı önümde buldum. Bildim ve itikat ettim ki Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” hazretleri gerçek evliyadır ve doğru mürşittir.
39. Menakıb: Fahr-i enam “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Arafat dağında, Kusva adlı devesine binmiş hâlde dururken, meal-i şerifi (Bugün dininizi ikmal ettim. Size verdiğim nimetleri tamamladım. Din olarak size İslam dinini beğendim) olan, Mâide sûresi, 3. âyet-i kerimesi nazil oldu. Sahabe-i güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sevindiler. Fakat, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık ağladı. Dediler ki ya Eba Bekr! Bugün sevinmek günüdür. Bu sevinmek icap eden hâle niçin ağlarsın ki İslam dini kemal buldu. Allahü teâlâ müminler üzerine nimetini tamamladı; sevinmek yeridir, ağlamak yeri değildir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık arif ve gayet akıllı bir sultan idi. Fahr-i âlem hazretlerine çok fazla muhabbeti olduğundan, daima ahval-i şeriflerine dikkatli idi. Ne zaman ki bu âyet-i kerime okundu. Bildi ki her kemalin zevali var olduğu, dünyada muhakkaktır. Onun için ağladı. Ebû Bekr-i Sıddık dedi ki arkadaşlar! Her kemalin zevali vardır. Her tamamın noksanı vardır. Zira, bir iş tamam olduğu zaman noksanı vardır. Tamam oldu denildiğinde zevali vardır buyuruldu ki bu âyet-i kerimede size dinin kemali göründü. Ve lakin bana Muhammed Mustafa’nın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zevali [sonu] göründü. Bir yapıcı, bir padişah için, saray yapıp, 4 duvarını tamam eylese ve üstünü örtse, kapılarını assa, o yapıcıya destur verirler. Yani artık işin bitti, derler. Hazret-i Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yapıcı idi. Din sarayını yapmaya gelmiş idi. O saray din sarayıdır ki 5’tir. 1. duvarı namazdır. 2. duvarı zekattır. 3. duvarı oruçtur. 4. duvarı hacdır. Kapısı gusüldür. Aslı imandır. Tavanı ihlastır. Aşağı eşiği tevazudur. Üst eşiği yavaşlıktır. Sağ kanadı tevekküldür. Sol kanadı temelluktur. Kilidi küfürdür. Anahtarı şahadettir. Derecesi rif’attır. İçi saadettir. Dışarısı şekavettir. Her kim ki şahadet miftahı [anahtarı] ile İslam sarayı kapısından küfür kilidini kırarak, içeri girdi ise, saadet onundur. Her kim, Allahü teâlâ korusun, küfür kilidini bu saray kapısına vurup, dışarıda kaldı ise, şekavet onundur. Hazret-i Resûl-i ekrem ne zaman ki bu İslam sarayını yapıp, kemaline yetiştirdi. Bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu âyet-i kerimenin ağırlığından, Server-i âlemin devesi çöküp, dizine kadar kuma battı. O Server-i kainat hazretleri veda haccı yapıp, Medine-i Münevvereye saadetle geldikten sonra, 83 gün dünyada kaldı. Rivayet ederler ki evvel nazil olan âyet-i kerime İkra suresidir. Ve son olarak yukarıda bildirilen âyet-i kerime nazil oldu.
40. Menakıb: (Tefsir-i Beydavi) de, Beydavi hazretleri “rahimehullah” buyurmuştur ki bu âyet-i kerime ki meâlen (Biz insana, babasına ve anasına ihsan etmeyi emrettik ki onun annesi, onu karnında zorluklara katlanarak taşımış, güçlükle doğurmuştur. Taşınması ve sütten kesilmesi 30 ay sürer. Sonunda ergenlik çağına erince ve 40 yaşına varınca; Rabbim! Bana ve anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim hoşnud olacağım faydalı bir amel yapmamı nasip eyle. Bana verdiğin gibi soyuma da salah ver. Sana döndüm, ben kendimi Senin yoluna adayanlardanım; demesi icap eder. İşte, işlediklerini en güzel şekilde kabul ettiğimiz ve kötülüklerini mağfiret ettiğimiz bu kimseler, Cennetlik olanlar ile beraberdir. Bu, verilen doğru bir sözdür) buyuruldu. Rivayet olunmuştur ki bu âyet-i kerime Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında nazil olmuştur. Zira Ebû Bekrden “radıyallahü teâlâ anh” başka, muhacirden ve ensardan kendisi ve babası ve anası ve zevcesi ve evladı İslam nuru ile nurlanan yoktur.
41. Menakıb: (Mesabih-i şerif) de, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” menakıbı babında, sahih hadis-i şeriflerde, hazret-i Aişeden “radıyallahü teâlâ anha” rivayet olunmuştur. Hazret-i Fahr-i kainat “sallallâhü aleyhi ve sellem”, son hastalığında bana hitaben buyurdular ki ya Aişe, benim yanıma, baban Ebû Bekri ve kardeşin Abdurrahmânı davet eyle. Ta ki ben bir vasiyet yazdırayım. Zira, benden sonra, bir kimse çıkıp, söylemeye ki ben halife olayım. Halbuki Hak Sübhanehü ve teâlâ ve müminler, Ebû Bekrden gayrisinin hilafetini istemezler.
42. Menakıb: Ebul’muin el-Nesefi “rahimehullahü teâlâ”, (Temhid-i akaid) adlı risalesinde imamet bahsinde beyan etmiştir ki imamet, nass ile Sâbit olunmamıştır. [Yani âyet-i kerime ve hadis-i şerif ile bildirilmemiştir.] Hazret-i Aliyye “keremallahü vecheh” ve evladı kiramlarına, rafizilerin söylediklerinin aksine, nas olmadığına delil şudur ki eğer açıkça delil olsa, sahabe-i güzin hazretleri, ona ittifak ederlerdi. Onların ittifakları tabiine, tabiinden de, tebe-i tabiine, onlardan da salihine “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, daha sonrakilere hatta bize ulaşırdı. Aliyül mürteda hazretlerine ve evlat-ı kiramına imametin geçişi ile alakalı bir haber yoktur ki Onlar o haberin naklini gizli tutmuş olsunlar ve eksik bildirmiş olsunlar. Görülmezmi ki Ashâb-ı kirâm bize, naslardan ahkâm istinbatı ve ahkâm-ı İslamiyeden bir cüzü naklde eksik bildirmeyip, aynen nakletmişlerdir. Bu imamlığı gizledikleri düşünülemez. Bunun üzerine o eserde bildirilir ki hazret-i Server-i Enbiya “sallallâhü aleyhi ve sellem” fani dünyadan ayrıldıkları zaman, sahabe-i kirâm hazretleri Beni Saidenin sofasında toplanıp, buyurdular ki (biz işittik ki Fahr-i kainat “sallallâhü aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki (Bir kimse ölse, halbuki zamanının imamını bilmese, onun ölümü cahiliye devrindeki ölüm gibidir.) O hâlde, bizim üzerimizden bir gün imamsız geçmesi caiz olmaz. İmamdan murad halifedir. Onun için, kendi zamanında mevcut olan imamı bilmemek büyük günahtır. Zira, dinin ahkamından bazı şeylerin caiz olması imam ile [halife ile] olur. Cuma ve bayram namazları ve yetimlerin nikahı gibi. İmamın lazım olduğunu ve mevcut olan Halifeyi inkar eden bir farzı inkar etmiş gibidir. Farzı inkar etmek küfürdür.) Ensardan bir kimse kalkıp, muhacirine dedi ki bizden bir emir olsun ve sizden bir emir olsun. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” ayak üzerine kalkıp, dedi ki Muhakkak ben öyle zannederim ki hazret-i Ali “radıyallâhu anh” buna layıktır. Ben isterim ki ona biat edeyim. Hazret-i Ali ayağa kalkıp, buyurdu ki kalk ya Eba Bekr! Allahü teâlânın ve Resûlünün halifesisin. Seni hazret-i Resûl-i ekrem takdim etmiştir. Kim seni geride bırakabilir. Ben Resûlullah hazretlerinin huzurunda idim. Bana emredip, buyurdular ki var Ebû Bekre söyle, nasa imam olup namaz kıldırsın! Resûl-i ekrem hazretlerinin razı olduğu bir kimseden, biz elbette razı olduk. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” dinimizdeki bir işte razı olduğu kimseden dünyalık bir iş için razı olmaz mıyız, dedi. Resûlullahın halifesi diye tesmiye ettiklerine sebep odur ki hazret-i Resûl-i mükerrem, Ebû Bekr hazretlerini kendi makam-ı şeriflerine ki imamet makamı idi, halife nasb ettiler. Ömrlerinin sonunda nasa [müslümanlara] imamet edip [imamlık yapıp], namaz kıldırdı. Bir rivayette 7 gün ve bir rivayette 3 gün imamlık yaptı. Sahabe-i kirâm hazretlerinin cümlesi Ali’ye “radıyallâhu anh” muvafakat edip, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıka biat ettiler. Biat olduktan sonra, Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin defnine meşgul oldular. Sonra vaaz edip, buyurdu ki ben sizin üzerinize Vâli kılındım. Halbuki hayırlınız değil idim. Beni kabul edin. Hemen yine hazret-i Ali kalkıp, buyurdular ki biz seni ne kabul ediciyiz ve ne kabullük taleb ediciyiz. Hazret-i Resûl-i Muhterem seni takdim etmiştir. Kim ola ki tehir etsin [Yani Resûlullahın geçirdiği makamdan kim seni geride bırakabilir.].
Bir gün gördüler ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık çarşıda bir kadına gömleğini satıp, ücreti ile yiyecek alır. Dediler ki sana beytülmaldan nafaka tayin edelim. Sen müslümanların işlerini gör. Her günde veya 2 günde 2 dirhem tayin ettiler. Yine kendi buyurdular ki ben zayıf bir kulum. Yevmiye 2 dirhemlik amele kudretim yoktur. Öyle olunca, 2 dirhem bana haram olur. Ondan sonra 1 dirhem ve 2 dank, tayin ettiler. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” o 1 dirhem ile 2 dankı alıp, bir testiye koyardı. Yine gizliden mal satar kendisine harcardı. Vefatları yaklaştığı zaman, o testiyi istedi ve onda olan akçeyi döktü. Kerimeleri Aişe-i Sıddıka hazretlerine buyurdular ki bu akçeyi Ömer bin Hattab hazretlerine götür. De ki bu mal müslümanlarındır. Bunu müslümanlardan ihtiyacı olanlarına versin. Aişe-i Sıddıka da o meblağı hazret-i Ömer hilafet makamına geçtikte, huzuruna götürüp ve babasının vasiyetlerini beyan ettiklerinde, hazret-i Ömer, ağlayıp, (Ey Sıddık! Bizi büyük zahmete bıraktın. Ne garib Ebû Bekr ki öldükten sonra yine adalet eddin. Kim senin yolundan yürüyebilir,) deyip, mübarek gözlerinden yaş revan oldu. Rivayet olunmuştur ki Resûl-i ekrem hazretlerinin intikalinden sonra [ahireti şereflendirdikten sonra], Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, hilafet müddetlerinde, günden güne zayıflediler. Zayıflikleri gün geçtikçe arttı. Bir gün Aişe-i Sıddıka ona sordular ki ey benim babam, sana ne oldu ki gün be gün zayıflarsin. Cevabında buyurdular ki ey kızım, bilmiş ol ki Muhammed Mustafa hazretlerinin ayrılığı beni zayıf etti. Ey azizler, bunu fikir edip, kıyas edin ki ne şekilde muhabbeti olmak gerek ki bu şekilde zayıf olmaya sebep olsun. Kalbinde böyle bir Hakkın serverine, (Allahü teâlâ muhafaza etsin) suizannı olan kimseye yazıklar olsun! Allahü teâlâ hazretlerinden nasıl rahmet umarlar. Habîbullah hazretlerinden ne yüz ile şefaat ümit ederler.
43. Menakıb: Hazret-i Aişe-i Sıddıka “radıyallahü teâlâ anha” der ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık dünyadan ahirete göç ettiler. Ashâb-ı kirâm hazretlerinin hepsi bu serveri nereye defnedelim, diye tereddüt ettiler. Hazret-i Aişe buyurdu ki bu tereddütün aşırı ızdırabından uyumuşum. Kulağıma bir ses geldi. (Dostu dosta kavuşturun!) diyordu. Uykudan uyanıp, bu hadiseyi Ashâb-ı kirama anlattım. Onlar da biz de bu sesi işittik; dediler. Mescid içinde namaz kılanlar bile işittik dediler. Bundan sonra, müşavereye ihtiyaç kalmayıp, şüpheleri gitti. Sonra götürüp, Habîb-i Ekrem hazretlerinin yanına defnettiler. (Şevahid-ün-nübüvve) den tercüme olunmuştur.
44. Menakıb: Sahih hadis-i şerif isnadıyle, Cabir bin Abdullah “radıyallâhu anh” hazretlerinden rivayet ettiler. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” vefatına yakîn vasiyet etti. (Ben vefat ettikten sonra, beni şu Beyt-i şerifin kapısına götürün. Resûl-i ekrem hazretlerinin kabir-i şerifleri oradadır. O kapıyı çalınız. Eğer o kapı size açılırsa, beni oraya defnediniz.) Cabir “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki biz onu alıp, gittik. O kapıyı çaldık, dedik ki işte Ebû Bekr. İster ki sizin yanınıza defn olunsun. O kapı açıldı. Biz o kapıyı kimin açtığını duymadık. İçeri giriniz, onu defnediniz, sesini duyduk. Halbuki ne bir şahıs, ne bir şey gördük.
45. Menakıb: Fahr-il kevneyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, ahirete sefer ettikten sonra, münafıklar baş kaldırıp, Arapların ekserisi mürted oldular. 2 velayetin ahalisi İslamiyetten ayrılmadılar. Mekke ve Medine ehl-i İslamı sakladılar. Mürtedler ittifak edip, zekat toplıyanları öldürdüler. İtaatten çıktılar. Kadınlarının ellerine kına yaktılar. Resûl-i ekrem hazretleri ahirete sefer ettiği için, defler çaldılar. Nağme ile şirler okudular. Bu haber Ashâb-ı Güzine geldi. Çok üzüldüler ve mahzun oldular. Mescide toplanıp, meşveret ettiler. Ondan sonra kalkıp, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıkın evinin kapısına geldiler. Dediler ki ya Eba Bekr! Hazret-i Resûl, sizi yerine halife tayin etti ki cümle müslümanların haline mukayed olasınız [hallerini gözetesiniz]. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ahirete sefer edeliden beri, dışarı çıkmadınız ve kimseye karışmadınız. Gece gündüz ağladınız. Lütfedip, şimdiden sonra dışarı çıkıp, müslümanların işlerini görüp, mürtedlerin üzerine varmak için lazım olan tedariki bir gün evvel görmek lazımdır. Hazret-i Ebû Bekr, Habîbullah hazretlerinin ayrılığından o dereceye varmış idi ki yürüyen meyit olmuş idi. Lakin ne çare ki din gayreti Onu yerinde koymadı. Bir münadi ile seslendirdi ki namaza hazır olun! Muhacirin ve Ensarın tamamı bir araya geldiler. Emir-ül-müminin hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık, minber üzerine çıkıp, hutbe okudu. Buyurdu ki Ey müminler! Biliniz ki her kim Muhammed aleyhisselâma taparsa, Muhammed aleyhisselâm ahiret alemine göç etti. Her kim Muhammed aleyhisselâmın Allahına taparsa, o Allah diridir, şeriki yoktur. Yine dedi ki Ey müslümanlar! Biliniz ki münafıklar, açıktan fitne çıkardılar. Allahü teâlâ ve Resûlünün zekat toplayıcılarını öldürdüler. Eğer biz bu işi basit tutarsak, onlar kuvvet bulur. İslamiyet zayıf olur. Yemin ettim ki vallahi, bugünden sonra onlar ile harp ederim. Onlar ile benim aramda kılınç vardır. Sonra Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, ayak üzerine kalkıp, dedi ki Ey Allahü teâlânın Resûlünün halifesi. Cümlemiz emrine mutiyiz. Lakin Üsameye de haber gönderin. Cümle asker ile gelsin. Bu az iş değildir. Hazret-i Ebû Bekr buyurdu ki Üsameye ihtiyacımız yoktur. Burada hazır olan asker kâfi gelir. Allahü teâlâ hazretlerinin fadlı ile ve Habîbullah hazretlerinin mucizeleri ile mürtedlerin hakkından gelirler. Büyükler demişlerdir ki sultan gönüllü olsa, hiç düşman onun üzerine zafer bulamaz. Cabir bin Abdullah “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki nice büyük sahabiler ile minber dibinde oturmuştuk. Ceng niyetine durduk. Her birimiz Ebû Bekrin “radıyallâhu anh” emri ile yüreklenip ve kuvvetlenip, arslan gibi şahlandık. O saat, gaza davulları çalındı. Onbin asker silahlanıp, hazır oldular. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh” Hâlid ibni Velidi, hazır edip, onbin askere kumandan tayin edip, cümlesini Allahü teâlâ hazretlerine ısmarladı. Mürtedler üzerine gönderdi. Hâlid bin Velid askeri ile varıp, Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile Resûl-i ekremin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zekat toplıyan memurlarını şehit eden taifeyi, katl etti. Ondan sonra Hâlid bin Velid “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefatında ellerine kına yakan, defler çalan kadınları getirtti. Ellerini kestirdi. Başlarını ateşe bıraktılar. Bunları siyaset için yaptılar. Ondan sonra bütün mürtedler gelip, pişman olup eman dilediler. Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzuruna name yazdılar. Yanıldık, hata işledik. Namaz kılalım, zekat verelim. Her ne buyurur isen yerine getirelim. Hemen Hâlid bin Velidi üstümüzden kaldır. Zira, damarımızı kuruttu, kökümüzü kesti, dediler. Ebû Bekr hazretleri “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki ben Peygamberimizin huzurunda işittim ki (Hâlid, Allahü teâlâ hazretlerinin kılıcıdır. Asla boş yere kan dökmez.) Madem ki eman dilediler ve itaat gösterdiler, geri döndüler, imana geldiler, Hâlid bin Velid onlara zarar vermez. Sonra onu geri çağırdı. Çok ikramlarda ve ihsanlarda bulundu. Bu haber, tevarihten (tarih kitaplarından) alınmıştır.
46. Menakıb: Hazret-i Ömer “radıyallahı teâlâ anh” buyurdu ki hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” bir gecelik ameline veyâhut bir saatlik ameline, bütün ömrümce işlediğim amelleri mümkün olsa değışırim. Sordular ki ya Emir-ül müminin! Ebû Bekrin o günde bir gecelik ameli ne idi. Buyurdular ki o gece ki Server-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine hicret etmek emroldu. Birçok Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında Ebû Bekr, Fahr-i âlem hazretlerine yol arkadaşı tayin olundu. Hak sübhanehü ve teâlâ huzurunda ve Habîbullah katında mukarreb olup mertebesi yüksek olmasa, bu saadete ve bu izzete vasıl olmaz idi. Resûl-i ekrem hazretleri ile Mekke-i Mükerremeden, Medine-i münevvereye teşrif buyurdular. Bundan büyük devlet-i ebedî ve saadet-i sermedi bir kimseye müyesser olmamıştır. Bundan sonra da müyesser olmaz. Yine o günde bir saatlik amel odur ki Fahr-i âlem hazretleri ahirete sefer ettikte, Arapların çoğu, mürted oldular. Ben vardım. Hazret-i Ebû Bekre dedim: Ya Resûlallahın halifesi. Mel’unlara bir kaçgün müddet verseniz caiz değil midir. Buyurdular ki ya Ömer! Muhakkak ki bu İslam dini kemal mertebe tamamlanıp, kuvvetlenmiştir. Şimdi geri dönüş yoktur. Nitekim Allahü teâlâ azze şanehü kelam-ı kadıminde, Mâide sûresi, 3. âyet-i kerimesinde meâlen (Bugün dininizi sizin için ikmal ettim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslamiyeti vermekle razı oldum.) buyurmuştur. Şimdi, o Allahü teâlâ hakkı için ki ondan gayri ilah yoktur. Bir an eman vermeyip, ben onlara kılıç çekip, mürtedler ile kılıçtan gayri nesne ile söyleşmem, dedi. Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, halim, selim tabiatli, şefkat ve merhamet üzere iken, bunların hakkında böyle buyurdukları, imanının kuvvetindendir ve yakininin ziyadeliğindendir. Bundan sonra din-i İslama zeval gelmiyeceğini, kuvvetinin azalmıyacağını bildiği için, böyle kati cevap verdi. Kalp-i şerifleri, Resûlullah hazretlerinin kalp-i şeriflerine uygun olup imanının kuvveti ve sıdki bu mertebe kemal bulmuş idi ki bir kimse bunun derecesine yetişmemiştir. Şimdi, hazret-i Ömer gibi bir sultan-ı zişan, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hakkında böyle şahadet edince, kıyas eyle ki hazret-i Ebû Bekrin derecesi, ne yüksek ve ali, saadetli derecedir. Bunlara muhabbet edip, halis sevenler dünyada ve ahirette inşaallah mahrum kalmazlar.
47. Menakıb: Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” son hastalığında buyurdu ki; hilafeti kime bırakacağım konusunda, tekrar istihâre ettim. Allahü teâlâdan diledim ki bana rızasına uygun olanı versin. Bilirsiniz yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse Allahü teâlâya kavuşma vaktinde [yani ölüm anında] kendine iftira yapılmasını arzu etmez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz. Dediler ki ey Resûlullahın halifesi. Hiç kimsenin doğruluğunuza şüphesi yoktur. Ne söyleyecek isen, söyle. Buyurdu ki gecenin sonunda, uykum bana galip geldi, uyudum. Resûl-i ekrem hazretlerini gördüm. 2 beyaz kaftan giymiş. O kaftanların etrafını [eteklerini] ben tutuyordum. Ne zaman ki o 2 kaftan yeşil olmaya ve parlamaya başladı. Şöyle ki bakanların gözlerini alırdı. Resûlullah hazretlerinin 2 tarafında, 2 uzun boylu kimse vardı. Gayet güzel yüzlü idiler. Elbiseleri nur gibi ve bakanlara sürur verirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem bana selam verip, benimle müsafeha ederek, şereflendirdi. Mubarek elini benim göğsüme koydu. Bende olan ızdırab geçti. Dedi ki ey Ebû Bekr! Sana kavuşma arzumuz artmıştır. Vakti geldi ki bizden yana gelesin. Ben uyku içinde o kadar ağlamışım ki ehlim haberdar olmuşlar. Bana sonra haber verdiler. Ben de dedim, (Ben de sizi özledim, ya Resûlallah!). Buyurdular ki yerine, bu ümmet için ümmetin âdil ve sadıki yerde ve gökte herkesin rızasını kazanmış, zamanının temizi olan Ömer bin Hattabı geçir. Bu 2 kişi senin vezirlerindir, dünyada yardımcılarındır, vefatın zamanında yardımcılarındır. Cennette komşularındır. Ondan sonra bana haber verdiler ve dediler ki fikir ve vehmden kurtuldun ve sen Sıddıksın. Gökte melekler içinde Sıddıksın. Yerde halk içinde Sıddıksın. Dedim ki ya Resûlallah! Anam-babam sana feda olsun. Bu 2 kişi kimlerdir ki bunların benzerini görmedim. Buyurdu ki bu 2 kişi Cebrâil ve Mikâildir. Sonra gittiler. Ben uyandım. Yüzüm göz yaşından ıslanmış. Aile efradım başımın ucunda ağlaşırlardı.
48. Menakıb: Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” son hastalığında, kendisinin evladını, hazret-i Aişe-i Sıddıka’ya ısmarladı. 2 oğlan 2 kız vasiyet etti. Hazret-i Aişe “radıyallahü teâlâ anha” der ki halbuki bir kız kardeşim var idi. Diğer kız kardeşim hangisidir, dedim. Hanımım hamiledir. Öyle zannederim ki doğurduğu kız olsa gerektir. Sonra, doğum oldu. Kız evladı oldu.
49. Menakıb: Zamanının Kutubu ve bir tanesi, Seyyid Mahmud nakşibendi el-umveri elmulakkab bi el’aziz “kuddise sirruh” ilmi tecritte, kendi telif ettiği (Güzide) adlı nefis risalesinin 29. babında, beyan buyurmuştur. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri halife oldular. Yemame velayetinde Müseyleme adında bir kezzab [yalancı] peygamberlik davasında bulundu. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” sahabe-i kiramı Yemame velayetine gazaya gönderdi. Büyük savaş olup Müseyleme-i kezzabı öldürdüler. Tarihte şöyle beyan olunmuştur: Müseyleme cenginde; Ashâb-ı kiramın mübarek hatırlarına korku geldi. Kur’ân-ı Kerîm hafızları katl olunduğu için, Kur’ân-ı Kerîm yeryüzünden kalkacak diye korktular. Allahü teâlâ hazretleri, hazret-i Ömerin mübarek kalbine ilham etti ki Kurân-ı azimi bir araya toplayıp, bir mıshaf yazılsın. Hemen kalkıp, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” huzuruna vardı. Durumu arz etti. Hazret-i Sıddık buyurdular ki Ben bu işte fikir ve teemmüle [yani etraflıca düşünmeye] muhtacım. Zira Habîb-i ekrem hazretleri, cem etmediler. Cem edin diye emir de buyurmadılar. O zaman Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin de mübarek kalbine Allahü teâlâ ilham buyurdu ki hayır, Kurân-ı azimi toplayıp, bir mushaf yazmaktadır. Zeyd bin Sâbit hazretleri buyurdular ki bir gün hazret-i Ebû Bekr beni istemiş. Ben de huzuruna vardım. Gördüm ki hazret-i Ömer de, hazret-i Ebû Bekr de, durumu açıklayıp, Kurân-ı azimi cem etmeyi bana teklif ettiler. Bu iş dağlardan ağır geldi. Bir nice gün sonra, Allahü teâlâ hazretleri benim kalbime de ilham etti ki hayır, Kur’ân-ı Kerîmi cem etmekte, bir araya toplamaktadır. Ben ise hazret-i Peygamberin zaman-ı şeriflerinde vahiy katibi idim. Cebrâil-i emin hazret-i Peygambere kıraat ettiklerinde, son kıraatlerinde bile hazır idim. Sonra Kurân-ı azimi o tertip üzere toplamaya teveccüh edip, tahtalarda ve kağıtlarda, taşlarda ve ağaçlarda yazılanları ve Ashâb-ı kiramın hatırlarında mahfuz olanları toplayıp, Resûl-i ekrem hazretlerinden son zamanında dinlediğim tertip üzere yazdım. Sûre-i Beraenin sonuna varınca; 127. âyet-i kerimesinden sonra, sûre sonuna kadar hatırımdan gitti. [Son 2 âyet.] Bazı kimselere sordum. Sonra Huzeymetebni Sâbit el ensârî hazretlerinin yanında buldum. Yerine yazdım. Sonra Sûre-i Ahzaba kadar yazdım. Ahzab sûresinin 23. ayetini hazret-i Resûl-i Ekremden işitmiş idim. Kaybettim. Onu taleb ettim. Yine Huzeyme-i Ensârî hazretlerinin yanında buldum. Yerine yazdım. Nihayet Mushafı tamamladım. Halifeye götürdüm. Ona (ilk Mushaf) diye ad koydular. Hazret-i Ali, hazret-i Ebû Bekr hakkında buyurdular ki Hazret-i Ebû Bekr, insanlar arasında en büyük sevaba kavuşmuştur. Kur’ân-ı Kerîmi, levhalardan toplu hâle ilk getiren odur. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıkın hilafeti zamanında bu Mushaf, onun yanında kaldı. Hazret-i Sıddık-ı ekber, ahirete göçtükten sonra, hazret-i Ömerin yanında durdu. Hazret-i Ömer ahirete göçtükten sonra, Resûlullah hazretlerinin muhterem zevceleri, hazret-i Ömerin kızı Hafsanın “radıyallahü teâlâ anha” yanında durdu. Hazret-i Ebû Bekrin hilafet müddeti 2 sene oldu. Eksik ve fazla rivayet de vardır. Ömürleri 63 senedir. Hicretin 13’ünde, mübarek cemazil evvelin 22’sinde akşam ile yatsı arasında vefat ettiler.
50. Menakıb: İmam-ı Begavi, (Mealimüttenzil) adlı tefsirinde, Lokman sûresinde, meal-i şerifi (Tevhid ve taatim yoluna gidenlere tabi ol ki onlar Peygamber aleyhisselâm ve Ashâbıdır) olan, 15. âyet-i kerimenin tefsirinde, Atadan nakil buyurmuşlardır ve o ibni Abbas hazretlerinden nakletmiştir. Buyurdular ki âyet-i kerimedeki kimseden murad Ebû Bekr-i Sıddıktır “radıyallâhu anh”. Bunun açıklaması odur ki Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” İslama geldiği vakit, hazret-i Osman, Talha ve Zübeyr ve Sad bin Ebû Vakkas ve Abdurrahman bin Avf “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în” yanına geldiler. Dediler ki Sen bu şekilde tasdik edip, iman getirdin mi. Evet. O doğru sözlüdür. Siz de iman getirin, dedi. Sonra hepsini alıp, hazret-i Habîb-i ekremin huzur-u şeriflerine götürdü. Müslüman oldular. Bunların müslüman olmaları hazret-i Ebû Bekrin irşadı ile oldu. Allahü teâlâ onun methinde buyurdu: (Bana dönen kimsenin yoluna tabi ol.) Yani Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” yoluna tabi ol, demektir.
51. Menakıb: (Ravdatü’ş-şekayık) kitabında, Ömer bin Hattabdan “radıyallâhu anh” rivayet olunmuştur. Buyurdular ki hazret-i Resûl-i ekremin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ahireti şereflendirdikleri zaman, hazret-i Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, bir acayip rüya gördü. Uykusunda öyle şiddet ile ağladı ki kapısı önünden geçerken ağlamasını işittim. Merak edip, kapısını çaldım. Hazret-i Sıddık uyandı. Kapıyı çalmam sebebi ile kalkıp, benim için kapıyı açtı. Gözlerinin yaşı, şakaklarının üzerinden akardı. Sordum. Ya Eba Bekr, niçin bu kadar ağladınız. Benim için Ashâb-ı Güzini topla. Gördüğüm rüyayı onlara haber vereyim, dedi. Ben de Sahabe-i kiramı topladım. Cümlesi huzurlarında hazır oldular. Hazret-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki Gördüm ki kıyamet kopmuş. İnsanlar hesap yerine sevk olunur. Bir bölük mevki sahipleri gördüm. Minber üzerinde, yüzleri parlak, yaldız gibi parlar. Bir meleğe sordum. Bunlar kimlerdir. Dedi ki bunlar Peygamberlerdir. Muhammed aleyhissalatü vesselâm hazretlerine muntazırlardır [onu beklerler]. Zira şefaat dizgini Muhammedin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yedindedir. Hazret-i Muhammed aleyhisselâm nerededir, diye sordum. Dedi ki Arşın kenarındadır. Dedim ki beni hazret-i Muhammed aleyhisselâmın huzur-ı şeriflerine götür. Ben Onun hizmetçisi ve arkadaşıyım. Ben Ebû Bekr-i Sıddıkım. Melek beni Resûlullahın huzuruna götürdü. Gördüm ki mübarek başı açık. İmamesini [sarığını] arşın önüne koymuş. Rıdası ile belini bağlamış. Sağ eli arşın kenarında. Sol eli Cehennemin kapısının halkasında. İstigase edip, derdi ki ya Rabbi! Ümmetime merhamet buyur. Ümmetim içinde ülema var, Evliya var. Süleha var. Mücahitler var. Hacılar var. Allahü teâlâdan nida geldi ki ya Muhammed! İtaat edenleri söylersin. Asileri zikir etmezsin. Fasıkları, şarap içenleri ve zalimleri, faiz yiyenleri, zina yapanları, kan dökücüleri zikir etmezsin. Muhammed aleyhisselâm, ya Rabbi! Onlar Senin buyurduğun gibidir. Lakin onlarda müşrik ve sana oğul isnad edici ve saneme ibadet edici [puta tapan] ve tevhidden dönücü yoktur. Ümmetim üzerine şefaatimi kabul et. Gözlerimden akan yaşlara acı, deyip, yalvarmaya başladı. Ben Habîbullah hazretlerine aşırı muhabbetimden ve acıdığımdan, dedim ki ya Resûlallah! Niçin bu kadar ağlıyor ve yalvarıyorsunuz, kendinizi çok yoruyorsunuz. Mübarek başını kaldırdı. Sol eli, Cehennemin kapısının halkasında idi. Cehennem kapısını bağlayıp, buyurdu ki ya Eba Bekr! Rabbimden ümmetimi sordum. Yalvarmam aşırı olduğu için, Rabbim teâlâ şanına uygun olarak, ümmetimi bana bağışladı. Benim ümmetim üzerine üzüntümü kaldırdı. Ben irâde ettim ki ya Resûlallah! Hak sübhanehü ve teâlâ sana bazısını mı, bağışladı, yoksa hepsini mi diye söyleyecektim. Sormadan önce sen kapıyı çaldın ya Ömer. Uyandım. Hazret-i Ebû Bekr bu sözü söylediği anda, evin içinden, bir ses işittik: (Hepsini, hepsini bağışladı ya Eba Bekr. Yalnız bir mümini kasıt ile öldürenleri bağışlamadı. Onlar Cehennemde sonsuz kalacaklardır,) buyurdu. Hepimiz kalkıp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ettik ki böyle bir Peygamberin ümmetinden etti. Rauftur, rahimdir, şefaati bizim hakkımızda kabul olundu. Böylece maksadına vasıl oldu, kavuştu.
52. Menakıb: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hilafetleri zamanında, Medine-i Münevverede gezerken, bir evin kapısı önüne geldi. O evin içerisinden ağlama sesi işitti. Bir kadın şiir okuyup, gözünden yaş akıtır. O şirin mânâsı budur:
Ey ay yüzlüm, Sen aydan daha fazla güzelsin.
Parlak ay yüzün ile güneşi alt edersin.
Dayem (Dadım) henüz ağzıma südü koymadan önce.
Senin yakut dudaklarını, hatırlayıp, kan içtim.
Bu şirin okunuşu, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıkın mübarek kulaklarına tesir etti. Kapıyı çaldı. Ev sahibi dışarı çıktı. Ondan sual buyurdular ki hür müsün, rakikmisin [köle misin]. Bu beyti kimin için okursun. Kimin için ağlıyorsun. Kadın dedi ki ya Resûlullahın halifesi. O ravda-i münevvere hakkı için, bunu benden sorma. Buyurdular ki gönlün sırrını duymayınca bu makamdan adımımı atmam. Cariye, içten bir ah çekerek, Beni Haşim gençlerinden birisini söyledi. Sıddık hazretleri mescide vardı. O cariyenin sahibini bulup, parasını ödeyip aldı ve azad etti. Sevdiği gence nikah etti veya bağışladı. Hazret-i Molla Cami (Baharistan) kitabında, bu hikayeyi rivayet buyurmuşlar ve bu şiri söylemişlerdir: (Ey gönül! Cihanın bütün maksatlarını bir tarafa bırakmış olan kimseden başkası, seni sevdiğin ile birleştiremez. İş, maksat [arzu] derdi ile hâsıl olur. Eğer derdin yoksa, inle ki bir gönül ehli sana acısın da muradına kavuştursun!)
53. Menakıb: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” için bildirilen âyet-i kerimeler hakkındadır. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra, hak üzere halife Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri olduğu icma ile Sâbit olmuştur.
Hazreti Ebu Bekir Hakkında Ayet-i Kerimeler
54. Menakıb: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” için haber verilen hadis-i şerifler hakkındadır:
Hazreti Ebu Bekir Hakkında Hadis-i Şerifler
55. Menakıb: Ey azizler. Hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” hidayet ve riâyeti, evvelki menakıblarda anlatıldı, işiddiniz. Sonra da kifâyet ve inayeti, sonraki menkıbelerde anlatıldı, işiddiniz. Ebû Bekr-i Sıddıkın fadl ve kadrinden, şeref ve fahrinden ve cemal ve cahinden önce ve sonra söylenenleri işitmişsinizdir. Tatlı ve şirin ibare ile bir de benden işitiniz.
Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Cebrâil aleyhisselâmı ilk gördüğü esnada, ondan bir şey işitmedi. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm kırmızı yakuttan bir taht üzerinde Hira dağında göründü. Hazret-i Habîbullah onu görünce korktu. Hemen oradan acele ile geri dönüp, hazret-i Hadicenin “radıyallahü teâlâ anha” saadethanesine geldi. Buyurdu ki: Ya Hadice! Ben bilmem ki bana ne oldu. Çabuk Ebû Bekri bulup, yanıma getirin. Gördüğüm nesneyi Ebû Bekre söyleyeyim. Biraz sükunet ve rahatlık bulayım. Hazret-i Hadice varıp, hazret-i Ebû Bekri çağırdı. Dedi ki ya Eba Bekr, Muhammed, seni ister. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” kalkıp, geldi. Ya Muhammed “aleyhisselâm”! Sana ne oldu ki sen kendi halinde değilsin, sende değişiklik olmuş, dedi. Hazret-i Resûl-i ekrem buyurdular ki ya Eba Bekr! Ben Hira dağının başında idim. Havada yakut kursi üzerinde oturan bir şahıs gördüm. Melek mi, cin mi, insanoğlu mu bilmedim. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” bir müddet düşündü. Sonra dedi ki ya Muhammed “aleyhisselâm”, ben eve gidiyorum. Sen Hadiceyi yanına çağır. Yanında otursun. O görünen her kim ise, yine evvelki gibi gelip, görünür. Siz onu gördüğünüzde, o vakit, Hadiceye buyur, başını açsın. Eğer o kimse, Hadicenin başının saçına bakarsa, bil ki İblistir. Eğer bakmaz ise, bil ki Cebrâildir.
Ey müslümanlar işidin ve fikir edin. O vakit ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de, kendi işinde sakin olmamış idi. Ebû Bekr-i Sıddık, hazret-i Server-i kainata sükunet verdi. Lanet ve toprak o lainlerin başına olsun ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıka “radıyallahü teâlâ anh” çirkin şeyler söylerler. Bunun benzeri o haber, Emir-ül müminin Ömer bin Hattab “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin rivayeti ile oldu. Bedir günü idi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri kendi Ashâbının azlığını gördü ki 313 kimse idiler. Küffarın çokluğunu gördüler, 1.000 kişiye yakın idi. Mübarek yüzünü kıble tarafına dönüp ve iki ellerini yukarı kaldırıp, (İlâhî! Bize vaat ettiğin zaferi nasip et. Ya ilâhî! Eğer, küffar bugün müslümanlar üzerine galip olsalar ve bu kavmimi burada helak etseler, bir daha kıyamete dek, dünyada kimse Seni bir bilip, birliğini zikir etmez) buyurdu. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” öteden gelip, Resûlullah hazretlerine mülazemet edip, dedi ki ya Resûlallah! Bundan sonra, Allahü teâlâ hazretlerine, bu derece korkarak, kendinizi üzerek duâ etmeyiniz. Zira, Allahü tebareke ve teâlâ vaadinde durup, Size zafer nasip eder, küffarın şerrini Sizden uzaklaştırır. Hemen Cebrâil aleyhisselâm nazil olup 5.000 melek, kendisi ile beraber kâfirler ile harp etmek üzere geldi. Dedi ki ya Muhammed! Ebû Bekrin bu sözleri söylemesi üzerine, biz silahlarımız ile geldik ki senden bu şerri def’ edelim, buna kafiyiz.
Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hadicenin “radıyallahü teâlâ anha” hazretlerinin saadethanesinde üzüntülü iken, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Cebrâil aleyhisselâmın yol göstermesi ile müjde verdi. Resûlullah aleyhisselatü vesselâm Bedr gazasında ağlardı. Ebû Bekr hazretleri ona, Hak Sübhanehü tebareke ve teâlâ hazretlerinin yardımı ile zafer bulacağı müjdesini verdi. Bu cümleyi onun için söylerim ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık, Resûlullah hazretlerine, kulak ve göz menzilesinde olmuştur. Zira, bedenin bütün organlarından önce, bir sesi kulak işitir. Görülecek bir şeyi, bedenin bütün organlarından evvel göz görür. Cebrâil aleyhisselâm, Hadice “radıyallahü teâlâ anha” hazretlerinin saadethanesine bir daha gelince, hazret-i Hadice mübarek başını açtı. Hazret-i Cebrâil yüzünü döndürdü. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki Ya Muhammed! Bu o namusu ekberdir. Yani Cebrâil aleyhisselâmdır. Hazret-i Âdem aleyhissalatü vesselâm vaktinde hazret-i Ademe, hazret-i Musa aleyhissalatü vesselâm vaktinde, hazret-i Musaya geldi.
(İşaret): O Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri ki Hadicenin başının saçını, hazret-i Cebrâilin mübarek gözünden korudu. Çirkin iftiraya tutulan Aişeyi, kullarından muhafaza edemez mi idi ki muhafaza etti.
(Nükte): İnsan vücudunda baştan ayağa dek, hiçbir uzuv, kulaktan ve gözden faziletli değildir. Bütün Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmeti arasında da Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden üstün ve faziletli kimse yoktur.
Ebû Bekr-i Sıddık hazretleri pazara vardı. Dükkanını açtı. Şaşırmış olarak, aşık ve başı dönük, şaşkın beklerdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Hira dağına gitti. Cebrâil aleyhisselâmı bekleyor idi. Cebrâil aleyhisselâm İKRA sûresini getirdi. Dedi ki hemen şimdi, geri dön ve halkı dine davet eyle! Ya Muhammed! Eğer bu saatte bir kimse müslüman olursa, kıyamete kadar dünya selamette kalır. Eğer bu saat, insanların ileri gelenlerinden bir kimse müslüman olmaz ise, geri gel, seni kanadım üzerine alıp, Kâbe kavseyne götüreyim. Tekrar gelip, yer ehlini helak edip, intikam alayım. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hira dağından geri, Mekke-i Mükerremeye geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” da Mekke-i Mükerremeden çıkıp, Hira dağına doğru gitmeye başladı. Yolda birbiri ile karşılaştılar. Muhabbet ile sarıldılar. Server-i âlem buyurdu ki ya Eba Bekr, nereye gidiyorsun. Ebû Bekr “radıyallâhu anh”, Sizin huzur-ı şerifinize geliyordum, ya Muhammed “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Siz nereye gidiyorsunuz, dedi. Sultan-ı Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: Senin yanına geliyordum. Ebû Bekr-i Sıddık dedi ki: Hangi maksat için geliyordunuz. Resûlullah, buyurdular ki: Ben Allahü tebareke ve teâlânın Resûlüyüm. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” dedi ki: Delilin nedir. Resûlullah buyurdu: O vakia [rüya] ile ki sen onu Şamda gördün. Ebû Bekr-i Sıddık dedi ki; Doğru söyledin, şimdi ne buyurursun. Resûlullah buyurdu: Onu derim ki müslüman olmalısın. Ebû Bekr-i Sıddık dedi ki müslüman oldum. Ne buyurursun. Resûlullah oradan hemen Hira dağına vardı. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Dedi ki; Ya Cebrâil! Müjdeler olsun sana ki Ebû Bekr müslüman oldu. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm da dedi: Ya Muhammed! Sana da müjdeler olsun ki dünya; kıyamete kadar helak olmaktan ve zevalden emin oldu [kurtuldu.]. Ya Muhammed! Kıyamete kadar her kim dirlik bulur, o Ebû Bekrin dirliği bereketi iledir. Kıyamete kadar her kim müslüman olursa, o da Ebû Bekrin İslamı bereketi iledir. Ya Resûlallah! Hak sübhanehü tebareke ve teâlâ hazretleri kıyamet gününde emreder, mahlukların evvelinden sonuna kadar hepsini Arasat meydanına toplarlar. İyi olanları Arşın sağ tarafında dururlar. Bedbaht olanları sol tarafında dururlar. Ondan sonra, Allahü teâlâ hazretleri, bana, buyurur, senin elini tutup, Arşın üstüne götürürüm. Sonra Ebû Bekr-i Sıddıkın da elini tutup, Arşın üstüne götürürüm. Sonra, 18.000 âlemin halkı ve 124.000’den ziyade olan ümmet arasında, Ebû Bekr-i Sıddık gibi kimse yoktur diye, seslenirim.
56. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Allahü tebareke ve teâlâ o günde, İsrâfil aleyhisselâm hazretlerine, sura üflemesi için emreder. İsrâfil aleyhisselâm, ayakları yerde, başı Arş-ı a’lâda bir melektir. Allahü teâlânın onu yarattığı günden beri, suru ağzına almış, bir ayağı ileri, bir ayağı geri, gözlerini Arş tarafına dikip, emre hazır beklemektedir. Ne zaman sura üfürmek için emrolunur ise, o zaman sura üfürür. İsrâfil aleyhisselâm sura üflemeye başlayıp, nefesi suru dolduruncaya kadar 40 yıl geçer. O sur bir borudur. Hak sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin yarattığı canlıların adedince, o surda delik vardır. Her canlının ruhu, kendine mahsus deliklerden dışarı gelip, kendi kalıbına [bedenine] girer. Hiç yanlış yola gitmez. Eğer bir bedenin başı doğuda ve ayağı batıda olsa, Allahü tebareke ve teâlânın emri ile hazır olup toplanırlar. Ruhların tamamı yanılmadan surdan çıkıp, kendi bedenine girer. Fakat, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin mukaddes ruhu surdan dışarı gelmez. İsrâfil aleyhisselâm içeride ruh var diye bir kere daha üfürür. Yine Ebû Bekr-i Sıddıkın ruhu surdan çıkmaz. Allahü teâlâdan hitab gelir: Ya İsrâfil, sen sakin ol. Ben onun ile konuşayım. Hüda-i azze ve celle nida buyurur ki (Ey, mutmainne olan nefs! Sen Rabbinden razı olduğun hâlde, Rabbin de senden razı olduğu hâlde, Rabbine dön. Benim salih kullarımın yanına ve Cennete gir.) [Fecir sûresi 27, 28, 29, 30. âyet-i kerimelerinin meali.] Hemen Ebû Bekr hazretlerinin nefs-i mutmainnesi [ruhu] dışarı gelir. Görür ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” merkad-ı mübarekelerinden [asıl yerlerinden] gelip, hazır durur.
Nükte: Eğer, kıyamet günü mevtaların kabirlerinden nasıl çıktıklarını bilmek istersen, behar mevsiminde kırlara git. Bitkiler Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin emr-i şerifi ile nice yerleri yarıp, topraktan dışarı çıktıklarını gör. Bir miktar toprak da başı üzerinde kalmıştır. Böylece, kıyamet günü mevtalar da kabirden dışarı gelirler. Herkes, başı üzerindeki toprağını silkerek kalkar. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” kabirden dışarı geldiği gibi, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini kabir üzerinde durmuş görür. Der ki ya Resûlallah, bugün ne gündür. Resûlullah hazretleri buyurur: Ya Eba Bekr! Bugün Arz günüdür. Ebû Bekrin elini tutup, Arş önüne kadar, beraber giderler. O vakit, Allahü tebareke ve teâlâ hazret-inden nida eder. Nurdan 3 kürsü getirirler. Birisini arşın sağına koyarlar. Birisini arşın önüne koyarlar. Birisini arşın soluna koyarlar. Nida eder ki İbrahim Halili, Muhammed Habîbi, Ebû Bekr-i Sıddıkı getirin. Melekler, İbrahim aleyhisselâm hazretlerini, elbise giymiş, başına tac konmuş olarak getirirler. Arş karşısında durdururlar. Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini de elbise giymiş ve tac başında olarak getirirler. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini getirirler. Başında örülü tac vardır. Hitab-ı izzet gelir: İbrahim Halili arşın sağında oturtun. Cenneti de arşın sağında tutun. Yine hitab-ı izzet gelir: Mustafa Habîbi arşın solunda oturtun. Cehennemi de arşın solunda tutun. Ebû Bekri arşın önünde oturtun. Melekler hayret ederler. Ya ilahel âlemin. Biz böyle bilirdik ki hazret-i Muhammed Mustafa senin katında İbrahim Halilden azizdir, üstündür. Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Seyyid-i Enbiyadır. İbrahim aleyhisselâmı, arşın sağına Cennet tarafında buyurdun, Muhammed Mustafa hazretlerini arşın soluna Cehennem tarafına buyurdun, Nida gelir ki İbrahim benim Halilimdir. Muhammed Mustafa benim Habîbimdir, seyyidil evvelin vel ahırindir. Bugün onun her dileğini ben de dilerim. Bugün o gündür ki İbrahimin şefaati olmaz. İbrahimi arşın sağında tutun. Ümmet-i Muhammedden affettiklerimi, Cennete gönderirim. Cennete giderken onu görsün. Muhammed arabiyi arşın sol tarafında tutun ki onun ümmetinden, Cehenneme gönderdiklerime, o şefaat eder. Onun ümmetinin bazısını rahmetimle affederim. Bazısını Onun şefaati ile affederim. Sonra: (Merhaba Halil, Habîb, Sıddık) diye nida-i izzet gelir. İbrahim aleyhisselâm, (Gökleri ve yeri; aydınlık ve karanlığı yaratan Allahü teâlâya hamd olsun!) buyurur. Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurur: (Bizden üzüntüyü gideren Allahü teâlâya hamd olsun. Rabbimiz elbette şükredilen ve affedicidir.) Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” buyurur: (Bize, vaadinde sâdık olan Allahü teâlâya hamd olsun!)
Halil ve Habîb “aleyhimessalatü vesselâm” ve Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hamd etmeleri ile halk birbirine girerler. Nitekim dünyada koyun kuzudan ayrılıp, geri karışır. Feryat ve figan halktan kalkar. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” halkın ürkmesini ve feryatını görüp, minber üzerine çıkar. Mahşer tarafına bakar. Bir melek görür. 700.000 başı vardır. Her başında 700.000 dili vardır. Her dil bir lügat ile Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerini tesbih eder. Hiç bir lügat birbirine benzemez. Allahü teâlâ hazretlerinin kudreti ile onun burnundan bir duman çıkar. Mahşer halkının etrafını çevirir. Mahşer halkı ondan korkarlar. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli görüp, mubarek başını secdeye koyup, der ki (Ya Rabbi, selamet ver!). O melek, o heybetiyle, Resûlullahın huzuruna gelir. Selam verir ve der ki ya Muhammed, beni tanır mısın. Sultan-ı Enbiya buyurur ki bilmiyorum. Der ki Cehennem meleğiyim. (Malikim.) Allahü tebareke ve teâlâ bana emretti ki Cehennemi azaplar ile Arasat meydanına koy. Ben de koydum. Buyurdu ki Cehennemin 7 kapısını bağla. Ben de bağladım. Buyurdu ki Cehennemin anahtarlarını Muhammed Mustafanın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” önüne götür. O da Ebû Bekr-i Sıddıka versin. Sen Cehennem kapısında otur. Ebû Bekr-i Sıddık kimi gönderir ise, onu Cehenneme al. Ondan sonra Resûlullah buyurur: Ya Eba Bekr-i Sıddık! Cehennemin anahtarlarını al. O da alır. Mâlik, Cehenneme geri döner. Bir melek de sağ tarafından gelir. O melekten [Malikten] 1.000 kat büyük, aydan ve güneşten nurlu, misk ve kafurdan ziyade kokulu, tesbih ederek; Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-ı şeriflerine gelir. Der ki Esselamü aleyke ya Muhammed! Beni tanır mısın. Habîbullah hazretleri buyurur; Hayır tanımıyorum! O der ki ben Cennet Rıdvânıyım. Allahü teâlâ bana emretti ki Cenneti Arasata getir. Bütün nimetleri ile beraber, ben de arasata getiririm. Emreder ki Cennetin anahtarlarını Muhammed Mustafanın huzuruna getir. Ta ki Ebû Bekr-i Sıddıka versin. Sen Cennette yerine otur, buyurur. Ebû Bekr-i Sıddık kimi diler ise, Cennete göndersin. Sonra, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurur. Al, Cennetin anahtarlarını Ebû Bekre ver. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri de, anahtarları alır. Cennet Rıdvânı geri döner.
Bir melek daha zuhura gelir. Resûlullah hazretlerine selam verir. 30 basamaklı kürsü üzerine çıkar. Yüzünü mahşer halkına döndürür. Der ki; ya mahşer ehli. Ben sizin Rabbinizin elçisiyim. Hak sübhanehü ve teâlâ buyurur: Biliniz ya dostlar ve düşmanlar ki bu günde ev ikidir. Biri Cennet, ve biri Cehennem. Benim de hükmüm ikidir. Biri adl, biri fadl. Adl düşmanlara ve fadl dostlaradır. Fadl evi, ebedî Cennettir. Adl evi, ebedî Cehennemdir. Biliniz ya dostlar ve düşmanlar ki Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını Ebû Bekr-i Sıddıka verdim. Sizden bir kimse, yerden göğe kadar günah işlemiş olsa [imanı ehl-i sünnet itikadına uygun ise] ve o kimse Ebû Bekri severse, Allahü teâlâ onun cümle günahlarını Ebû Bekr-i Sıddıka bağışlar. Onun huzuruna varın ve onun ile Cennete dâhil olun. Huda-i azze şanehü Cehennemi Ebû Bekr-i Sıddıkın dostlarına haram etmiştir. Her kim ki sizden çok ibadet etmiş olsa, o kimse Ebû Bekr-i Sıddıka buğz ederse [imanı ehl-i sünnet itikadına uygun değilse], Allahü teâlâ o kimseden bizardır. Onun makamı Cehennemdir ve nardır. Allahü teâlâ hazretleri Cenneti ona haram etmiştir. Bir nida gelir ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddıkı götürün. 700.000 saf melek Arş önünde durmuş olurlar. Her safın uzunluğu meşrıktan magribe kadar, genişliği de o kadardır. Cümlesi Ebû Bekr-i Sıddıkın huzuruna gelirler. Minberden alıp, burak üzerine bindirirler, götürürler ve derler ki (Ebû Bekri karşılayın!) Arş altına kadar varır. Allahü teâlâ hazretlerinden nida gelir ki (Ya Eba Bekr! Bana yaklaş.) Yani bana yakîn ol. Bir kere daha nida gelir ve 3. kere de (İleri gel, ileri gel) diye, nida gelir.
Abdullah ibni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” buyurdu ki o kadar yaklaştırırlar ki Arşa yakîn olur. Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinden nida gelir ki ya Eba Bekr-i Sıddık! Elini arşın üzerine uzat. Kendi defterini al. İstersen oku. İstersen okuma. Bugün evvelin ve ahırin halkı [bütün insanlar] onu taleb ederler ki bugün senin sevdiklerin için ne istersen yaparım. Sonra emreder ki Ebû Bekr-i Sıddıkı Cennet tarafına götürürler. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” nidayı işitir. Buraktan aşağı iner. Başını secdeye koyar. Der ki: Ya Rabbi! İzzetin ve celalin hakkı için, bugün, ta ki mahşer yerinde bulunan bütün beni sevenleri, bu kuluna bağışlayıncaya kadar ayağımı Cennete koymam. Nida gelir ki Ebû Bekri, dostları ile ve muhibleri ile Cennete iletiniz. Emir-ül müminin Ebû Bekr-i Sıddık ve emir-ül müminin Ömer-ül Fâruk ve emir-ül-müminin Osman-i zinnureyn ve emir-ül-müminin Ali-yül Mürteda “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” Cennete girerler. Dostları ve muhibleri, onların ardınca Cennete girerler. Beyaz inciden bir köşk getirirler. Ebû Bekr-i Sıddık, bu beyaz inciden köşkte oturur. O köşkün 70 kapısı vardır. İstediği her kapıdan Allahü teâlâyı bilinmeyen bir şekilde müşahede eder.
57. Menakıb: Aişe-i Sıddıka “radıyallahü teâlâ anha” hazretleri rivayet eder: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bir gece mübarek başını, benim yanıma koymuştu. Mübarek gözlerini yıldızlara dikmişti. Ben aya baktım ki Resûlullah hazretlerinin mübarek yüzü aydan güzel idi. Bir damla su [gözyaşı] benim gözümden mübarek yüzü üzerine düştü. Benden tarafa bakıp, buyurdu ki: Ya Aişe, ne oldu sana. Dedim: Ben senin yüzüne ve aya baktım. Senin yüzün aydan daha nurlu olduğunu gördüm. Vay o kimseye ki [yani o kimseye acınır ki] kıyamet günü senin yüzünü görmesin ve senin şefaatinden mahrum kalsın. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki ya Aişe! Hüda-i azze ve celle güneşin ve ayın nurunu benim nurumdan yarattı. Niçin teaccüb edersin [hayret edersin], benim yüzümün nuruna ki yıldızları ve levhi ve kalemi ve 18.000 âlemi benim nurumdan yarattı. Ben dedim; Ya Resûlallah! Sen yıldızlara niçin bakardın. Buyurdu ki ya Aişe! Benim Ashâbım arasında, bir recül [mevki sahibi] vardır ki her gün yıldızlar adedince, onun taatini göğe götürürler. Ben yıldızlara baktım ki adedini Allahü teâlâ hazretlerinden başka bir fert bilmek ihtimali yoktur. Aişe “radıyallahü teâlâ anha” zannetti ki benim babamı murad ederler. Dedi ki ya Resûlallah! O recül [mevki sahibi] kimdir. Buyurdular: O Ömer bin Hattabdır “radıyallahü teâlâ anh”. Ömer bin Hattabın “radıyallahü teâlâ anh” taati ise babanın taati yanında, deryadan bir damla gibidir.
Haberde gelmiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Cebrâil aleyhisselâm hazretlerine buyurdular ki: Bana Ömer bin Hattabın faziletlerinden haber ver. Cebrâil aleyhisselâm buyurdu ki: Ya Muhammed! Nuh aleyhisselâmın Peygamberliği müddeti olan 950 sene seninle otursam, Ömer bin Hattabın faziletlerini beyan etsem, bir cüzünü beyana kadir olamam. Ömerin fazileti [üstünlüğü], Ebû Bekrin fazileti yanında, yıldızlar arasında bir yıldız gibidir.
Alimlerden bazısı derler, her kim ki hazret-i Bilalin faziletlerini anlatırım der ise, anlatamaz. Halbuki Bilal-i Habeşi, Ebû Bekr-i Sıddıkın azadlısı idi. Bendenin [kölenin] fazileti bu kadar olur ise, hacenin [efendinin] fazileti ne kadar olur, düşünmek gerek. Haberde gelmiştir ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki Miraca vardığım gece, Cebrâil aleyhisselâm ile arş altında, bir nalın sesi işittik. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki bu Bilal-i Habeşi’nin “radıyallahü teâlâ anh” nalını sesidir ki seher vaktinde onun ile mescide gider.
58. Menakıb: (Allahü tebareke ve teâlâ şanühu hazretlerinin üstün kulları ol kimselerdir ki yer yüzünde tevazu ile yürürler. Ta ki canlı karıncayı incitmeyeler.) [Furkan sûresi 63. âyet-i kerimesinin meali.] Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” yolda yürür iken bir canlayı ezmemek için, ayağı önüne bakardı. Bir vakit yolda yürürken, yol üzerinde karınca gördü. Ayağı ile üzerine basmamak istedi. Bir mert (genç) geldi. Hazret-i Sıddıkı söz ile meşgul etti. Unutup, ayağını o karınca üzerine basıp öldürdü. Sonra, hazret-i Sıddık bakıp, onu gördü. Üzüldü. Ne yapacağını düşünmeye başladı. Tam o saat, Allahü teâlâ o karıncaya hayat verdi ve konuşmaya başladı: Esselamü aleyke ya halife-i Resûlillah! O saat beni öldürüp, üzüldünüz. Sizin üzülme sebebinizden dolayı, Allahü teâlâ ben zayıf kulunu diriltti. Konuşturdu. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki ya Eba Bekr, sana halife diyen kimse karıncadır. Sana buğz eden ve düşman olan kimseler karıncadan adi olur.
59. Menakıb: Doğru haberlerde gelmiştir. Cebrâil aleyhisselâm dedi: Ya Rabbel âlemin! Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin dostluğu Ebû Bekrin gönlünde ne miktar ve ne kadar olduğunu bilmek isterim. Bayram günü idi. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” kıymetli ve gösterişli elbise giymiş ve 30 altınlık bir şal omuzuna almış idi. Cebrâil aleyhisselâm ama suretinde gelip, yol üzerinde oturdu. Oraya Ebû Bekr-i Sıddık geldi. Ona yaklaştı. Cebrâil aleyhisselâm dedi ki Allahü tebareke ve teâlâ affetsin o kimseyi ki Muhammed Mustafa dostluğuna [onun hatırına] bana bir şey versin. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” o sözü işitti. Mübarek omuzundan ridasını [şalını] çıkarıp, ona verdi. Buyurdu ki bir defa daha söyle. Bir defa daha söyledi. Ebû Bekr-i Sıddık kaftanını çıkarıp, ona verdi. Dördüncüde, setr-i avretini örten elbiseden başka, bütün elbiselerini ona verdi. Beşincide nalınını çıkarıp ona verdi. Sonunda artık elbisesi kalmadı. Bilali “radıyallâhu anh” çağırdı ve Ona buyurdu: Ya Bilal. Aişenin evine var. Bir şey getir. Bilal “radıyallahü teâlâ anh” giderken, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine rast gelip, buyurdular ki nereye gidersin, ya Bilal! Sen mi söylersin, ben mi söyleyeyim. Bilal “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ya Resûlallah, siz buyurun. Buyurdular ki: Ya Bilal! Bil ki o ama Cebrâil-i emindir. Allahü tebareke ve teâlâ onu bu şekilde gönderdi ki Ebû Bekr-i Sıddıkın bana muhabbeti ne kadardır anlasın. Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” Bilali bekler idi. Hazret-i Bilal elbise getirdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık o elbiseyi giydi. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” huzur-ı şeriflerine gelip, dedi ki ya Muhammed! Ebû Bekr-i Sıddıkı tecrübe ederdim. Elbiseler benim işime yaramaz. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” Cebrâil aleyhisselâmın getirdiği elbiseleri Ebû Bekr-i Sıddıka getirdi. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”: Bir nesneyi ki senin dostluğun uğruna vermiş olayım, artık o bana gerekmez. Nereye uygun bulursanız, oraya tasarruf ediniz, dedi.
60. Menakıb: Hadice-i Kübra “radıyallahü teâlâ anha” hazretlerini, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine verecekleri zaman [evlenecekleri zaman], hazret-i Hadice, bir şahsı gizlice Server-i kainatın huzuruna gönderdi. O kişi gelip, dedi: Müşrikler bize tan ederler ki kendi şöhretli halinle, bir fakire varıp, zevceliği kabul eddin. Şimdi bir miktar çeyiz gönderin, az da olsa, ben onu çoğaltıp, halka gösteririm. Ayblıyanların ayıplaması, kötüliyenlerin kötülemesi def’ olur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri mütefekkir ve müterettid kalkıp, gitti. Ben kimden borç isteyeyim ki bana borç verir, diyordu. Yine kendi kendine, bari vefakar Ebû Bekrin dükkanına varayım deyip, pazara geldi. Hulle-i şerifi omuzunda çekerek ve göklerin melekleri nazar ederek giderken, Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” uzaktan gördü ki Sultan-ı kainat hazretleri, saadet ve izzetle teşrif buyurur. Sevincinden şaşırmış olarak kendi kendine dedi ki eğer benim dükkanıma teşrif ederse, her ne ister ise vereyim. Hazret-i risaletpenah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” doğru Ebû Bekr-i Sıddıkın dükkanına geldi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” da karşılayıp, dedi ki ya Muhammedül-emin! Babam ve anam sana feda olsun. Niçin üzüntülüsün. Fahr-i âlem buyurdular ki ya Atik, ya hakim-i Kureyş. Bana bir miktar şey gerek ki Hadiceye ceyiz götüreyim. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ya Muhammedül-emin! 70 devem, Şama ticarete gitmişti. Bugün müjde getirdiler ki salim ve ganimet ile geldiler. Kerem edip, karşılayın. Kervan başı olan şahsa durumu bildirin. O kervanın başındaki şahsa sağ ve salim geldiğinde, azad edeceğimi, 100 altın vereceğimi, Ebû Bekrin bunu vaat etmiş olduğunu söyleyin. Hazret-i Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, çok sevinip, kervanın önüne geldi. O kervan başı şahsa [kula] dedi ki: Efendin Ebû Bekr-i Sıddık bu develeri yükleri ile eşyaları ile bana hibe etti. Sana nişan vereyim dedikte, kervanbaşı kul, ben senden nişan istemem. Ben ve develer, sana fedadır deyip, develeri Hadice-i kübra hazretlerinin sarayı tarafına sürdüler. Pazar ortasına vardılar. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri bir kimse gönderdi ki Muhammedül-emin hazretlerine söyle, develeri getirip, bu aradan geçirsinler. Getirdiler. Dedi ki ya Muhammedül-emin, bir miktar durun. Hizmetçi gönderip, kendi saadethanesinden renkli-ipekli kaftanlar getirtip, her birini bir devenin yükü üzerine çektiler. Renkli ipekli kumaşlar ile çeyizleri iletirler. Ta ki Muhammedül-emin hazretlerinin, kötüleyenleri, zemmedenleri, hased edenleri, üzüntülü, gamlı olsunlar. Bütün Mekke-i mükerreme ehline, malumdur ki Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin malı yoktur. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” malını ve mülkünü hazret-i Muhammed’e “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” feda etmiştir. O develeri, üzerlerinde ipekli-renkli kumaşlar ile örtülü olarak, sesli olarak Mekke-i mükerremeyi dolaştırarak, Hadice’nin “radıyallahü teâlâ anha” saadethanesine ilettiler. Cümleye malum oldu ki bu hazret-i Hadice’nin çeyizidir. Muhammedül-emin getirmiştir. Sıddık-ı Ekberin bunun gibi, hizmet-i şerifleri ve iane-i Hasanaleri, sayısızdır “radıyallahü teâlâ anh”.
61. Menakıb: Enes bin Mâlik “radıyallâhu anh” rivayet edip, buyurdular ki; Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” o kadar üstünlüğünü işittim ki hayrette kaldım. Server-i âlem hazretleri, bu dünyadan, öbür âleme göç ettiler. Bir gece Sultan-ı Enbiyayı rüyada gördüm. Önüne bir tabak hurma koymuşlar. (Ya Resûlallah! Hak sübhanehü ve teâlânın sana verdiği o nesneden bana da ver!) dedim. Bana bir hurma verdi. Dedim (Ya Resûlallah! İhsanınızı arttırınız). Böyle böyle 9 hurma verdi. Yine ya Resûlallah, tekrar ver dedim. Uykudan uyandım. Baktım, 9 hurmayı elimde buldum. Bilalin “radıyallahü teâlâ anh” ezan sesini işittim. Abdest alıp, mescide geldim. Sabah namazını Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin arkasında kıldım. Namazdan sonra bir saat başımı önüme salıp, tesbih çektim. Başımı kaldırdım. Hazret-i Sıddıkı gördüm. Mübarek arkasını mihraba vermiş. O rüyamda, Resûlullah hazretlerinin önünde gördüğüm hurma tabağını şimdi, hazret-i Sıddıkın önünde konulmuş gördüm. Dedim ki: Ya halife-i Resûlillah! Allahü teâlânın sana verdiği nimetlerden bana da ver. Bana bir hurma verdi. Dedim, arttır. Bir hurma daha verdi. 9 hurmaya dek bana verdi. Ben dedim: Ya halife-i Resûlillah, arttır. Buyurdu ki: Ya Enes! Eğer gece Resûlullah hazretleri ziyade verse idi, ben de ziyade verirdim.
62. Menakıb: Ömer bin Hattab “radıyallahü teâlâ anh” buyurur ki; Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini gördüm. Dilini parmağı ile tutup ovar idi. Dedim: Ya halife-i Resûlillah, ne yapıyorsun! Buyurdu ki; bu beni çok işlere uğratmiştir. Hem bir büyük kimseden işittim ki Ebû Bekr hazretleri 7 dirhem ağırlığındaki bir taşı, 7 sene ağzında tuttu. Bir söz söyleyeceği zaman, eğer o söz, Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin zikrinden gayri olsa idi, sol eli ile dilini tutup, sağ eli ile o taşı dili üzerine sürerdi. Der idi ki: Ey dil. Bir daha söylemeyesin o sözü ki Allahü teâlâ hazretlerinin mardisi olmaya [sevdiği şey olmaya].
Hüccet-ül-İslam İmam-ı Gazali “rahimehullahü teâlâ” (Kimya-i saadet) adlı kitabında bildirmiştir: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” 7 lokma taam yer idi. Fazla arzu eder ise, 9 lokma yer idi. Şimdi, yüzbin rahmet olsun, hazret-i Sıddık üzerine ki bütün işleri bu yol üzerine idi. O pak din ve doğru itikat senin üzerine olsun ki [yani doğru itikatlı olasın ki], Ebû Bekr hazretlerini, Ömer ve Osman ve Ali hazretleri ile “radıyallahü teâlâ anhüm” beraber sevesin. Lanet ve gazap o mübtedi ve rafizi üzerine olsun ki bu din büyüklerine ve bu yer ve gök ehlinin güzidelerine çirkin söz söylerler.
Nükte: Huda-i azze ve celle kâfiri düşman tuttu. [Kâfirler Allahü teâlânın düşmanıdır.] Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin dostluğunu dava ettiler. [Yani biz Allahü teâlânın dostuyuz dediler.] O kimse, Allahü teâlânın dostunu düşman tuttu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu o kimsenin küfür içinde olmasına fayda vermedi. Belki içinde bulundukları durumu haber verdi. Allahü teâlâ buyurdu, Ben Ebû Bekri severim. (O onları sever, onlar da onu severler). Rafizi, Allahü tebareke ve teâlânın ve Resûlünün, dostluğunu dava etti ve Ebû Bekr-i Sıddıkı düşman tuttu. Hak sübhanehü ve teâlânın dostunu düşman tuttu. Allahü teâlâ hazretlerinin dostluğu fayda vermedi. Belki rafizinin kötü hâlini haber verdi.
63. Menakıb: Haberde gelmiştir ki Kufede bir rafizi var idi. Adı Abdülmecid bin Abdülgaffar idi. Cafer-i Sâdık “kuddise sirruh” hazretlerinin huzuruna vardı. Dedi ki Esselamü aleyke ya Resûlullahın torunu. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra en üstün olan kimdir. Cafer-i Sâdık buyurdu ki: Ebû Bekr-i Sıddıktır “radıyallahü teâlâ anh”.
Rafizi: Böyle olduğunu nereden biliyorsun.
Cafer-i Sâdık: Hak sübhanehü ve teâlâ hazretleri ona, Resûlullahtan sonra, ikinci buyurdu. Üçüncüleri Allahü teâlâ olan iki kişiden, ikincisi olmak kadar şeref olamaz (Bundan üstün şeref olmaz).
Rafizi: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin döşeğinde, kâfirlerden korkmadan yatmadı mı?
Cafer-i Sâdık: Ebû Bekr-i Sıddık, Resûlullah hazretleri ile mağaraya girmedi mi?
Rafizi: Eğer korkmasa idi, girmezdi. Allahü teâlâ Resûlullaha haber verdi ki Ebû Bekre korkma, dedi.
Cafer-i Sâdık: Onun korkusu, ondan idi ki kâfirler onların nerede olduğu hakkında bir haber duyup, gelirler. Resûl-i ekremi üzerler. Görmez misiniz Ebû Bekr-i Sıddık, kendi ayağını, mağarada bir deliğe koydu. Hatta yılan onu kaç defa ısırdı. O acıya katlandı. Ayağını kaldırmadı. Resûlullahı uyandırmamak için, hiç ses de çıkarmadı. Kendinden korksaydı, zehirlenerek, canını Resûle feda etmezdi.
Rafizi: Mâide sûresinde, (Rükuda iken sadaka verirler) mealindeki 58. âyet-i kerime ile meth olunan Alidir.
Cafer-i Sâdık: Bu ayetten önce, bir âyet-i kerime vardır ki tahsis rakamı ondan ziyadedir. O Sıddık şanındadır. (Allahü teâlâ, mürtedler ile cihat eden bir kavim getirir. Allahü teâlâ bunları sever) mealindeki âyet-i kerime, Ebû Bekr Sıddık içindir ve daha çok yükseltmektedir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, öbür âleme göçmelerinden sonra, Araplar, dedi ki biz namaz kılarız. Ama zekat vermeyiz. Ebû Bekr “radıyallâhu anh” buyurdu ki Resûlullah hazretlerine eda ettikleri zekat malından bir deve dizinin bağını vermeseler ve ondan eksik verseler, ben onlar ile toprak ve kum sayısınca olsalar da muharebe ederim.
Rafizi: Ya Cafer. Hazret-i Alinin şanı için, meal-i şerifi, (Mallarını, gece-gündüz, gizli ve gözönünde verenler) olan Bakara sûresinin 274. ayeti gelmemiş mi?
Cafer-i Sâdık: (Sûre-i Velleyl), Ebû Bekr-i Sıddıkın şanında nazil olmuştur. Şanını çok yükseltmektedir. Zira Ebû Bekr-i Sıddık 40.000 altın verdi. Kendisine bırakmadı. Bir kilime sarındı. Cebrâil aleyhisselâm geldi ve dedi ki Allahü teâlâ buyurdu ki ben Ebû Bekrden razıyım. O benden razı mıdır? Ebû Bekr-i Sıddık, ben Allahü teâlâdan razıyım, razıyım, razıyım, dedi.
Rafizi: Meali şerifi (Hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haramı bina etmeyi, iman etmekle ve Allah yolunda cihat etmekle bir mi tutuyorsunuz. Hayır, böyle değildir) olan Tevbe sûresinin 20. âyet-i kerimesi hazret-i Alinin şanını bildirmek için nazil olmadı mı?
Cafer-i Sâdık: Meal-i şerifi (Mekke’nin fethinden önce, sadaka verip, cihat eden ile fethten sonra veren ve cihat eden bir değildir. Önce olanın derecesi daha yüksektir) olan Hadid sûresinin 10. âyet-i kerimesi ile Ebû Bekr-i Sıddık meth olunuyor. Ebû Bekrin muharebe etmesi önce idi ki Ebû Cehil, Resûlullah hazretlerine vurmak istedi. Ebû Bekr-i Sıddık, Ebû Cehle mâni oldu.
Rafizi: Ali, hiç kâfir olmadı.
Cafer-i Sâdık: Öyledir, lakin, Allahü tebareke ve teâlâ hiç kimsenin, imanını, Ebû Bekrin imanı gibi methetmedi. Meal-i şerifi (Muhacir ve Ensarın önce gelenlerinden Allahü teâlâ razıdır. Onlara Cennette sonsuz nimetler vardır) olan Tevbe sûresi 101. âyetinde ve meal-i şerifi (Doğru haber ile gelen ve Ona inanan için Cennette istedikleri her şey vardır) olan Zümer sûresi 33’ünde âyetinde, Allahü teâlâ, Ebû Bekr-i Sıddıkın “radıyallahü teâlâ anh” imanını methetmektedir. Her ne vakit ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vahiy ile bir haber verse idi, kureyş, yalan söylüyorsun derdi. Ebû Bekr-i Sıddık hemen yetişip, doğru söylüyorsun ya Resûlallah, derdi.
Rafizi: Meal-i şerifi (Uhud gazasında, şeytana uyup, dağılanlar) olan İmran sûresi 155. âyetinde, Allahü teâlâ şikayet etmiyor mu?
Cafer-i Sâdık: Âyet-i kerimenin sonunu oku. Meâlen (Onların bu kusurlarını affettim) buyuruyor.
Rafizi: Hazret-i Alinin dostluğu farzdır. [Hazret-i Aliyi sevmek farzdır.] Kurân-ı azimüşşanda, Şura sûresinde, 23. âyetinde meâlen (Size İslamiyeti bildirdiğim ve Cenneti müjdelediğim için, bir karşılık beklemiyorum. Yalnız yakınım olanları seviniz) buyuruldu ki bunlar, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyindir.
Cafer-i Sâdık: Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” duâ etmek ve Onun dostluğu [Onu sevmek] farzdır. Allahü teâlâ, Haşr sûresinde onuncu âyetinde meâlen (Muhacirlerden ve Ensardan sonra, kıyamete kadar gelen müminler, ya Rabbi! Bizi affet ve bizden önce gelen din kardeşlerimizi [yani Ashâb-ı kiramı] affet derler) buyuruyor. Hüseyini tefsirinde diyor ki; (Âlimler buyurdu ki Ashâb-ı kiramdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birini sevmeyen kimse, bu ayette bildirilen müminlerden olmaz. Bu duadan mahrum olur).
Rafizi: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” (Hasan ve Hüseyin, Cennet gençlerinin üstünüdür. Babaları daha üstündür) buyurmadı mı?
Cafer-i Sâdık “radıyallahü teâlâ anh”: Ebû Bekr-i Sıddık hakkında bundan iyisini buyurdu. Babam Muhammed Bakırdan işittim. Cettim İmam-ı Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzurunda idim. Başka kimse yok idi. Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” geldi. Server-i âlem ve Seyyid-i veledi adem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”: (Ya Ali! Bu ikisi, Peygamberlerden başka, Cennet erkeklerinin en üstünüdür.)
Rafizi dedi: Ya Cafer! Aişe mi üstündür. Fâtıma mı üstündür?
Cafer-i Sâdık: Aişe “radıyallâhu anha” Resûlullah hazretlerinin zevcesi idi. Onunla beraber olur. Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” hazret-i Alinin zevcesi idi. Onunla beraber olur. Allahü teâlâ hazretlerinin gazapı ve laneti o rafizi ve mübtedi üzerine olsun ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, müminlerin annesi olan ezvac-ı tahiratına “Rıdvânullahi teâlâ aleyhinna ecma’în” tan eyler.
Rafizi: Aişe Ali ile muharebe etti. Cennete girer mi?
Cafer-i Sâdık: Allahü teâlâ Ahzab sûresi, 53. âyetinde meâlen; (Resûlullahı incitmeyiniz. Ondan sonra, zevcelerini nikah ile hiç almayınız. Bunların ikisi de büyük günahtır.) buyuruyor. Beydavi ve Hüseyini tefsirlerinde diyor ki bu âyet-i kerime gösteriyor ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vefat ettikten sonra da, ona saygı göstermek için, zevcelerine saygı lazımdır.
Rafizi: Ebû Bekrin hilafetini, Kurân-ı azimüşşanda bana göstermeye kadir misin?
Cafer-i Sâdık: Gösteririm. Hem Kur’ân-ı Kerîmde, hem Tevratta ve hem de İncilde gösterebilirim. Kur’ân-ı Kerîmde olan şudur: Enam sûresi 165. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ sizi yeryüzünde halife yaptı) buyuruldu. Nur sûresi 55. âyetinde meâlen; (İman eden ve emirlerimi yapanlarınızı, yeryüzüne hakim kılacağımı söz veriyorum. İsrailoğullarını halife yaptığım gibi, sizi de birbiriniz ardı-sıra halife yapacağım) buyuruldu. Beydavi ve Hüseyini diyor ki bu âyet-i kerime gaybdan haber verip, Kur’ân-ı Kerîmin, Allahü teâlânın kelamı olduğunu ve 4 halifesinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” meşru; haklı olduğunu göstermektedir. Tevratta ve İncilde, Feth sûresinin son âyetinde meâlen, (Resûlullah ve onunla birlikte olanlar, birbirlerini her zaman ve çok severler ve her zaman kâfirlere düşman olurlar!) bütün Ashâb bildirilmekte ve Ebû Bekrin şerefine işaret edilmektedir. Bu ayetin sonunda meâlen, (Ashâbının misalleri Tevratta ve İncilde bildirildi) buyuruyor. Babam, cettim Ali bin Ebû Talibden “radıyallâhu anh” ve onun da Resûlullah hazretlerinden bildirdiği hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, hiçbir Peygamberine vermediği kerametleri bana verir. Kıyamette mezardan önce kalkarım. Allahü teâlâ 4 halifeni çağır, buyurur. Onlar kimdir, ya Rabbi, derim. Ebû Bekrdir, buyurur. Yer yarılıp, herkesten önce Ebû Bekr mezardan çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar) buyuruldu. Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu: Ben yer şak olup dışarı gelenlerin evveli olurum. Allahü teâlâ bana kerametlerden verir. O nesne ki benden önce Nebîlerin bir ferdine vermemiştir. Sonra Allahü teâlâ buyurur. Ya Muhammed, yakîn getir o halifeleri ki senden sonra geldiler. Ben dedim, onlar kimlerdir. Buyurur, Ebû Bekr-i Sıddık. Benden sonra yer şak olup Ebû Bekr kabirden dışarı gelenlerin evveli olur. 2 hulle giydirirler. Ta gelip, Arş önünde durur. Ve hesabın az görürler. Ve arş önünde ayak üzerine dururlar. Ondan bir münadi seslenir; Ömer bin Hattab ”radıyallahü teâlâ anh” nerededir. Onu getirirler. Cerahetten kan revan olduğu hâlde gelir. Diye ki ya Ömer, bunu sana kim etmiştir. Mugire bin Şubenin kölesi yapmıştır, der. Ona da buyururlar. Arş önünde durur. Hesabını görürler. 2 yeşil hulle giydirirler. Sonra Osman “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini getirirler. Damarlarından kan revan olduğu hâlde gelir. Derler ki bunu sana kim yaptı. Der ki filan yaptı. Arş önünde durmasını buyururlar. Hesabı da kolay olur. 2 yeşil hulle giydirirler.
Rafizi bunları işitince, ya Cafer, bunlar Kurân-ı azimde var mıdır. Cafer-i Sâdık, buyurur, evet, okumadın mı, Allahü teâlâ onlardan haber verdi. (Peygamberler ve bunların şahitleri, hesap için getirilir!) buyuruldu. [Zümer sûresi 69. âyet-i kerimesi meali]. Yahut şehitleri getirilir, denildi. Yani Ebû Bekr ve Ömer ve Osman ve Aliyi “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” getirirler.
Rafizi dedi ki ya Cafer! Bu zamana kadar ben onları sevmiyor idim. Şimdi pişman oldum. Eğer tövbe edersem, Allahü teâlâ kabul eder mi?
Cafer-i Sâdık “kuddise sirrehül’azîz” buyurdu ki çabuk tövbe et ki saadetin alâmeti olsun. Eğer, Allahü teâlâ korusun, o itikat üzere dünyadan gitmiş olsaydın, senin dinin boşa giderdi.
64. Menakıb: (Tenbih-ül gafilin) kitabında Ebülleys “rahimehullahü teâlâ”, Zeyd bin Erkamdan “radıyallâhu anh” haber vermiştir. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” hazretlerinin bir kölesi vardı. Ömrünün sonlarında her akşam iftar vaktinde yemek getirirdi. Adet-i şerifleri öyle idi ki nereden ve nasıl aldığını, kimden satın aldığını, onun sanatı ve mesleği ne olduğunu o köleden sormayınca o yemekten bir lokma ağzına koymazdı. Bu köle bir gece yine yemek getirdi. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” sual etmeden, mübarek elini uzatıp, bir lokma yemekten aldılar. Köle dedi ki: Ey Efendi. Ne oldu ki bu akşam sormadan yemeye el uzaddinız. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” hazretlerinin mübarek gözleri yaş ile dolup buyurdu: Ya Gulam. Açlık bana sıkıntı verip, sabırsızlandırdı. Böylece bu hal başıma geldi. Şimdi bana haber ver ki bu akşam yemeği nereden getirdin. Köle dedi ki: Cahiliye vaktinde, raks ve oyun oynardım. Bir gruba raks ettim. Onlara hoş geldi. Bana dediler ki şimdi bir nesnemiz yoktur. Vaat etmişlerdi ki elimize bir şey geçtikte sana iyilik ederiz. Ben bugün gördüm ki onların elleri doludur. Ben vaatlerini hatırlattım. Yiyeceği bana verdiler. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitti. Çok üzüldü. Ağladı. Yemeği önünden attı. Parmağını boğazına o kadar soktu ki kay’ etti. O lokma karnından dışarı geldi. Kendine eziyet verdi. Mübarek yüzü göğerdi ve karardı. Mübarek yüzünün şeklinin değişikliğini görenler, bir miktar su içmesini ve bu üzüntüden halas olacağını söylediler. Sıcak su getirdiler. İçti, bir kere daha kay’ etti. Rahatsız oldu. İnceledi ki karnında bir şey kalmadı. Dediler ki ya Sıddık, bu kadar kendinize sıkıntı ve zahmet, bir lokmadan dolayı mıdır. Buyurdu ki evet. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işittim. Buyurdular ki (Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri, yediği haram olan kimselere Cenneti haram etmiştir.) Sonra başını yukarı kaldırıp, Ya ilahel âlemin! Yediğim lokma için elimden geleni yaptım. O lokmaları kay’ ettim. O lokmadan damarlarımda bir şey kaldı ise affet. Bu zayıf kulun, Cehennem azâbına dayanamam diye, duâ buyurdu. Bu o Ebû Bekrdir ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, (Ebû Bekr benim gözüm ve kulağım gibidir) buyurdu.
Sual: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallâhu anh” hazretleri, niçin fisebilillah malının tamamını verdi. Ömer-ül Fâruk “radıyallahü teâlâ anh” niçin malının yarısını verdi.
Cevap: Ömer-ül Fâruk “radıyallahü teâlâ anh” adaleti temsil ediyordu. Adalet eşitliği muhafaza etmektir. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” sıdkı temsil ediyordu. Sıdk odur ki elinde ne var ise hepsini vermelisin. Eğer, hazret-i Ömer, malının tamamını verip, çoluk-çocuğuna bırakmasa idi, âdil olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr malının yarısını verip, yarısını bıraksa idi, sâdık olamazdı. Hazret-i Ebû Bekr için adl, hazret-i Ömer için de sıdk var idi. Lakin birisinde sıdk cibillidir. Ve birisinde adl haldir. Adl, hazret-i Ömerin Hâlidir. Bir sıfat kişinin cibillisinde var ise, halinde de vardır. Ebû Bekr-i Sıddık dedi ki: Cümle malını ver. Hiç bir şeyi koyma. Eğer helal ise onun hesabından kurtulursun. Eğer haram ise azabından kurtulursun. Hazret-i Ömerin adli dedi ki malının yarısını dağıt. Yarısını ehl-i ıyaline bırak. Hazret-i Ebû Bekr bütün malını verdiği için, hazret-i Ömer ne kadar mal verirse de, hazret-i Ebû Bekre uymuş olur.
65. Menakıb: Cabir bin Abdullah “radıyallahü teâlâ anh” anlatır: Bir bedevi Arabî, bir kırmızı deve üzerinde, hazret-i Alinin “keremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” huzuruna gelip, deveden inip, dedi ki: Esselamü aleyke, ya emir-el müminin! Çabuk bana haber ver, Ebû Bekrden ki o Cennette midir. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bundan dolayı üzülüp, buyurdu ki ya Arabî, keşki anan seni doğurmamış olsa idi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayatında ve vefatlarından sonra, bu sözü hiç kimse söylemedi. Sen söyledin. Muhacirin ve Ensar “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” arasında, şüphe yoktur ki hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık, Resûl-i ekrem ve nebiyi muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin hayatında veziri idi. Vefatından sonra halifesi idi. Ondan sonra her kimin itikadı bunun üzerine olmaz ise, o dalalettedir. Ey Arabî! Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ebû Bekr-i Sıddıkı babası yerinde tutardı. Hazret-i Ebû Bekr Cennet ehlini, tıpki gökyüzündeki bir yıldızın, yeryüzünün ehlini aydınlattığı gibi aydınlatır. Ebû Bekr Cennette, bir köşkten bir köşke, bir kasırdan bir kasra gider. Cennette hiçbir kasır ve bir saray, bir oda, bir bahçe, bostan olmaz ki illa hazret-i Ebû Bekrin nurundan aydınlanmasın. Cennet ehli köşklerden başlarını çıkarıp, derler ki ya Rıdvân! Bu nur nedir? Rıdvân der ki; Bu Ebû Bekrin yüzünün nurudur ki kasırdan kasra ve odadan odaya gider.
Ali “radıyallâhu anh” sözüne devamla dedi ki: ya Arabî! Ebû Bekr-i Sıddık hazretleri, vefatı anında bana dedi ki benim canım, benim gözümün nuru ve benim dostum ve benim azizim. Benim vefatım yakınlaştı. Ömrüm sonuna yaklaştı. Beni o, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadığın mübarek ellerin ile yıka. Kefene sar ve tabut üzerine koy. Cenazemi Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Ravda-i mukaddeselerinin kapısına koy. Ve de ki ya Resûlallah! Ebû Bekr kapıdadır. İçeri girmek için izin ister. Eğer kilit anahtarsız açılırsa, beni Seyyid-i âlemin mübarek arkası yanına defnedin. Eğer kilit açılmaz ise, beni Bâkî kabristanına götürüp, garibler kabristanına defnedin. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki ya Arabî, o halife-i Resûlullah olan Ebû Bekr-i Sıddık dünyadan göçtü. Vasiyetini yerine getirip, techiz ettim. Ravda-i mukaddese kapısına götürdüm. İzin istedim. O saat kilit kendiliğinden açılıp, bir ses işittim ki (Habîbi Habîbe kavuşturun. Habîbini çok özlemiştir) diyordu.
66. Menakıb: Emir-ül-müminin Ali bin Ebû Talibin “radıyallahü teâlâ anh”, Ebû Bekr-i Sıddıkın “radıyallahü teâlâ anh” vefatı sırasında söylediği sözler şöyle rivayet olunmuştur.
Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” bu fani âlemden, Bâkî âleme göç ettiler. Mübarek yüzünü ve bedenini bir çarşaf ile örddüler. Medine-i Münevvere; Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, öbür âleme göç ettikleri gibi, inleme ve ağlama sesleri ile dolmuş idi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” işitip, ağlayarak, (İnna lillah ve inna ileyhi raciun) diyerek geldi. Söylediği sözlerin mânâsı budur: Nübüvvet hilafeti bugün bitti. Geldi, o evin kapısında durdu. Ebû Bekr-i Sıddık hazretleri odada idi. Buyurdu: Ya Eba Bekr. Sen Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” dostu ve musahibi ve munisi ve sırdaşı ve müşaviri idin. En evvel İslamı sen kabul eddin. Senin imanın cümle kavmin imanından kuvvetli ve güzel oldu. Senin yakinin daha kuvvetli, Allahü azimüşşan hazretlerinden korkun büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert, sen idin. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” üzerine en şefkatli, en yardımcı sen idin. Senin Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Hazret-i Muhammed Mustafanın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzur-ı şeriflerinde, senin derecen en yüksek oldu. Ona en yakîn sen oldun. İkramda, ihsanda, güzel huylarda, boyda, yaşta, başta, ona en çok benzeyen sen oldun. Allahü teâlâ sana, çok mükafat versin ki Resûlullaha herkes yalancı derken, sen, doğru söylüyorsun, inandım, dedin. Sen onun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı Kerîmde (sıdk) ile şereflendirdi. Resûlullaha en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Herkes Ondan kaçarken, sen Onun ile sohbet eddin. Seferlerde ve sıkıntılı yerlerde halifesi idin. Onun ümmetinin halifesi ve dininin koruyucusu oldun. Cahiller dinden çıkarken, sen din-i İslama kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken, sen Muhammed Mustafanın yolunu tuttun. Ashâbın az konuşanı ve en beliği, edipi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temiz idi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakinin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu önceden görür, geri kalmışları İslama sokarak aydınlatırdın. Müminlere şefkatli, affedici baba idin. İslamın ağır yükünü taşıdın. İslamın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgarların oynatamayacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin ve bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Müşkilleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Rahmanın dinini sen doğrulttun. İslama, imana sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında senin derecen çok büyüktür. Senin ölüm musibetin ve yeryüzünde, muhacirin ve ensar arasında, senden ayrılık yarası çok derindir, dedi. “İnna lillah…” okuyarak çok ağladı. Mübarek gözlerinden kanlı yaş aktı. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin her kazasına razı olduk. Verdiği elemleri kabul ettik. Ya Eba Bekr! Müslümanlara, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ayrılık acısından sonra, hiç senin ayrılık acın gibi bir acı vaki olmadı. Sen müminlere sığınak ve dayanak ve gölge idin. Münafıklar üzerine çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ hazretleri, seni Muhammed Mustafanın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzuruna kavuştursun. Bizi senin ecrinden ve bereketinden mahrum eylemesin. Senden sonra bizi azgın hâle koymasın. Sahabe-i güzinin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hepsi sessizce dinlemişler idi. Hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” kelamı bitti. Cümle yer ehli ve gök ehli ağlamaya başladılar. Doğru söyledin ya Resûlullahın damadı, dediler.
Muhammed bin Cerir-i Taberi, Tefsirinin, Ankebût sûresini tefsirinde buyurmuştur ki Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine zehr verdiler. O zehr sebebi ile vefat etmiştir. Açıklaması budur ki hazret-i Sıddık-ı ekberin hilafeti günlerinde, Hayber yahudilerinden bir yahudi, Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini, kendi evine davet etmişti. Haris bin Kelde adlı Arap tabib de hazret-i Sıddık ile beraber idi. Bir tabak pişmiş pirinçi sofra üzerine koydular. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” Harise buyurdu ki ileri gel. Kendileri el uzatıp, bir lokma alıp, mübarek ağızlarına koyup, yediler. Sonra Haris de el uzatıp, bir lokma alıp, ağzına koyduğu gibi lokmayı dışarı attı ve dedi ki bu yiyecek zehrlidir. Bu zehr bir yıldan sonra insanı öldürür. Tesirini bir yılda gösteren zehr katılmıştır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” işitip, üzüldü. Kendi kendi ile bundan böyle ahiret azığını gördü. Hilafette ayık ve uyanık olup nefsini ölmüş bilip, göz açıp kapayıncaya kadar Allahü teâlâ hazretlerinin taatından ve zikrinden hâli olmadı [ihmal etmedi]. Daima ağlar idi. Ve der idi: Allahümme ente velî fiddünya vel ahireti teveffeni müslimen ve elhıkni bissalihin. [Ya Rabbi! Sen benim, dünyada ve ahirette velimsin, sahibimsin. Bana müslüman olarak ölmeyi nasip et ve salih kullarının arasında bulundur.] Bir sene tamam oldu. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” o bir lokma zehirli yemekten hasta olup 15 gün yattı. Dünyadan ahirete göç etti. Cemaziyilâhîrin 7. pazartesi günü idi. O gün Abbab bin Esed de Mekke-i Mükerremede vefat etti. Mekke-i mükerremenin emri idi. Hazret-i Resûl-i ekrem onu emir dikmiş idi. Ona da zehr vermişlerdi.
Ülemadan bazıları derler ki Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” vasiyet etti ki beni, benim ehlim Esma binti Amr yıkasın. Oğlum su döksün. Bana eski bir peştemal ve eski (köhne) bir kefen sarın. Zinhar (sakın) bana yeni kefen sarmayın. Yeni elbise diriye layıktır ki onun ile ibadet etsin. Aişe-i Sıddıka “radıyallahü teâlâ anha” buyurdular ki: Eğer ben bilseydim ki hatunlar erlerini yıkaması revadır [caizdir], Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bir gayri kimseye vermeyip, gasl ederdim. [65. menakıbda; Ali “radıyallâhu anh” hazretlerinin yıkadığı yazılıdır. Burada hanımına vasiyeti yazılıdır. Bu vasiyetini değiştirmiş veya ictihadı değişmiş olduğu anlaşılmaktadır.]
1 Yorum