Sual: Felsefeciler hangi meselelerde yanılmaktadırlar? Felsefeciler insanlığa faydalı olmuşlar mıdır?
Cevap: Eflatun ve Aristo gibi eski Yunan filozoflarının da yanıldıklarını ve bu yüzden medeniyetin asırlarca geri kalmasına sebep olduklarını 20. asrın fen adamları bildirmektedir. Avrupa’da, bugünkü modern kimyanın babası denen Fransız kimyâgeri Lavoisier de öyle yanlış ve bozuk şeyler söyledi ki mütehassısı olduğu kimyâ ilmine yaptığı zararlar hizmetlerini aşmış bulunuyor.
İmâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitabında, kendilerini akıllı, ilim adamı ve hiç yanılmaz sanan dinsizleri 3’e ayırmıştır: Birincisi, Dehriyun ve maddiciler olup bunlar, Yunan filozoflarından asırlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen bazı ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısımdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlığına inanmayıp, âlem, böyle kendiliğinden gelmiş ve böyle gidecektir. Bunun yaratanı (Haşa) yoktur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecektir, diyor. Dehri olup da, müslüman görünerek, müslümanların dinini, imanını bozmaya, İslamiyeti içerden yıkmaya çalışana Zındık ve Fen yobazı denir. 2. kısmı, tabiîyeciler olup canlılarda ve cansızlardaki akıllara hayret veren intizamı ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlığını söylemeye mecbur kalmışlarsa da, tekrar dirilmeyi, ahireti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmişlerdir. 3. kısım, sonra gelen Yunan filozofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflatun ve onun da talebesi Aristo’nun felsefeleridir. Bunlar dehrileri ve tabiîyecileri reddederek, aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, başkalarının sözlerine hâcet kalmayacak kadar şeyler söyledi. Fakat bunlar da, küfürden kurtulamamıştır. Bu 3 kısım da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Bazı saf kimselerin, bunları din adamı sanması ve hatta Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda hadis bile uydurdukları hayretle işitilmektedir. Kâfirler, her şey söyleyebilir. Fakat, müslüman görünenlerin îman ile küfrü ayırt edememesi, çok acınacak bir haldir.
(Nebras) ve bunun Berhurdar “rahmetullahi teâlâ aleyh” haşiyesinde diyor ki: Mahlukların hepsine (Âlem) denir. Âlem, yani her şey yok idi. Allahü teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. Tabiîyecilerin çoğu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyula [madde]dan yapılmıştır. Şekil almış heyulaya Sûret [cisim] dedi. Cisim de 3 fiziki halinde [gaz, sıvı, katı] görünür. Âlem, böyle gelmiş, böyle gider dedi. 4 unsur [ateş, hava, su, toprak] ezelidir, hep var idiler. Cisimler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, asılları olan bu 4 madde kadîmdir dedi. Eflatun, âlem önce yoktu. Sonradan var oldu diyerek, eski Peygamberlerin kitaplarından işittiğini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan] yapıldığını, bunların boşlukta hareket ettiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm veya hadis olduğunu anlayamadığını söyledi. Onlara göre, (Ezeli bir yaratıcının, yarattıkları da ezeli olur. Sonradan yaratmaya başladı demek, kudretinin önceden noksan olduğunu gösterir). Cevap olarak deriz ki (Ezeli olan irâdesi, isteyince yaratmaya başladı. Susamış kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir. Bu kimsede, daha önce irâde ve kudret yoktu denilemez. Şimdi de, irâde edince, yeni şeyler yarattığını görüyoruz). (Âlem, önce yoktu demek, âlem yok iken, zaman vardı demektir. Zaman da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının var olmasını söylemek, olacak şey değildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zaman vardı) demiyoruz. Bu hususta (Akâid-i Celâliye)de geniş bilgi vardır. Şimdi, bu âlemden sonsuza doğru, sonsuz uzunluk olduğunu söylemek gibi saçma olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Âlem, ayn yani madde ve araz yani özellikten meydana gelmiştir. Madde, boşlukta yer kaplayan, araz ise, yalnız bulunamayıp, başkası ile birlikte bulunan şeydir. Şua yani ışık arazdır. Cisim olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünkü, 2 başka cisim, aynı zamanda, aynı mekanda bulunamaz. Hararet [ısı] da böyledir. Madde, cevher-ül-fertlerden [atomlardan] yapılmıştır. Madde, basit cevher [Element] veya mürekkeb [Bileşik] olur. Maddeyi meydana getiren atomlar arasında, hissedilemeyecek kadar küçük boşluklar vardır. Her cisim [maddeler, atomlar] değişmektedir. Değişen şeyler, hadistir [yok iken var olmuştur]. O hâlde, âlem hadistir. Bu 3 cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugra), ikincisine (Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netice)dir. Madde ezelde var olsaydı, ezelde de değişirdi. Ezel, kendinden önce, başka şey yok demektir. Ezelde, değişiklik yok demektir. O hâlde, madde ezeli olamaz. Nebras’tan tercüme tamam oldu.
Ahmed Asım Efendi, (Emali) kasidesi şerhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları ile birlikte hadistir. Yani, yok iken, sonradan var olmuşlardır. Yerler, gökler, her şey yok idi. Hristiyanlar, yahudiler ve mecusiler de, böyle inanmaktadırlar. Aristo, Fârâbî ve İbni Sînâ, madde kadîmdir dediler. İslam âlimleri diyor ki (Ezeli olan şey değişmez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep değişmektedir. Maddeler, ezelde değişmemiş olsalardı, ebedî olarak, şimdi de, değişmezlerdi. Önceden değişmek yoktu. Sonradan değişmeler hâsıl oldu da denilemez. Çünkü, değişmek için, bir kuvvetin tesir etmesi lâzımdır. Değişmek sonradan başlayınca, kuvvetin de, sonradan var olduğu, ezeli olmadığı anlaşılır). Ahmed Asım Efendi’nin yazısı tamam oldu. Görülüyor ki maddenin ezeli olduğunu söylemek, tabiat kuvvetlerinin hadis olduklarını, ezeli olmadıklarını ortaya koymaktadır. [Ahlak-ı Alai kitabında diyor ki “İbni Sînâ, (Muad) kitabında, kıyamette dirilmeyi inkâr etti. Öleceğine yakın, gusül abdesti alıp, vezir iken yaptığı zulümlere tövbe ettiği söyleniyor ise de, itikadı bozuk olanın guslü, namazı ve duâsı kabul olmaz buyuruldu”.]
Fen ve tabiat âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesillerinin tükenip yok olduklarını, birçok türlerin de, sonradan meydana geldiklerini anlamışlardır. Canlı, cansız her şeyin bir ömrü vardır. Her şeyin ömrü, yani varlıkta kalma zamanı başkadır. Ömrü saniye ile ölçülen varlıklar olduğu gibi, asırlarca yaşıyanlar da vardır. En uzun ömrlü varlıklar, element denilen basit cisimlerdir. Bunların ömürlerinin çok uzun olması, tabiîyecileri şaşırtmış, (Cisimler yok olur, madde değişir. Fakat, madde yok olmaz) diyenler olmuştur. Halbuki maddenin, cisimlerin değişmelerinin sonsuz olarak, böyle gelip, böyle gideceğini söylemek, ezeli ve ebedî olan varlığa inandığını söylemektir. Allahü teâlânın varlığının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz olduğunu, maddecilerin ve tabiatcıların da inkâr edemeyeceklerini göstermektedir. Bu ahmaklar, canlı cansız, her şeyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydana geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söylüyorlar. Halbuki elementler de atomlardan meydana gelmiştir. Atom yığınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları da yoktan var etti. Elementler sonsuz öncelerde var olup her şey bunların çeşitli birleşmelerinden, sonsuz öncelerde meydana gelseydi, bunları birleştirmek için, sonsuz öncelerde, muazzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lazım olurdu. Çünkü, enerji olmadan, atomlar birleşemez. Sonsuz öncelerde bulunması lazım olan o kudret, işte Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de, sonsuz öncelerde yoktu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslümanlar, Allah’ın, her şeyi yoktan meydana getirdiğine inanıyor. Onların söylediğine göre, her şeyin var olması için, o şeyi meydana getiren şeyin önceden var olması, bunun da var olması için, bunu meydana getiren şeyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce demek, ucu, başlangıcı yok demektir. Başlangıçta bir şey olmazsa, ondan meydana gelecek şeyler de olmaz. Yani, gördüğümüz, bildiğimiz şeylerin hiçbirinin var olmaması lazım olur. O hâlde, her şeyin, önceden yok iken sonradan var edilmiş, yaratılmış olan tek bir şeyden üremekte oldukları anlaşılmaktadır. Maddecilerin (sonsuz öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cisimler için, mümkün olmadığı anlaşıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fakat madde olmayan, bir yaratıcı için mümkün, hatta lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelişkiye sebep olmamaktadır. Görülüyor ki sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin, tabiatcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zaman varlıkta durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildiğimiz cisimler gibi değildir. Bu sonsuz varlık, madde olmayan, hiçbir şeye benzemeyen, her şeyi bilen, gören, her şeye gücü yeten, müslümanların inandıkları bir Allahtır. Her şeyi O yaratmiştir ve yaratmaktadır. Tabiat dediğimiz bu maddeler, cisimler, canlılar ve çeşitli enerjiler, onların zannettikleri gibi, yaratıcı değildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmış, birbirlerine tesir etmek kuvvetini, kendilerine vermiş, yenilerini yaratmasına eskilerini sebepler, vesileler yapmıştır. Allahü teâlânın sebeplere, sebeplerin tesir etmelerine ihtiyacı yoktur. Hiç sebep olmadan da yaratabilir. Fakat, sebepleri, vasıtaları araya koyarak yaratmaktadır. Sebepler ile yaratmasında hikmetler, kullarına faydalar vardır. Bu faydalarden biri, insan oğlu, bu sebeplere verilmiş olan tesirleri, özellikleri görerek, başka kimselerden işiterek öğrenip, maddi ve mânevî sebepleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin, cisimlerin yaratılmasına sebep olur. Çeşitli sanayi tesisleri, fabrikalar yapılır. Bir yandan da, kalp, ahlak temizlenerek, insan melek gibi olur. Allah’ın Velisi olur. Mârifetullaha kavuşur. İnsan, istediği şeyin sebebine yapışarak, ona kavuşur. Sebeplere yapışmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” adetidir. İnsan zekası, insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olmaktadır. Sebepler zincirinin bir halkası olmaktadır. Tabiatcıların, komünistlerin, sebepleri yaratıcı zannetmeleri, çocuğun, babası çikolata getirince, (çikolatayı babam yarattı) demesine benzemektedir. Çünkü o, çikolatayı babasının verdiğini görmekte, başka bir şey bilmemektedir.
Ahmed Asım efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hadis olsaydı, onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah odur. Hadis ise, onu da yaratan biri lazım olur. Böylece, kadîm olmayan yaratıcılar zinciri mevcûd olur. Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhaldir, olacak şey değildir. Teselsülün muhal olduğu, (Burhan-ı tatbik) ile ispat olunur: Bir şeyin sonsuz yaratıcılarını, birinciden başlayarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. İkinci yaratıcıdan başlayarak, ikinci bir sıra daha düşünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir noksan olduğu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. İkinci sıra, sonsuz olamadığı için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Yani, bir ucu sonsuza giden yarım doğru düşünülebilir. Fakat böyle bir şey mevcûd olamaz. Teselsül olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu tek yaratıcı, ezelidir, ebedidir, sonsuz olarak vardır. Varlığı kendindendir, başkasından değildir. Akıl ve baliğ olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var olduğunu ve başka her şeyin yoktan var edildiklerini işittikten sonra, aklını kullanmayıp, düşünmeyip, buna inanmazsa veya aklını kullanıp, düşünüp de, bunu akıl kabul etmez, fenne uygun değildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz azap görür, yanar. Ahmed Asım efendinin yazısı tamam oldu. İnsan, işitmediği için düşünmezse ve düşünmediği için de, anlamaz, îman etmez ise, yine kâfir olur. Cennete girmez. Fakat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azap, buna yapılmaz. Hesabı görüldükten sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. Allahü teâlâ, İsra sûresinin 15. âyetinde meâlen, “Peygamber göndermedikçe azap yapmayız!” buyurdu. Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki Allahü teâlânın var olduğunu, bir olduğunu anlamak için, tabiattaki nizamı, düzeni incelemek, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber vermelerinden ve bu haberleri işiterek, okuyarak öğrendikten sonra farz olmaktadır.
İbni Âbidin mürted babında buyuruyor ki “Buhara âlimleri dediler ki (Peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz). Eş’arî mezhebi böyledir. Muhtar olan kavil de budur. Bu âlimler, (Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı başında bir kimsenin Allahü teâlânın varlığını anlamaması özür olmaz) sözünden murad ve maksat, Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” işittikten sonra, anlamaması özür olmaz demektir, dediler”. İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” de, 266. mektubunda böyle buyurmuştur.
Eflatun’un Îsâ “aleyhisselâm” zamanında yaşadığı (Burhan-ı katî) kitabında yazılıdır. Avrupa kitaplarında, Eflatun’un, milattan, yani Îsâ aleyhisselâmın dünyayı teşrifinden [347] sene önce öldüğü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan filozofunun dersleri meşhur olduğundan, ölüm zamanına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”, gizli dünyaya gelip ve dünyada az kalıp, göğe çıkarıldığından ve kendisini ancak 12 havari bilip, İseviler az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milad, yani noel gecesi doğru anlaşılamamıştır. Miladın, birinci kanun [aralık] 25’inde veya ikinci kanun [ocak] 6. veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü miladi senenin 5 sene fazla olduğu, çeşitli dillerdeki kitaplarda, mesela Hasib Bey’in 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitabında ve (Takvim-i Ebüzziya)da yazılıdır. O hâlde, miladi sene, müslümanların senesi olan hicri sene gibi doğru ve katî olmayıp, günü de, senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin “kuddise sirruh” ve (Burhan-ı katî)ın bildirdiklerine göre, 300 seneden fazla olarak noksandır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zaman, bin seneden az değildir. Mevahib-i Ledünniye 2. cilt, 3. fasılda diyor ki: “İbni Asakir’in, Şâbi’den “rahmetullahi teâlâ aleyhima” haber verdiğine göre, Îsâ aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene fark vardır”.
İmâm-ı Muhammed Gazâlî, İmâm-ı Ahmed Rabbânî ve daha birçok İslam büyükleri, Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmiş ve o felsefecilerin, ne kadar câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmişlerdir. Müslümanların, böyle kâfirleri beğenmemelerini, onlara aldanmamalarını, birçok kitaplarında yazmışlardır.
O hâlde, kâfirlerin, mürtedlerin, İslam düşmanlarının (İslam âlimleri, tasavvuf adamları, Yunan filozoflarının, Roma tasavvufçularının, Batlemyus mektebinin tesiri altında kalmış) demeleri tamamen yersiz ve yanlıştır. İslam âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, onların talebesi ve taklitçisi şekline sokarak, bunları küçültmek için, düşmanca yapılan iftirâlardır. Halbuki İslam âlimleri, Yunan ve Roma felsefesini ve hukukunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürüterek yere sermiş, onların hukuk, ahlak ve tıb üzerindeki sözlerinden doğru olanlarının, eski Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitaplarından çalma olduklarını bildirmişlerdir. Sûfiyye-i aliyyenin tasavvufa ait sözleri, câhillerin zannettikleri gibi, kitaptan okumakla, başkalarından öğrenmekle ve taklit ile değil, keşif ile yani mübarek kalplerine, temiz ruhlarına akıp gelmekle anladıkları mârifetlerdir. Bu hakikatleri, Mektûbât’ın birçok mektubu, çok güzel bildirmektedir.
Eski Yunan felsefecileri ve şimdiki komünistler, her şeyi akıl ile anlamaya, akla uydurmaya kalkışan ve yalnız aklın beğendiğine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın erebileceği şeylerde doğruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadığı, erişemediği birçok şeylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra gelenleri, öncekilerinin yanlışlarını çıkarmış, birbirlerini beğenmemişlerdir.
İslam âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve 80 bilgiyi iyi öğrendikten sonra, İslamiyetin gösterdiği yolda, kalplerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erişemediği bilgilerde de doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esiri, mahkumu kimselerdir. Bunlar tecrübe etmeyip, akıl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehimlerine kapıldıkları zamanlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne çıkamadıkları için, bunlar, İslam alimi gibi yüksek olamaz.
Aklı olmayan delidir. Aklını kullanmayan sefihtir. Akla uygun iş yapmamak sefahettir. Aklı az olan da ahmaktır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kurân-ı Kerîmin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslam âlimleridir. O hâlde, İslamiyette felsefe yoktur, İslam felsefesi, İslam filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslam ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslam âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vardır.
Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Yani insanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme aletimizden faydalanmemiz için, güneşi, ışığı yaratmiştir. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nuru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Tehlikeli cisimlerden, zararlı yerlerden kaçamaz, faydalı şeyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanemez. Fakat, bunların güneşe kabahat bulmaya hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız başına maneviyatı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan faydalanmamız için, Peygamberleri, İslamiyet ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve ahirette rahat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı. Tehlikelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, İslamiyete uymayan veya aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden faydalanamaz. Dünyada ve ahirette tehlikelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vasıtaları, mevki rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gösterdiği yolda gitmedikçe, hiçbir fert, hiçbir cemiyet mesut olamaz. Ne kadar neşeli, sevinçli görünseler de, içleri kan ağlamaktadır. Dünyada da, ahirette de rahat ve mesut yaşayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır. Rahata, saadete kavuşmak için, müslüman olduğunu söylemek, müslüman görünmek yetişmez. Müslümanlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır.
Tavsiye Yazı –> İslamiyette Felsefe var mıdır?