Sual: Bu zamanda tasavvuf yolunda nasıl ilerleyebilirim? Öncelikle neleri yapmam ve bilmem lazım?
Cevap: Dünyada ve ahirette saadete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için müslüman olmak lâzımdır. İmanı olan ve ahkâm-ı İslamiyeye uyan, yani haramlardan sakınıp ve ibâdetlerini yapan kimseye, müslüman denir. İman, belli 6 şeye ve bütün emir ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ hakiki müslümandan râzı olur. Onu sever. Hakiki müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlas) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlas ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalplerine dünyada feyizler, nurlar vereceğini, ahirette de (Sevap), yani iyilik vereceğini vaat etti. (İbadet), emirleri yapmak, (Takvâ) haramlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir. İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. (İhlas), gerek beden ile gerek mal ile yapılan farz veya nâfile bütün ibâdetleri, mesela hayrat ve Hasenât yapmayı, müslümanları sevindirmeyi, onları sıkıntıdan kurtarmayı, zikri, istiğfarı Allah rızası için yapmaktır. Mal, mevki hürmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlas olmaz, riya olur. Böyle ibâdete sevap verilmez. Günah olur, azap yapılır. Bidat işleyenlerin, haram işleyenlerin ve böyle kimselerle ve kâfirlerle, mezhepsizlerle arkadaşlık, komşuluk yapanların kalplerinde, ihlas kalmaz. Zulmet, kara lekeler hâsıl olur.
İmâm-ı Rabbânî “rahmetullâhi aleyh” 1. cildin 59. mektubunda buyuruyor ki (Bütün müminler ibâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet ediyorlar. Böylece ihlas ile yapıyorlar. Fakat bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlas ile yapılması ve bu ihlasın kalbe hemen gelmesi lâzımdır. Bazı kimselerde, ibâdetlere başlarken yapılan niyet, ihlas, zahmet çekerek, kendini zorlıyarak hâsıl oluyor ve kısa bir zaman devam ediyor. Sonra kalbe nefsin arzuları geliyor. Devamlı ihlas sahiplerine (Muhlas) denir. Zahmet çekerek elde edilen, devamsız ihlasın sahiplerine (Muhlis) denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefslerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlas, insanın kalbine ancak bir velînin kalbinden gelir). İbadete başlarken nefs ve şeytan ile mücadele ederek, devamsız olan ihlas elde edilebilince, böyle ihlas ile yapılan ibâdetler de, zamanla nefsi zayıflatır, devamlı ihlas elde etmeye sebep olur. Fakat buna kavuşmak senelerce sürer.
Şimdi biliyoruz ki ültra viyole şualar, mikropları öldürüyor. Verem hastaları senatoryumlarda şua tedâvisi ile ciğerlerini temizliyor. Ultra viyole ışınlar, ciğerleri temizlediği gibi, kalp aynasını temizleyen, kalbi hastalıktan kurtaran şualar da vardır. Bu şualara (Nur), (Feyiz) denir. Kalbin hasta olması, nefse uyarak haramları beğenmesi, bunlara düşkün olması demektir. Ultra viyole ışınlarını güneş yayıyor. Nurların saçıldığı kaynak ise, Evliyânın kalpleridir. Evliyânın kalpleri, 14. ay gibidir. Ay güneşten aldığı ışıkları saçıyor. Velilerin kalbi de, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” güneş gibi nur saçan mübarek kalbinden saçılıp, kendilerine gelen nurları cihana yaymaktadır. Evliyâ, öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor. Fakat, insan ölünce, kalp ve ruh ölmez. Hatta, beden kafesinden kurtulduğu için, daha kuvvetli olur. Bugün, her yerde, her odada elektro manyetik dalgalar var. Fakat, haberimiz olmuyor. Bunları almak, duymak için, alıcı kuvvet, mesela radyo lazım. Her yerde nur şuaları da vardır. Fakat, bunlardan da haberimiz yok. Bunları almak, faydalanmak için de, bir kuvvet, bir alet lâzımdır. Bu alıcı kuvvet, yine kalptir. Kalpler, fosforessans hassası olan madde gibidir. Aldığı nurları, karanlık kalplere saçarak, onları parlatır. Mümin çok yaşayıp, ibâdetleri ve takvâsı arttıkça, kalbinin alabileceği nur miktarı da artar. Fakat, bu nurları, feyizleri çabuk ve çok alabilmek için, bir velîyi sevmek lâzımdır. Sohbetinde, yanında bulunarak, onun sevgisini de kazanırsa, daha çok feyiz alır.
Kalp, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası demek değildir. Ona yürek denir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe (gönül) diyoruz. Kalp, bir kuvvettir, görünmez. Tesirleri ile eserleri ile tanınır. Elektrik cereyanı da görünmüyor. Ampulden geçtiği zaman, rezistans telini ısıtarak, ışık saçtırdığı için, ampulde bulunduğunu anlıyoruz. Halbuki elektrik madde değildir. Bir yer kaplamaz. Kalp dediğimiz kuvvet de, madde değildir. Yer kaplamaz. Yürek denilen et parçasında eserleri göründüğü için, kalbin yeri yürektir diyoruz.
[Kalp adalesi veya kapakları bozuk olup ameliyat ile düzeltilemeyen kimsenin yüreği çıkartılarak, ölüm haline gelmiş olan başkasının sağlam yüreği buna takılmaktadır. Kalp takılanların birkaç günde öldüklerini işitiyoruz. Yaşıyacaklarını düşünürsek, bunların gönül dediğimiz kalp latîfesi değişmemekte, kalbinde ve ruhunda bir değişiklik olmamaktadır. Yürek veya başka bir organ takılan kimse gençleşmez. Yaşı ilerlemesine devam eder.]
Elektrik, bakır tel ile iletiliyor. Radyo vericisi ile alıcısı, birbirine elektromanyetik titreşimlerle bağlanıyor. Kalpleri birbirine bağlayan bağın da, muhabbet olduğu Mektûbât’ın 4. cildinin 21. mektubunda yazılıdır. Bir insan, bir velîyi görüp konuşarak veya kitaplarını okuyarak, onun İslamiyete tam bağlı olduğunu, derya gibi ilim sâhibi olduğunu, güzel ahlakını, herkese iyilik yaptığını anlayıp sever. Resûlullahı çok sevdiği için, Onun izinde bulunanı da sever. Fakat, bu güzel sıfatları sevmesi yetişmez. Bu sıfatların sâhibini iyi tanıyıp sevmesi lâzımdır. Çünkü, bu sıfatlar münâfıklarda, kâfirlerde, masonlarda da görülebilir. Bunun için, mürşid olduğunu anlayıp, onu görmekten ve kendini göremeyince, şeklini, sûretini kalbine, hayaline getirmekten zevk almak lâzımdır. Bu hâle (Râbıta) yapmak denir. Ona her zaman râbıta yaparak, görmüş gibi olur. His uzuvlarına tesir eden her şey kalbe de tesir eder. Güzel bir şeyi görmek kalbe tesir ettiği gibi, o şeyi düşünmek de kalbe tesir eder. Yani, (Râbıta) yapmak, yanında bulunmak gibi olur. Ne kadar çok sevışırlerse, o kadar çok feyiz alır. Ubeydullah-ı Ahrâr, (Kalbi, mala, mülke ve her çeşit dünya işlerine bağlamak suç olmuyor da, bir mümine bağlamak niçin suç olsun?) buyurmuştur.
Güneşin karşısına bir ayna koyalım. Bu ayna karşısına, 2. bir ayna, bunun karşısına da 3. bir ayna, bunun karşısına 4., böylece 30. aynaya bakınca, güneş bu aynada görünür. Çünkü, her ayna birbirine güneşi göstermektedir. Bunun gibi, Ashâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” hepsinin kalbi, Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” mübarek kalbinden saçılan nurların tesiri ile ayna gibi cilalandı. Çünkü Onu, çok, pekçok seviyorlardı. Onun güzel ahlakını, tatlı sözlerini ve mucizelerini ve nurlu yüzünü görerek, kendisine âşık olmuşlardı. Her işlerinde Onun gibi olmaya çalışıyorlardı. Her biri, canını, Onun bir işareti ile fedâ ediyordu. Onu iyi anlayıp, çok severek ve sohbetinde bulunarak, bol bol aldıkları nurları, kendilerine âşık olan, bağlanan genç kalplere yayıp, bunları temizlediler. Bu nurlar, bu kalplerden de, bunlara bağlanan başka gençlerin kalbine geldi. Böylece, 1.300 sene kadar, aynı nurlar, Evliyânın kalbinden saçılarak, her asırda, bu kalplere bağlanan kalpleri temizleyip ayna gibi yaptılar. Yani, kalp gözleri açıldı. Bu saadete kavuşan bahtiyarlara, (Velî), (Evliyâ) denildi.
Evliyânın büyüklerinden, zamanının kutbu, Mazhar-i Can-ı Canan buyuruyor ki “Bütün kazanclarıma, mürşidlerimi çok sevmekle kavuştum. Saadetlerin anahtarı, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmektir”. Ali Ramiteni “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” hazretleri buyurdu ki “Allah adamlarının kalpleri, Hakkın nazargahıdır. O kalplere girmiş olanlara da, o nazardan nasip erişir.”
Kalp, hem nefse, hem his uzuvlarına bağlıdır. His uzuvları ne ile meşgul olursa, kalp ona bağlanır. İnsan güzel bir şeyi görünce, güzel bir ses duyunca, tatlı bir şey alınca, kalp bunlara bağlanır. Bu sevgi insanın elinde olmaz. İnsan güzel bir şey okuyunca, kalp, bunların mânâlarına, yazarına bağlanır. Güzel, tatlı demek, kalbe güzel, tatlı gelen şey demektir. İnsan, çok defa hakiki güzelliği anlayamaz. Nefse güzel gelen ile kalbe güzel geleni birbiri ile karıştırır. Kalp kuvvetli ise, hakiki güzelliği anlayıp, onu sever, bağlanır. Âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler, Evliyânın sözleri, duâ , tesbîh gibi kıymetli şeyler, aslında güzeldir. Çok tatlıdır. Kalbin nefse bağlılığı azalınca ve nefsin elinden kurtulunca, bunları okuduğu, duyduğu zaman, bunların güzelliğini anlar ve bağlanır da, insanın haberi olmaz. Kurân-ı Kerîm okuyunca veya dinleyince, zikir yapınca, ibâdetleri yapınca, Allahü teâlâyı sever. Kalbi, nefsin elinden, baskısından kurtarmak için, nefsi ezmek, kalbi uyandırıp kuvvetlendirmek lâzımdır. Bu da, Resûlullaha uymakla olur. Muhammed aleyhisselâma uyarak, kalbini nefsinin pençesinden kurtaran bir kimse, bir velîyi incelerse, onun Resûlullahın varisi, Allah’ın sevgili kulu olduğunu anlar. Allahü teâlâyı çok sevdiği için, Allah’ın sevdiğini de çok sever. Fakat, sevebilmek kolay bir şey değildir. Nefsin sevdiklerini, kalbin sevdiği hakiki güzellikler sanarak aldananlar çok olmuş, felakete sürüklenmişlerdir.
Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için çalışana (Sâlih) denir. Bu sevgiye kavuşmuş olana (Ârif) veya (Velî) denir. Başkalarının da kavuşmalarına vasıta olana (Vesile) ve (Mürşid), bunların üçüne de (Sâdık) denir. Allahü teâlâ, Âli-i İmrân sûresinin 31. âyetinde, meâlen buyuruyor ki “Onlara söyle! Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Allah, bana tâbi olanları sever”. Allahü teâlâyı sevmenin alâmeti, Onun Resûlüne tâbi olmaktır. Tâbi olmak, emirlerine ve yasaklarına uymak demektir. Onun emirlerine ve yasaklarına (İslamiyet) ve (Ahkâm-ı İslâmiyye) denir. Allahü teâlâyı seviyorum diyenin, İslamiyete uyması lâzımdır. İslamiyete uyan kimseye (Müslüman) denir. Allahü teâlâ, müslümanların, birbirlerini sevmelerini emretti. Kâfirleri ve münâfıkları ve mürtedleri sevmemeyi emretti. Bunun için, (Hubb-i fillâh), yani Allah’ı sevenleri sevmek ve (Bugd-ı fillâh) yani Allahü teâlânın düşmanlarını sevmemek, imanın şartı oldu. Müslüman olmayana (Kâfir) denir. Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olana (Mürted) denir. Müslüman olmayan, fakat, müslüman görünen kâfire (Münâfık) denir. Bunların üçünü de sevmemek, imanın şartıdır. Tevbe sûresi, 120. âyetinde meâlen, “Ey müminler! Dâima, her zaman, sâdıklar ile birlikte bulunun!” buyuruldu. Bu âyet-i kerime, beraber olmayı emretmektedir. Bir hadis-i şerifte, “Allahü teâlânın, kalbime akıttığı, doldurduğu feyizlerin, nurların hepsini Ebû Bekr’in kalbine akıttım!” buyuruyor. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh”, takvâsı ve ibâdetleri herkesten çok olduğu için ve Resûlullahın büyüklüğünü ve Ona nazaran kendinin hiç olduğunu herkesten çok anladığı ve Resûlullahın sevgisini herkesten çok kazandığı için, feyizler, Ona başkalarına gelenden daha çok geldi ve gelen feyizlerin hepsini aldı. Bunlardan ve benzerlerinden anlaşılıyor ki dinimiz, Evliyâ ile beraber bulunmayı, Resûlullahın yolunu bunlardan öğrenmeyi istemektedir.
Ashâb-ı kirâm ile Tabiîn-i izama (Selef-i sâlihin) denir. Bunlardan sonra, hicretin 400 senesi sonuna kadar gelen Ehl-i sünnet âlimlerine, (Halef-i sâdıkin) denir. Halef-i sâdıkin, îman ve amel bilgilerinde ve kalp mârifetlerinde, hep Selef-i sâlihine tâbi olmuşlar, bunların yolundan hiç ayrılmamışlardır. 400 senesinden sonra, mutlak müctehid kalmadığı gibi, 1400 senesinden sonra da, insan-ı kâmil görülemez oldu. İnsan-ı kâmil olmayan, Evliyâ ve müctehid olmayan müceddidler “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, kıyamete kadar, yeryüzünde bulunacaktır. Bu müceddidler, müctehidlerin kitaplarını her tarafa yayacaklar, unutulmuş olan hak yolunu, Ehl-i sünnet bilgilerini insanlara bildireceklerdir. Dünyaya yayılmış olan, bidat sahiplerinin ve sahte tarîkatçıların ve zındıkların, fen ve din yobazlarının, yalanlarına, iftirâlarına cevaplar vereceklerdir. Bunların yazdıkları doğru kitapları bulup okuyanlar, dünyada ve ahirette saadete kavuşacaklardır.
Büyük İslam devleti olan Gaznevi imparatorluğunun kurucusu, sultan Mahmud-i Gaznevi, Ebül-Hasan-ı Harkaniye, (Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?) diye sordu. Cevabında, (Beyazıd, öyle kâmil bir velî idi ki Onu görenler hidayete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu) dedi. Sultan Mahmud, bu cevabı beğenmedi. (Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kainatı, Server-i âlemi “sallallâhü aleyhi ve sellem” nice kere gördüler. Bunlar hidayete gelmedi de, Beyazıd’ı görenlerin hidayete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahtan “sallallâhü aleyhi ve sellem” daha yüksek mi ki 2 cihanın efendisini, üstünlerin üstünü olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Beyazıd’ı görenler nasıl kurtulur?) dedi. Ebül-Hasan “rahmetullâhi aleyh” buyurdu ki (Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini “sallallâhü aleyhi ve sellem” görmediler. Ebû Talibin yetimi, Abdullah’ın oğlu Muhammed’i “sallallâhü aleyhi ve sellem” gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyalıktan, küfürden kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi). Meâl-i şerifi, “Onların sana baktıklarını görürsün. Onlar, seni anlayamıyorlar. Üstünlüğünü göremiyorlar” olan Araf sûresinin 197. ayeti bu inceliği bildirmektedir. Sultan Mahmud Han “rahmetullahi teâlâ aleyh” bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı.
Seadet-i Ebediyye kitabını okuyarak anlayan bahtiyar bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânî’yi “rahmetullâhi aleyh” tanıyarak, kalbi Ona meyl eder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nurları alıp, olgunlaşmaya, kemâle gelmeye başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyayı, hayatı görüşünde değişiklikler olduğunu his eder. Haller, zevkler, tatlı rüyalar görmeye başlar. İmâm-ı Rabbânî’yi, Evliyâyı, Ashâb-ı kirâmı ve Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” rüyada görmeye, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeye, bunlarla konuşmaya başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Saadet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
Hanefi mezhebinin büyük âlimlerinden Seyyid Şerif Cürcani hazretleri, Şerh-i Mevakıf sonlarında ve Şerhu’l-metalih haşiyesi baş tarafında ve Berika’nın 270. sayfasında buyurduğu gibi, Evliyânın sûretleri, öldükten sonra da talebesine görünüp feyiz verirler. Fakat, bunları görebilmek ve ruhlarından feyiz alabilmek kolay değildir. Ehl-i sünnet îtikadını ve ahkâm-ı İslamiyeyi, kitaplardan öğrenmek ve öğrendiklerine uymak ve Evliyâyı sevmek, saygılı olmak lâzımdır. Merecü’l-bahreyn’de diyor ki: “Tasavvuf büyüklerinin hepsi, Ehl-i sünnet idi. Bidat sahiplerinden hiçbiri, Allahü teâlânın mârifetine yaklaşamamıştır. Velâyet nurları, bunların kalplerine girmemiştir. Amelde ve îtikatta olan bidatin zulmeti, velâyet nurunun kalbe girmesine mâni olur. Kalp, bidat pisliklerinden temizlenmedikçe ve Ehl-i sünnet îtikadı ile süslenmedikçe, hakikat güneşinin ışıkları oraya giremez. O kalp, yakîn nuru ile aydınlanamaz”. Mekâtib-i Şerîfe’de 69. mektuba bakınız!
İrşadü’t-talibin kitabında diyor ki (Büyük âlim vefât edince, feyiz vermesi kesilmez. Hatta artar. Fakat [kalp hastalıklarına şifa olan bakışları ve sözleri devam etmediği için] bir insanın meyyit ile olan bağlılığı, diri ile olan gibi olamaz. Bunun için, (Üveysi) olmak, yani meyyitin rûhâniyetinden feyiz almak az olur. Fenâ ve Bekâya yükselen dirilerin meyyit ile irtibatları, diri iken olduğu kadar değil ise de, çok olur ve bunlar meyyitten çok feyiz alırlar. Fakat, diri iken daha fazla alırlar. Çünkü diriler, yanındakilerin ahkâm-ı İslamiyeye yapışmalarını sağlar. Bütün halleri ve sözleri ile kalplerine tesir ederek, muhabbetin artmasına, böylece daha çok feyiz almalarına sebep olurlar).
Görülüyor ki bir Mürşid aramak lâzımdır. Sâdık ve temiz bir müslüman, Evliyâ diri iken de, kabirde iken de, ruhlarından feyiz alır ise de, diri olan Evliyâ, bunun yapması lazım olan vazifeleri söyler. Hatalarını düzeltir. Böylece, feyiz alması kolaylaşır ve çok olur. Ölüler ise bir şey söyleyemez. Yol gösteremez. Kusurlarını bildiremez. Feyiz alması azalır veya durur. İlham ve rüya ile meyyitten ders almak da olamaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayal ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, te’vîlli, tabirli olabilir. Doğruları, iğrilerinden ayırt edilemez. Kazanç pek kıymetli ise de, zarar da, o derece tehlikelidir. Böyle olmakla beraber, hakiki âlim bulunmadığı zamanlarda, mürşid geçinen câhillere aldanmayıp, mevtaların ruhlarından feyiz almaya çalışmalıdır. Buna kavuşmak için, Ehl-i sünnet îtikadında olmak ve ahkâm-ı İslamiyeye uymak ve hakiki âlimlerin kitaplarını okumak ve okuyan ile sohbet etmek şarttır. Küçük çocuk, en çok anasını sever ve ona sığınır. Aklı başına gelince, babasına daha çok güvenir, buna sığınır ve bundan faydalanır. Mektebe veya sanata başlayınca, hocasına, ustasına sarılır. Bunlardan faydalanır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Ruhun kazançları da, bunun gibi, önce ana, baba ve âlim, sonra Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” vasıtası ile alınıyor.
Sual: Hicri 14. asrın yarısından sonra, dünyanın hiçbir yerinde velî görülemediğine göre, eski velilerin sözlerini okuyup, onları tanıyarak, kalbimizi, kalplerine bağlayacağımıza, niçin doğruca, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” efendimizin kalbine bağlamıyor, Onun kuvvetli olan nurunu almıyoruz. Ona intisab, yani bağlanmak, yani inanmak ve sevmek, zaten imanın şartı değil midir?
Cevap: Doğruca Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, vefâtından sonra da, mübarek ruhuna bağlanmak, elbet daha faydalı, hatta lazım ve vâcibdir.
Mekâtib-i Şerîfe’nin 81. mektubunda diyor ki (Evliyâyı bir gözlük olarak düşünüp, Resûlullaha ve Allahü teâlâya bu gözlük ile bakmalıdır.) Bir velîyi veya kitaplarını bulup, bunu tanımak, buna râbıta yapmak, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek ruhuna bağlanmak içindir. Bir insanın hiç görmediği kimsenin şeklini, sûretini, yalnız işitmekle, okumakla öğrenerek, hayaline getirmesi çok zordur. Onun kendisi değil, başkası görünebilir. Bunun için, Resûlullaha râbıta yapılmaz. Çünkü, başkasının Resûlullah olduğuna inanmak küfür olur. Evliyâyı düşünmekte, bu tehlike yoktur. Bir velîyi düşünen, gönül gözü ile onun mübarek kalbine bakmış olur. Orada Resûlullahın mübarek kalbini görür. Böylece, Resûlullaha bağlanmış olur. Bizim gibi câhillerin, gafillerin, Resûlullahı düşünmemiz ancak böyle olur. Bu sûret ile Ondan feyiz aldıktan sonra, doğruca kendisine bağlanmak ve evliyânın kabirlerinden, ruhlarından feyiz almak, mümkün ve kolay olur. Resûlullaha bağlanarak feyiz alan kimse, Onu çok sever.
İmâm-ı Gazâlî “rahmetullâhi aleyh” Eyyühel-veled kitabının sonunda buyuruyor ki (Her müslüman, terbiye edici bir üstada muhtaçtır. Üstad onu terbiye ederek, kötü huylardan kurtarır. Bunların yerine iyi huyları yerleştirir. Terbiye etmek, çiftçinin tarladaki dikenleri, zararlı otları temizliyerek ektiği tohumların kuvvetli, iyi olmasına çalışması gibidir. Allahü teâlâ, kullarına doğru yolu göstermek için, Peygamber “sallallâhü aleyhi ve sellem” gönderdi. Peygamber vefât edince, Ona vekil olarak evliyâyı yarattı. Velînin alâmeti şunlardır: ……….) Velî, Resûlullahı “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” iyi tanıdığı ve bağlandığı için, Onun mübarek kalbinden feyiz almakta ve bu feyizler, bunun kalbinden, kendisine bağlananların kalplerine akmaktadır. [Feyiz gelen kalpler temizlenir. Ahlakı güzel olur.]
İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” 260. mektupta diyor ki (Velînin kalbindeki feyizler, nurlar, güneşin ziyası gibi, her yere yayılmaktadır. Ahkâm-ı İslamiyeye uyan ve Onu seven müslümanların kalplerine akar. Onların bu feyizleri aldıklarından haberleri olmaz. Kalplerinin temizlendiğini anlarlar. Karpuzun güneş karşısında olgunlaştığı gibi, kemâle gelirler. Ashâb-ı kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sohbetinde, böyle kemâle geldiler. Müslümanın feyiz almasına mâni olan en zararlı şey, bidat sâhibi olmasıdır.)
61. mektupta diyor ki (İnsanda Allahü teâlânın rızasına kavuşmak arzusunu yok eden en zararlı şey, yalancı, câhil tarîkatçılardır. Bunların kitapları, sözleri, kalpleri karartır. Bunların tuzaklarına düşen kimse, sahte, câhil doktora giden hastaya benzer.) Hakiki velîyi, yalancı sahte şeyhten ayıran en açık alâmet, hakiki velînin vera ve takvâ sâhibi olmasıdır. (Takvâ), Ehl-i sünnet îtikadına uygun olarak îman edip, haramlardan sakınmak demektir. Şüpheli olan şeylerden de sakınmaya (Vera) denir. Ehl-i sünnet âlimleri, vera ve takvâ sahipleri idi. Muhammed Mâ’sûm “rahmetullâhi aleyh” Mektûbât’ının 2. cildinin 112. mektubundaki hadis-i şerifte, (Vera sâhibi ile birlikte oturmak ibâdettir) buyuruldu. Böyle İslam âlimleri küfre sebep olan şeyleri ve haramları ve şüpheli olanları bildiren çok kitap yazdılar. İbni Nüceym-i Mısrî’nin “rahmetullâhi aleyh” (El-kebair) kitabı meşhurdur. Türkçe tercümesi ile birlikte, 1304 de İstanbul’da bastırılmıştır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî’nin “rahmetullâhi aleyh” (Küfür ve kebair) risalesinde, 303 büyük günah ile 111 küfre sebep olan şey yazılıdır.
Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelen din bilgileri, 2’ye ayrılır: Beden bilgileri ve kalp bilgileri. Beden bilgilerini, yani kalp ile inanılması ve yapılması ve beden ile yapılması ve sakınılması lazım olan îman ve ibâdet bilgilerinin hepsini Ashâbının hepsine tebliğ etmek, öğretmek vazifesi idi. Bunları bizzat ve bilvasıta bildirdi. Mârifet ve tasavvuf denilen kalp bilgileri ise, güneş şuaları gibi, mübarek kalbinden her ân etrafa yayılıyordu. Bunlara (Nur) ve (Feyiz) denir. Her Sahabi, kendi kalbine gelen feyizlerden [akanlardan] kendi istidadı, kabiliyeti kadarının hepsine hemen kavuştu. Resûlullaha muhabbetleri pekçok olduğu için, yayılan nurlardan istidadları kadarına hemen kavuştular. Kavuştukları nurlar, ihlaslarının çabuk ve çok artmasına sebep oldu. Beden bilgileri (Edille-i şer’iyye) denilen 4 kaynaktan öğrenilmiş, fıkıh kitapları vasıtası ile bizlere gelmiştir. Resûlullaha uymak isteyenlerin, fıkıh kitaplarının bildirdiği ve mürşid-i kamilin söylediği gibi ibâdet etmeleri lâzımdır. Kalp bilgileri ise, bizlere Evliyânın kalpleri vasıtası ile gelmiştir. Resûlullahın mübarek kalbinden bu bilgileri almak isteyenin, bir velînin yanında bulunarak, bunun kalbinden alması lâzımdır. Velî, insanın kalbi ile Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek kalbi arasında, bir vasıtadır, yoldur. Kalp bilgilerine, tasavvuf kitaplarını okumakla kavuşulamaz. Bu bilgileri sunan menba, ariflerin kalpleridir. Böyle olduğu, (Semerat-ül-füad) kitabının sonunda da yazılıdır. Her Sahabi de, Resûlullahtan aldıkları, beden ve kalp bilgilerini, isteyen müslümanlara bildirdiler. Daha sonra gelen müslümanlar da, beden bilgilerini fıkıh kitaplarından, kalp bilgilerini, Evliyânın kalplerinden aldılar. (Ben, beden bilgilerini, doğruca Resûlullahın sözlerinden, yani hadis-i şeriflerden öğreneceğim) diyenler, hadis-i şerifleri yanlış anlayarak, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düştükleri gibi, (Ben kalp bilgilerini doğruca Resûlullahın kalbinden alacağım) diyenler de, nefsin ve şeytanın tuzaklarına düşmüşlerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerinden veya kitaplarından, kalp bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayatta olanlarının kalplerinden, vefâtlarından sonra da, ruhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin mütehassısları, yani Müctehidler ve Veliler, böyle söylemişlerdir. Künuzü’d-dekaık’da yazılı olan, “Talebesi arasında âlim, Ashâbı arasındaki Peygamber gibidir”, “Âlimin talebesinden üstünlüğü, Peygamberin ümmetinden üstünlüğü gibidir”, “Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvânın menbaı ariflerin kalpleridir”, “Fıkıh dersinde bulunmak, bir sene ibâdet yapmaktan daha iyidir”, “Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir” hadis-i şerifleri, yukarıdaki yazımızın vesikasıdır. Allahü teâlâ, İslam dininin kıyamete kadar devam edeceğini vaat etti. Beden bilgilerini muhafaza için Osmanlı devletini, kalp bilgilerini muhafaza için Evliyâyı yarattı. İslamın en büyük düşmanı olan ingiliz devleti asırlarca çalışarak, bu 2 muhafızı yok etti. Allahü teâlâ, yeni muhafızlar yaratmakta, İslamiyet devam etmektedir.
Şunu da bildirelim ki kalbin, ruhun hastalığı, herkeste başkadır ve herkesin (İdiosynkrasie = Überempfindlichkeit gegen bestimmte Reize) denilen hassasiyeti, istidadı ayrıdır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını ve tedâvisini bildirmekle kalmamış, fertlere, ailelere, cemiyetlere, harblere, miras hesaplarına, yani her çeşit dünya ve ahiret işlerine ait yüzbinlerle bilgiyi söylemiştir. Kendi hastalığını ve kalbinin ilacını bilmeyen bizim gibi câhillerin, bu hadis-i şeriflerden kendine uygun olanları seçip alması imkansız gibidir. 2. cilt, 54. mektupta diyor ki (Şimdi hadisler unutuldu. Bidatler yayıldı. Doğru ve iğri kitaplar birbirine karıştı.) Evliyâ, kalp, ruh mütehassısları olup herkesin bünyesine ve hastalığına ve zamanının zulmetine ve fesadına uygun ruh ilaçlarını, hadis-i şeriflerden seçerek söylemişler ve yazmışlardır. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, dünya eczahanesine yüzbinlerce ilaç hazırlayan baş tabib olup Evliyâ da, bu hazır ilaçları, hastaların dertlerine göre dağıtan, emrindeki yardımcı tabibler gibidir. 119. mektuba bakınız! Hastalığımızı bilemediğimiz, ilaçları tanımadığımız için, yüzbinlerce hadis içinden, kendimize ilaç aramaya kalkarsak, (Allergie) aks-i tesir hâsıl olarak, cahilliğimizin cezasını çeker, fayda yerine zarar görürüz. İşte bunun için, hadis-i şerifte, (Kurân-ı Kerîmi kendi anladığına göre tefsir eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhepsizler, bu inceliği anlayamadıkları için, (Herkes Kuran ve hadis okumalı, dinini bunlardan kendi anlamalı, mezhep kitaplarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarının okunmasını yasak ediyorlar. Bütün müslümanları felakete sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitabı, mezhepsizlerin bu iftirâlarına, çok güzel cevap vermektedir. İmâm-ı Rabbânî de, 2. cildin, 97. mektubunda, cevap vermektedir.
Sonsöz olarak, yine bildireyim ki Velî demek, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmuş olan, Ehl-i sünnet alimi demektir. (Ehl-i sünnet) demek, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol demektir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Ashâb-ı kirâmdan öğrendiler. Kendi anladıklarına değil, Ashâb-ı kirâmdan işittiklerine sarıldılar. Ehl-i sünnetten ayrılmak, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin doğru yolundan ayrılmak olur. Ehl-i sünnetten ayrılanlar arasında, Kurân-ı Kerîmdeki ve mütevatir olan hadis-i şeriflerdeki açıkça anlaşılamayan delilleri yanlış te’vil edenler, kâfir olmazlar ise de, bidat sâhibi oluyorlar. Bu delillerden çıkardıkları yanlış ve bozuk bilgilere, (Kuran yolu), (Ashâb yolu) diyerek, ahmakları, cahilleri aldatıyorlar.
Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, ihlas, kalp-i selim sâhibi olmak lâzımdır. Kalp de, ancak Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu sevmek ve Ona tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, 1. yol, hayatta olan bir velîyi tanıyıp, Onun sözlerinden, kitaplarından Ehl-i sünnet îtikadını, ahkâm-ı İslamiyeyi ve tasavvufun edeblerini öğrenmek ve bunlara uymak şartı ile Ona (Râbıta) yapmak, yani kalbini Onun kalbine bağlamaktır. Bir velî, kendi üstadlarından almış olduğu yazılı vesikadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin ahkâm-ı İslamiyeye uygun olmasından anlaşılır. Böyle bir velî görülemediği zaman, herhangi bir velîye râbıta yapan Onun (Üveysi)si olur. 1. ciltte 286. ve 2. ciltte 89. mektupta diyor ki (Bir Ârifin sohbetine kavuşamayana, büyüklerin ruhlarından feyiz almak nasip olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için, bunların ruhlarını vasıta yapar.) Arifler, veliler, hadis-i kudside, Allahü teâlânın vaat ettiği müjdeye kavuştukları için, öldükten sonra da, taliblere feyiz verirler. 291. mektuba da bakınız!
Muhammed Mâ’sûm-i Fârukî “rahmetullâhi aleyh” 3. cildin 142. mektubunda buyuruyor ki (İmâm-ı Rabbânî’nin “kuddise sirruh” kabir-i şerifini ziyaret niyeti ile Serhend şehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyizlere ve bereketlere kavuşursunuz. Medine-i münevveredeki menbadan buraya gelen nurlardan ve esrardan istifade edersiniz. Hindistan’daki küfür ve isyan zulmetleri, kalpleri karartmakta, ruhları hasta yapmakta ise de, ruhlara hayat veren ve kalpleri temizliyen şifalı su, karanlık ormanlarda bulunduğu gibi, bugün Serhend şehri, Medine-i münevveredeki kaynaktan [Evliyânın mübarek kalpleri vasıtası ile] gelen feyizlerin, nurların yayıldığı yerdir. Burasını Hindistan’ın küfür, zulüm yerleri gibi sanmayınız. Burası, [insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan] velâyet yolunun kapısıdır. Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek kalbinden gelen envar ve esrar, buradan fışkırmaktadır. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak isteyenler, inanarak bu mezarı ziyaret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyizlere, bereketlere kavuşuyorlar. Bu mübarek makâmda bulunanların çoğu, inanmadıkları, kıymetini bilmedikleri için, bu nimetten mahrumdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel kokuyu duyar. Miski nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.) Bunların, Eşrefzade Abdullah Rumi’nin, (Müzekkin-nüfus) kitabının sonunda da yazılı olduğu, Arabî (Tuhfet-ül-uşşak)da bildirilmektedir. Sohbette feyizler, mârifetler bol bol alındığı hâlde, Üveysiler damla damla alabilir. Fakat bunun tek damlası, bütün dünya kazançlarından daha kıymetli ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyaret etmek, damlaların artmasına, mezhepsizlerin, sapıkların ve sahte, yalancı şeyhlerin tuzaklarına düşmek de, büsbütün kesilmesine sebep olur. Kalplerin, ruhların arasındaki bağ, inanmak, sevmek ve istemektir.
Bir müslüman, bir velînin sohbetine kavuşursa veya hep onu düşünürse, yani onun sûretini, yüzünü hayaline getirirse, yahut hayatını, sözlerini öğrenip, severek, ağlayarak düşünürse, onun kalbindeki feyizler, mârifetler, bunun kalbine akar. Yalnız uzaktan düşünerek yetişmiş, velî olmuş mesut, bahtiyar zatlar çok vardı. Bu kazançlarını ve kavuştukları yüksek dereceleri, kitaplarında bildirmişlerdir. Allahü teâlânın bu merhameti, bu ihsanı, kıyamete kadar devam edecektir.
Bir kimseyi seviyorum deyince, ona karşı suri, mecazi muhabbeti olduğu anlaşılır. Câhil ve bidat sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslüman, Resûlullahı böyle sevmektedir. Müslüman olmak için de, bu kadar muhabbet kâfidir. Feyiz getiren hakiki sevginin hâsıl olması için, onun sözlerini, işlerini, hallerini ve ahlakını öğrenmesi ve bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itaat edilir. Her şeyde ona tâbi olunur. Hakiki sevgi pekçok olursa, sevdiğinden başka her şeyi unutur. Bu unutmaya (Fenâ-i kalb) denir. Hatta kendini de unutur. Kendini de unutmaya (Fenâ-yı nefs) denir. Mekâtib-i Şerîfe’nin 90. mektubunda diyor ki (Fenâ-i kalb hâsıl olunca, kalpte hatara [mahlukların düşüncesi] kalmaz. Fakat dimağdan gitmezler. Fenâ-i nefs olunca, dimağdan da giderler. Bu yazımızı tasavvuf ehli anlar. Liselerde, üniversitelerde okumakla öğrenilmez.) Böylece, (Fenâ) hâsıl olunca, yani bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” gelmiş olan feyizler, ilâhî mârifetler, nurlar, sevenin kalbine akarak, hakiki ihlasa kavuşur. Böylece hakiki ibâdet yapmak nasip olarak, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşur. Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Yani Resûlullahı “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hakiki muhabbet ile severek, feyizleri doğruca Onun mübarek kalbinden alır. Artık, vesileye ihtiyaç kalmaz.
Dünya ve ahiret saadetine kavuşmak için biricik yol, müslüman olmaktır. Müslüman olmak için, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna, her şeyi gördüğüne, bildiğine, her şeyi Onun yaptığına [yarattığına] ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğuna ve öldükten sonra, Cennet denilen yerde sonsuz nimetler, tatlı hayat olduğuna ve Cehennem denilen yerde sonsuz olarak ateşte yanmak olduğuna ve müslüman olanın Cennete gideceğine, müslüman olmayanın, yani işittikten sonra inanmayanın, inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacağına inanmak lâzımdır. Dünya nüfusunun %90dan fazlası, yani bütün hristiyanlar, bütün yahudiler, Avrupa’daki Amerika’daki bütün siyaset ve devlet adamları, bütün fen adamları, kumandanlar, berehmenler, budistler, ateşe, putlara tapanlar, öldükten sonra tekrar dirileceğimize, Cehennemde sonsuz azap olduğuna inanıyor. İnanmamak, dünyadaki bütün ilim, fen ve siyaset adamlarına uymamak olur. Böyle kimse tam gerici ve ahmaktır. İnanmak yalnız laf ile olmaz. Kalp ile olur. Kalpte îman bulunduğunun 2 alâmeti vardır: Söz ve iş.
İslam dininden, İslâmın güzel ahlakından ve insan haklarından haberi olmayan bazı cahilleri, ahmakları işitiyoruz. Gündüzleri spor sahalarında, plajlarda, geceleri de eğlence yerlerinde, kızlarla, oğlanlarla, zevk, safa, fuhuş içinde, çalgı, oyun, kumar, içki ile ömürlerini ziyan ediyorlar. Zevkleri için lazım olan parayı, hak, hukuk, kanun tanımadan topluyorlar. Bu taşkınlıkları, hileleri, azgınlıkları ile hem kendilerine, hem de cemiyete, insanlara, canlara, ırzlara zarar veriyorlar. Dinsizliğe, imansızlığa (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle yaşar diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek övünüyorlar. Dini, imanı, temiz ahlakı olan, herkesin hakkını tanıyan, doğru, namuslu müslümanlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar. Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine bağlı oldukları için, akılsız da, yalnız bunlar mı akıllı? Felaket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için, sonsuz azaplara sürüklendiklerini anlayamıyorlar. Tarihten de ibret almıyorlar. Halbuki İslamiyet, dünya zevklerinden hiçbirini yasak etmemiştir. Bunların, hayvanlar gibi, açıkça, azgınca, zararlı olarak yapılmasını menetmiştir. Bunların tuzaklarına düşenlere, ancak acınır! Dünya zevklerine düşkün, gâfil, can yakan ve başkasının malına, namusuna saldıranlar İslam dinini gençlerden saklıyorlar ise de, aklı olan bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi bilgilerini öğrenince, dinleri inceliyerek, akla, ilme uygun olan İslam dinini seçmesi icap eder. Bunu başaramayanın da, bütün dünyanın inandığı, Cehennemde sonsuz yanmak tehlikesi karşısında, korkarak, titriyerek hemen müslüman olması lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamış olur.
Hülâsa, dünya ve ahiret saadetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızasına, sevmesine kavuşmaktır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demektir. Bu saadete kavuşana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak lâzımdır. Farzlar, sıra ile evvela Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek, sonra haramlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih olan müminleri sevmektir. İhlas ile yapılmayan ibâdetin faydası olmaz, sevâbı olmaz. (İhlas), her şeyi yalnız Allah rızası için yapmaktır. İhlas, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl olur. Kalbin yalnız Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itminanı) veya (Fenâ fillâh) denir. Kalbin itminana kavuşması, ancak Onu çok hatırlamakla, büyüklüğünü, nimetlerini düşünmekle olacağını, Rad sûresinin 28. ayeti bildirmektedir. İnsanda, akıl, kalp ve nefs denilen 3 kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimağdır. Kalbin yeri yürektir. Akıl, mektep dersleri, sanat hesapları, mal sâhibi olmak, ahireti kazanmak yolları gibi şeyleri düşünür. İsterse düşünür. İstemezse düşünmez. Aklın bu düşünceleri ve insanın bunlara kavuşmak için çalışması câizdir. Hatta, çok sevap olur. Bunların kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâima haramları, zararlı şeyleri yapmayı düşünür. Kalbin kendinde hiç düşünce yoktur. Ona, aklın ve nefsin ve his uzuvlarından dimağa ve dimağdan kalbe ulaşan haram şeylerin düşünceleri gelerek hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçtür. Bu düşüncelerden kurtulursa, Allahü teâlâyı hatırlar, düşünür. Yani kalp, hiç düşüncesiz kalmaz. Kalbin hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veya bir velîyi severek görmek ile olur. Bir velî bulamazsa, ismini işittiği bir velînin hayatını okuyup öğrenir. Onu çok sever. Hep onu düşünür. Bir velîyi görmek, Allahü teâlâyı hatırlamaya sebep olacağı, (Onlar görüldükleri zaman, Allahü teâlâ zikir edilmiş olur) hadis-i şerifi ile bildirilmiştir. Bu hadis-i şerif, İrşadü’t-talibin, İbni Mace, Ezkâr ve Abdülhakîm Efendi’nin Râbıta-i Şerifesi’nde ve Dost Muhammed Kandihari’nin 11. mektubunda vardır. Bir insan, kendisine İslamiyeti doğru olarak öğreten, kendisini dünya ve ahirette felaketlerden kurtaran, ebedî saadete kavuşturan vesileyi görerek veya kitaplarından tanıyarak, onu canı gibi sever. Onu görünce, göremezse, severek düşündükçe, Resûlullahtan ona gelen feyizler bunun kalbine de akar.
Makamat-i Mazhariye, 74. sayfasında diyor ki (Mükerrem Han öleceği zaman, başına Ubeydullah-ı Ahrârın takkesini koydular. Onu alın! Yerine üstadımın külahını geçirin! Çünkü, beni saadetlere kavuşturan odur, dedi). Düşünülen şeklin, velînin tam kendisi olması şart değildir. Her gün, sabah ve akşam gözleri kapatıp, 5-10 dakika aynı sûret düşünülürse, bir müddet sonra, bu velînin ruhu, o sûrette görünerek, rüyada olduğu gibi, konuşmaya başlar. İhsanlarda bulunur. Hadis-i kudsiden anlaşılıyor ki bir müslüman, sohbetlerinde bulunarak veya kitaplardan okuyarak, tanıdığı ve sevdiği, uzakta veya kabirde bulunan bir velîyi, ismi ile çağırır ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o velîye işittirir. Velî de, ona imdad eder. Bir velî, olmuş veya ilerde olacak bir şeyi öğrenmek isterse, Allahü teâlâ, ona bildirir. Allahü teâlânın, velilere olan, bunlar gibi ihsanlarına, ikramlarına (Kerâmet) denir. Bedreddin-i Serhendî, (Hadarat-ül-kuds) kitabında, İmâm-ı Rabbânî’nin kerâmetlerinden binlerce gördüğünü ve işittiğini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor. Kalp fânî olunca, yani hiçbir şeyi hatırlamayınca, aklın, fikrin ve hafızanın da dünya işlerini unutması icap etmez. Kalp, fânî iken de, bütün organlara, akla, fikre, hafızaya, her nev’ dünya işlerini yaptırır, başka insanlar gibi dünya işlerine de çalışır. Bütün insanlık vazifesini, her iyiliği Allah rızası için yapar. Bütün yaptıkları ibâdet olur.