Ali bin Ebû Talib “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh”, ikram ve ihsan sahibi 4. yardır. Dindeki müşkiller onunla çözülmüştür. Kardeşlik mesnedinin seyyidi odur. Fütüvvet sofrasını o kurmuştur. Neseb-i şerifleri Ali bin Ebû Talib bin Abdülmuttalib, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin neseb-i tahirlerine 2. babada [atada] birleşir ki Abdülmüttalib’dir. Neseb cihetinden bundan yakın yoktur. Ama, fazilet hususu, tertib-i hilafet üzeredir. [Üstünlük sırası, hilafet sırasıdır.]
1. Menakıb: Hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” hazretlerinin doğuşları hakkındadır.
Hazreti Ali’nin Doğumu Nasıl Oldu?
2. Menakıb: Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine nübüvvet Pazartesi günü bildirildi. Evvela hazret-i Ebû Bekr imana geldi. 2. olarak Salı günü hazret-i imam-ı Ali “keremallahü vecheh” imana geldi. Hazret-i Ebû Bekir’den “radıyallahü teâlâ anh” evvel kimse imana gelmemiştir. 2. imana imam-ı Ali “radıyallâhu anh” gelmiştir. On yaşında idi. Bazıları 7 yaşında idi dediler. İmam-ı Ali “radıyallâhu anh” ömründe hiç puta tapmadı. Hak Sübhanehü ve teâlâ onu puta tapmaktan sakladı. Hatta bir rivayette İmam hazretleri buyurmuşlar ki: Annemin karnında yatarken, kiliseye varıp, puta tapmak istediğinde, Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin inayeti ile annemin yüreği ağrımaya başlayıp, o kadar ızdırap verdi ki kiliseye varıp, puta tapmak isteğini unutup, kendi evine döndü. İmam hazretleri, Sultan-ı kainatın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzur-u şeriflerinde yetişmiştir. İmam hazretlerinin yüksek şanları hakkında, 300 âyet-i kerime nazil olduğunu, hazret-i Abbas “radıyallahü teâlâ anh” rivayet etmiştir.
3. Menakıb: Hazreti Ali’nin diğer isimleri nelerdir?
4. Menakıb: (Hazret-i Ali ile hazret-i Fâtıma’nın “radıyallahü teâlâ anhüma” evlenmeleri.)
5. Menakıb: Hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” orta boylunun kısası idi. Geniş göğüslü idi. Ela gözlü idi. Mübarek sakalı bütün Ashâbdan “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” çok idi. Mübarek karnı büyükçe idi. Her ne zaman kâfirlerin yüzlerine baksa, kalplerine korku düşüp, hazan yaprağı gibi titrerlerdi. Bu mübarek cüsse ile 3, 4 ve 5 gün, bazen da 7, 8 gün yemek yemezdi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine sual ettiler ki hazret-i Ali yemek yemez, hikmeti nedir. Buyurdular ki; (Hazret-i Ali’nin kuvvet-i kudsiyesi vardır. Açlığı bilmez.) Umumiyetle gazalarda nice günler yemek yemez ve gaza ile meşgul olurdu. Açlık hatır-ı şeriflerine gelmezdi. Kuvvet-i kudsiyesi ile içi tamamen dolu idi. Bir gaza vaki olmamıştır ki hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” onda mevcut olmasın. Bir kaleyi almakta zorlanılsa veya düşman galebe etse, Sultan-ı kainat “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” sancağı hazret-i Ali’nin eline verip de buyururdu ki (Ya Ali! Bu feth senindir. Var feth eyle! Seni Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerine ısmarladım) diye gönderirdi. Feth ederdi.
6. Menakıb: Beni Necran derler, hristiyanlardan bir kabile var idi. Kalabalık bir kabile idi. Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bunlara her ne kadar nasihatta bulundu ise de, kimse razı olmayıp, ıslah olmadılar. İnad ve taşkınlıklarını arttırdılar. Bir vechle bunlar imana gelmediler. Bunlar hakkında ibtihal (karşılıklı yeminleşme) âyet-i kerimesi nazil oldu. İbtihal ile emrolundular. Sûre-i Âli-i İmrânda, [61. âyet-i kerimede] meâlen buyurulmuştur: “Seninle mücadele edenlere [hristiyanlara] de ki: Geliniz biz ve siz, oğullarımızı [evlatlarımızı], kadınlarımızı ve kendimizi çağıralım. Sonra ibtihalledelim. [İsa aleyhisselâm hakkında] kim yalan söylüyor ise, Allahü teâlânın laneti onun üzerine olsun diyelim!” (Tefsir-i Mealim) de buyurmuş ki (……… yani kim ki seninle, hazret-i İsa aleyhisselâm hakkında mücadele etse, sana, hazret-i İsa aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve Resûlü olduğu hakkında ilim geldikten sonra, denildi ki ebnaünadan murad Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” hazretleridir. Enfüsenadan murad, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin kendileridir ve hazret-i Ali “keremallahü vecheh”dir. Zira, Araplarda, kişinin, amca oğlu kişinin kendisinden sayılır. Nitekim Allahü teâlâ hazretleri buyurur: (…….. murad ihvaneküm demektir). Denildi ki ibtihal cümle ehli dine umumdur. İbni Abbas “radıyallâhu anhüma” buyurdular ki yani duada tadarru edelim. Ve Kelbi dedi ki duada ictihad ve mübalaga edelim. Kesai ve Ebû Ubeyde dediler ki (lain) edişelim [birbirimize lanet edelim!]. Zira ibtihal telaundur. (Lanetleşmektir.) lanetullah mânâsına derler. (Allahü teâlânın laneti onun üzerine olsun demektir.) Bizden ve sizden hepimiz Allahın lanetini yalancılar üzerine kılalım.
Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bu âyet-i kerimeyi Necran kavmi üzerine okudu ve onları mübaheleye davet etti. Onlar refiklerimize [arkadaşlarımıza] gidelim. Emrimizle müşavere edelim. Sonra yarın gelelim dediler. Varıp bir yere toplandılar. Reislerine mubahele hakkında ne düşündüğünü sordular. Ona, ya Mesihin kulu! Rey’ hakkında ne düşünürsün, dediler. O dedi ki: Ya Nasara cemaati. Muhakkak siz biliniz ki Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Peygamberdir. Vallahi lanet etmez. Bir kavm Peygamber ile mübaheleye kalkışırsa, o kavmin büyüğü, küçüğü muhakkak helak olur. Hemen sahibinizin yanına varınız. Kavli üzerine ikâmet edip, vaat alınıp, kendi bildiğinizden dönün.
Ertesi gün, hazret-i Ali ile Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-ı şeriflerine geldiler. Halbuki Resûlullah hazretleri Hüseyini kucağına almış, hazret-i Hasanın elinden tutmuş, hazret-i Fâtıma ardınca yürürdü “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, bunlara, ben duâ edeyim, siz âmin deyiniz, buyurdu. Nasara kavminin reisleri yanındaki hristiyanlara dedi ki ya nasara cemaati. Ben muhakkak öyle yüzler görüyorum ki eğer Allahü teâlâ hazretlerinden, bir dağı yerinden kaldırmasını isteseler, Allahü teâlâ hazretleri, o dağı onlar hürmetine kaldırır. Sakın mübahele etmeyiniz! Yoksa helak olursunuz. Kıyamete kadar yeryüzünde nasrani kalmaz. Sonra reisleri, Peygamberimize “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” dedi ki ya Ebel Kasım! Biz karar verdik ki seninle, mübahele etmiyelim. Senden ayrılalım. Sen dinin üzerine Sâbit ol. Biz de dinimiz üzerinde Sâbit olalım. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Mübaheleden vazgeçti iseniz müslüman olunuz. Size lazım olan şey, müslümanlara olur.) Onlar müslüman olmak istemediler. (Kıtale hazır olun. Muhakkak sizinle mukatele ederiz) buyuruldu. Onlar dediler ki biz seninle harp edemeyiz. Lakin seninle sulh olalım ki bizimle mukatele etmiyesiniz. Bizi korkutmıyasınız. Dinimizden döndürmiyesiniz. Biz de sana her sene 2.000 hulle verelim. Bin hulle Saferte, bin hulle Recepte. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bu kavl üzerine sulh etti. Sonra buyurdular ki; (Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki azap Necran ehlinden döndü. Eğer mübahele etseler idi, maymuna ve hınzıra dönerlerdi. Bulundukları vadi ateş ile dolardı. Allahü teâlâ Necranın ve halkının kökünü kazırdı. Ağaçlardaki kuşlar bile canlı kalmaz, bir sene geçmeden hepsi helak olurlardı.)
7. Menakıb: Mir Hüseyin Vaiz “rahimehullahü teâlâ” (Mevahib-i aliyye) adlı tefsirinde, sûre-i Bakarada 274. âyet-i kerimenin tefsirinde, beyan etmiştir. Bu âyet-i kerimenin indiriliş sebebinde bildirilmiştir. Hazret-i Aliyül Mürtedanın “keremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” 4 dirhemi var idi. Onun birisini aşikare [açıktan] tasattuk etti [sadaka verdi]. Birisini gizli tasadduk etti. Birisini kara gecede, birisini de gündüz tasadduk etti. Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. (Mallarını Allah yolunda, gece-gündüz, gizli-aşikar olarak dağıtanların, Allahü teâlâ indinde ecrleri çoktur ve hazırdır. Onlar için gelecekte korku yoktur. Geçmiş için mahzun olmaz, üzülmezler.) [Bakara sûresi 274. âyet-i kerime meali.] Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ali’den “radıyallahü teâlâ anh” bu çeşit sadaka vermesine hangi şeyin sebep olduğunu sordu. Cevap verdi ki bu 4 şekil dışında sadaka verme yolu görmedim. Her şekilde sadaka verdim ki bunlardan biri kabul şerefi bulup, diğerleri de Allahü teâlânın rızasına erer.
8. Menakıb: (Mealim-üt-tenzil) de sûre-i Secdede, meal-i şerifi, “İman eden [inanan] kimse, fasık [inanmayan] gibi midir. Bunlar eşit olmazlar” olan, 16. âyet-i kerimenin tefsirinde, Muhyissünne “rahimehullahü teâlâ” beyan buyurmuşlar. Bu âyet-i kerime, Ali bin Ebû Talib “kerremallahü vecheh” ve Velid bin Ebû Muayt hakkında nazil olmuştur. Velid bin Ebû Muayt, Osman “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin ana tarafından akrabasıdır. Hazret-i Ali ile Velid arasında çekişme ve münakaşa oldu. Velid hazret-i Ali’ye dedi ki; sen sus! Muhakkak sen çocuksun. Ben lisan cihetinde senden daha açığım. Mızrak [ok] atmakta senden mahirim. Kalp cihetinden senden cesaretliyim. Harblerde, haşmet cihetinden daha gösterişliyim. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki sen sus! Muhakkak sen fasıksın. Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri bu âyet-i kerimeyi gönderdiler. (Onlar müsavi değillerdir) buyurdular. (İkisi müsavi değildir) buyurmadılar. Zira bir mümin ve bir fasık murad etmediler. Belki bütün müminleri ve bütün fasıkları irâde buyurdular.
9. Menakıb: (Mealim-üt-tenzil) tefsirinde, imam-ı Begavi “rahimehullahü teâlâ” hazretleri (Hel eta) [insan] sûresinde, meal-i şerifi “Onlar kendileri arzu ettikleri [içleri çektiği hâlde] yiyeceği, fakirlere [yoksullara], öksüze ve esire yedirirler” olan 8. âyet-i kerimenin tefsirinde beyan buyurmuştur ki bu âyet-i kerimenin nüzul [iniş] sebebinde ihtilaf etmişlerdir. Mücahit ve Ata, İbni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” hazretlerinden, hazret-i Ali “keremallahü vecheh” hakkında nazil olduğunu rivayet etmişlerdir. Kıssasını kısaltarak beyan etmişler. Lakin diğer tefsirlerde ve menakıbda şu şekilde anlatılmıştır. Hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” hasta olmuşlardı. Fahr-i âlem Seyyid-i veled-i adem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Sahabe-i kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile görmeye vardılar. Hazret-i Ali ve hazret-i Fâtıma-tüz-zehraya “radıyallahü teâlâ anhüma” hitab edip, buyurdular ki (Bu ciğer guşelerinize bir nezir eyleyin [bir adak adayın]!) O iki Server ve Fıtta adlı cariyeleri, Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri bu ikisine [yani Hasan ve Hüseyin “radıyallâhu anhüma” hazretlerine] sıhhat verir ise, 3’er gün oruç bize nezir olsun dediler. O 2 Cennet rayihaları şifa buldu. Ancak evlerinde yenilecek bir şeyi yok idi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” varıp, bir yahudiden 3 sa’ arpa borç aldı. 3’ü de nezrettikleri oruçlara niyet ettiler. O ölçek arpanın bir ölçeğini hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” hazretlerinin cariyesi üğütüp, 5 adet ekmek pişirdi. Kendileri 5 kişi idiler. İftar vakti oldu. O 5 çöreğin birini hazret-i Alinin önüne ve birini hazret-i Hasanın önüne ve birini hazret-i Hüseyinin önüne ve birini Fıtta cariyeye ve birini de [hazret-i Fâtıma] kendi önüne koydu. İftar yapacaklardı. Bir miskin gelip, dedi ki: Ya Ehl-i beyt-i Resûlallah! Miskin müslümanlardan bir miskinim. Bana yiyecek verin. Allahü teâlâ hazretleri sizi Cennet nimetleri ile taamlandırsın. Ellerindeki çörekleri ona sadaka verip, kendileri su ile iftar ettiler. Ertesi gün yine oruç tuttular. Cariye bir ölçek arpa daha üğütüp, yine 5 çörek pişirdi. İftar vaktinde, önlerine alıp, iftar edecekleri sırada, bir yetim geldi. 5’i de çörekleri ona verip, o yetimi sevindirip, kendileri su ile iftar edip, uyudular. Ertesi günü yine oruç tuttular. O kalan bir ölçek arpayı da, 5 çörek yapıp, önlerine aldılar. İftar edecekleri vakit, bir esir gelip, dedi ki 3 gündür açım. Beni bağlayıp, yemek de vermediler. Allahü teâlâ için bana acıyın, dedi. 5’i de çöreklerini ona verip, yine su ile iftar ettiler. Bazı rivayette o esir şirk ehlinden idi. Bu rivayet delil olur ki ehl-i şirkten de olsalar, esirlere yiyecek verilirse, sevap olacağı anlaşılmaktadır. (Mealim-üt-tenzil) de böyle yazılıdır.
Rivayet olunur ki 4. gün sabahladılar. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin’in “radıyallahü teâlâ anhüma” ellerinden tutup, Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-ı şeriflerine götürdüler. Hazret-i Habîb-i ekrem onları, açlıktan kuş yavrusu gibi titrerler şekilde gördüler. Ali “keremallahü vecheh” hazretlerine buyurdu ki ya Ali! Bizi üzüntüye gark eddin. Kalkıp bunları aldı. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anha” yanına vardı. Fâtımayı mihrabında gördü ki karnı arkasına yapışmış ve mübarek gözleri çukura gitmiş. Üzüntüsü daha da arttı. Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm nazil oldu ve dedi ki; Ya Muhammed! Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri mübarek etsin. Ehl-i beytin hakkında âyet-i kerime gönderdi. (Hel eta) sûresini okudu. Rivayet olundu ki hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bunları bu hâlde görünce buyurdular ki: (Ya kızım Fâtıma! Baban 3 gündür taam yememiştir.)
Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Medine’den dışarı gitti. Gördü ki bir Arap kuyudan su çekip, davarına su verir. Ali “radıyallahü teâlâ anh” araba dedi ki ya kişi, sana ücret ile su çekeyim mi. O da hoş [iyi] olur dedi. Her kovaya bir avuç hurmaya ücret ile pazarlık ettiler. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” su çekmeye başladılar. Yeteri kadar çekip, son kovayı çektiklerinde, Allahü teâlânın hikmeti, kovanın ipi kopup, kova kuyuya düştü. Arap, Alinin “radıyallahü teâlâ anh” mübarek yüzüne bir tokat vurdu. Getirip, hesabınca hurma verdi. Ali “radıyallahü teâlâ anh” mübarek elini, o derin kuyuya sokup, kovayı çıkardı. Arabın eline verdi. Sonra da koyup, gitti. Hazret-i Fâtımanın “radıyallahü teâlâ anha” yanına varıp, hurmayı önlerine koydu. Hurmayı yer iken, hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” baktı. Mübarek yüzünde tokat eserini gördü. Dedi ki ya Ali, yüzünüzde bir iz vardır; bu nedir. Ali “radıyallahü teâlâ anh” gizleyip, bir şey yoktur, buyurdular. Bu tarafta ise hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, kovayı kuyudan alıp, arabın eline verip gitmişti. Arap da hayret etmişti. Düşündü ki eğer bu kişinin dini ki Muhammed dinidir. Hak din olmasa idi, bu derin kuyudan kovayı nasıl çıkarırdı. Kendi kendisine dedi ki bir el ki böyle küstahlık etmiş olsun, o el bana lazım değildir deyip, hazret-i Ali’ye vuran elini kesip, eline aldı. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin huzurlarına gitmek üzere yola koyulup, geldi ve kapıyı çaldı. Hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” kapıya çıkıp, gördüğü gibi, acele ile geri içeri girip, dedi ki; ya Resûlallah! Bir Arap gelmiş. Elinde kendinin bir kesik eli var. Kanı akar. Ağlar. Sizi görmek ister. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” tebessüm edip, buyurdu ki ya Ali! O Arap edebsizlik eden arabdır. Söyle içeri gelsin. Varıp, söyledi. Arap içeri girdikte, hazret-i Habîbullah o arabı o hal üzere görüp, üzüldü. Ona dedi ki niçin böyle hataya düştün, hata işledin. Arap ağlayarak, küstahlığının özrünü dileyerek imana geldi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kesik elini yerine koyup, mübarek ağzının suyunu sürüp, duâ buyurdu. Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin kudreti ile arabın eli sapasağlam oldu.
10. Menakıb: (Menkıbe-i Fâtıma-tüz-zehra “radıyallahü teâlâ anha”.) Rivayet olunur ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri; Aliyül Mürteda hazretlerine buyurdular ki (Ya Ali! Allahü tebareke ve teâlâyı sever misin!) Hazret-i Ali dedi ki (Evet, ya Resûlallah.) (Beni sever misin.) Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi, (Evet, ya Resûlallah.) Buyurdu ki (Fâtımayı sever misin.) Dedi ki (Evet, ya Resûlallah!). Buyurdu ki (Hasan ve Hüseyini sever misin.) Dedi ki (Evet, ya Resûlallah!) Hazret-i Habîbullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Ya Ali! Bu kadar muhabbeti bir gönüle nasıl sığdırırsın!) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin muciz sual beyanlarına cevap veremediğini beyan etti. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” buyurdular ki; bunda üzülecek ne vardır. Allahü Sübhanehü ve teâlâyı sevmek, imandan ve akldandır. Muhammed aleyhisselâmı sevmek imandandır. Beni sevmek şehvetindendir. Hasan ve Hüseyini sevmek tabiatındandır, dedi. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” acele, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzurlarına gelip, o cevabı söyledi. Resûlullah buyurdu ki “Demek olur ki bu yemiş nübüvvet ağacının yemişidir.” Yani ya Ali, bu cevap senin değildir. Fâtıma’nın cevabıdır. Bu cevapta derin ilim vardır. Düşünmelidir.
11. Menakıb: (Bahr-ül-Ulum) adındaki tefsirde bildirilen hadis-i şeriflerde, “Ümmetimin en merhametlisi Ebû Bekir’dir. Dinde en kuvvetli olan Ömer’dir. Hayası en çok olan, Osman’dır. İslamiyette her suali cevaplandıran Ali’dir. Helal ve haram olanları en iyi bilen Muaz’dır. Kur’ân-ı Kerîmi en güzel okuyan Ebiy bin Kaptır. Münafıkları tanıyan, Huzeyfetibni Yeman’dır. İsa aleyhisselâmın zühdünü görmek isteyen Ebû Zer’in zühdüne baksın! Cennet, Selman-ı Farisi’ye aşıktır. Hâlid bin Velid, Allahın kılıcıdır. Hamza, Allahü teâlânın arslanıdır. Hasan ve Hüseyin Cennet gençlerinin en üstünüdür. Cafer bin Ebû Talib, Cennette meleklerle beraber uçar. Cennet kapısını ilk açacak olan Bilal’dir. Benim Kevser havuzumdan ilk içecek olan Suheyb-i Rumi’dir. Kıyamet günü melekler ilk önce Ebüdderda ile musafaha eder. Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım Sad bin Muaz’dır. Her Peygamberin Ashâbından seçtikleri vardır. Benim seçtiklerim, Talha ve Zübeyr’dir. Her Peygamberin mahrem işlerini gören yardımcısı vardır. Benim yardımcım, Enes bin Mâlik’tir. Her ümmette hakim vardır. Benim ümmetimde hikmeti çok söyleyen Ebû Hüreyre’dir. Hassan bin Sabit’in sözleri Allah tarafından tesirlidir. Ebû Talha’nın harp meydanındaki sesi, bir fırka askerden daha kuvvetlidir) buyurdu. (Bahr-ül-ulum) kitabını yazan Alaüddin Ali Semerkandi (860) senesinde, Anadoluda Larende şehrinde vefat etmiştir.]
12. Menakıb: (Mesabih-i şerif) de, sahih hadisler babında, Sad bin Ebû Vakkas’tan “radıyallahü teâlâ anh” rivayet olunmuştur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Ali’ye “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki (Senin ile ben, Harun ile Musa “aleyhimesselam” gibiyiz. Benden sonra Peygamber yoktur.) Türpüşti “rahimehullah” dedi ki Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Tebuk gazası için yola çıktıklarında, hazret-i Aliyi Medinede Ehl-i beyti üzerine halife bıraktı. Emretti ki onların işlerini görsün. Münafıklar işitip, birbirine dediler ki Aliyi halife bırakmaktan maksadı, onun yanında bulunmasından [sohbetinden] sıkıldığı için idi. [Münafıklar böyle dediler.] Hazret-i Ali münafıkların bu sapık sözlerini işitti. Silahını kuşanıp, çıktı. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Cürf) adlı menzilde konaklamış idi. Huzur-ı şeriflerine varıp, dediler ki ya Resûlallah! Münafıklar, bu kölenizi halife etmenizin sebebini, yanınızda götürünce sıkılacağınızdan ötürü olduğunu söylüyorlar. Habîb-i Muhterem “sallallâhü aleyhi ve sellem” buyurdular ki: (Münafıklar yalan söylüyorlar! Seni Medine’de bıraktıklarıma halife yaptım. Geri dön. Benim ehlime ve senin ehline halifem ol. Ya Ali! Benim ile; Musa aleyhisselâm ile Harun aleyhisselâmın olduğu gibi olmak istemez misin! Nitekim Hak celle ve alâ buyurur; (Araf 142. âyet) (Musa, kardeşi Haruna, kavmimde halifem ol! dediğini haber vermiştir.)
Müslim şarihi “rahimehullahü teâlâ” beyan edip, dediler ki bu hadis-i şerif o hadis-i şeriflerdendir ki rafizi ve diğer şia fırkaları bunu senet olarak almışlardır. Bu hadis-i şerife göre hilafet, muhakkak hazret-i Alinin idi. Başkasının halife olmasına kendisi razı olmuştur. Bu fırkalar ihtilaf ettiler. Rafiziler Sahabe-i güzini hazret-i Ali üzerine başkasını üstün tuttukları için, tekfir ettiler. Bazıları da çok taşkınlık edip, hazret-i Aliyi de tekfir ettiler ki kendi kötü düşüncelerince hilafet kendinin hakkı idi. Niçin taleb etmeye gayret etmedi. Bu taife mezheplerinin çok aşırılığı cihetinden ve akllarının çok fesadından, bunlar muhatab kabul edilmemiş ve sözlerine cevap verilmemiştir.
Kadı “rahimehullah” buyurmuştur ki bu sözleri söyleyen kimsenin küfründe şüphe yoktur. Zira bir kimse ki bütün ümmeti tekfir eder, ilk asrı tekfir eder. Muhakkak ki nakledilen dini batıl kılmış olur. İslamı kötülemiş olup Allahü teâlâ muhafaza etsin, kâfir olur. Ama Gulat-ı rafiziden başkası, bunların yolundan gitmemiştir. İmamiye ve bazı mutezile; Sahabe “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Aliden “radıyallahü teâlâ anh” önce diğerlerini halife seçtikleri için hata ettiler, derler. Ancak tekfir etmezler. Halbuki bu hadis-i şerifte bunların hiçbirine delil yoktur. Belki bunda hazret-i Ali’nin “radıyallâhu anh” faziletinin ispatı için delil vardır. Ama gayriden efdal olmasına ve gayri ile misilli olmasına kinaye yoktur. [Başkalarından üstünlüğü veya beraberliği anlaşılmamalıdır.] Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sonra halife olacağına işaret yoktur. Zira bu sözü Tebuk gazasına gittikleri vakit Medine-i münevverede kendi yerine geçirmelerinde buyurdular. Yukarıda zikir olundu. Bu sözü kuvvetlendiren odur ki hazret-i Harun aleyhisselâm hazret-i Aliyye benzetılmıştır. Hazret-i Musa aleyhissalatü vesselâmdan sonra [Harun aleyhisselâm] halife olmadı. Musa aleyhisselâmın vefatından meşhur rivayete göre 40 yıl sonra vefat etti. Dediler ki o vefat ettiğinde onu halife yapmadı. Rabbine münâcat etmeye giderken onu yerine halife yaptı. [Harun aleyhisselâm ondan sonra halife olmadı.]
13. Menakıb: Yine (Mesabih) de, anlatılan menakıbın meşhur olan hadis-i şeriflerinde zikir olunmuştur. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuştur ki ekin tanesini bitiren ve insanı halk eden Allahü teâlâya yemin ederim ki ümmi olan Nebî “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” beni kasıt ederek; (Ali’yi ancak müminler sever. Ali’ye ancak münafıklar buğz eder!) buyurmuştur.
Müslim şarihi “rahimehullahü teâlâ” buyurmuşlar ki bu hadis-i sahihin mânâsı şudur. Muhakkak ki bir kimse, hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yakınlığını, Resûlullahın hazret-i Ali’ye sevgisini bilir ve hazret-i Aliden sadır olan şeyleri İslamın yayılmasında ve İslamda hizmetlerini düşünerek, bu sebepler ile hazret-i Ali’ye muhabbet ederse, o kimsenin imanın sıhhatine delillerden olur. Allahü teâlânın razı olduğu ve İslama hizmetleri ve yukarıdaki sebeplerin aksine Ali’ye “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederse, o muhabbet eden kimsenin zıttı olup nifakı şiddetli olur. Fesadı çok olur. Allahü teâlâ muhafaza etsin.
14. Menakıb: Yukarıda bahsedilen hadis-i şeriflerden sonra, Sehl ibni Sad “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet olunmuştur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (Hayber günü muhakkak ben bu bayrağı yarın bir şahsa veririm. Allahü teâlâ onun üzerinde feth müyesser eyler. O şahıs Allahü teâlâ hazretlerini ve Resûlünü sever. Allahü teâlâ hazretleri ve Resûlü de onu severler.) O günün sabahında, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzur-ı şeriflerine süratle varanlardan her biri ümit ederler ki bayrak kendisine verilsin. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Ali bin Ebû Talib nerededir.) . Dediler, ya Resûlallah, hazret-i Alinin gözleri ağrıyor. Buyurdular ki (Adam gönderin, getirsinler) . Vardılar, getirdiler. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek tükrüğünü, hazret-i Alinin gözlerine sürdü. Ağrıdan kurtuldu. Sanki hiç ağrı görmemiş gibi idi. Âlemi [bayrağı] hazret-i Aliyye verdi. Hazret-i Ali dedi ki ya Resûlallah! Kâfirler ile bizim gibi oluncaya kadar muharebe edeceğim. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Rıfk ve sükun üzere hareket eyle. Hatta onların topraklarına gir. Sonra onları İslama davet et. Allahü teâlânın İslam dininde onlar hakkında bildirdiklerini haber ver. Allahü tebareke ve teâlânın senin sebebin ile bir şahsa hidayet vermesi, muhakkak kırmızı develerin olup sadaka vermenden hayırlıdır.)
15. Menakıb: (Mesabih) in yine hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” ile alakalı menakıbın hadis-i şerifler kısmında, İmran bin Hasin “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet olunmuştur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Ali benden, ben de Ondanım. Ali bütün müminlerin velisidir.) Şarih Tayyibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” beyan etmiştir. Kadı “rahimehullahü teâlâ” buyurdular ki: Şia taifesi dediler ki; tasarruf edici hazret-i Ali’dir. Ve dediler ki hadis-i şerifin mânâsı budur ki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, tasarruf ettiği her şeyde hazret-i Ali tasarrufa müstehak olur. Müminlerin işlerini görmek de tasarrufa girer. Onun için hazret-i Ali müminlerin imamıdır. Biz onlara deriz ki müminlerin velisi olmayı, halife (imam) olmak mânâsına anlamak doğru olmaz. O zaman bütün müminlerin işlerini de üzerine almak icap eder. Zira Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hayatlarında müminlerin bütün işlerini kendileri görürdü. Ancak vâcip oldu ki velayeti [velî olmayı], muhabbet ve buna benzer şeyler şekliyle anlamalıdır.
16. Menakıb: Yine (Mesabih-i şerif) de bahsedilen menakıbın meşhur hadis-i şerifler kısmında, Abdullah ibni Ömer “radıyallahü teâlâ anhüma” hazretlerinden rivayet olunmuştur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Sahabe-i güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerini birbiri arasında kardeş kıldı. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” sonraya kaldı. Mübarek gözlerinden yaş akar [yani ağlar idi]. Dedi ki; Ya Resûlallah! Sahabe-i güzini aralarında kardeş kıldın. Beni kimse ile kardeş yapmadın. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.) (Tirmizi) rivayet etmiştir.
17. Menakıb: Yine yukarıdaki hadis-i şeriften sonra, Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet edilmiştir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin yanında bir pişmiş kuş var idi. Buyurdular ki; (Allahım! Bana mahluklarından en çok sevdiğini gönder!) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” geldi. Beraberce yediler. (Tirmizi) rivayet etti ve dedi ki bu hadis-i şerif Hasan ve garibdir. Şarih Türpüşti (Allahü teâlâ ona hayrlar versin) “rahimehullah” bu hadis-i şerifin şerhinde, fesâhat ve belâgat ile geniş bir mukaddemeden sonra buyurmuş ki bu bir hadistir ki mübtediler [yoldan çıkmışlar] bunun ile oklarını bileyip, bunu vesile yapıp, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” hilafetine hücum ederler. Halbuki o hazret-in hilafeti, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin intikalinden [vefatından] sonra, bu ümmette müslümanların icmaı ile Sâbit olan ahkamın evvelidir. Dini ayakta durduran direklerin en sağlamıdır. Bu hadis-i şerif, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” I. halife olmasını ve diğer Sahabeden üstün olmasını icap ettiren sahih hadisler ve buna ilave olarak Sahabe-i kiramın “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” icmaı karşısında mukavemet edemez. Zira bu bahs edilen hadis-i şerif, naklehli için mekale [bend] vardır. Bu misilli hadis icmaın hilafı üzerine olmak caiz olmaz. Hususan o Sahabe yani Enes “radıyallahü teâlâ anh” ki bu hadis-i şerifi rivayet etti. Ashâb-ı kiramın icmaında [yani hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü teâlâ anh” halife seçiminde] hayatta idi. Ashâb-ı kirâm bu hadis-i şerifi işittikleri hâlde icma etmişlerdir. Enes “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden bu hadis Sâbit ise, mânâsı bozulmayacak şekilde tevil edilebilir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, en çok sevdiğini, gönder buyurması, en çok sevdiklerinden birini gönder mânâsınadır. Çünkü, Resûlullah da Allahü teâlânın yarattıkları içindedir. Allahü teâlânın en çok sevdiği Odur. Bu misilli kelam arabîde çoktur. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullahtan daha sevgili olması düşünülemez. Eğer denilirse ki dinde Allahü teâlânın en sevdiği kul odur. Biz de öyle deriz. Sahih nass ve icmaı ümmet ile bildirilmiştir. Muhakkak, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri amcası oğullarından kendisine sevgili olanı murad ettiler. Zira Resûlullah hazretlerinin bazen olur idi ki inci dökülen kelamları mutlak olurdu. Bazen şartlı olurdu. Bazen umumi olurdu. Bazen hususi olurdu. Fehm sahibi olan bilirdi. Türpüşti’nin açıklaması sona erdi. Yine (Mesabih) de bu hadisin akabinde, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurur ki ne zaman ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine sual sorardım. Cevap verirdi. Ben susunca o başlardı.
18. Menakıb: Yine (Mesabih) de bu hadis-i şeriften sonra, hazret-i Ali’den “radıyallahü teâlâ anh” rivayet ettiler. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki “Hikmetin evi benim. Kapısı Ali’dir!” Tirmizi rivayet etmiştir ki bu hadis-i şerif garibdir. Muhyissünne Begavi “rahimehullahü teâlâ” (Mesabih) in yazarıdır. Buyurdular ki Şüreyk’ten başka, vesika olan hiçbir kitapta bildirilmemiştir, Onun isnadı kararsızdır. Şarih Tayyibi “rahimehullahü teâlâ” beyan etmiş ki şia fırkası bu hadis-i şerifi delil göstererek, derler ki muhakkak; Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden ilim ve hikmet almak Aliyye “radıyallahü teâlâ anh” mahsustur. Gayrileri alamaz. İlla Ali “kerremallahü vecheh” vasıtası ile alır. Zira eve dâhil olunmak [eve girmek] kapısından olur. Allahü teâlâ hazretleri kelam-ı kadıminde buyurmuştur ki; “… Evlerinize kapılarından girip çıkınız” [Bakara sûresi 189. âyet-i kerime meali.]. Halbuki onlara bu hadis-i şerifte hüccet [senet] yoktur. Cennet evi hikmet evinden daha geniş değildir. Cennet evinin ise 8 kapısı vardır. Yine (Mesabih) de bu hadisin akabinde Cabir “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet edilmiştir. Dedi ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Aliyi davet etti. O gün Taife gönderdi. Onunla gizli söyleşti. İnsanlar söylediler ki muhakkak amcasının oğlu ile gizli söylemesi uzadı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki (Onun ile ben değil, Allahü teâlâ gizli konuştu.) Şarih Tayyipi “rahimehullahü teâlâ” şöyle açıklamıştır. Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri bana emretti ki hazret-i Ali ile gizli konuşayım. Ben derim ki o gizli söyleştikleri kelam, ilâhî sırlara ait sözler ve gayba ait sırlar idi. Yine (Mesabih) i şerifte o menakıbın sonunda, Ümm-i Atiye’den “radıyallâhu anha” rivayet edilmiştir. Dedi ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri gazaya bir bölük asker gönderdi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” onların içinde idi. Ben, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işittim, mübarek ellerini kaldırıp, buyurdu ki “Ya Rabbi! Aliyi tekrar görünceye kadar, bana ölüm verme!”
19. Menakıb: Bir gün Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine dediler ki ya Resûlallah! Hazret-i Aliyi bu kadar çok seversiniz. Hikmeti nedir, bize haber ver ki biz de bilelim ve evvelki muhabbetimizden de çok muhabbet edelim. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki “Varın Ali’yi çağırın! Ondan haber alırsınız!” Ashâbdan biri hazret-i Ali’yi çağırmaya gitti. Ali “radıyallahü teâlâ anh” gelmeden, Server-i Enbiya “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki “Ey benim Ashâbım! Bir kimseye iyilik etseniz, o kimse karşılığında size kötülük yapsa, ne yaparsınız!” Dediler ki (yine iyilik ederiz.) “Tekrar size kötülük yapsa!” Dediler, (yine iyilik ederiz.) “Tekrar size kötülük yapsa, ne yaparsınız!” buyurdukta, başlarını aşağıya salıp, cevap vermediler. O sırada hazret-i Ali, saadet ile geldiler. Hazret-i Fahr-i âlem ve Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki “Ya Ali! Bir kimseye iyilik eylesen ve o sana mukabelesinde kötülük yapsa, ne yapardın!”, (Ya Resûlallah! İyilik ederdim.) “Tekrar kötülük yapsa!”, (Yine iyilik ederdim.) Sultan-ı kainat “aleyhi efdalüssalavat” hazretleri, birbiri ardınca 7 defa sual buyurdular. 7’sine de, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” (iyilik ederdim) dedikten sonra, dedi ki (O kimseye ben iyilik ettikçe, o karşılığında bana kötülük yapsa, yine ben ona iyilik ederdim,) deyince, cümle Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri dediler ki; (Ya Resûlallah! Hazret-i Aliyi bu kadar riâyet edip, sevip, muhabbet ettiğiniz kadar var imiş.) Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, hazret-i Aliyi kıskandıkları için böyle sual sormadılar. Maksatları hazret-i Alinin yüksek mertebesine ve derecesine vakıf olmak için, sual etmişlerdir.
20. Menakıb: (Resûl-i ekremin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mucizesine işaret): Bir gün, Sultan-ı Enbiya ve Resûl-i müctebanın huzurlarına 3 kimse geldi. Biri hazret-i İbrahim aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i Musa aleyhisselâmın kavminden, biri hazret-i İsa aleyhisselâmın kavminden idi. “Salavatullahi aleyhim ve alâ nebiyina.” Hazret-i İbrahim kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki: Ya Muhammed! Bütün Peygamberlerin büyüğü ve efdali benim diyorsun. Nereden bilelim ki Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin makbulüsün. Hazret-i İbrahime Allahü teâlâ halilim demiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki; Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i İbrahime halilim dedi ise, bana Habîbim demiştir. Kişinin dostumu yakındır, yoksa mahbubu mu [sevgilisi mi]. O kimse hayran olup cevaba kadir olamadı. Hemen Resûl-i ekremin mübarek cemaline nazar edip, kalpten (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahtehü la şerikeleh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh.) dedi. Ondan sonra hazret-i Musa kavminden olan kimse ileri gelip, dedi ki ya Muhammed! Bütün Peygamberlerden benim mertebem yüksektir. Hepsinin serveri ve sultanı benim, diyorsun. Nereden inanalım ki Allahü teâlâ hazretlerinin yanında senin merteben, diğer Enbiyadan yüksektir. İşittik ki Allahü teâlâ , hazret-i Musaya kelimim demiştir. Her zaman Tur-i sinaya çıkarıp, kelam söyler idi. Hazret-i Fahr-i âlem ve Seyyid-i veled-i Adem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki Allahü Sübhanehü ve teâlâ, hazret-i Musaya kelimim dedi ise, bana Habîbim, demiştir. Eğer hazret-i Musayı Tur-i sinaya çıkardı ise, bana, hazret-i Cebrâil aleyhisselâmla, Cennet elbiseleri ile burakı donatıp, gökleri, yerleri, arşı ile kürsüyi ve Cennet ve Cehennemi ve kevn-ü mekanı az zaman içinde seyr ettirdi. Kâbe kavseyn ev edna rütbesine varınca, Allahü teâlâ bana o şekilde ihsanlar ve nihayetsiz lutfler eylemiştir ki hicabı aramızdan kalkmiştir. Elhamdülillah ki Allahü Sübhanehü ve teâlâ biz zayıf kullarını o sultanın ümmetinden etti. Allahü teâlâ hazretleri bana vaat etti ki benim ümmetimden her kim benim ruh-i pakime günde yüz kere Salavat-i şerife getirmeyi adet haline getirip, terk eylemese, bin kere rahmet eyler. Ve Cennet içinde bin derece verir. Bin günahı mahv olur. Bin altın sadaka vermişcesine sevap verir. Hazret-i Ebû Hüreyre “radıyallahü teâlâ anh” ve hazret-i Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” rivayet etmişlerdir ki o kimse de bir şey söyleyemeğip, cevaba kadir olmayıp, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek ayaklarına yüz sürüp, bin zevk ile parmak kaldırıp, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh) dedi. Ondan sonra, hazret-i İsa aleyhisselâm kavminden olan, ileri gelip, dedi ki ya Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerine bütün Peygamberlerden yakinim ve sevgiliyim. Seyyidil evvelin ve ahırin benim, dersin. Hazret-i İsa aleyhisselâmın ruhullah olduğunu işitmedin mi. Allahü teâlânın emri ile ölüleri diriltirdi. Fahr-ül kevneyn ve Resûl-i sekaleyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Varın, Aliyi çağırın.) Ashâbdan birisi gidip, hazret-i Aliyi çağırdı. Hazret-i Ali geldikten sonra, Resûl-i ekrem hazretleri, o kimseye buyurdu ki (Bir eski mezar ki ondan eski mezar olmasın. Var Ali’ye göster.) O kimse dedi, falan yerde bir mezar vardır. Bin yıllık mezardır. Hazret-i Habîb-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Ya Ali! Var o mezarın üzerine 3 kere çağır. Bekle ki Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin emri ile ne zuhur edecektir.) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” o mezarın üzerine varıp, bir kere (ya Yakup!) diye çağırdı. Allahü tebareke ve teâlânın emr-i şerifi ile mezar orta yerinden yarıldı. Bir defa (ya Yakup) diye çağırdı. Mezar açıldı. Bir defa daha (ya Yakup) diye çağırdı. O sırada mezar içinden bir nûrânî pir kalktı. Saçları uzamış. Başından toprağı saça saça ayak üzerine durup, yüksek sesle söyledi ki (Eşhedü en lâ ilâhe illallah vahtehü la şerike leh. Ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlüh.) Ondan sonra hazret-i Ali ile hazret-i Habîb-i ekremin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzuruna gittiler. Bu açık mucizeyi görmekle çok kâfirler imana geldiler. Hazret-i İsa “alâ nebiyina ve aleyhisselâm” kavminden olan kimse müslüman oldu.
21. Menakıb: Hazret-i Ali’nin “kerremallahü vecheh” bütün menkıbeleri yerine yalnız bu kifâyet eder. Habîb-i ekrem ve Nebiy-i muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine, Allahü teâlâdan Medine-i münevvereye hicret emrolundu. Sultan-ı kainatın döşeğine hazret-i Ali girsin deyip, Allahü teâlâ tarafından emredildi. Mekke-i Mükerremede kalıp, gerek saadethanelerinin işleri olsun, gerek kendileri ile alakalı emanetleri sahiplerine ulaştırmak olsun ve gerekse Mekke-i Mükerremede kalan Sahabiyi gözetmek olsun, cümle hizmetleri, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sipariş buyurdular. O gece kâfirler Sultan-ı kainatın evinin etrafını kuşatmışlar idi. Allahü Sübhanehü ve teâlâ kendi lütfundan bütün kâfirlere uyku verdi. Şeytan aleyhillane de kâfirler ile beraber idi. O da uyudu. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh” ile çıkıp, saadet ile yürüyüverdiler. Allahü teâlâ azze şanühü Âzamet-i kibriyası ile hazret-i Mikâil’e ve hazret-i İsrâfil’e “aleyhimesselam” hoş hitab edip, buyurdu ki siz çok çabuk Ali’nin yanına yetişin. Kâfirler bir hata ederler. Göz açıp kapayıncaya kadar, bu 2 sultan yetişip, hazret-i Mikâil hazret-i Ali’nin başı ucunda oturup, hazret-i İsrâfil, mübarek ayakları tarafında oturup, duâ ederler idi. Bir zamandan sonra şeytan aleyhillane uykudan uyanıp, yüksek ses ile çağırdı ki vay Muhammed kaçtı. Mel’un, insan suretinde kâfirlere görünürdü. Mel’una dediler ki nereden bildin. Ben bilirim ki ben uyku nedir bilmezdim. Bu gece uyudum. Muhammed bana sihir edip, uyuttu; dedi. Ondan sonra bütün kâfirler birden hücum edip, içeri girdiler. Hazret-i Ali’yi Resûl-i ekremin döşeğinde gördüler. Resûl-i ekremi sordular. O da bilmem diye cevap verdi. Acele ile dışarı çıktılar. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” ertesi gün o kadar kâfirlerin arasından çıkıp, Kâbe-i şerifte, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” saadetle oturdukları bir makam var idi, o makama varıp, devletle ve şevketle oturdu. Resûlullah hazretlerinde her kimin emaneti var ise, gelsin, benden alsın diye seslendi. Emaneti olanlar gelip, emanetlerini aldı. Bir kimsenin emaneti kalmayıp, cümlesini sahiplerine teslim etti. Mekke-i Mükerremede kalan Ashâb-ı güzin, hazret-i Ali’nin “radıyallahü teâlâ anh” kanadı altına sığınıp, bir fertin canı incinmedi. Müşrikler hazret-i Aliden korktukları için, müslümanların hiçbiri cefa görmediler. Madem ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin saadethaneleri Mekke-i Mükerremede idi. Hazret-i Ali de Mekke-i Mükerremede idi. Bir zamandan sonra, Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri emretti ki hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” saadethanelerini kaldırıp, Medine-i Münevvereye alıp, götürsün. Hazret-i Şah-ı Merdan ve şiir-i yezdan saadet ile kalkıp, Kureyş kâfirlerinin cemiyetlerine varıp, dedi ki inşaallahü teâlâ yarınki gün Medine-i Münevvereye gideceğim. Eğer bir kimsenin bir sözü var ise ben burada iken söylesin. Cümlesi başlarını aşağı salıp, hiçbirisi cevap vermedi. Hazret-i Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” gittikten sonra, Ebû Cehil lain dedi ki ya Kureyşin büyükleri. Niçin söylemezsiniz. Madem ki hazret-i Muhammedin evi buradadır. Bizim ile düşmanlık etmez. Her birisi Ebû Cehlin yanınca şöyle böyle yaparız, dediler. Sonra hazret-i Abbas’a “radıyallahü teâlâ anh” yalvardılar ki var kardeşinin oğluna nasihat eyle ki Muhammedin evini götürmesin. Yoksa fesad olur [aramız açılır]. Hazret-i Abbas kalkıp, imam-ı Alinin huzuruna varıp, bu konuşulanları söylediğinde, şah-ı merdan [Ali “radıyallâhu anh”] buyurdular ki ya amca, inşaallah ben yarın, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin saadethanelerini götürürüm. Her kim yoluma gelirse ceng ederim. Hazret-i Abbas “radıyallahü teâlâ anh” Kureyş kâfirlerine bu haberleri verince, huzursuz olup şehirden çıkarmamak için söyleştiler. Sonra sabah oldu. Hazret-i Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin saadethanesini kaldırıp, yola revan oldu. Kureyşten 4-5 kimse, atlarına binip, hazret-i Ali’nin yoluna geldiler. Dön geri, yoksa senin ile ceng ederiz; dediler. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yükleri indirip, kendisi cenge mübaşeret etti. Allahü teâlâ, hazret-i Ali’ye “kerremallahü vecheh” fırsat verip, onlara galip geldi. Sonra hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yerden hane-i saadetin yüklerini kaldırıp, yola revan oldular. Hazret-i Miktad bin Esved yolda hazret-i Ali’nin “kerremallahü vecheh” üzerine gelip ceng ettiler. [Miktad henüz iman etmemiş idi.] Hazret-i Ali söyletmeyip, bir darbe ile atından yıktıktan sonra, göğsü üzerine çıkıp, imana davet etti. O da hemen can-ı gönülden kabul edip, müslüman oldu. Hatta bu sultanın bir oğlu Kerbela’da, hazret-i Hüseyin’in “radıyallahü teâlâ anh” uğruna mübarek canını feda edip, şehit olmuştur. Bu zât Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin büyüklerindendir ve behadırlarındandır. Bu hikayenin tafsilini [daha genişini] isteyen (SİYER-İ NEBİ)ye müraceat etsin. Orada geniş anlatılmıştır.
22. Menakıb: Hazret-i Aliyül Mürteda “kerremallahü vecheh” gayet fakir bir hâle geldi. Zira Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri “Fakirlik ile övünürüm!” buyurdular. O büyük zât, bu hadis-i şerifi Habîbullahtan işittikten sonra, dünyaya asla iltifat etmedi. Mesela, mübarek eline bin altın geçse, bir tanesi ertesi güne kalsın, demezdi. O gün hepsini fakirlere dağıtırdı. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Ali’ye “keremallahü vecheh” (Sultan-ı Eshiya) [Cömertlerin sultanı] buyururlar idi. Bir gün hazret-i Ali, Fâtıma-tüz-zehra “radıyallâhu anha” hazretlerine buyurdular ki ya Hayrünnisa! Ya Resûlullahın kızı! Hiç zevcin ve helalin Ali için yiyecek bir nesne var mıdır? Zira çok acıktım. Hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” buyurdular ki ya Ebel-Hasan! O Allahü tebareke ve teâlâ hakkı için ki ondan gayri Allah yoktur. Şu anda hiçbir şey yoktur. Lakin mendil ucunda bağlı, 6 akçe vardır. O akçeleri alıp, pazara varın. Hem kendiniz için bir nesnecik alın. Hem Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” meyve istediler. Onlar için de bir miktar meyve alın. Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” o 6 akçeyi alıp, pazara gitti. Yolda giderken, bir kimse gördü. Bir müslümanın eteğine yapışıp, durmayıp, çekip, gider. Der ki artık seni bırakmam, katlanmaya dermanım kalmamıştır. Ya hakkımı ver. Ya gel senin ile mahkemeye gidelim. O dertli adam ise, durmadan yalvarır ki bir kaç gün daha lütfedip, bana mühlet ver. O kimse de der ki sabra mecalim yoktur. Zira benim de çok sıkıntım, darlığım vardır. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bunların çekişmelerini görünce, yanlarına varıp, sual buyurdular ki davanız kaç akçedir. Dediler ki 6 akçedir. Hazret-i Ali kendi kendine dedi ki bu müslümanı bu elemden kurtarayım. Nihayet, hazret-i Fâtımaya bir yol ile cevap veririm. O 6 akçeyi verip, o müslümanı ızdırabdan kurtardı. Ondan sonra hazret-i Ali bir zaman ne cevap vereyim diye tefekküre vardı. Bir miktar zaman üzüldüler. Sonra yine düşündü ki hazret-i Fâtıma “radıyallahü teâlâ anha” Seyyidetün-nisadır. Resûlullahın kızıdır. Ne diyecek, dedi. Eli boş saadethanelerine gelip, kapıyı çaldı. Hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” koşarak gelip, zannettiler ki babaları yemiş getirdi. Gördüler ki boş geldi; bir nesne getirmedi. Ağlamaya başladılar. Sonra hazret-i Fâtıma’ya buyurdular ki ya Hayrünnisa! O 6 akçe ile bir müslümanı hapisten kurtardım. Hazret-i Fâtıma buyurdu ki güzel yaptın, ya İmam. Elhamdülillah ki bir müslümanı bunun gibi elemden kurtardın. Böyle buyurmakla beraber, mübarek hatırları bir miktar mahzun olur gibi oldu. Bizim ihtiyacımız çok idi. Niçin böyle yaptın diyecek iken, öyle demeyip, hemen Allahü teâlâ hazretleri bize kâfidir, dedi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazret-i Fâtıma’nın gamının olduğunu ve 2 şehzadenin ağladıklarını görünce; mübarek gönüllerine üzüntü gelip, bu elem ile dışarı çıktı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzurlarına varıp, cemal-i şeriflerini müşahede ederek, bu gamdan kurtulayım niyeti ile gitti. Zira bir kimsenin yüzbin gamı olsa, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek cemaline nazar eylese [baksa], bütün gamı ve gussası gittikten başka, kalbine birçok sürurlar ve safalar hâsıl olurdu. Onun için hazret-i Ali, Sultanı kainat “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek ayaklarına yüz sürmeye gitti. Biraz gittikten sonra, yolda bir kişiye rast geldi. Elinde bir besili deve tutar idi. Hazret-i Ali’ye dedi ki ey yiğit, bu deveyi satarım, alır mısın. Hazret-i Ali buyurdu ki hazır akçem yoktur. O şahıs dedi ki sana veresiye veririm. Hazret-i Ali dedi ki ne kadara verirsin. Dedi ki yüz akçeye veririm. Hazret-i Ali dedi ki makbulümdür; alırım. O da razı olup öyle olsun dedi. Deveyi hazret-i Aliyye teslim etti. Hazret-i Ali, deveyi eline alıp, biraz gittikten sonra bir başka şahsa daha rast geldi. Dedi ki ya Ali, bu deveyi satar mısın. Hazret-i Ali, evet satarım dedi. O şahıs dedi ki 300 akçeye bana verir misin. Hemen vereyim, dedi. Deveyi o şahsa teslim etti. O şahıs da 300 akçeyi hazret-i Ali’ye tamamen verip, deveyi alıp-gitti. Hazret-i Ali de sevinip, doğru pazara gitti. Yiyecekler ve yemişler alıp, saadethanelerine vardı. Kapıyı açıp, içeri girdiğinde şehzadeler sevinip, yemişi ve nimetleri aldılar. Yemeye başladılar. Hazret-i Fâtıma-tüz-zehra “radıyallahü teâlâ anha”, hazret-i Ali’ye bu akçeyi nereden aldın, diye sordular. Hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” meydana gelen hadiseyi anlattı. Ondan sonra yemeği yiyip, neşelendiler. Sonra, Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerine hamd ve senâ ve şükrettiler. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki ya Hayrünnisa! Şimdi ben, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” meclisine gideyim. Saadet ile kalkıp, devlethaneden dışarı çıktı. Biraz gittiği gibi, karşıdan Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” göründü. O sırada Sahabe-i güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile otururken buyurmuştu ki (Varayım, Ali ile Fâtımayı göreyim.) Saadet ile kalkıp, gelirken, hazret-i Ali ile karşılaşıp, tebessüm ederek, buyurdular ki (Ya Ali! Deveyi kimden satın aldın. Kime sattın.) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki (Allahü teâlâ ve Resûlü bilir.) Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki (Ya Ali! Sana deveyi satan Cebrâil aleyhisselâm idi. Satın alan İsrâfil aleyhisselâm idi. O deve Cennet develerinden idi. Ya Ali! Sen o müslümanın sıkıntısını giderdiğin için, Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri dünyada yerine 50 hasene verdi. Ahirette vereceğinin hesabını Allahü teâlâ hazretlerinden gayri kimse bilmez) “radıyallahü teâlâ anh”.
23. Menakıb: Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Miraç-ı şerife çıktıkları zamanda, 4. gökte bir aslan gördü. Diller ile anlatılamaz. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Cebrâil aleyhisselâm hazretlerine sordular ki (Ya kardeşim Cebrâil! Bu aslan nedir.) Hazret-i Cebrâil aleyhisselâm cevap verdi, (Ya Resûlallah! Yabancı değildir. Hazret-i Alinin “keremallahü vecheh” ruhaniyetleridir. Ya Habîballah! Mübarek parmağınızdan yüzüğünüzü çıkarıp, ağzına atın, dedi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yüzüğü aslanın üzerine attığı gibi, tevazu ve hürmet ile yüzüğü ağzı ile aldı. Ondan sonra Sultan-ı kevneyn Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” miraçtan indi. Ertesi gün Ashâb-ı güzine, miraçtan haber verdi. 4. gökte müşahede buyurdukları aslanın vasfını şerh buyurdukları sırada, hazret-i Ali “keremallahü vecheh” mübarek ağzından yüzüğü çıkarıp, hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin huzur-ı saadetlerine koydular. Bütün Ashâb-ı güzin, hazret-i Alinin bu mertebesini ve bu kerametini görünce hayran oldular. Ne derece mertebesinin yüksek olduğunu bilip, meyl ve muhabbetleri çok fazla oldu “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
24. Menakıb: Hazret-i Ali’nin “radıyallâhu anh” şan-ı şeriflerinde olan âyet-i kerimeler beyanındadır.
Hazreti Ali “radiyallahu anh” Hakkında Ayet-i Kerimeler
25. Menakıb: Ali “radıyallâhu anh” hazretlerinin üstünlükleri hakkında söylenen haberler beyanındadır.
Hazreti Ali Hakkında Hadis-i Şerifler
26. Menakıb: Rüknül-İslam Ahmed Cürcani “rahimehullahü teâlâ” rivayet eder. 100’den fazla Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin rivayeti ile işittim ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular: “Ali’nin bir kere Amr bin Abdud’ün karşısına çıkması, ümmetimin kıyamete dek ibadetinden hayırlıdır.” Amr bin Abdud Arabî idi, Kureyşi idi. Mudar bin Nizar evladından idi. Fakat Ad kavminin kuvvetinde idi. Ömründe hiçbir cengden yenilerek dönmemiş idi. Yalnız Bedr cenginde yaralanıp düşmüş idi. Yarası iyi oldu. Tekrar Hendek cengine geldi. Onun gelmesinden müslümanlara korku hâsıl oldu. O vakiada 21 gün ok ve kılınç ile ve mızrak ile ve taş ile ceng oldu. 22. gününde ceng ve cidal iyice şiddetlendi. Amr bin Abdud, Hendek kenarına gelip, meydana er istedi. Müslümanlardan karşılık veren olmadı. Bir daha istedi. Kimse varmadı. 7 kere davet etti. 7.’de, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırdı ve huzurlarına oturttu. Buyurdu ki “Ya Ali! Benim atıma bin. Zülfikarı al. Amr bin Abdud’ün önüne mertçe var. Onun uzun boylu oluşundan ve heybetinden üzülüp, endişe etme ki ben Allahü tebareke ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden, duâ ederim ki sana nusret edip ve senin elin ile müslümanlardan şeriri def’ eder.” Ali “radıyallahü teâlâ anh” düldüle binip, Zülfikarı kuşandı. O aslan ki avını gözleyip, gider gibi, Amr bin Abdud’ün önüne vardı. Birbirini gördüler. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: Ya Amr, işittim ki sen Kâbe karşısında aht etmişsin ki Kureyşten bir kimse senden 2 hacet istedikte, o isteklerden birini yerine getirecekmişsin. Evet ya Ali. Ben bu ahti ettim. Hazret-i Ali buyurdu: Ya Amr! Şimdi sen bilirsin ki ben Kureyştenim. Senden 2 hacet isterim. Eğer ikisini de kabul etmez isen, bari birisini kabul et! Evvela senden isterim ki bu saatte Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinin Vahdâniyetini ve Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin risaletini ikrar edesin. Dedi ki; Bunu kabul etmem. Başka ne istersin. Buyurdu ki: Onu isterim ki bu saatte bu 2 kuvveti birbirine koyasın, sen Mekke-i Mükerremeye dönesin. Bunu kabul ettim. Ama, Ebû Bekr ve Ömer ve Osman’ın başlarını keserim. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” buyurdu ki Ey sefih! Benim başımı kesmeyince onların başını nasıl kesersin. Ey Ali, sen gençsin. Henüz dünyayı görmemişsin. İstemem ki senin başını keseyim. Hazret-i Murteda buyurdu ki: Ben isterim ki Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinin tevfiki ile Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin duâsı ile senin başını keseyim. Bu sözden Amr hararetlendi. Hemen atından inip, atını bıraktı. Hazret-i Aliyye doğru yürüdü. Hazret-i Ali de “keremallahü vecheh” atından inip, yaya oldu. Birbirine hamle edip, dolaştılar. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, fırsatı bulup ceng arasında Zülfikarı ile bir darbe vurup, uyluğunu dibinden ayırıp, düşürdü. Hazret-i Ali, Amrın bacağını teninden ayırıp, yüzünü ondan döndürüp, uzaklaşırken, Amr, kendi kesilmiş bacağını eline alıp, hazret-i Alinin ardınca attı. Öyle bir attı ki eğer hazret-i Ali, onun önünden sapmasa idi, o ayak parçası ile helak olurdu. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” tekrar dönüp, Amr bin Abdüd’ün başını kesti. O sırada Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri tekbir alıp, buyurdu ki; “Ali’nin Amr bin Abdud ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyamete kadar olan ibadetlerinden hayırlıdır.”
27. Menakıb: Resûl-i ekrem ve Nebiyi muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin, hazret-i Ali’ye “radıyallahü teâlâ anh” vasiyetleri beyanındadır.
Peygamberimizin Hazreti Ali’ye Vasiyetleri
28. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şanlarını anlatan haberler hakkındadır.
Hazreti Ali’nin Şanları Hakkında
29. Menakıb: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben, Ömer bin Hattab ve Osman-ı Zinnureyn, hazret-i Aişe’nin “radıyallahü teâlâ anha” evine Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bazı müşkillerimizi sual edelim diye geldik. Hücre-i şerifenin kapısına eriştik. O sırada, kapının önünde, bir ejderha durur idi. O zamana kadar öyle yaratılmış bir ejderha görmemiş idik. Korktuk, geri döndük. Ben dedim ki buna Ali ibni Talibden başkası mukavemet edemez. Zira o heybetli, merttir. Hemen hazret-i Ömer geriye bakıp, dedi ki: ya Eba Bekr; işte Ali bin Ebû Talib, geliyor. Ben dedim, ya Ali! Bu ejderhayı görür müsün. Bizi hışmından geri döndürdü. Hazret-i Ali ejderhayı gördü. Yenini açtı. İşaret etti ki gel yenime gir. Ejderha da tevazu ile başını yere koyup, gelip, yenine girdi. Ali de yenini kapattı. Resûl-i kainat aleyhi efdal-i salavat hazretlerinin huzur-i şeriflerine vardık. Buyurdular: (Ya Eba Bekr. Ali ne yaptı). O sırada hazret-i Ali geldi. Ya Ebel Hasan [Hasanın babası]. Nedir, yenindeki) buyurdu. Dedi ki ya Resûlallah! Bir ejderhadır ki Ebû Bekr, Ömer ve Osmana karşı gelmiş. Resûl-i kainat efdalüt-tehiyyat hazretleri, tebessüm edip, buyurdular. (Ya Ebel Hasan! O ejderha değildir. O bir melektir ki Allahü teâlâ hazretlerine bir sehvi sebebi ile ejderha suretine değiştirildi. Kapıda, seni görüp, şefaat istemek için durmuş idi. Ben Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden şefaat dileyeyim ki o meleği evvelki mertebesine getirsin. Ne zaman ki ben şefaat ettim. Allahü teâlâ ve tekaddes benim şefaatimi kabul etti. Şimdi, yenin ağzını aç. Hazret-i Aliyül Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” yeninin ağzını açtığı gibi, gördük, bir yeşil kuş çıkıp, uçtu. Sadaka Muhammed, sadaka Muhammed, diye söylerdi.
30. Menakıb: Hazret-i Ali bin Ebû Talib “keremallahü vecheh” buyurdu ki Resûl-i kainat aleyhi efdalüttehiyyat hazretlerinin huzur-u şeriflerine vardım. Mübarek ve münevver yüzlerini neşeli buldum. Selam verdim, oturdum. Dedim; ya Resûlallah! Sizi şâd-ü hurrem [neşeli] gördüm. Eğer Allahü teâlâ hazretlerinden sevindirici bir buyruk nazil olmuş ise haber veriniz de, sizinle beraber sevinelim. Buyurdular ki: (Ya Ali! Cebrâil aleyhisselâm bana haber verdi ki Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri Cennet-i Adnı yarattı. O Cennete kendi yed-i ile kırmızı yakuttan bir ağaç dikti. Ona kökünü yere geçir, dallarını dışarı çıkar diye emretti. O ağaç da köklerini yere geçirip, dışarı 700.000 dal çıkardı. Her budak [dal] üzerinde 700.000 kırmızı yakuttan kasır [köşk], her kasırda 700.000 oda, her odada bir kapu, her kapuda bir taht, her taht üzerinde bin döşek ve döşeğin kalınlığı bin arşın, her taht üzerinde bir huri, onun karşısında 40.000 kul [hizmetçi] ve 40.000 cariye ve her oda taamdan ve şarapdan ve elvandan, o şeyleri yarattı ki ne gözler görmüş ve ne kulaklar işitmiş ve ne bir beşerin hatırına gelmiş olsun.) Sonra Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki (Ya Ali! Bunlar sana ve seni ve evladını sevenleredir. Her kim sana buğz ederse, muhakkak bana buğz etmiştir. Her kim bana buğz ederse, benim şefaatime kavuşamaz.)
31. Menakıb: Abdullah ibni Abbas “radıyallâhu anhüma” rivayet etmiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, Fâtıma-tüz-zehra “radıyallâhu anha” hazretlerini, Aliyül Mürteda “radıyallâhu anh” hazretlerine nikah etti. Fâtıma-tüz-zehra dedi ki ya Resûlallah! Beni tezvic eddin bir fakir kimseye ki hiçbir nesnesi yoktur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Ya Fâtıma! Sen razı olmaz mısın ki Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri yer ehlinden 2 kimseyi seçti. Biri babandır, biri zevcindir.)
32. Menakıb: Abdullah ibni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” buyurdular ki bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bizim ile ikindi namazını kıldı. Sonra, mübarek arkasını mihraba dönüp, buyurdu: “Ey insanlar! Ey muhacir ve ensar! Size Ali bin Ebû Talibin faziletlerinden haber vereyim mi?” Biz evet, analarımızı ve babalarımızı feda ederiz, dedik. Buyurdu ki: “Benim Habîbim Cebrâil aleyhisselâm beni miraca ilettiği gece, 4. gökte bir şahsı gördüm. Bir taht üzerinde oturmuş. Ali bin Ebû Talib’in şahsı gibi. Ben durdum ona baktım. Cebrâil aleyhisselâm bana ne şey seni durdurdu, dedi. Dedim ki: Ya Habîbim Cebrâil! Bu Ali bin Ebû Talibdir ki benden önce gelip, bu mekana oturmuştur. Cebrâil dedi ki: Bu hazret-i Ali değildir. Velakin, semavatın melekleri hazret-i Alinin didarına ve ziyaretine meşgul ve müştak oldukları için, Allahü teâlâ hazret-i Ali suretinde bir melek halk etti. Bu göklerin melekleri bu melek önüne gelip, bunu ziyaret ederler. Ali bin Ebû Talib “keremallahü vecheh” hazretlerine iştiyaklarından dolayı, bu melek üzerine selam verirler. Var ona yakîn ol. Üzerine selam ver. Ben de yanına vardım. Onu kucakladım. O da beni kucakladı. Ondan Ali bin Ebû Talibin “radıyallahü teâlâ anh” kokusunu duydum.”
33. Menakıb: Hazret-i Cabir bin Abdullah “radıyallahü teâlâ anh” bildirmiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden, Ali bin Ebû Talib’in doğumundan soruldu. Buyurdu ki: Doğan evladın iyiliğinden sual ediniz. Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri, Ali “kerremallahü vecheh” ile beni aynı nurdan halk etti. Her ikimiz bir nurdanız. Gökleri ref’ etmeden evvel ve yerleri bast etmezden evvel, bizi halk etti. Biz, Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerinin huzurunda tesbih ederdik. Yok olmadan bir neslden bir nesle intikal ettik. Ta Abdülmuttalibe eriştik. Sonra ben, Abdullaha intikalden sonra, Âminede vedia olundum. Hazret-i Ali, Ebû Talibe intikalden sonra, Fâtıma binti Esed katına vedia olundu. Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri bizi pak ve tâhir vücuda getirdi. Sonra hazret-i Ali Fâtıma binti Esette karar tuttu. Melekler müjde verdiler. O zaman bir adam rüyasında gördü. Sual etti, bu doğan kimdir. Dediler, o Alidir. O vücuda geldiği vakit, Mekke-i Mükerremede zelzele oldu. Putların hepsi yüz üstü düşüp, ehl-i Mekkenin cümlesi korkup, dediler ki bu gece bir yeni hadise zuhur etti. Onlar bu hâlde iken bir nida edici nida etti. Halbuki hiç kimseyi görmediler. Hazret-i Ali anası Fâtıma binti Esetten doğdu. Gök onun nuru ile ışıklandı. Yıldızlar ziyade oldu. Kureyşliler bundan bir acayiplik, hayret edicilik gördüler. Nida olundu. “Müjdeler olsun size ki bu gece, müşrikleri kahr edici, münafıklara gazap edici, abidlerin süsü, Resûl-i Rabbil’aleminin mührü, imam-ül Hüda, göklerin yıldızı, karanlıkların lambası zuhura geldi [bu gece doğdu]”.
34. Menakıb: Hazret-i Aliyül Mürteda “keremallahü vecheh ve radıyallâhu anh” buyurdular ki: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzurlarında oturmuştum. Elimi tuttu. Medine-i Münevverenin sokaklarında beraber dolaştık. Bir bostana geldik. Dedim, ya Resûlallah! Ne iyi bostandır. Buyurdu ki: Ya Ali! Senin için Cennette bundan iyi bostan vardır. Bir bostana daha geldik. Yine dedim; ya Resûlallah! Ne güzel bostandır. Buyurdu ki: Senin için Cennette bundan iyi bostan vardır. Böylece 7 bostandan geçtik. Hepsinde ben dedim, ne iyi bostandır. O “sallallâhü aleyhi ve sellem”, senin için Cennette bundan iyi bostan vardır, buyurdu. Yol tenhalaştı. Beni kucakladı. Kendi ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. Ben dedim, ya Resûlallah! Ne şey sizi ağlattı. Buyurdu ki: “Bir taifenin kalplerinde bulunan ve sana aşikar etmedikleri düşmanlıkları için ağlarım.” Ben dedim ki; ya Resûlallah! Ben dinimde selamette olur muyum. Buyurdu ki; “Evet, dininde selamette olursun!”
35. Menakıb: Abdullah bin Ebû Leyladan “radıyallahü teâlâ anh” rivayet olunmuştur. Ali “keremallahü vecheh” hazretleri ile giderdik. Gördük ki yaz libasını kışın, kış libasını yazın giyerdi. Bu durumdan sual etsin diye babama söyledim. Babam da sual etti. Buyurdu ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Hayber günü haber göndererek, beni çağırdı. Halbuki gözlerim ağrıyordu. Gittim, dedim, ya Resûlallah! Benim gözlerim ağrıyor. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ağzının suyunu benim gözlerime sürüp, buyurdular ki “Ya Rabbi! Soğuk ve sıcağın tesirini ondan gider!” O günden beri ne göz ağrısı gördüm. Ve ne soğuk, ne sıcak tesiri gördüm.
36. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri “Yarın sancağı bir kimseye vereceğim. Allahü teâlâ onu sever. O da Allahü teâlâyı sever” buyurdu. Bayrağı hazret-i Aliyye verdiler. Ve Hayberi feth etti. Bu babda ihtilaf vardır. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, evvela Hayber hisarını feth etmesi için bayrağı Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine verdi. Hazret-i Ebû Bekr Hayberi feth edemedi. Din âlimleri bu konuda çeşitli açıklamalarda bulundular. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” gittiği zaman müslümanlar az idi. Kâfirler çok idi. Az müslümanlara çok kâfirler ile muharebe etmek vâcip değildi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” gittiği zaman, müslümanlar çok idi. Kâfirler az idi. Çok olan müslümanlara kâfirler ile muharebe etmek vâcip idi.
Sual: Hayberin fethi Ebû Bekr-i Sıddık hazretleri elinde olmadı. Hazret-i Aliyül Mürteda elinde oldu.
Cevap: Malumdur ki Resûl-i kibriya Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri İslamın sultanı idi. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri veziri idi. Her feth sultan askeri ile olur. Sultanın askerinin fethi de sultanın kalbinin kuvveti ile olur. Sultanın askeri ile fethin olmaması, sultanın kalbinin zayıfliğindendir. Sultanın veziri sultanın önünde hazır olmalı ki sultanın kalbi kuvvetli olsun. Sultanın veziri yanında olmazsa, sultanın kalbi zayıf olur. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” bayrağı alıp, gitti. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek kalpleri muzdarib olup zayıf oldu. Mübarek kalplerinin zayıf olması sebebi ile Hayberin fethi müyesser olmadı. Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Resûlullahın yanında hazır olup bayrağı bıraktı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek kalpleri mutmain olup kuvvetli oldu. Mübarek kalplerinin kuvveti vasıtası ile Hayberin fethi müyesser oldu. O feth ki Aliyül Mürtedanın “radıyallahü teâlâ anh” mübarek eli ile müyesser oldu. Hazret-i Server-i kainatın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kalp-i şeriflerinin kuvveti ile hâsıl oldu. Mübarek kalplerinin kuvveti ise, Ebû Bekr-i Sıddık hazretlerinin huzurları ile hâsıl oldu.
2. cevap: Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde bulunan bir çok hasletler Aliyül Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinde yok idi. Allahü teâlâ, kulluk etmek ve vera ve haşyet, sıdk ve rahmet sıfatları ile Ebû Bekr-i Sıddık hazretlerini süsledi. Fesâhat ve belâgat ve mehabet ve mertlik ve şecaat ve muhaberat sıfatı ile Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini süsledi [ziynetledi]. Böylece tan edenlerin tanı ve buğz edenlerin buğzu ve hile yapıp aldatanların hilesi ortadan kalksın. Emir-ül müminin Ali bin Ebû Talib “radıyallahü teâlâ anh” Hayberi feth etti. Hayberin kapısı 4.000 batman idi. Ağacı ve demiri ve çivileri ile beraber; bazıları dediler 15.000 batman idi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Hayber’i feth edince bu ağır kapıyı kopardı. Sağ eline Zülfikarı alıp, bir vuruşla kapıyı dağıttı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu hâli gördü, muciz beyanları ile Şah-ı merdanı methedip, “Ali’den başka genç ve Zülfikardan başka kılınç yoktur!” buyurdu.
37. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Mekke-i Mükerremeyi feth ettiler. Mekke’de 140 put vardı. 160 put da Beyt-i şerifin çevresinde vardı. Tamamı yüz üzerine düştüler. [Parçalandılar.] Beyt-i şerifin içinde büyük bir put var idi ki taştan yapılmıştı. O kaldı. O putun ağırlığı Hayber kapısının ağırlığından çok idi. O putu zincirler ve çiviler ile tavana ve duvara bağlamışlar idi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Kâbe-i şerife geldi. Hazret-i Ali’yi çağırdı ve buyurdu ki (Ya Ali! Benim omuzum üzerine çık. Bu putun bendlerini yerinden kopar.) Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki (Ya Resûlallah! Ben kim olayım ki ayağımı mübarek omuzunun üzerine koyayım. İşte benim vücudum ve başım; yüzüm ve gözüm. Siz benim omuzum üzerine basınız. Bu işi nasıl arzu ederseniz, öyle yapınız. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ya Ali! Sen benim gayret ve hamiyet, nübüvvet ve risalet yükümü çekecek kuvvet ve takati bulamazsın. Eğer ben gayret ve hamiyet ile ayağımı 7. göğe koysam, 7 kat gök ve 7 kat yeri ayağımın altında mahvederim.
Nükte: Ey müslümanlar! Hadis-i şerifler ile Sâbit olmuştur ki Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hicret gecesinde [mağarada] Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bir miktar kendi omuzunda götürmüştür. Rafiziler Ebû Bekre “radıyallahü teâlâ anh” buğz ederler. Bu söz, ateşte mumun eridiği gibi, onların buğzlarını eritir. Sonra, emr-i şerifleri ile hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek omuzuna basıp, bir eli ile o putu bütün zincirleri ile çivileri ve bentleri ile o yerden ayırıp, attı. Resûlullah hazretleri buyurdu ki: (Ya Ali! O işi ki emrettik, mertce yaptın.) Ali “radıyallâhu anh” dedi ki ya Resûlallah! Ben öyle bir yerdeyim ki eğer emrederseniz felek [gök] içinden ayı ve güneşi çekerim.
38. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri miraç gecesi Arş makamında bir zaman oturup, buyurmuşlar ki istedim ki nalını ayağımdan çıkarayım. Allahü teâlâ buyurdu ki Benim Habîbim madem ki Arşı alada nalın ile durmuş. Sen arş makamında öyle dur ki Arş-ı mecid senin nalının ile şereflensin. Padişah-ı lem yezel ve la yezal [yani Allahü teâlâ] Arş-ı azimi Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek nalınları ile ziynetlesin. O serverin akrabası olan hazret-i Aliyye, bir haricinin kalbinde buğz var ise, mumun ateş üzerinde yok olduğu gibi o harici mahv olmuştur.
39. Menakıb: Hazret-i Fâtıma-tüz-zehra’yı “radıyallahü teâlâ anha” hazret-i Ali’ye “radıyallahü teâlâ anh” tezvic ettiklerinde buyurdukları vasiyetleri beyanındadır.
Peygamber Efendimizin Hazreti Ali’ye evlilik hakkında nasihatleri
40. Menakıb: Diğer vasiyetleri açıklamaktadır.
Peygamber Efendimizin Hazreti Ali’ye Nasihatleri
41. Menakıb: Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin faziletleri hakkında bildirilen menkıbedir. Gazalardan birinde alınan ganimeti, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Sahabe-i güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri arasında taksim edip, her bir gaziye bir pay verdiler. Ali “keremallahü vecheh” hazretlerine 2 pay verdiler. İslam askeri arasında, kendi damadı ve amcaoğluna meyl edip, 2 pay verdi diye konuşmalar oldu. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri onların bu sözlerini işitip, minbere çıktı. Hamd ve salavattan sonra, buyurdular ki ya İslam askeri. Hiç bildiniz mi ki bu küffar askerini kim susturdu. Kim vurdu ki düşman behadırlarının yürekleri titredi. O naranın heybetinden, canları bedenlerinde kurudu. O kim idi. Dediler ki ya Resûlallah! Gördük bir merd ki yeşil sarık başında. Ablak ata binmiş ve yüzünü sarmış. Her nara vuruşunda, dağ titredi. Hamle ederdi; yer debrenirdi. Kılınç çekerdi, havada şimşek çakardı. Darbe vurduğunda, havayı buhar kaplardı. Kılınç vuranı görmez idik. Ama düşmanın baş, el ve ayağını görürdük. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (O Cebrâil aleyhisselâm idi ki bu cengi yaptı ve kâfirleri yerle bir etti ve geri döndü ve dedi ki: (Ya Muhammed! Benim hissemi Ali bin Ebû Talib’e ver.) 2 hissenin birisi kendi nasibidir. Ve birisi Cebrâilindir. Tan etmeyiniz ki bir kimseye 2 hisse vermem ve kimseye meyl etmem.)
42. Menakıb: Bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki (Ya Ali! Müjde olsun ki sana kıyamet gününde, Allahü Sübhanehü ve teâlâ Cennet hazinedarına emretr. Her kim Cennete girerse, ya Ali, senden senet almayınca, hazret-i Rıdvân Cennete koymaz. Ya Ali, sen de kimden razı isen, senet verirsin, Cennete girer. Kimden ki razı değil isen, senet vermezsin, Cennete giremez.)
Hatta bir gün yolda giderken, hazret-i Ali, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü teâlâ anhüma” ile buluştular. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Aliyye latife yolu ile buyurdular ki: Ya Ali! Senden senet olmayınca Cennete girilmez. O zamanda bana senet verir misin. Hazret-i Ali buyurdular ki gerçek buyurursun. Lakin, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işittim; ya Sıddık! Hazret-inize danışmayınca bir ferte senet vermem. O takdirce, Cenabınız bizim üzerimize nazır gibi olursunuz. Bizim senedimize ne ihtiyacınız olur. Belki biz size müraceat ederiz, deyip, birbiriyle latife eyleyip, muhabbet ile her biri yollarına müteveccih oldular.
43. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin gazalarından bir gazada kâfirler ile karşılaşıldı. Kâfir askerlerinden bir kâfir, meydana at sürüp, er diledi. Her kim karşısına vardı ise, şehit etti. Müminlerden meydana çıkanı şehit ettiği için, artık meydana kimse çıkmadı. O kâfir de, kimse meydana çıkmadığı için, mağrur olup ileri at sürüp, İslam askerine karşı, yüksek ses ile bağırıp, dedi ki: Ya Muhammed! Bana er gönder, dövüşelim, ne durursun, senin yanında bu denli cihangir behadırlar vardır. Niçin göndermezsin. Çünkü onlar meydana gelmeye korkarlar. (Haşa, Ashâb-ı güzin ondan korkmazlardı. Lakin hikmeti ne idi.) Dedi, bari amcan oğlu Aliyi gönder. Gelsin, erlik nice olur, göstereyim. Hemen şah-ı merdan, şiir-i yezdan Ali bin Ebû Talib “radıyallahü teâlâ anh” kâfirin sesini işitti. Durduğu yerde arslanlar gibi kükredi. Ashâbdan birisini Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-u şeriflerine gönderdi. O kâfirin bulunduğu meydana girmeye izin taleb etti. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki (Var Aliyi benim yanıma getir.) O Ashâb da varıp, hazret-i Aliyi getirdi. Huzur-u şeriflerine geldikte buyurdu ki: (Ya Ali! O kâfirle ceng etmek ister misin!) Hazret-i Ali dedi ki: Ya Habîb-i rabbil’âlemin! Senin dinin uğruna canım fedadır. Ümit ederim ki icazet verip, himmet buyurasınız ki varıp, o kâfirin şerrini müslümanların üzerinden def’ edeyim. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem”, hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” eline yapışıp, buyurdu ki; (Ya Ali! Seni, yerleri ve gökleri yaratan Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerine ısmarladım.) Bunu işiten Ali “radıyallâhu anh”, yaydan ok çıkar gibi, o kâfire karşı at sürüp, yüksek sesle nara atıp, haykırdı ki kıyamet koptu sandılar. Kâfirler sonbehar yaprağı gibi titreyip, yere düştülür. Nice nice kâfirlerin ödü patlayıp, canı Cehenneme gitti. O kâfir de meydan ortasında, kurulup dururken, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yetişip, karşısına geldikte, dedi ki ya mel’un! İmana gel! Yoksa sen bilirsin. O kâfir de ceng istedi. Aralarında birkaç hamle geçtikten sonra, yine İslama davet etti. Gördü ki kabiliyet yoktur. Bir darbe ile atından yere düşürüp ve göğsünün üzerine çıkıp, kılıcını boğazı üzerine koydu. Yine dine davet etti. O kâfir gördü ki hiç kurtuluş yoktur. Ağız dolusu pis tükrüğünü Alinin “radıyallahü teâlâ anh ve keremallahü vecheh” mübarek yüzlerine boşalttı. Tükürük yüzüne gelince üzerinden kalkıp, kılıcını kınına koydu. O kâfir de ayağa kalkıp, dedi ki ya Ali! Evvelden sen beni ve ben seni bilmez iken, bana eman vermeyip, beni helak etmek ister iken, ben canımın acısından böyle iş işledim. Daha çok gazap edip, beni helak etmen lazım ve vâcip iken, üzerimden kalkıp, kılıcı kınına koymaktan maksadın nedir, bana bildir, dedi. Şah-ı merdan Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki sana o mühleti vermeyip, helak etmek istemem din-i İslam gayretine ve Allahü teâlâ ve tekaddes aşkına idi. Sonra sen böyle edince, nefsime güç geldi. Korktum ki seni katl edersem, nefsimin arzusu ile etmiş olurum. O sebeple seni elimden bıraktım. O kâfir dedi ki bu halis niyet ve bu fütüvvet sizde vardır. Dininiz hak dindir. Bana imanı telkin eyle. İmana geleyim. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” ona kelime-i şehâdet telkin edip, müslüman oldu. O gün o pehlivanın imana gelmesi ile 70 bahadır pehlivan imana geldi. O pehlivan hazret-i Ali’nin mübarek ayaklarına baş koyup, hizmet-i şeriflerinden ayrılmadı.
44. Menakıb: Bir gün sabah namazı vaktinde, hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” mescide giderken, yolda bir ihtiyara rast geldi. İhtiyarın ak sakalına hürmet edip, önüne geçmeyip, aheste aheste ardınca giderdi. Mescid kapısına vardıkta ihtiyar içeri girmeyip, gitti. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki hristiyan imiş. Mescitte Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rükuda buldu. Güneşin doğma zamanı yaklaşmış idi. Cemaate uyup, namazı kıldılar. Namazdan sonra, Sahabe-i kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden sordular ki: Ya Resûlallah! Birinci rükuda adet-i şerifinizden ziyade durdunuz. O kadar ki güneşin doğması yaklaştı. Lütfedip, sebebini beyan ediniz. O Server-i Enbiya hazretleri buyurdular ki (Adet miktarı rüku tesbihini eda ettikten sonra, Semi’allahülimen hamideh deyip, kıyama kalkmak istediğimde, Cebrâil aleyhisselâm sidret-ül müntehadan süratle gelip, kanadı ile arkamı basıp, başı ile başımı tutup, kalkmama engel oldu. Bundan başka, hikmetinin ne olduğunu ben de bilmiyorum) buyurdular. Allahü Sübhanehü ve teâlâ azze şanühü hazretleri hazret-i Cebrâile emretti ki var Habîbime, sebebini bildir. Ashâbına bu sırrı açıklasın. O saat hazret-i Cebrâil aleyhisselâm Habîbullahın huzuruna gelip, haber verdi ve dedi ki: ya Resûlallah! Mübarek başınızı rükudan kaldırmak istediğiniz zaman, Allahü teâlâ bana emretti ki var Habîbimin arkasını tut; rükudan kalkmasın ki benim kulum Ali, yolda, bir ak sakallı ihtiyarın, sakalına hürmet edip, aheste yürümekle, cemaat sevâbından mahrum kalıyor. Kalmasın, Habîbime erişsin. İftitah tekbirinin sevâbına nail olsun. Ben de geldim, Sultanımı rükuda tuttum ve Ali geldi. Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri beni sizi rükuda tutmaya gönderdiği zaman kardeşim İsrâfili de güneşi tutmaya gönderdi ki çabuk doğmasın ve hazret-i Ali size erişinceye kadar eğlesin. İşte hikmeti budur. Sonra, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bu haberi Ashâb-ı kirâm hazretlerine nakil buyurdular. Hepsi vakıf oldular ki hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” Rabbil’âlemin dergahında hürmeti ve izzeti ne mertebe imiş ve yaşlılara hürmet etmek faziletine de bundan hissedar oldular. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hakkında, şiî ve rafizi ve Caferi ve İsmaili gibi fırak-ı dallenin bildirdiği pek-çok uydurma menkıbeler de vardır.
45. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” gazaya gitmişti. Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri, feth müyesser edip, çeşitli ganimetler ile yüz akı ile sağ ve salim döndü. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile buluştukta, huzur-ı şeriflerine gaza malından bir kese altın getirdi. Server-i âlem o altınları, taksim etti. Hazret-i Aliyye ancak, o altınlardan 3 tane verdi. İnsanlık icabı, hazret-i Alinin hatırlarına, Sultan-ı kainat benim ne mertebe ihtiyacım olduğunu bilir, diye biraz üzüntü hâsıl oldu. O hüzün ile saadethanelerine geldi. Gece rüyada gördü ki kıyamet kopmuş. Bütün herkesi arasat meydanında hesap için hapsetmişler. Hazret-i Aliyye “keremallahü vecheh”, ya Ali! Sen de 3 altının hesabını ver, dediler. Öyle bir hararet ve ızdırab kapladı ki beyni kaynardı. Bu ızdırabdan sıkılıp, birkaç adım döşeğinden dışarı atladı. Suçunu bilip, tövbe ve istiğfara mecbur oldu. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin asitane-i saadetlerine [evlerine] varıp, ayaklarına yüz sürdükte, Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Aliyül mürteda “kerremallahü vecheh” hazretlerini bu hal ile gördükte, tebessüm edip, buyurdu ki ya Ali! 3 altının hesabını vermekte, bu şekilde zahmet çektin. Daha ziyade olsa idi, halin nice olurdu. Hazret-i Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh”, elbette bu menkıbede anlatılandan daha yüksektir.
46. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zaman-ı şeriflerinden önce, Arabistan’a bir pehlivan gelmişti. Anter adlı bir dilaver, gürbüz pehlivan idi. Fahr-i âlemin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” zaman-ı şeriflerine gelinceye kadar böyle bir pehlivan gelmemişti. İbrahim aleyhisselâmın dini üzerine idi. Bediüzzaman, Kasım, alemşah gibi oğulları vardı. Bu kıssayı hazret-i Hamza “radıyallâhu anh” hazretlerine isnad ederler. Yani bunlar hazret-i Hamza’nın oğullarıdır, derler. Nihayet Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurmuştur ki “Methedecekseniz, benim amcam Hamza’yı methediniz!”. Kıssa kitaplarını telif edenler, bu hadis-i şerifi senet olarak alıp, Anter’e, hazret-i Hamza’dır “radıyallahü teâlâ anh”, dediler. Gayet kuvvetli, behadır pehlivan idi. Zaman-ı şeriflerinde, hazret-i Hamza’nın karşısına çıkacak bir pehlivan yok idi. Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretleri bir al at vermişti. Adına Eşkar derlerdi. O asırda ondan güzel at yok idi. O, zamanın sahip kıranı idi. Hazret-i Hamza hazret-i İbrahim aleyhisselâmın dini üzerine idi. Hazret-i Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimizin amcası idi. Gayet riâyet edip, severdi. Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri de hazret-i Hamza’yı severdi. Vahiy nazil olduğunda, din-i İslam ile müşerref oldular. Daima Eşkar adındaki atına binerdi. Mübarek arkasını [sırtını] kimse yere getirememiş idi. Hatta ilk önce Muhammed Mustafa “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin emr-i şerifi ile kan döken hazret-i Hamza olmuştur. Uhud gazasında şehit olmuştur. Server-i kainat aleyhi ekmelüttehiyyat, Ona (Reis-üş şüheda) diye zikir etmiştir. Menkıbelerinin nihayeti yoktur.
Sözümüze dönelim: Bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzurlarında Anterin erliğini ve dilaverliğini, boyunu-posunu ve yaptığı gazaları anlattılar. Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” orada hazır idi. Anterin evsafını, kulağı ile işitince, Antere aşık oldu. Kalbinden geçirdi ki ne olaydı Anteri, silahı ve atı ile görüp, konuşaydım. Sultan-ı kevneyn ve Resûl-i sakaleyn “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, nübüvvet nuru ile kalbinden geçeni bilip, buyurdular ki (Ya Ali! Anteri görmek istersen, falan dereye var. Ya Anter, bana gel diye, çağır!) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” o dereye varıp, seslendi, ya Anter, beri gel. O dereden ve etrafında olan dağlardan ve düzlüklerden, birçok, hesapsız sesler geldi ki lebbeyk, lebbeyk [buyur] ya Ali, hangimizi istersin, diyorlardı. Şaşırdı. Ne yapacağını bilemedi. Gaybdan bir ses geldi ki ya Ali! Birçok Anter dünyaya gelip, toprak içinde yatarlar. Onu anası ve babası ismi ile çağır. Tekrar hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” filan oğlu Anter deyip, çağırdığında, Anter bütün silahlarını kuşanmış olarak, Allahü teâlâ hazretlerinin emri ile hazret-i Ali’nin huzur-ı şeriflerine gelip, selam verdi. Hazret-i Ali “kerremallahü vecheh” esedullah iken, erlikte ve bahadırlıkta eşi ve benzeri yok iken, Anter’in boy, pos, heybet ve selabetini müşahede ettiğinde, kalp-i şeriflerine bir korku geldi. Kadir-i mutlak olan Allahü teâlâyı tenzih ve takdis, tekbir ve tesbih etti.
47. Menakıb: “Ben ilmin şehriyim. Ali kapısıdır” hadis-i şerifi
48. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” beni Yemen’e kadı olarak gönderdi. Halk arasında dinin hükümleri ile hüküm edecektim. Dedim: Ya Resûlallah! Ben âlim değilim. Kaza ahkamını bilmem. Mübarek elini göğsüme koyup, buyurdu ki: “Ya Rabbi! Kalbine hidayet, diline doğruluk ver!” Ondan sonra bana, 2 kişi arasında hüküm vermekte şüphe hâsıl olmadı. Hatta hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurmuştur ki: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana buyurdu ki: Ya Ali! Benim deveme binip, Yemene git. Falan tepeye vardığında, ki o tepe Yemene yakındır. Tepe üzerine çıktığın vakit, görürsün ki halk seni, karşılamaya gelirler. O zaman: (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selam ediyor, diye söyle) buyurdu. Hazret-i Ali oraya varıp, selamı tebliğ ettiğinde, yeryüzünde bir hoş galgale [uğultu, gürültü] meydana geldi ki (essalatü vesselâmü alâ Resûlillah!) diye ağaçlar ve taşlar cevap verdi. Halk bunu işittiler ve cümlesi iman getirdiler.
49. Menakıb: Zimahşeri, (Rebiul ebrar) adlı kitabında Ümm-i Mabedin kız kardeşi oğlu Henudun Ümm-i Mabet’ten rivayet ettiğini bildiriyor. Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gece benim çadırımda istirahat edip, uyuyordu. Uyandı ve su istedi. Mübarek ellerini yıkadı ve mazmaza etti. O suyu, çadırın bir tarafında bulunan bir diken dibine döktü. Sabah oldu. Gördük ki o yerden bir ağaç yetişmiş. Büyük, büyük yemişler vermişti. Kokusu anber kokusu gibi, tadı şeker gibi idi. Aç kimse yese doyar, susuz kimse yese kanardı. Hasta yese sıhhat bulurdu. Gamlı kimse yese, mesrûr olurdu. Yaprağını yiyen her koyun ve deve bol miktarda süt verirdi. Biz o ağacın adına (Şecere-i Mübareke) koymuştuk. Etraftan hastalara şifa için, meyvesinden almaya gelirlerdi.
Bir gün seher vaktinde gördüm ki meyveleri dökülmüş, yaprakları küçük olmuş. Çok üzüldüm. Feryat ettim. O sırada Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin vefat haberi geldi. O vakadan 30 sene geçti. Bir gün yine sabah vaktinde dışarı çıktım. Baktım ki o ağaç kökünden dallarına kadar her tarafı diken olup yemişleri de dökülmüş. Sonra Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şahadeti ve bu dünyadan öbür âleme göçüşü haberi geldi. Artık yemiş [meyve] vermedi. Ama yapraklarından faydalanırdik. Bir gün yine gördüm. Özünden hâsıl olan kan akar, yaprakları da solmuş. Üzüntülü ve gamlı olup oturduk. Sonra imam-ı Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin şahadet haberini getirdiler. Ondan sonra o ağaç, dibinden kuruyup, belirsiz oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
50. Menakıb: Abdullah ibni Abbas “radıyallâhu anhüma” rivayet buyurmuştur. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Hudeybiye gününde Mekke-i Mükerremeye doğru yola çıktılar. Müslümanlar susadılar ve hiçbir yerde su bulunmadı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Cuhfede konakladı. Buyurdu ki; (Müslümanlardan bir cemaat ile falan kuyuya varıp, su kaplarını [tulumları] o kuyudan doldurup, bize getiren kimseye, Allahü teâlânın onu Cennetine koyması için kefil olacağım.) Bir kişi kalktı, dedi ki: Ya Resûlallah! Ben giderim. Onu sakalardan [suculardan] bir cemaat ile gönderdi. Seleme-tebni Ekva “radıyallahü teâlâ anh” der ki: Ben de onlar ile beraber idim. O kuyuya yakîn geldik. O yerde ağaçlar var idi. O ağaçlardan ses işittik. Hareketler gördük. Ateşsiz dumanlar meydana geldi. Bizim üzerimize çok korku verdi. O ağaçlardan öteye geçmeye kadir olamadık. Geri dönüp, Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzuruna geldik. Durumu arz ettik. Buyurdular ki (Onlar cinnilerden bir cemaat idi. Sizi korkuddular. Eğer siz, korkmadan [emredilen gibi] gitseydiniz, hiç zararları erişmezdi.) Bir kişi dahi onu işitti. Yerinden kalktı. Ben gideyim ya Resûlallah, dedi. O da sucular ile gitti. Bunlara da o hal vaki oldu. Dönüp, Resûlullahın huzuruna geldiler. Yine buyurdular ki: (Eğer siz emrettiğim gibi gitseydiniz, hiçbir zarar size erişmez idi.) Bu esnada gece oldu. Ashâb-ı kirâm çok susadılar. Resûlullah hazretleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini çağırttı ve buyurdu ki: (Ya Ali! Bu sakalar [sucular] cemaati ile sen var, o kuyudan su al, getir.) Seleme-tebni Ekva “radıyallahü teâlâ anh” der ki dışarıya çıktık. Tulumları arkamıza aldık. Kılınçlarımızı ellerimize aldık. Hazret-i Ali önümüzce yürürdü. O mekana varınca, ki o sesler ve o hareketler açığa çıktı. Biz de korktuk. Kendi kendimize dedik ki hazret-i Ali de o 2 kişi gibi geri dönse gerektir. Ali “radıyallahü teâlâ anh” yüzünü bizden yana dönüp, buyurdu ki benim ardımca yürüyünüz. Gördüklerinizden korkmayınız, onlardan ziyan erişmez. Sonra o ağaçların ortasına girdik. Hiç ateş yok iken, büyük ateşler çıkmaya başladı. Kesilmiş başlar ortaya çıktı. Korkulu sesler çıkarırlar ki akılları durduracak şekilde idi. Emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” o başlar üzerinden yürüdü ve bize dedi ki ardımca geliniz. Sağa ve sola bakmayınız. Hiç korkmayınız. Biz de onun ardınca vardık. Kuyuya eriştik. Bir kovamız vardı. Bera bin Mâlik 1-2 kova su çekti. Kovanın ipi koptu. Kova suya düştü. Kuyunun dibinden gülme ve kahkaha sesi geldi. Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Kim askerlerden bir kova getirecek. Hepsi dediler, hiç kimsenin takati yoktur ki o ağaçlardan geçebilsin. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” beline bir ip bağlayıp, kuyuya indi. Gülme ve kahkaha sesleri daha çok arttı. Sonra kuyunun ortasına vardı. Mübarek ayağı kaydı ve düştü. Kuyudan galgala sesleri geldi. Boğazlanan bir kimsenin bağırdığı şekilde sesler geldi. Sonra emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” seslendi: Allahü ekber, Allahü ekber, ben Allahın kulu ve Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” kardeşiyim. Tulumları aşağı salınız. O tulumların tamamını doldurdu. Ağızlarını bağladı. Bir-bir yukarı çıkardı. Ondan sonra kendisi 2 tulum, biz birer tulum götürdük. Sonra ağaçların yanına geldik. Önceki gördüğümüz nesnelerin hiçbiri yok idi. O ağaçlardan geçmeye az kaldıkta, hatıftan bir heybetli ses işittik: Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ve hazret-i Alinin menkıbelerinden söyler idi. Resûlullahın huzur-ı şeriflerine geldik. Ali “radıyallahü teâlâ anh” kıssayı tamamen anlattı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki: (O duyduğunuz ses Abdullah adındaki cinninin sesi idi. Safa dağında sanem [put]ların şeytanı olan Mesırı öldürdü.) (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
51. Menakıb: (Hilafetleri beyanındadır.) Osman “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’asından sonra, o gün Sahabe-i kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istediler ki Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ile biat etsinler. Mugire tebni Şube dedi ki sabredelim. Bakalım hazret-i Osmanın kanını taleb eden kim olur. O gün biat tehir edildi. Ertesi gün, Mugire, hazret-i Ali’nin “radıyallahü teâlâ anh” huzur-ı şerifine vardı. Dedi ki dünkü tedbir biatında duraklamak hatadır. Sürat kazandırmak lazımdır. Abdullah ibni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” hazret-i Aliyye “keremallahü vecheh” dedi ki Mugire dünkü sözünden vazgeçti. Hicretin 35. senesinin Zilhicce ayının 9. gününde hilafet hazret-i Ali üzerine mukarrer oldu [ona biat edildi]. Talha “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden biat taleb ettiler. Talha da biat etti. Hazret-i Ali hilafet makamına oturdu. Ona nasihat ettiler ki hazret-i Osman’ın “radıyallahü teâlâ anh” amillerini, hususan Muaviyeyi “radıyallahü teâlâ anh” azl etmemesini söylediler. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu ki: (Ben, karşı koyanları yardımcı edinmeyi usûl edinmedim. [Muaviye’yi “radıyallâhu anh” azletti. Yerine Abdullah ibni Abbas’ı tayin etti. Abdullah kabul etmedi. (Onu azl etme. Orada eski validir. Fitneye sebep olur) dedi. 1 sene sonra yine azl etti.]) Bu sebeple fitne zuhura geldi. Etrafındakiler serkeşliğe başladılar. Muaviye ve Amr ibni As “radıyallahü teâlâ anhüm” ve sairleri hazret-i Osman’ın kanını taleb ettiler. Malum ola ki bu şekil halleri nakletmekten nehy olunmuşuzdur. Bir müslümana Ashâb-ı kirâm arasındaki çekişmeleri ve muharebeleri tafsilatlı olarak nakletmek helal olmaz. Sahabe-i güzin zikir olunduğu mahalde müslüman olana lazım olan “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” demektir. Sair emirlerini Allahü tebareke ve teâlâ hazretlerine tefviz etmektir. [Talha ve Zübeyr “radıyallâhu anhüma”, hazret-i Ali’ye “radıyallâhu anh” ilk biat edenlerdir.]
52. Menakıb: (Şevahid-ün nübüvve) de nakledilmiştir: Abdullah rivayet eyler ki İbrahim bin Salim Mahzumi Medine-i Münevverede Vâli iken, her Cuma, halkı minber ayağına toplardı. Kendi minbere çıkıp, Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine dil uzatır, kötülerdi. Bir Cuma minber ayağında bana uyku galebe geldi. Rüyamda gördüm ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin mübarek kabirleri açılıp, kafurdan elbiseler ile çıkıp, geldi. Bana hitab edip, buyurdu ki ya Abdullah! Seni bu habisin kelimeleri üzmez mi. Dedim ki Evet üzer ya Resûlallah! Ama ne çare, hakimin hükmüne itaat ediyorum. Buyurdu: Ya Abdullah! Allahü teâlâ ona ne yapacak, bak, gör. Gözlerimi açıp, baktığımda, gördüm ki minberden düşüp, helak oldu [öldü].
53. Menakıb: Hazret-i Molla Cami “kuddise sirruhussami” (Şevahid-ün nübüvve) de rivayet etmiştir. Aliyül Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, bir mübarek günde, sabah namazını cemaat ile kılıp, evrad-ı şeriflerini okuyup, hamdele, tasliye ve duadan sonra, mübarek arkalarını mihraba döndürdü. Ashâb ve sair ahbab yerli-yerinde sakin olduktan sonra, hazret-i Ali cevher ve inciler saçan güzel sözler söyleyip, buyurdular ki bazı şeyler vardır ki gençlere söylenmeyip, o işle alakalı olan kişilere söylenir. O mecliste hazır olan taze yiğitler kendi rızaları ile mescitten dışarı çıkıp, gittiler. Sonra Ali bin Ebû Talib “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ashâbdan birisine buyurdu ki Kufe’nin falan mahallesinde ve falan sokağında, falan mescidin yanında bir kapı vardır. Git o kapıya vur. İçeriden bir erkek ile bir kadın çıkacaktır. İkisini de alıp, benim huzuruma getir. Onlara sözüm vardır. Sonra o şahıs emre itaat edip, gitti. Araya araya hazret-i Ali’nin buyurduğu alâmetler ile o kapıyı bulup, vurduğunda, içeriden bir erkek ile bir kadın çıktı. Onlara dedi ki Emir-ül müminin sizin ikinizi de ister. Onlar da, gelen emri kabul edip, o kimse ile beraber Aliyül mürtedanın huzurlarına varıp, saadethanelerine yüzlerini sürdüler. Hazret-i Ali teveccüh edip, kadına dedi ki sana bir sualim vardır. Katiyen inkar etmeyip, doğrusunu söyleyesin. Kadın da dedi ki ya imam! Ben başımdan ne geçmişse söylerim. Haşa ki senden saklayıp, inkar eylemem. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” kadını, yakınına getirip, buyurdu ki ya adem evladı! Çocukluğunda bir amcan vefat etti. Bir oğlunu baban evinize getirdi ki kimsesi yoktur; bir öksüzdür. Evimizde oğlumuz gibi olsun, her hizmeti görsün diye. O ümit ile amcan oğlunu yanına alıp, besledi. Büyüyüp, yiğit olduktan sonra, bir gün seni hanımlığa istedi. Baban huzursuz olup sen benim evimde büyüyesin. Kızım ile rızan ile kardeş olasın. Allahü teâlâdan reva değildir, dedi. O anda amcan oğlunu kendi hanesinden uzaklaştırdı. Bir yerde gezerken fırsat bulup, seni tuttu. Zorla tasarruf etti ve hamile oldun. Herkesten sakladın. Düşürmeye çare bulamadın. Bu sırrı Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri biliyordu. Bir de validen biliyordu. Müddet tamam olup bir gece gizlice bir oğlan doğurdun. Annen ile bir bez parçasına sarıp, onu katl de edemeyip, bir yüksek yere koydunuz. Birkaç adım giddiniz kibir köpek o çocuğu koklamaya başladı. Annen bu köpeği görünce, eline bir taş alıp, o köpeğe attı. Allahü teâlânın hikmeti, o atılan taş, o çocuğun alnına dokundu. Eyvah kendi elimiz ile bu biçare çocuğu katl ettik deyip, yanına vardıkta, baksa ki çocuğun alnında bir miktar yara eseri, alnı kanamış. Bir bez ile yara üzerini bağladı. O kimsesiz biçare çocuğu, annen ile orada bırakıp, evinize giddiniz. Bunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerinden başka kimse bilmez. Siz oradan gittiğiniz gibi, o yoldan bir kervan gelip, geçerken, orada bir çocuk sesi duydular. Ona doğru vardılar ki bir küçük biçare çocuğu sarıp koymuşlar. Feryat ile ağlayıp, yatar. O kervan sahibi de o çocuğun ne olduğunu sormayıp, zahirde bir çocuktur. Eğer terbiye olunup, ömrü olur ise bir dilaver yiğit olur diye, alıp, gitti. Velayetine götürdü. Bir nice müddet terbiye edip, kemale erişti. Sonra efendisi olan bezirgan ile hacca gitti. Takdir-i Rabbânî o bezirgan eceli gelip, Mekke-i mükerremede vefat etti. Defnettikten sonra, bu yiğit efendisi vefat ettiğinden, üzüntüden kurtulmak düşüncesi ile seyahate çıktı. Dolaşıp, yolu Kufe şehrine uğradı. Velayetin eşrafı arasına karıştı [Onlar ile tanıştı]. Onsuz olmazlar idi. Neticede bu şehirde kalmak, bu şehirde yerleşmek istedi. Sonra eşrafın her biri bir tarafa çektiler. Hâsıl-ı kelam, seni bu [misafir gelen] gence nikah ettiler. Bu gece zifafa koydular. Ya kadın! Sakın yalan söyleme; dediğimiz gibi olmadı mı. Gerçekten ya Ali, buyurduğunuz gibidir ve doğrudur. Ya Halife-i Resûlallah! Bu hallere, benim bu sırrıma, Allahü Sübhanehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerinden gayri ve annemden başka ve hazret-inizden gayri, bu ana gelinceye kadar kimse vakıf değildir. Ondan sonra hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh ve keremallahü vecheh” buyurdu ki; ey kadın! Bu [erkek], senin yola bıraktığın oğlundur. O yiğide de, aç alnını diyerek, işaret buyurdu. O da alnını açtıkta, taş yeri henüz gitmemiş. Açıkça göründü. Kadın hemen o yara izini gördü. Dedi, ya Ali! Doğru söyledin. Bütün sözlerin doğrudur. Ondan sonra, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” o yiğide sordu ki bu gecenin içinde olan ceng ve cidalin [kavga ve münakaşanın] sebebi ne idi. Allahü teâlânın izini ile bize malum olmuştur. Lakin bu mecliste hazır olanların da malumları olsun. Onun için söyle. O yiğit dedi ki ya Ali! Allahü teâlâ bilir. Ne zaman ki bu hatuna el uzatsam, o sırada üzerime bir hınzır yavrusu hamle ederdi ki aklım başımdan giderdi.Hemen elimi çekerdim. O görünen hınzır kaybolurdu. Belki hayaldir diye, tekrar elimi kaldırıp, kadına elimi uzatmak istediğim zaman, yine o hınzır açığa çıkıp, üzerime hücum ederdi. Elimi çekince kaybolurdu. Kadın ise huzursuz olup derdi ki niçin cefa edersin. Benimle alay mı edersin. Elini kah uzatır, kah çekersin. Sair erkekler gibi elimi alıp, erkek ile kadın muamelesi etmezsin. Sabaha kadar bu kadın ile ceng ve cidalimiz bu idi. Hazret-i Aliyül mürteda “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri, kemal-i lütfundan ve gayretinden ana-oğul ile cima olmaya reva görmediği için, böyle hal vaki oldu. Bunun emsali ahval Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden zuhura gelmesi çok değildir. Zira bu şekilde kemalat ve makamat ve kerametlerine nihayet yoktur.
54. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bir gün Fırat nehri kenarında seyr ederken boğulmuş bir kimse gördü. O meyitin yanına varıp, baktıkta, gördü ki serçe parmağında Yemen taşından yüzük var. Hayret edip, meyit yanında hazır olan cemaate sual etti ki bu meyitin vefatına sebep ne oldu. Allahü teâlânın emri ki sultanımız suya gark olmuştur. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdular ki Yemen taşı taşıyanın suda boğulmaması gerek idi. Bunun hikmeti nedir, diye hayret deryasına dalıp, tefekküre vardılar. Allahü Sübhanehü ve teâlâ celle celalühü luftundan ve ihsanından, hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” bu ızdırabının geçmesi ve bu elemden kurtulması için, o meyitin parmağında olan yüzük taşına dil verip, hazret-i Aliyye dedi ki: Ya Ali! Yemen taşında buyurduğunuz o hassa vardır. Lakin ben Yemeni değilim. Hind diyarının bir taşıyım. Bende o hassa yoktur. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bunu işitmekle şâd olup Allahü Sübhanehü ve teâlâ ve tekaddes hazretlerine şükürler etti. Hazır olan cemaate buyurdu ki suda boğulmaktan kurtulmak hassası Allahü teâlânın inayeti ile Yemeni taşa mahsustur. Başka taşlarda yoktur. O zamandan beri Yemeni taş itibar bulup, parmakta yüzük kılındı. Bu hikaye bir Arabî menakıbdan nakil olundu.
55. Menakıb: Ali “kerremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin bütün faziletlerinden, ilmi o seviyede idi ki bir gün minber basamaklarını şereflendirdikte, buyurmuştur ki ruhum kabza-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki Zebur ve Tevrat ve İncil konuşabilseler idi, ben onların bütün esrarlarından haber verebilirdim. Onlar da ittifak ile beni tasdik ederler idi. İbadeti o mertebede idi ki her gece yalnız olarak [gece halvetinde], farz ve sünnet tekbirlerinden ayrı olarak bin tekbir işitilirdi. Hilmi o derecede idi ki bir gün bir kölesine 7 kere çağırdı [seslendi]. Cevap vermedi. Sebebini anlamak için çıktı. Hücre [ev] kapısında durmuş idi. Niçin cevap vermediğini sordu. Ya Efendi! İstedim ki seni gazaplandırayım. Hazret-i Ali dedi ki ey gafil! Allahü teâlânın izini ile ben gazaplanmam. Fakat seni imtihana teşvik edeni kızdırayım. Onun için o köleyi azad etti. Ömrü oldukça [yaşadığı müddetçe] maişet için çalıştı. Tevazuu o derecede idi ki hilafet zamanında mülkü, doğuda Semerkand’a kadar genişlemişti. Çok vakit yaya yürür, ata binmezdi. Bir gün bazı ihtiyaçlarını alıp, kendi götürür idi. Hizmetçilerinden birisi dedi: Ya Emir-el müminin! Bu hizmet bizimdir, biz yapalım. Buyurdu ki: (Ailenin ihtiyacını temine en çok hakkı olan babadır.) Hizmetçi dedi ki siz zamanın halifesi ve cihanın sultanısınız. Bu hizmet Cenabınıza hafiflik verir. Buyurdu ki: Iyalinin [çoluk-çocuğunun] ihtiyacını taşımakla insan kemalinden bir şey kaybetmez. Sehaveti [cömertliği] o mertebede idi ki; bir vakitte 4 dirheme mâlik idi. Bir dirhemini gizli, bir dirhemini aşikare, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gece tasattuk etti [sadaka] verdi. Şanlarının büyüklüğü için meal-i şerifi “Gece ve gündüz, gizli ve açık, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rableri verecektir..” olan Bakara sûresinin 274. âyet-i kerimesi nazil olup bütün âleme yayıldı ve şöhret buldu. Fakir-fukaraya çok düşkün idi ki bu husustaki şanlarının büyüklüğü için, meal-i şerifi “Onlar kendileri arzu ettikleri hâlde, yiyeceği, yoksula, öksüze ve esire yedirirler” olan, Hel eta [insan] sûresi 8. âyet-i kerimesi nazil oldu. Kemal derecedeki ihsanı, meal-i şerifi “Sizin dostunuz ancak Allahü teâlâ, Onun Peygamberi ve namaz kılan, rüku eden ve zekat veren müminlerdir” olan Mâide sûresi 55. âyet-i kerimesi ile Sâbit olmuştur.
Rivayet edilmiştir ki bir gün hilafet zamanlarında, beyt-ül mal hazinesine girip, fazla miktarda altın ve gümüşü görüp, dedi, ey kırmızılar ve ey beyazlar! Benden başkasına cilve yapın ki ben sizi dönüşü olmayan bir talak ile boşamışım. Bir rivayette, sizi öyle terketmiş ki dönüşü mümkün değildir. (Kıta):
Altın, güneş olsa da, onu gerdanlık diye takmam,
Gümüş ay olsa yine, güneş gibi hiç bakmam.
Müsavidir yanımda, kara toprak, ay ve güneş,
Altın ile gümüşe başka, toprağa başka bakmam.
Kerametlerinden biri de odur ki mübarek ayağını atının özengisine basarken, Kur’ân-ı Kerîme tilâvete başlar, öbür ayağını basıncıya kadar hatmederdi.
(Şevahid-ün nübüvve) de nakledilmiştir. Esma binti Ümeys, Fâtıma-tüz-zehradan “radıyallahü teâlâ anha” nakletmiştir: Zifaf gecesinde onun [Ali “radıyallâhu anh”ın] yer ile konuştuğunu duydum. Sabah olduğunda öğrenmek maksadı ile o hâli Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine arz ettiğinde, secde-i şükredip, buyurdu ki “Ey Fâtıma! Müjdeler olsun sana ki Allahü teâlâ; zevcine saadet ve üstünlük verip, yeryüzündeki mahlukların seçilmişlerinden yaptı.”
56. Menakıb: Yine (Şevahid-ün nübüvve) de yazılıdır. Sıffin harbine giderken askerler çok susamışlar idi. Su aradılar. Rastladıkları bir kilisenin rahibi, falan yerde bir çeşme vardır, dedi. Askerler bulundukları yerden o istikâmete gidiyorlardı. Şah-ı Merdan Ali “radıyallahü teâlâ anh” başka tarafa gitmeyiniz, o tarafta bir taş görüp, işaret edip, bunu kaldırınız buyurdu. Bütün askerler, o taşı kaldırmaktan âciz olup kaldıramadılar. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” o taşı kaldırdı. Altından, hoş ve güzel, kaynayan su çıktı. Bütün asker o sudan içip, kandıktan sonra, yine o kaynak üzerine o taşı koyup, kapattılar. Rahib, bu kerameti görüp, dedi ki ey aziz! Sen Resûl müsün? Ali “radıyallâhu anh”, hayır, velakin Resûlün vasisiyim buyurdu. Rahib ihlas ile Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine iman getirip, müslüman oldu. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” müslüman olmasının sebebini sual buyurdukta, cevap verdi ki: Ya Eba Hasan [Hasan’ın babası]. Önceki geçenlerimizden işitmişiz ve kitaplarımızda yazılıdır ki bu mevkide bir çeşme var. Onun açığa çıkması Resûl veya Resûlün vasisi olmadıkça, müyesser olmaz. [Yani onlar açığa çıkarır.] Bugün ise sizden bu keramet açığa çıktı. Anladım ki siz Resûlün vasisisiniz! İşittiğim ve gördüğüm muhakkak olup muradıma erdim.
Nakledilmiştir ki dünyayı terkedip, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hizmetinde bulunup, muharebeye katılıp, şehit oldu. Hazret-i Mürteza’nın “radıyallahü teâlâ anh” güzel ahlakının vasflarından yazmak ve anlatmak insan kudretinin dışındadır. Onun hallerini müşahede imkansızdır. [Herkes anlayamaz.] (Kıta):
Bir serverin ki güzelliğini anlatmak kolay değildir,
Vasfı (Hel eta) ola, methi (İnnema).
Lâyık değil ki onun Zâtını vasf etmek,
Eteğine bulaşan Süha yıldızı ile.
57. Menakıb: Emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vasiyet etti ki vefatlarında, mübarek bedenlerini benim yıkamamı emir buyurdular. Her kim o hazret-in ceset-i şerifine baksa, anlayışı ve hafızası kuvvetli olur. Hatta emir-ül müminin Ali “keremallahü vecheh” hazretlerinin diğerleri üzerine fehm [anlayış] ve hıfzı [hafızası] çokluğundan sordular. Buyurdu ki: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini yıkadım. Gözünün hanesinde bir miktar su kalmış gördüm. O suyu dilim ile aldım ve içtim. Bu kuvvetli hafıza, o ser-çeşmenin bereketindendir. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
58. Menakıb: Ebul Esved Düeli demiştir ki emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden işittim. Buyurdu ki: Dışarı çıktım, ayağımı atın özengisine koydum. Abdullah bin Selam “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri çıka geldi. Dedi ki ya Ali! Nereye gidiyorsun. Iraka gidiyorum, dedim. Dikkatli ol ki eğer sen Iraka gider isen, başına kılınç dokunsa gerektir. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yemin etti ki ben bu sözü, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işitmiştim. (Şevahid-ün nübüvve) de vardır.
59. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bir şahsa dedi ki benim haberimi Muaviyeye niçin götürürsün. O şahıs inkar etti. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yemin eder misin, dedi. O şahıs yemin etti. Hazret-i Ali buyurdu ki eğer yemininde yalancı isen, Allahü teâlâ senin gözlerini kör eylesin. Bir hafta geçmeden gözleri kör oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
Yine emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri Ruhbeden bir şahsa, bir şey sordu. Doğru söylemedi. Hazret-i Ali, yalan söylüyorsun, buyurdu. O şahıs, yalan söylemiyorum, dedi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki: Senin üzerine duâ ederim, eğer yalan söylemiş isen, Allahü teâlâ seni kör eylesin. O şahıs Ruhbesine gitmeden kör oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
Yine hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bir gün mescitte hazır olanlara and verdi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden her kim “Beni seven, Aliyi de sever” hadis-i şerifini işitmiş ise, şahadet versin. Ensardan on kişi hazır olup şahadet ettiler. Bir kişi de bu hadis-i şerifi işitmiş idi ve o mecliste hazır idi. Şahadet etmedi. Hazret-i Ali buyurdu ki ey falan, niçin sen şahadet etmezsin ki sen de o mecliste olup hadis-i şerifi işitmiş idin. O kişi dedi: Ben ihtiyarladım; unuttum. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” duâ etti ki ya Rabbi! Eğer bu şahıs yalan söylüyor ise, onun derisinde bir beyazlık açığa çıkar ki sarığı onu örtmesin. Rivayet eden der ki vallahi ben o şahsı öyle gördüm ki iki gözünün ortasında beyazlık meydana geldi. Hatta Zeyd bin Erkam “radıyallahü teâlâ anh” demiştir ki ben de o mecliste veya onun gibi bir mecliste hazır idim. Ben de o hadis-i şerifi işitenlerden idim. Ama şahadet etmedim. Allahü teâlâ azze şanühü benim gözlerimin nurunu giderdi. Her zaman o şahadet etmemenin pişmanlığını çekerdi. Allahü Sübhanehü ve teâlâ hazretlerinden mağfiret taleb ederdi. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
60. Menakıb: Hazret-i emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” bir gün minbere çıktı. Buyurdu ki: Ben Allahın kulu, Resûlünün kardeşi, Cennet kadınlarının Seyyidesinin nikahlısıyım. Her kim benden gayri bu davada bulunsa, Allahü teâlâ hazretleri o kimseye bela verir. O mecliste olan bir kişi, dedi ki: Allahın kuluyum ve Resûlullahın kardeşiyim sözü kimseye hoş gelmez, bu söze kimse inanmaz. O şahıs yerinden kalkmadan, aklını kaybedip, deli oldu. Onu, ayağından yapışıp, mescitten dışarı sürüdüler. Komşularından, ona daha evvel böyle bir şey olmuş mu idi diye sordular. Dediler ki olmamıştı. Herkes bildiler ki emir-ül müminin Aliyye “radıyallâhu anh” tan sebebi ile oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
61. Menakıb: Sıffin günlerinden bir gün, emir-ül müminin Ali “radıyalahü teâlâ anh” seslendi ki ya Eba Müslim neredesin. Muhammed bin Hanefi’ye dedi ki: Ebû Müslim arka saflardadır. Hazret-i Ali buyurdu ki: Benim muradım Ebû Müslim Havlani değildir. Maksadım şu Ebû Müslim’dir ki Horasanlıdır. Bu askerin sahibi olacaktır. Doğu tarafından siyah bayraklar ile meydana çıkar. Muhalifleri ile o kadar muharebe ve mukatele eder ki Allahü teâlâ onun vasıtası ile olacak şeyleri merkezinde karar ettirir. Ne mutlu onunla beraber dini yaymak için çalışan, dini yaymak için gayret edenlere. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
62. Menakıb: Bir gün Muaviye “radıyallahü teâlâ anh” dedi ki ne olaydı, ne zaman öleceğimizi bilseydim. Hazır bulunanlar dedi ki biz onun nasıl olacağını bilmeyiz. Hazret-i Muaviye dedi ki: Ben onu hazret-i Ali’den öğrenirim. Onun bildiği her şey doğrudur. Dilinden çıkan şeyler doğrudur, batıl değildir. Kendinin güvendiği kimselerden 3 kişi çağırdı. Onlara dedi ki: Üçünüz beraber yol arkadaşı olup Kufeye gidiniz. Kufeye bir menzil kalınca [yaklaşınca], birbirinizin ardınca Kufe’ye giriniz. Her biriniz benim öldüğüm haberini veriniz. Lakin her biriniz, hastalığımda, ölüm günümde ve saatinde ve mahallinde ve namazımı kılan kimse hakkında ve sair hususta birbirinize uygun söyleyiniz. O 3 kişi, Muaviye’nin “radıyallahü teâlâ anh” dediği şekilde, Kufe’ye gittiler. Bir menzil kaldı. Birisi Kufeye girdi. Sordular, nereden gelirsin. Dedi, Şamdan gelirim. Dediler, ne haber var. Dedi ki: Muaviye vefat etti. Hazret-i emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” huzurlarına bu haberi ilettiler. Hazret-i emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” asla iltifat buyurmadılar. 2. gün biri dahi geldi. Yine Muaviyenin “radıyallâhu anh” vefatının haberini verdi. Yine hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” cevap vermedi. 3. gün biri dahi geldi. Evvelkilere muvafık haber verdi. Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” hazretlerine ilettiler. Haber mütevatir oldu. Sıhhatinde şüphe kalmadı. Muhakkak Muaviye “radıyallâhu anh” vefat etmiştir, dediler. Hazret-i Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” mübarek başını ve yüzünü göstererek; (Bundan akan kan ile bu bulaşmayınca, Muaviye vefat eder mi) buyurdu. O 3 kimse bu haberi Muaviyeye “radıyallâhu anh” ilettiler. Muaviye “radıyallahü teâlâ anh” anladı ki kendisi Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden sonra kalacaktır ve hem de kaza-i ilâhî ile öyle oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
63. Menakıb: Rivayet edilmiştir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Veda haccından dönerken, Gadırhum denilmekle maruf menzilde namazdan sonra, Ashâb-ı kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerine dönüp buyurdular ki “Ben müminlere nefslerinden daha sevgili, daha yakın değil miyim.” Orada hazır olanlar ittifakla tasdik edip, dediler, (Evet, ya Resûlallah.) Sonra hazret-i Alinin elinden tutup, buyurdu ki: “Ben kimin mevlası isem, Ali onun mevlasıdır.” [Beni seven Ali’yi sever.] “Ya Rabbi, ona düşmanlık edene düşmanlık et. Onun ile dost olana dost ol. Onu hor tutanı hor tut. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olur ise olsun, ona hakkı, doğruyu bildir.”
(Kıta):
Gel ey Resûlün rızasını isteyen,
Onu seveni sev, duâsını rehber et.
Sana ilâhî kılınç çekilmesin diyorsan,
Allahın arslanına buğz etme, muhabbet et!
64. Menakıb: Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, bir miktar henüz topraktan ayrılmamış altını Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzurlarına getirdi. Hazret-i Resûl-i ekrem ve Nebiyi muhterem “sallallâhü aleyhi ve sellem” onu Necd ehline taksim etti. Kureyş ve ensar dediler ki: Ya Resûlallah! Bizi bırakıp da Necd ehline taksim buyurdun. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Bunu, onun için onlara taksim ettim ki ehl-i İslam ile ve müslümanlar ile ülfet etsinler!” Bu sözleri söylediği sırada bir şahıs çıka geldi. Gözleri çukurlaşmış, sakalı yüzünü bürümüş, vücudunu kıllar kapatmıştı. Dedi ki: Ya Muhammed! Allahü teâlâ hazretlerinin emrini yerine getir. Resûlullah hazretleri, “Eğer ben, Allahü teâlânın emirlerini dinlemez isem, kim dinler” buyurdu. Hâlid bin Velid “radıyallahü teâlâ anh” orada hazır idi. Dedi ki: Ya Resûlallah! İzin ver, katl edeyim. İzin vermedi. Sonra o şahıs yüzünü dönüp, gitti. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki “Bunun neslinden bir kavm zuhura gelecektir. Kurân-ı azim-üş-şanı okurlar. Ama boğazlarından aşağı geçmez. Ehl-i İslamı katl ederler. Okun yaydan çıktığı gibi, din-i İslamdan çıkarlar!” Hariciler o kavmdendir. O sebepten onlara (Marikun) derler.
65. Menakıb: Fahr-i âlem ve Resûl-i muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine haber vermiş idi ki “Sen, cemaatinden dinden çıkan hariciler olacak, onlar ile harp edeceksin. Onlar içinde bir şahıs olur ki bir eli bir pare et olur. Omuzu başında, kadınlar memesi gibi nesne olur. O et parçasının üzerinde fare kuyruğu gibi nice kıllar vardır.”
Rivayet ederler ki emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri hariciler üzerine zafer buldu. Onlardan çoğu helak oldu. Hazret-i Emir-ül müminin buyurdu, o şahsı istediler. Bir defa aradılar, bulamadılar. Hazret-i Emir yemin etti ki vallahi ben yalan söylemem. Bana da söyleyen yalan söylememiştir. Bir defa daha istediler. 40 ölünün altında, emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden naklettiği gibi buldular.
66. Menakıb: Emir-ül müminin Aliyül Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” İslam askeri ile haricilere karşı harp etmeye giderken, Nehrvan yolunda bir kilisede bulunan bir rahib dedi ki; ey İslam askeri, emriniz bu tarafa gelsinler. Hazret-i Aliyye arz olundukta, hazret-i Emir o tarafa doğru yönelip, kiliseye vardılar. Rahib dedi ki ey müslüman askerlerinin serdarı! Bugün talih yıldızı müslümanların mağlubiyetini gösteriyor. Sabrediniz. Hazret-i Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ey rahib! Bana yıldızlara bakıp, hüküm söylersin. Falan settareden [yıldızdan] bana haber ver. Rahib dedi ki: Ben o yıldızı bilmiyorum. Hazret-i Ali buyurdu ki: Ey rahib! Malum olsun ki gök ilmini [ilim-i nücumu] bilmiyorsun. Yer [arz] ilminden sorayım. Halen ayağının bastığı yerin altında ne vardır. Rahib dedi ki: Bilmiyorum. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, Ben sana söyleyeyim. Şu şekilde bir kab, kabın içinde şu kadar, şu vasfta, nakşta, akçe vardır, buyurdu. Rahib dedi, ey aziz! Bu şekilde keşfetmek sana nereden hâsıl oldu. Buyurdu ki: Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermiş idi ki bir grub asker ile harp edesin ki onların askerinden, on kişiden azı kurtulur. Senin askerinden ondan eksik şehit olur. Rahib, hayret edip, imtihan için ayağı altındaki yeri kazdı. O tarif edilen şekilde akçeler bulup, o nişan ile çıkıp, o şekilde görünce, imana geldi. Rivayet edilir ki o 4.000 hariciden 3991 adedi öldürülüp, 9 asker firar etmiştir. İslam askerinden 9 saadetli kimse şahadet şerbetini içip, gerisi sıhhat ve selamet üzere kalmıştır.
67. Menakıb: İmam-ı Müstagfiri “rahimehullahi teâlâ” (Dela-il-ün nübüvve) adlı kitabında, Firas bin Amrdan “radıyallahü teâlâ anh” nakleylemiştir. Ona Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri zaman-ı şeriflerinde bir baş ağrısı arız oldu. Hazret-i Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” 2 gözü ortasını tuttu. Mübarek parmakları ile tuttuğu yerden kirpi kılı gibi kıl çıktı. O ağrı ondan gitti. Haricilerin emir-ül müminin Alinin “radıyallahü teâlâ anh” üzerine hücum ettikleri günde, Firas de onlara uydu. O vakit o kıllar alnından döküldü. O sırada o ağrı tekrar başladı. Ona dediler ki bu iş sana haricilere uyduğun için hâsıl oldu. Tövbe ve istiğfar etti ki o kıl alnında çıkıp, o ağrı ondan tamamen gitti. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
68. Menakıb: Ali bin Zeyd “rahimehullahü teâlâ” demiştir. Said bin Museyib “radıyallâhu anh” bir şahsı bana gösterdi ve dedi ki var o şahsı gör. Dedim, hâlini bana anlat. Benim görmeme ne lüzum var. Bu şahıs Osman ve Alinin “radıyallahü teâlâ anhüma” hakkında kötü sözler söyler idi. Ben münâcat ettim, Allahü teâlâya ki eğer senin katında Osmanın ve Alinin kıymetleri var ise; bana bir nişan göster. Sonra o bedbahtın yüzü siyah oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
69. Menakıb: Abdullah Muhammed bin Kayımil Cevzi (Kitab-ür-ruh) kitabında nakletti. O da Kureyşin bir şahsından rivayet etti. Şamda bir kişi gördüm ki yüzünün bir tarafı kapkara idi. Onu daima bir nesne ile örterdi. Ondan bu durumunu sordum. Dedi ki: Allahü teâlâya aht ettim ki her kim bu hâli benden sorarsa, ben ona hikaye edeyim. Ben, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buğz ederdim. Hakkında uygunsuz sözler söylerdim. Bir gece uykumda gördüm ki bir kişi geldi. Sen benim hakkımda uygunsuz sözler söylersin, dedi. Yüzümün bir tarafına bir nesne ile vurdu. Sabah gördüm ki yüzümün o tarafı siyah olmuş. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine sordular: Ebû Bekr ve Ömerin “radıyallahü teâlâ anhüma” zaman-ı şeriflerinde, hilafetleri çekişme, kavga, fitne ve ihtilaflı değildi. Sizin ve Osmanın “radıyallahü teâlâ anh” hilafetlerinin zamanları sıkıntı ve değişiklik ve fitneden hâli olmadı. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Onun sebebi şudur. Ben ve Osman, Ebû Bekr ve Ömerin Muavinleri idik. Sen ve senin emsalin, benim ve Osmanın yardımcımız oldunuz. Böyle oldu. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
70. Menakıb: Emir-ül müminin Ali “keremallahü vecheh” Yenbu karyesinde hasta oldu. Ona dediler ki niçin burada durursun. Eğer vefat edersen, hizmetlerini görmezler. Medineye gidersen, kardeşlerin işini görürler. Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ben şimdi vefat etmem. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bana haber vermiştir. Mübarek başını gösterip (buranın kanı), mübarek yüzünü gösterip (burayı boyamayınca) ben vefat etmesem gerektir. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
71. Menakıb: Amar bin Yaser “radıyallâhu anh” bir gün Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki: Ya Ali! Sana, insanların bedbahtlarından haber vereyim mi! Bunlar; Salih aleyhisselâmın devesini kılınçla vuranlar ve senin başına kılınçla vurup, yüzünü kana boyayanlardır.
72. Menakıb: Bir gün emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” Kufe mescidinde, kendisini katl edecek olan İbni Mülcem mel’ununu gördü. Ona hitab edip, buyurdular ki ey Mülcem oğlu. Senin cahiliye zamanında ve çocukluk günlerinde hiç lakabın var mı idi. Dedi, bilmiyorum. Buyurdu ki: Sana; (ey şaki ey Salihin devesini kısırlaştıran) diyen, bir yahudi hizmetçiniz var mı idi. Evet var idi, dedi. Emir-ül müminin bir şey söylemedi.
73. Menakıb: Bir gün emir-ül müminin Aliyül mürteda, Zübeyr “radıyallahü teâlâ anhüm” ile gizli söyleşirler idi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdu ki: (Ya Ali! Zübeyre gizli söylersin [sırrını söylersin]. Halbuki o seninle mukatele [harp] edecektir.) Deve vak’ası olduğu zaman, Ali “radıyallahü teâlâ anh” bu hadis-i şerif ile Zübeyri “radıyallâhu anh” andı. Zübeyr “radıyallahü teâlâ anh” muharebeden vazgeçti. Dönüp gitti. Bir şahıs ardından varıp, katl eyleyip, kılıcı hazret-i Aliyye “radıyallahü teâlâ anh” getirdi. Hazret-i Ali buyurdular ki (Hazret-i Zübeyrin katiline, Cehennem ateşi müjdeler olsun!) (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
74. Menakıb: Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri Hendek kazdıkları gün; Ammar bin Yaser’in, mübarek eliyle arkasını sığadı. Buyurdu ki (Seni ehl-i bagiden bir cemaat katl etse gerektir!) Sonra Sıffin günlerinde harp şiddetlendi. Amar bin Yaser, hazret-i Ali’nin yanında yemin etti ki bu o gündür ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana o günde şahadet vaat buyurmuştur. Emir-ül müminin hazretleri hiç cevap vermedi. 3. defa yine yemin etti. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Evet, bu gün o gündür. Hemen Amar “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri tekbir aldı. Hoş yeller esmeye başladı. Yüzünü Muaviye’nin “radıyallahü teâlâ anh” askerinden tarafına dönüp, muharebe ile meşgul oldu. Muaviye’nin “radıyallâhu anh” askerinden bazı behadırlar bunu düşürdü. Bu esnada susuzluk galebe etti. Su diledi. Süt ile karışmış bir kadeh su verdiler. Ammar onu gördü. Allahü ekber! dedi. Sonra ondan bir miktar içti. Ve dedi ki: Risaletpenah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” efendimiz hazretleri bana haber vermiştir ki (Seni ehl-i bagiden bir kimse katletse gerektir. Senin katlin hazret-i Cebrâil ve Mikâil aleyhimesselamın ortasında olur. Onun alâmeti o olur ki o vakit su isteyesin. Sana su ile karışmış süt verirler.) Hatta hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” Abdullah bin Amr bin Asa buyurmuştur ki ey Abdullah; Amar bin Yaserin katiline Cehennem ateşi ile müjde veresin. O gün, Amar bin Yaseri şehit ettiler. 2 bedbaht onun mübarek başını Muaviyenin “radıyallâhu anh” önüne götürüp, çekiştiler. Biri dedi ki ben katl ettim. Öbürü dedi ki ben katlettim. Muaviye “radıyallâhu anh” dedi; her kim onu katl etmiş ise, ona bir kese gümüş vereceğim. Bunun anlaşılması için Abdullah bin Amr bin As’a emretti. Abdullah birinden, nasıl katl ettiğini sordu. O kişi dedi ki: Onun üzerine hamle ettim. Onu katl mahallinde gördüm. Abdullah dedi, sen katl etmemişsin. Diğerinden de sordu. Diğeri dedi ki: Birbirimize hamle ettik. Benim hamlem ona tesir edip, atından düştü. Dizi üzerine gelip, dedi ki: (Cebrâil ve Mikâil “aleyhimesselam” ortasında bu işi yapan iflah olmasın; pişman olacaktır.) Bunu söyleyip, sağına ve soluna bakardı. Ondan sonra ben ileri varıp, başını kestim. Abdullah hazretleri buyurdu: (Bu bir kese dirhemi [gümüşü] tut ve sana Cehennem ateşi müjde olsun!) O bedbaht dedi ki: Eğer ölürsek vay bize, eğer öldürürsek vay bize. Keseyi bıraktı [yere attı]. (İnna lillah ve inna …) dedi. Muaviye “radıyallâhu anh” dedi, Ey Abdullah! Bunun gibi sözlerin mahalli midir? Abdullah hazretleri buyurdu ki mescidi bina ettikleri günde herkes bir taş getirdi. Ammar 2 taş getirdi. Resûl-i ekrem ve Nebiyi muhterem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işittim, buyurdular ki “Ey Ammar! Seni ehl-i bagiden bir cemaat katl edeceklerdir.” Sonra buyurdular: “Ey Abdullah! Ammarı katl edeni Cehennem ateşi ile müjdele!”
75. Menakıb: Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bir gün buyurdu ki “Ya Ali! Yakın zamanda, seninle Aişe arasında bir hadise vaki olacaktır.” O buyurdukları Cemel harbine işaret idi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” dedi: Ya Resûlallah! Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinin içinde, bu bana mı mahsustur. Habîbullah hazretleri buyurdu: “Evet, sana mahsustur.” Hazret-i Ali dedi ki: Öyle olur ise ben Ashâbın en bedbahtı olurum. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdu ki: “Yok öyle olmazsın. Velakin, öyle bir hadise vaki olduğu zaman, onun üzerine galip olursun. Onu geri yerine, makamına gönder!” Şüphesiz, emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” Cemel vakasında, Aişe “radıyallahü teâlâ anha” hazretlerinin askeri üzerine zafer buldu. Aişe hazretlerini ikram ve ihtimam ile Medine-i münevvereye gönderdi.
76. Menakıb: İmam-ı Müstagfiri “rahimehullahü teâlâ” (Dela-il-ün nübüvve) kitabında bildirmiştir. Rum kayseri, emir-ül müminin Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin hilafeti zamanında zor suallerini yazdı. Tafsili (Dela-il-ün nübüvve) de vardır. O sualleri Ömer “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine gönderdi. Hazret-i Ömer onu okudu. Emir-ül müminin Alinin “radıyallahü teâlâ anh” önüne koydu. Hazret-i Ali onu okudu. Divit ve kalem istedi. Onların cevabını yazdı. Kağıtı katlayıp, kayserin elçisine verdi. Elçi, bu cevabı kim yazdı diye sordu. Hazret-i Ömer buyurdu ki hazret-i Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” amcası oğlu, damadı ve dostu hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” yazdı. Derler ki yahudiden bazıları geldiler, dediler ki ne oldu size ey müslüman taifesi. Peygamberinizin vefatından sonra, bu kısa zamanda bazınız bazınızın üzerine hücum edip, muharebeye başladınız. Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” buyurdu ki: (Ey yahudi taifesi! Size ne oldu ki henüz ayaklarınız denizin ıslaklığından kuramamış idi. Ya Musa! Bize de başkalarının ilahları olduğu gibi ilah yap, dediniz!) Bu cevap ile yüzlerini kara edip, cevap veremeyecek hâle bıraktı.
Abdullah ibni Abbas “radıyallahü teâlâ anhüma” buyurmuştur ki (Aliyye ilmin 10 bölüğünden 9 bölüğü verildi. Vallahi geri kalan bir bölüğünde de ortaktır.) Hatta imam-ı Ahmed bin Hanbel “rahimehullahü teâlâ” buyurmuştur ki Sahabe-i kirâm “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bize hazret-i Alinin hakkında o kadar fazilet gelmiştir ki Aliden “radıyallahü teâlâ anh” başkası için gelmemiştir. Seyyid-üt-taife Cüneyd “kuddise sirruhül’azîz” buyurmuştur ki: Emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri muhalifleri ile muharebeden fırsat bulsa idi, elbette ondan tasavvuf ve hakayık ilmi o kadar olurdu ki gönüller ona takat getiremezdi. O, ariflerin başıdır. Onun sözleri vardır ki ondan evvel kimse söylememiştir ve ondan sonra da kimse mislini söylemeye kadir olmamıştır. Şu şekildedir ki bir gün minbere çıkmış idi. Buyurdu ki bana arşın altındakilerden sorunuz! Benim içim ilim ile doludur. Bu ağzımdaki Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” mübarek ağzının suyudur. O şol nesnedir ki bana bölük-bölük verdi. Onun içindir ki benim nefsim onun yed-inde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki eğer izin olsa, Tevratın ve İncilin içinde olanları haber verirdim. Beni o ikisi tasdik ederlerdi. Hazret-i Emir-ül müminin bu kelamı keramet eseri buyurdu. O mecliste Daleb Yemani derler bir kişi var idi. Dedi ki: bu kişi ne garib davada bulundu. Elbette ben bunu imtihan ederim. Yerinden kalkıp, dedi, bir sualim vardır. Hazret-i Ali buyurdu ki öğrenmek ve bilmek için sor. Tecrübe ve imtihan için sorma. Daleb, sen beni onun üzerine mecbur eddin deyip, sordu, Rabbini gördün mü ya Ali! Hazret-i Ali buyurdu: (Görmediğim Rabbime tapacak değilim.) Sonra, nasıl gördün, dedi. Emir-ül müminin buyurdu: (O Hakkı, gözler dünyada gördükleri şekilde göremezler. Lakin gönüller bekâ hakikatleri ile görür. Benim Rabbim birdir. Şeriki yoktur. Benzeri bulunmaz. İkincisi olmaz. Yer [mekan]dan münezzehtir. Üzerinden zaman geçmez. Akıl ile idrak edilmez. Yarattıkları ile kıyas edilmez.) Daleb bu sözleri işitip, yüzü üzeri düştü. Bayıldı. Bir zaman sonra kendine geldi. Dedi ki; Hak teâlâya söz verdim ki kimseye imtihan niyeti ile sual sormıyacağım. Hazret-i Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki (Eğer iş senin elinde olursa.)
77. Menakıb: İmam-ı Fahreddin-i Razi “rahimehullahi teâlâ” (Tefsir-i kebir) de nakletmiştir. Emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin sevenlerinden birisi bir siyah köle idi. Bir gün onu hırsızlık yaparken tutup, hazret-i Aliyye getirdiler. Hazret-i Emir-ül müminin sordu ki (Sen mi hırsızlık eddin.) Evet ben hırsızlık yaptım, dedi. Elini kesti. O siyah köle, hazret-i Emirin meclisinden çıkıp, gitti. Yolda Selman-ı Fârisî ve İbni Zekvana “radıyallahü teâlâ anhüma” rastladı. İbni Zekvan o siyah köleye, elini kim kesti, dedi. Siyahi dedi ki: Emir-ül müminin kesti. İbni Zekvan dedi: O senin elini kesti, sen onu methediyorsun. Dedi ki niçin methetmiyeyim ki muhakkak elimi hak üzerine kesti ve beni Cehennem ateşinden halas etti. Selman “radıyallahü teâlâ anh” bu sözü siyah köleden işitip, geldi, Aliyye “radıyallahü teâlâ anh” haber verdi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” o siyah köleyi çağırdı. O kesilen elini yine bileği üzerine koydu. Bir mendil ile örddü. Duâ etti. Sonra bir ses işittik, gökten ki hazret-i Emire emretti. Örtüyü kaldır. Örtüyü aldı. Eli Allahü teâlânın izini ile önceki durumuna gelmişti.
78. Menakıb: Kufe ahalisi dediler ki: Ya Emir-el müminin. Fırat suyu bu sene azdı. Çok ekinleri zayi etti. Ne olur, Allahü teâlâ hazretlerinden dileyesin ki su az olsun. Hazret-i Ali “radıyallâhu anh” saadethanelerine girdi. Halk kapıda beklerler idi. Sonra dışarı çıktı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin cübbesini üzerine giymiş, mübarek sarığını başına koymuş, asasını eline almıştı. At istedi. Ata bindi. Orada olanlar ve çocuklar etrafında olmak üzere, Fıratın kenarına geldiler. Aşağı indi. 2 rekat namaz kıldı. Durdu. Asayı mübarek eline aldı, köprünün üstüne çıktı. Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” hazretleri de beraber çıktılar. O asa ile sudan tarafa bir defa işaret etti. Su bir miktar azaldı. Buyurdu ki bu kadar kifâyet eder mi. Hepsi dediler, ya Emir-el müminin, kifâyet eder.
79. Menakıb: Cündeb bin Abdullahil Ezdi diyor ki: Cemel ve Sıffin harblerinde; emir-ül müminin Ali “keremallahü vecheh” hazretleri ile beraber idim. Benim hiç şüphem yok idi ki hak Emir-ül müminin hazretleri tarafındadır. Ne zaman ki Nehrvana konduk. Benim gönlüme bir şüphe düştü. O cemaati katl etmek gayet büyük iştir. Sabahleyin askerden ayrıldım. Yanımda bir matara su var idi. Bir yerde kılıncımı yere diktim. Kalkanı üzerine astım. Gölgesine oturdum. Hazret-i Ali “keremallahü vecheh” yanıma çıka geldi. Sordu, yanında hiç su var mıdır? O matarayı önüne koydum. Aldı. O kadar uzağa gitti ki görünmez oldu. Yine geri geldi. Abdest alıp, kalkanın gölgesine oturdu. O sırada bir atlı geldi. Emri görmek istediğini söyledi. Hazret-i Ali kabul buyurdu. O atlı dedi ki: Ey Emir-el müminin! Muhalifler Fıratı geçtiler. Ve suyu kestiler. Buyurdu ki: Hayır, onlar suyu geçememişlerdir. Bu sözü söylerken, bir şahıs daha geldi. Vallahi ben onların sancaklarını suyun öte tarafında gördüm, dedi. Emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri buyurdu; vallahi geçmediler. Nasıl geçerler ki onların düşecek ve dökülecek yerleri buradadır. Ondan sonra durdu. Ben de durdum. Kendi kendime dedim; Elhamdülillah. Elime bir terazi girdi ki bu kişinin hâli bundan belli olur. Ya o yalancı behadırdır veya Allahü teâlâ hazretlerinden veya Resûlullah hazretlerinden hücceti vardır. Buna dayanarak bunu bilmiştir. Gönlümden dedim ki ya Rabbi! Seninle aht ettim. Eğer suyu geçmiş olduklarını görürsem, o kimse ile [Ali “radıyallâhu anh” ile] muharebe eyleyen ben olacağım. Eğer geçmemiş iseler o muhalif ile muharebe ve mukatele edeceğim. Askerin arasından [saflardan] geçtik. Gördük onların bayrakları evvelki gibi yerlerinde durur. Hazret-i Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” arkamı tuttu [sıvadı] ve işin ile meşgul ol, dedi. Ben de hamle edip, onlardan birini öldürdüm. Arkasından birini daha öldürdüm. Birine saldırdım. Ben ona vurdum. O da bana vurdu. İkimiz de düştük. Arkadaşlarım beni kaldırıp, götürmüşler. O vakit kendime geldim. Hazret-i Emir muharebeyi bitirmiş idi. Emir-ül müminin bir şahsa durumundan haber verdi. Seni, falan mevkide, falan hurma ağacına assalar gerektir. Buyurduğu gibi vaki oldu.
80. Menakıb: Haccac-ı Yusuf “Allahü teâlâ müstehakını versin”, Kümeyl bin Ziyadı “radıyallahü teâlâ anh”, çağırdı. Kümeyl ondan kaçtı. Haccac-ı zalim, Kümeylin akrabalarının vazifelerine son verdi. Kümeyl bunu işitti ve dedi ki: Benim ömrüm zaten bitmiştir [yaşlandım]. Benim sebebim ile kavmimin mahrum olması lâyık değildir. Haccacın yanına vardı. Haccac dedi ki isterim ki seni öldüreyim. Kümeyl dedi ki: Benim ömrüm az kalmıştır. Ne diler isen onu yap. Bizim vaatemiz yakındır. Benim ölümümden sonra hesap vereceksin. Bana emir-ül müminin Ali “keremallahü vecheh ve radıyallahü teâlâ anh” haber vermiştir ki seni Haccac öldürecektir. O zalim onun boynunu vurdu.
81. Menakıb: Haccac bir gün dedi ki isterim Ebû Türab’ın [Hazret-i Alinin] Ashâbından birini katl edeyim ki Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretlerine yaklaşayım. Hazret-i Alinin “radıyallâhu anh”, kölesi Kanber ile sohbet etmiş olduğunu hiç kimse bilmezdi. [Hazret-i Alinin en çok sohbet ettiği kimselerden idi.] Haccac, Kanberi çağırttı ve dedi ki Kanber sen misin. Kanber, evet benim dedi. Haccac, Ali ibni Ebû Talib senin Mevlan mıdır, dedi. Kanber, benim Mevlam Allahü teâlâ hazretleridir. Emir-ül müminin hazret-i Ali velim ve sebep-i nimetimdir. Haccac dedi: Seni katl etmek isterim. İhtiyarınla nasıl katl olunmak istersin. Kanber dedi: İhtiyar senindir, her ne vech ile katl edersen, ben de seni kıyamette öyle katl ederim. Zaten bana emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”, ey Kanber, seni zulüm ile katl etseler gerektir, diye haber vermişti. Sonra Haccac Kanberi “radıyallahü teâlâ anh” katl etti.
82. Menakıb: Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Bera bin Azibe dedi ki (Benim oğlum Hüseyin katl olunsa gerektir. Sen o vakitte ona yardım etmiyeceksin.) Emir-ül müminin hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” şehit oldu. Bera bin Azib, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” doğru söyledi. Hazret-i Hüseyin katlolundu. Ona yardım yapamadığıma pişmanım, dedi.
83. Menakıb: Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bir seferinde Kerbelaya uğradı. Sağına ve soluna baktı. Giryan-giryan [ağlayarak] geçti ve buyurdu ki: (Vallahi onların develerinin çökeceği ve onların katl olunacakları makam burasıdır.) Ashâbı dediler: Ey Emir-el müminin! Bu ne makamdır. Buyurdu ki: (Burası Kerbeladır. Bu yerde, bir kavm katl olunsa gerektir. Onlar hesapsız Cennete girerler.) Hiç kimse bu sözlerin mânâsını hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin vak’ası oluncaya kadar anlamadı.
84. Menakıb: Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Kufe’den asker istedi. Bir takım söz ve hareketten sonra, asker gönderdiler. Gelmezden evvel hazret-i Ali buyurdu ki: Kufe’den 2.000 er ve de bir kişi geliyor. Ashâbdan biri, bu sözü işittim, o askerleri bir bir saydım, buyurduklarından ne eksik, ne fazla idi, dedi.
85. Menakıb: Haye-i Arabî, emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Ashâbından idi. Dedi ki: Hazret-i Muaviye ile muharebe sırasında, hazret-i Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” ile bir derya kenarında konakladık. O sırada bir kişi geldi. Dedi ki: Esselamü aleyküm, ya Emir-el müminin! Hazret-i Emir-ül müminin, ve aleyküm selam, dedi. O kişi dedi: Ben Şem’un bin Yuhannayım, şu kilisenin sahibiyim, diyerek bir bina gösterdi. Bizim yanımızda bir kitap vardır. Bu kitap miras yolu ile İsa “alâ nebiyyinâ ve aleyhissâlatü vesselâm” Ashâbından intikal etmiştir. Eğer dilersen, o kitabı tarafınıza okuyayım. Eğer dilersen, huzur-ı şerifinize getireyim. Hazret-i Emir-ül müminin buyurdu ki; Oku. O kişi okumaya başladı. Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” şerefli vasflarından ve ümmetinin sıfatlarından yazıyordu. Sonunda okuduğu bir gün, (Bir derya kenarına bir kişi konar. Peygambere yakîn olur, Zamanın ehlinden ve dinde, Peygambere yakîn olur. Müşrikleri dize getirir. Magrib ehli ile savaşır,) yazısını okudu. Ondan sonra o kişi dedi ki: (Peygamber çıktı. Ona iman getirdim. Siz burada konakladınız. Huzurunuza geldim. Hayatta olduğum müddetce hizmetinizde olayım.) Hazret-i Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” ve hazır olanlar ağladılar. Buyurdu ki: (Allahü teâlâya hamd olsun ki beni unutulmuşlardan kılmadı. Kitabında zikir etti.) Rivayet eden der ki Emir-ül müminin bana hitab edip, buyurdu ki ey Haye-i Arabî! Şem’unu sen yanında sakla [sana emanet]. Her kuşluk ve akşam yemeklerinde onu çağırırdı. Leyle-tül-harirde, hazret-i Muaviye ile ceng şiddetlendi. Şem’un şehitlik saadetine kavuştu. Hazret-i Emir-ül müminin, kabrine kendisi koydu. (Bizim ehl-i beytten biridir) buyurdu.
86. Menakıb: Hak Sübhanehü ve teâlâ hazretleri, hazret-i Ali “radıyallâhu anh” için, 2 kere güneşi batıdan geri döndürdü. Birisi, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin zamanlarında idi. Ümm-ü Seleme ve Esma binti Ümeys ve Cabir bin Abdullah-el Ensârî ve Ebû Said-il Hudri “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretleri rivayet etmişlerdir. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bir gün saadethanelerinde oturuyorlardı. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” da huzurlarında idi. O sırada Cebrâil aleyhisselâm vahiy getirdi. Vahyin ağırlığından hazret-i Alinin “radıyallahü teâlâ anh” dizine mübarek başını koydu. Güneş batıncaya kadar kaldırmadı. O sırada, güneş battı. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri ikindi namazını kılmamıştı. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vahyden sonra, önceki haline geldi. Buyurdu ki ya Ali! Senin ikindi namazı geçti mi. Evet, ya Resûlallah! Kımıldayamadım, kaldım, dedi. Ancak namazı ima ile kılmıştı. Hazret-i Habîbullah, güneşe emir buyurdu. Güneş geri dağın üzerine çıkıp, durdu. Hazret-i Ali, namazını kıldı. Esma binti Ümeys der ki gurub vaktinde güneşten buzağı sesi gibi bir ses geldi.
Resûl-i ekremden sonra, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” Babile giderken, Fırat nehrinin üzerinden geçmek istediler. İkindi namazının vakti idi. Ashâbdan bir cemaat ile kendileri asır [ikindi] namazını kıldılar. Diğer Ashâb da hayvanlarını sudan geçirmekle meşgul oldular. Güneş battı. Namazlarını kılamadılar. Hazret-i emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” duâ etti. Allahü Sübhanehü ve teâlâ güneşi yerine getirdi. Namaz kılmayanlar, namazlarını kıldılar. Güneş yine battı. O esnada güneşten bir korkulu ses çıktı. Ashâb korktular. Şöyle ki tehlil, tesbih ve istiğfar ile meşgul oldular. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
87. Menakıb: Selman-ı Fârisî “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivayet etmiştir. Yağmurlu bir günde mescitte, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-ı şeriflerinde, Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretlerinden bir cemaat ile oturmuştuk. O sırada yüksek ses ile birisi, Esselamü aleyküm, dedi. Hepimiz sesi işittik. Ama selam vereni görmedik. Hazret-i Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” selamı alıp, bize buyurdu ki; (Cin taifesinden kardeşiniz, selamını alınız!) Hepimiz, aleyküm selam, dedik. Fahr-i âlem hazretleri buyurdular ki (Sen kimsin!). Ya Resûlallah! Köleniz, cin taifesinden Şemirah oğlu Arfetayım. Hazret-i Habîbullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki “Merhaba ya Arfeta! Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri sana rahmet eylesin. Kendi suretin ile bize görün!” O an bir kıllı kimse zahir oldu ki yüzünü saçı bürümüş, iki gözleri bir tarafta, ağzı göğsünün üzerinde ve fiil dişleri gibi dişleri var ve tırnak yerine kıymıkları var. Bu şekilde bunu görünce, hepimiz elimizde olmadan korkup, Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerine baktık. O şahıs, hazret-i Sultan-ı Enbiyaya hulus ile açıklayıp, dedi ki: Ya Habîb-i Rabbil’âlemin! Kavmimi dine davet için ben kulunuz ile bir kimse gönder. Yine sağ-salim inşaallahü teâlâ getirip, huzur-ı şerifinize teslim ederim. O Fahr-i âlem ve Seyyid-i adem Resûl-i ekrem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri buyurdular ki “Bu hizmete bunun ile kim gider ise, ona Cennet vâcip olur.” O şahsın görünmesinden bir kimse cevap vermeye cesaret edemedi. Hazret-i Resûl-i ekrem 3 kere hitab ettiler. Kimse cevap vermedi. Son emirde, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” ayağa kalkıp, dedi ki ya Resûlallah! Emret bu hizmete ben kulun gideyim. Hazret-i Resûlallah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” dönüp Arfeta’ya buyurdu ki “Bu gece Harre adlı mevzide hazır ol! Senin yanına bir kimse vereyim ki benim hükmüm ile hüküm eyler. Ve benim dilim ile söyler. Ve benden cin taifesine haberi doğru olarak iletir.”
Hazret-i Selman “radıyallahü teâlâ anh” der ki Arfeta kaybolup akşam oldu. Sonra yatsı namazını Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” ile eda ettik. Ashâbın hepsi dağıldıktan sonra, buyurdular ki: (Ya Selman! Ya Ali! Benim ile geliniz!) Biz de hizmetlerince gittik. O Harre adlı mevzie vardığımızda gördük ki koyun büyüklüğünde bir deveye Arfeta kendisi binmiş, at büyüklüğünde bir deveyi de, elinde tutmuş. Hazret-i Habîbullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazret-i Aliyi o boş deveye bindirdi. Beni de arkasına bindirdi. Benim belimi hazret-i Alinin beline bağladı. Gözlerimi sarığın ucu ile bağlayıp, buyurdu ki (Ya Selman! Sakın Ali gözünü aç demeyince, gözlerini açma. Deveden in demeyince deveden inme. Allahü teâlânın ismi ile meşgul ol. İşittiklerinden korkma!) Dönüp, hazret-i Aliyye de vasiyet etti. (…. La havle ve la kuvvete illa billah.) buyurdular. Sonra veda edip, Arfeta önümüzce delil olup süratle yola koyulduk. Sabah oldu. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bana in, dedi. Ben de indim. Gözümü açtım. Gördüm ki otsuz, susuz, ağaçsız, taşlık bir yere gelmişiz. Hazret-i imam-ı Ali “radıyallâhu anh” imam olup ben ve Arfeta ona uyup, sabah namazını kıldık. Ortalık aydınlandıkta gördük ki etrafımızı cin askerleri çevirmişti. Şöyle ki her birinin gözleri meş’ale gibi ışık çıkarır. Heybetli şekillerde sağ ve sol tarafımızda dururlar idi. Hazret-i Ali asla bunlara iltifat etmeyip, adet-i şerifleri üzere çeşitli dualar ile meşgul oldular. Güneş doğup, yükselene kadar, Allahü teâlâ hazretlerine münâcat ve ibadet ve tâat ettiler. Ondan sonra, ayağa kalkıp, Allahü teâlâya hamd ve senâ ettikten sonra, cin taifesini İslama davet etti. İçlerinden biri inadcı ve kendi başına büyümüş ifrit itiraz edip, dedi ki ya Ali! Aba ve ecdadımızın dini bize batıl mıdır, demek istersin. Bu dediğin olmaz deyip, inat ettikte, hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh”: (Biz doğru yoldayız. Sen, Allahü teâlânın ayetlerini tasdik etmiyor, inkar ediyorsun) buyurup, mübarek yüzünü gök yüzüne döndürüp, İsm-i Âzam ve duâ okuyup, Kehf ve Ta-sin ve Yasin ve Nun ve Kalem sureleri üzere yemin edip, (Ey yardım edicilerin en hayırlısı olan Allahım! Bunların üzerine ateş yağdır. Bunların kötü filler işleyenleri ve inat edenleri helak olsun) diye duâ ve tazarru ve niyaz etti. Hazret-i Selman “radıyallahü teâlâ anh” der ki o anda gördüm ki bir zelzele olup gökten ateş yağmaya başladı. Cinniler bunu görünce hepsi, yüz üzerine düştüler. Ben de kendimden geçmişim. Bir zamandan sonra, kendime geldim. Gördüm ki bir takım cinnileri semadan gelen ateş yakmış. Üzerlerini duman kaplamış. Bir zaman sonra duman üzerlerinden gitti. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” sağ olanlarına seslenip, buyurdu ki Ey cin kavmi, başınızı kaldırın. Muhakkak, Allahü teâlâ ve tekaddes hazretleri zalim ve mütekebbir olanları helak etti. Tekrar davete meşgul olup (Ya cin kavmi ve Şemirah oğulları, Berrar sakinleri! Biliniz ve agah olunuz ki şimdi Muhammed Mustafa “sallallâhü aleyhi ve sellem” devridir. Hatem-ül enbiya devridir. Yeryüzü baştan başa zulüm ile dolmuş iken, iman ve adalet ile dolsa gerektir,) deyip, Habîb-i ekremi “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” methedip, apaçık mucizelerinden beyan etti. Onu anlatan işaretlerinden anlattıktan sonra, cin taifesinin kurtulanları hazret-i Alinin ilim ve kemalinden hayret edip, Hakka boyun büküp, Resûlüne ittiba edip, (Allaha, Allahın Resûlüne ve Resûlünün elçisine inandık. Sözleri doğrudur. Seni yalanlamıyoruz!) deyip, imanlarını sağlam ettiler. Hazret-i Selman “radıyallâhu anh” buyurdular ki: Bu esnada gece oldu. Yine o deveye binip, Arfeta önümüzce, sabah olmadan Harre denilen yere bizi ulaştırdı. Deveden inip, sabah namazını Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri ile eda ettikten sonra, bizi görüp, Allahü teâlâ hazretlerine hamd ve senâ etti. Buyurdu ki (Ya Ali! Cin kavmini ne hâlde [nasıl] buldun!) Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” cevap verdi ki ya Resûlallah! Hayırlı duanız bereketi ile Elhamdülillah, Allahü teâlâ hazretlerine iman getirip ve Resûlüne ittiba edip, iman nuru ile münevver oldular. Ama hakkı kabul etmeyenleri, semadan Allahü teâlânın izini ile ateş inip, helak olduklarını beyan ettikte, Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, buyurdular ki (Elhamdülillah! Onlardan kıyamete kadar korku gitmez.)
88. Menakıb: Ebû Hüreyre “radıyallâhu anh” hazretlerinden rivayet edilmiştir. Bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin huzur-ı şeriflerine vardım. Meğer önlerinde bir tabak içinde hurma var imiş. Mübarek avuçları ile bu bendenize bir avuç hurma ihsan ettiler. Saydım 73 adet hurma geldi. Sonra hazret-i Ali’nin “radıyallahü teâlâ anh” huzur-ı şeriflerine vardım. Onların da önlerinde bir tabak hurma var idi. Yüzüme baktı. Tebessüm edip, bir avuç hurma verdiler. Bunu da saydım. Tamamı 73 adet hurma geldi. Hayretimi bildirmek için, hazret-i Resûlullahın “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” huzur-ı şeriflerine geldim. Bu hayretimi söyledim. Buyurdular ki; (Ya Eba Hüreyre! Bilmez misin ki Ali’nin yedi benim yedimdir. Adalette beraberdir.)
Rivayet edilmiştir ki bir gün emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” kapılarının önünde bir cemaat görüp, Kanbere sordu ki bunlar kimlerdir. Kanber cevap verdi ki ya Emir-el müminin! Bunlar sizi sevenlerdir. Ali “radıyallâhu anh” hazretleri buyurdular ki ya, hayret! Bunlarda bizi sevenlerin simaları görünmez. Kanber dedi ki ya Emir-el müminin! Sizin ahbablarınızın simaları [görünüşleri] nasıldır. Buyurdular ki: Bizi sevenlerin siması [görünüşü], mideleri boş olmaktır. Bedenleri etsiz ve yağsız, zayıf olup dudakları susuzluktan ağarmış olmaktır.
89. Menakıb: Enes bin Mâlik “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet edilmiştir. Bir gün Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini bütün Ashâb-ı güzin “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” hazretleri ile ihata edip [çevirip], oturmuş idik. O sırada hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” içeri girdi. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ashâb-ı güzinin nurlu yüzlerine, kim yer verecek diye baktılar. Ebû Bekr-i Sıddık “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, Resûl-i ekrem hazretlerinin sağ tarafında oturmuş idi. Yerinden kalkıp, hazret-i Aliyye yer verdi. Hazret-i Ali oturdukta, Habîb-i Rabbil’âlemin hazretlerinin mübarek yüzünde, sürur ve sevinç müşahede olunup, Ebû Bekr-i Sıddık hazretlerine teveccüh edip, buyurdular ki (Ya Eba Bekr! Fazilet sahibini, ancak fazilet sahibi bilir!)
90. Menakıb: Fadl bin Salim “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri rivayet etmiştir. Bir gün emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” pazara varıp, bir gömlek satın aldı. Terziye bunun yenleri [kol uçları] uzundur, kes dedi. Terzi, dedi ki: Kesmem, zira kusurlu olur. Hazret-i Ali; aybı benim, sen kes diye emir buyurup, kestirdi. Terzi, hazret-i Alinin kim olduğunu bilmez idi. Hey, görün bu kişi mecnun olmuş dedi. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” bunu işittiğinde, şâd ve handan olup Elhamdülillahi teâlâ, dedi. Sordular, ya Emir-el müminin! Bu beyhude ve makül olmayan söze niçin hamd ettiniz. Buyurdular ki bir gün, Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinden işittim, buyurdular ki: “Bir kimseye deli denilmedikçe imanı tamam olmaz!” Niçin hamd etmiyeyim ki bu kimse benim imanıma şahadet etti.
Amr bin Kays “radıyallahü teâlâ anh” rivayet eder. Bir gün emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin elbisesinde bir çok yerinde yama görüp, dediler ki ya halife-i Resûlillah! Bu kadar hazineler elinde iken, yamalı elbise giymek size reva değildir. Cevap verdiler ki: Müminler bize uysunlar. Kalplerinde huşû ve inkisar hâsıl olsun. Bize yamalı giymek de uygun olur.
91. Menakıb: Bir gün Fahr-i âlem “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, hazret-i Ali’nin rikabını [atının özengisini] tutana, buyurdu ki; (Aliyül Mürteda senin elinde şehit olsa gerektir.) O kimse işitip, çok üzüldü. Ağlayarak Aliyül Mürtedanın huzuruna geldi. Tedarru ve niyaz edip, dedi ki ya Ali! Kanım sana helal olsun. Beni hemen bu an katl eyle. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki sebep nedir ki bu sözü söylersin. Utanarak dedi ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bana buyurdular ki Ali’nin şahadeti senin elinde olsa gerektir. Bu yüz karalığı benden vaki olmadan dilerim ki ben senin zülfikarın ile öleyim de, dünyada ve ahirette yüzü siyah olmayayım. Hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki bir nesneyi ki Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri ezelde takdir etmiş olsun, onu değiştirmek mümkün olur mu? Allahü tebareke ve teâlâ hazretleri bana şehitlik mertebesi müyesser etmiş olsun. Ben o şehitlik elbisesini giymek istemez miyim. Bu kıssayı Server-i kainat “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri bana senden evvel haber vermişti. Bu işe gönlüm hoştur. Sen de gönlünü hoş tut. Bu sırrı gizli tut. Kimseye açma. Ben sana evvelki iltifatımdan daha çok iltifat ederim.
92. Menakıb: Hazret-i Ali’nin “radıyallahü teâlâ anh” şahadeti beyanındadır. (Lübab-ül-elbab) adlı kitapta yazılıdır.
Hazreti Ali Nasıl Şehid Edildi?
93. Menakıb: Emir-ül müminin Ali “radıyallâhu anh” hazretlerinin adet-i şerifleri bu idi ki namaza dursa, âlem alt-üst olsa, hiç haberi olmazdı. Hatta rivayet ederler ki bir cengde, mübarek ayağına ok dokunup, demir kısmı kemiğe girmiş idi. Çıkmayıp, kemikte kaldı. Cerraha gösterdiler. Cerrah dedi ki sana bayıltıcı bir ilaç içirmek icap eder. Aklın gitsin [bayılasın]. Ondan sonra demiri çıkarmak lazımdır. Yoksa, bunun ağrısına tahammül edemezsin. Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri, buyurdu: İlaca ne lüzum var. Sabır eyle. Namaz vakti gelsin. Namaza durduktan sonra çıkar. Namaz vakti geldi. Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri namaza durdu. Cerrah da, mübarek ayağını yarıp, kemik arasından demiri çıkardı. Cerahat yerini sardı. Hazret-i Ali namazı bitirdi ve cerraha sordu ki çıkardın mı. Dedi, evet çıkardım. Fakat, hazret-i Ali, ben bu demiri çıkardığını duymadım, buyurdu. Ne güzel Ali ki ne güzel namazı o kılmıştır. İbni Mülcem o mübareğin bu ahvaline muttali olduğu için, gözetip, namazda vurmuştur [şehit etmiştir].
94. Menakıb: Rivayet ederler ki Allahü Sübhanehü ve teâlâ azze şanühü hazretleri Nuh alâ nebiyyinâ ve aleyhissâlatü vesselâma gemi yap, diye buyurdu. O da gemiyi yaptı. Tamamladıkta, 3 tahta arttı. Nuh aleyhisselâm buyurdu ki: Ya Rabbel’âlemin! Bu 3 tahtayı ne yapayım. Allahü tebareke ve teâlâ buyurdu ki ya Nuh! Benim bir dostum vardır. Ona Ali derler. Ahir zamanda gelir. Bu tahtalar ona tabut olmaktan gayri işe yaramaz. Bu tahtaları filan yere iletin. Orada bir kabir kazın. Bu tabutu o kabre defnedin. Meleklere emredeyim. O kabri dostum o kabre varıncaya kadar [o zamana kadar] ziyaret etsinler.
Rivayet ederler ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerine buyurdu ki; (Ya Ali! Benim yanımda bir sır vardır. Bana Cebrâil aleyhisselâm bildirmiştir. Sana bu sırrı açıklayayım ki senin kabrin Nuh aleyhisselâm zamanında bir yerde kazılmıştır. Ben o yeri bilmiyorum. Halktan da bir kimse bilmez. Ecelin yaklaştığı sırada, Hasan ve Hüseyin’e vasiyet eyleyip, de ki: Ben öldüğüm vakit, yıkayın ve kefene sarın. Tabuta koyup, namazımı kılınız. Âlem-i gaybdan bir deve gelip önünüzde çöker. Beni o devenin üzerine koyun. Benim ardımca Kufe kapısına kadar gelin. Ondan sonra beni koyun. Siz geri dönün. O hazret [hazret-i Ali] de, hazret-i Hasana ve hazret-i Hüseyin’e bu vasiyeti buyurdular. Hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” dediler ki ya babamız bize destur ver. Cenazenin ardınca varılacak yere kadar gidelim. O hazret [hazret-i Ali], buyurdu ki destur yoktur. Böyle varınız ve hemen kapıdan geriye dönünüz. O iki sultan da, o mahalde vasiyeti gözleyip dururken, baktılar, bir deve gelip, huzurlarında çöktü. Cenazeyi üzerine yüklediler. Kufe kapısına kadar vardılar. Deve gitti. Bunlar da geri döndüler. Sabah olunca, Kufe ehli toplandılar. Emir-ül müminin “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerini niçin çıkarmazsınız ki techiz ve tekfin işini görelim, dediler. Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” buyurdu ki bu işler bu gece yapıldı. Ya bize niçin haber vermediniz, dediklerinde, hazret-i Hüseyin buyurdular ki dedemiz, şöyle şöyle vasiyet etmiş idi. Biz de o vasiyeti sakladık. Kıssayı başlangıcından sonuna kadar haber verdiler.
95. Menakıb: Emir-ül müminin Ali “keremallahü vecheh” hazretlerinin kabir-i şerifleri yeryüzü ile beraber olup [düz olup], örtülü idi. Bir gün Harun-ür-reşid (Arneyn) tarafında avlanıyordu. Ahular [ceylanlar] da oraya gelmişti. Onların üzerine, doğan [kuşu] salıp ve av köpeği gönderdiler ise de, geri dönerler idi. O yerin yaşlılarını getirip, bunun sırrı nedir, diye sordular. Dediler ki: Atalarımızdan bize böyle erişmiştir ki emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin kabir-i şerifi buradadır. Harun-ür-reşid o sözü kabul etti [doğrudur dedi]. Hayatta olduğu müddetçe her sene gelir, o makamı ziyaret ederdi.
96. Menakıb: Bir gün emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki dün gece Risaletpenah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerini rüyada gördüm. Dedim ki: Ya Resûlallah! Ümmetinden bana gelen bu mihnetler ve husumetler nedendir. Buyurdu ki (Onlar üzerine duâ eyle!) Dedim ki: Ya Rabbi! Bana onlardan iyi karşılık ver. Onların üzerine benden daha az faydalı olanı getir. Hemen o günde duâsı müstecab olup şehit oldu.
97. Menakıb: Emir-ül müminin Hasan “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinden rivayet ederler. Emir-ül müminin hazret-i Ali “radıyallahü teâlâ anh ve kerremallahü vecheh” vefat etti. Dışarı gidiniz diye bir ses işittik. Bu Hüdanın bendesini [kulunu] yalnız bırakınız, diyordu. Biz de dışarı çıktık. Evin içinden bir ses geldi: Muhammed “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretleri vefat etti. Onun vasisi şehit oldu. Ümmetin hafızı [koruyucusu] kim olsa gerektir, dedi. Birisi de cevap verdi: Her kim onların sırrını tutar ve onların izinden giderse, ümmetin bekçisi olur. Ses kesildi. İçeri girdik. Onu gasl olunmuş ve kefen sarılmış bulduk. Namazını kılıp, defnettik.
98. Menakıb: Emir-ül müminin hazret-i Ali, oğulları Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüm” hazretlerine vasiyet etmişti: Ben vefat ettiğim zaman, beni tabutun üzerine koyunuz. Dışarı çıkarınız. Arneyn tarafına götürünüz. Orada bir beyaz taş görürsünüz. Ondan her tarafa ışık saçmaktadır. O yeri kazınız. Orada güşade makam bulursunuz. Beni oraya defnediniz. Her ne şekilde vasiyet etti ise yerine getirdiler. O yeri buldular. (Şevahid-ün nübüvve) den alınmıştır.
99. Menakıb: Hazret-i emir-ül müminin Ali “radıyallahü teâlâ anh” ahirete sefer ettiğinde, Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” hazretleri merkad-ı şerifine [mezarına] defnettiler. Geri dönerken, yolda bir fakire rast geldiler. Hazin ses ile figan ediyordu. Hâlini sorduklarında, cevap verdi ki: Ey azizler! Ayrı düşmüş bir garibim. Mihnetim çok. Gamımı paylaşacak kimse yok. Dediler: Ya bu ana kadar gamını kim ile paylaşırdın. Dedi ki: Bir seneden beri, her gün bu şehirden bir şahıs gelip, benim ile ünsiyet eder, alakalanırdı. Bütün ihtiyaçlarımı temin edip, giderdi. İsmi nedir, dediler. İsmini bilmiyorum. Sordum, cevap vermedi ve benim merhametim Hak içindir, dünya şöhreti için değildir. Sureti [yüzü] ve heyeti [vücudu] nasıldı, dediler. Dedi ki: Ben amayım. Ama, bu kadar bilirim ki 2 gündür yanıma uğrayıp, ahvalimi sormuyor. Dediler: Davranışları nasıldır. Dedi ki: Meşguliyeti tesbih ve tehlil ile idi. Hatta, tesbih ve tehliline meleklerden cevap işittim. Belki kapı ve duvarların tazim ettiğini de his ederdim. (Miskin miskin ile garib garib ile oturur) buyururdu. Şeyhzadeler bu haberden giryan olup dediler ki ey derviş: bu dediğin nişanlar, Ali bin Ebû Talibin nişanlarıdır. Dedi ki: Ey mahdumlar [oğullar]. Ona ne oldu. Dediler, bir bedbaht onu şehit etti. Biz onun kabrinden geliriz. Derviş o haberden muzdarib olup [üzülüp], figana başladı. Dedi ki: Ey şehzadeler. Büyük ceddiniz hürmeti için olsun, beni o serverin mezarı yanına götürün. Şeyhzadeler [Hasan ve Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma”] merhamet edip, bir elini hazret-i Hasan ve bir elini hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” tutup, emir-ül müminin Alinin “radıyallahü teâlâ anh” kabir-i şerifine götürdüler. O derviş, kabir üzerine düşüp, dedi ki: Ey Allahım! Bu kabir sahibinin hürmeti için, ben fakiri, hor ve zelil, kimsesiz bırakma. Bu dertlerime ortak olana kavuştur. Duâsı Allahü teâlânın kaza hükmüne uygun olup o an ruhunu teslim etti. Beyt:
Katre [damla] deryaya [denize] kavuştu,
Zerre hurşide [güneşe] intikal etti [kavuştu].
Şeyhzadeler o dervişin techiz ve tekfinini yapıp, namazını kılıp, o mevkide defnettiler.
100. Menakıb: Hazret-i Hüseyin’in menakıbıdır. Hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” Kerbelada, evlat ve Ashâbı şahadet şerbetini içip, yalnız kaldıktan sonra, Zeynel Abidin hazretlerini huzur-ı şeriflerine çağırdı. Dedesinden ve babasından vedia bırakılan emanetleri ona verdi. Hazret-i Fâtıma’nın “radıyallahü teâlâ anha” Mushaf-ı şerifini ve kimseye nasip olmayan ilimleri ona teslim etti. Kendisini Vâcib-ül vücut hazretlerinin hükmüne bıraktı. Beyt:
Safa zülali [suyu] bir bağdan-bir bağa aktı,
Nur, bir çırağdan bir çırağa aktı.
Emanetleri teslim ettikten sonra, Cennet ziyafetine gideceğini anlayıp, karar kılıp, dostlar düğününe giderken süslenmek adettir, deyip, saçlarının ve yüzünün tozlarını giderip, kıymetli kumaştan yeni elbiselerini giydi. Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin sarığının sargılarını yeniledi. Şehitlerin seyyidi hazret-i Hamza’nın “radıyallahü teâlâ anh” kalkanını omuzuna alıp, Ali Mürteda “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin Zülfikarını kuşandı. Resûl-i ekrem hazretlerinin Zül-cenah isimli burak gibi giden atına bindi. Mübarek eline ejderha gibi bir mızrak alıp, ziynetlerini tamamlıyarak, ehl-i beytine [çoluk çocuğuna] veda edip, meal-i şerifi “Seni, Allahü teâlânın görmesi kâfidir” olan âyet-i kerimeyi yad edip, harp meydanına girdi. Yezidin askerleri hazret-i Hüseyin’in üzerine hücum edip, ok yağmuruna tuttular. Hazret-i İmam bu hâli görüp, hamle etmek üzere iken, bir toz bulutu hâsıl olup her taraf karanlık oldu. Bu hâlde iken, acayip kılıklı, heybetli bir şahıs göründü. Başı merkep başı gibi idi. Ayakları aslana benzerdi. Hazret-i Sultan-ı Kerbelanın hizmeti ile müşerref olup ceddine, babana, selam olsun, deyip, hazret-i Hüseyinin bindiği atın tırnağını öptü. Hazret-i Hüseyin de onun selamına cevap verip, dedi ki: Ey bahtlı kimse. Sen kimsin. Bu tenha yerde garib olarak ne yaparsın. Dedi ki: Ya Resûlallahın torunu! Bu diyarda bulunan cinnilerin serveri [efendisi]yim. Bana (Zafer) cin derler. Temiz ceddinin şerefli zamanında müslüman olmuştum. Aziz babanın azadlısıyım. Senin kemter kölenim. Efendimsin, efendim oğlu efendimsin. Geldim ki hizmetinde bulunayım. İzin veresin ki sana sitem edenlere amellerinin neticesini, onlara göstereyim. Hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” ona buyurdu ki Benim babam ne zaman senin ile bulunmuştur. Zafer dedi ki; müslüman olduktan sonra, kâfir cinniler ile harp ederken, galip geldiler. Beni askerim ile beraber helak edecekleri sırada çaresiz kalıp, kimseden de yardım ihtimali kalmamış idi. Zaruri olarak, yüzümü yerlere sürüp, Rabbimin dergahına münâcat edip ve ceddin Muhammed Mustafayı “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” şefaatcı yapıp, dedim ki; Ya Rabbi! Bu kadar mümin ve muvahhid kullarını müşriklere kırdırır mısın diye ağlayıp, sızladım. Hatıftan bir nida geldi ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Ashâbından birisi Basra şehrine gitmiştir. Onu çağır dedi. Ben de kim olduğunu bilmiyordum. Hemen sesli olarak 3 kere çağırdım: Ey Resûlullahın sahabesi, Allahü teâlânın izini ile gel dedim. O hal içinde gördüm ki bir şanı yüksek Sultan zuhur edip, yetişti. Hiç fırsat vermeyip, kâfir cinnileri kırıp, helak etti. Ben acizi onların ellerinden kurtardı. Sonra yanına varıp, mübarek ayaklarına yüzümü sürüp, dedim ki Sultanım, sen kimsin! Buyurdu ki Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” hazretlerinin Ashâbından Ali bin Ebû Talib’im. Ondan sonra yine saadetle ve devletle Basra şehrine vardılar.
Hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki: Ya Zafer! Hüsn-i itikadına ve vefakar yar olduğuna memnun olduk. Lakin insan şekline girmeye eğer kudretin var ise, muharebeye girmene izin veririz. Zafer, dedi ki: İnsan şekline girmeye izin yoktur. Hazret-i Hüseyin buyurdu ki: İnsan şekline girmeye izin yok ise, muharebeye girmeye izin yoktur. Erlik değildir, bu heybetin ile bu kadar insanı sana kırdırmak; hoş değildir. Ya Zafer, tam hizmet mahallinde yetiştin. Allahü teâlâ senden razı olsun. Zafer de ağlayarak veda edip, gitti.
(Diğer rivayet): (Hadika) kitabında nakledilen rivayet de şöyledir. Hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki ya Zafer! Siz latif cisimsiniz. Sizin insanlar ile muharebe etmeniz insaf olmaz. Zira bu zulüm olur. Ben zulmü reva görmem. Zafer dedi ki: Ya İmam! İnsan suretine girip, ceng edelim. Nitekim Bedr muharebesinde melekler insan suretine girip, Resûlullaha “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” yardımcı oldular. Hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” buyurdu ki ya Zafer! Resûlullah “sallallâhü teâlâ aleyhi vesellem” hazretlerine Bedir muharebesinde şahadet vaat olunmamıştı. Kurtulması için yardım olunması lazım idi. Allahü teâlâ meleklere yardım emri verdi. Halbuki ben ilim-i ilâhîde görmüşüm ve bilmişim ki bugün şehit olup Rabbime kavuşurum. Bu dünyadan öbür âleme göç ederim. Bu bir saat için dostlarımı zahmete salmak münasib değildir. Zafer, muharebeye girmek için izin alamadı. Veda edip, ağlaya ağlaya geri döndü. Gayret sahibinin gayreti gidince, zulmet ortaya çıkar. Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” hazretleri meydana çıktı. Bu hikayeden malum olur ki Hüseyin “radıyallahü teâlâ anh” hazretlerinin lütf ve keremlerine nihayet yoktur. Zira, bu cümleden anlaşılıyor ki eğer karşı taraftan intikam almak istese idi, cinniler askerine emretr, bir an içinde o zalimleri kırıp, tarumar ederlerdi. Kendileri de o tehlikeden kurtulmak imkanı bulurdu “radıyallahü teâlâ anh”.
101. Menakıb: Nazım şeklinde (Siyer) den nakil olunmuştur:
5 yorum