ÖNSÖZ

Allahü teâlâya hamd olsun! Onun çok sevdiği Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” temiz Ehl-i beytine ve âdil, sâdık Ashâbının her birine “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” hayırlı duâlar olsun!

Allahü teâlâ Rabbül’alemindir. Her canlıyı, hatta canlı cansız her varlığı, hesaplı, düzenli ve faydalı olarak yaratmıştır. Hâlik, Bari, Musavvir, Bedi ve Hakim sıfatları ile varlıkların hepsini, çok düzenli, çok güzel yaratmıştır. Her varlığın düzenli ve güzel olmaları için, birbirleri aralarında bağlantılar kurmuş, var olmaları için, düzende kalabilmeleri için, birbirlerine sebep, vasıta, vesile etmiştir. Varlıkların aralarındaki bu bağlantılara, birbirlerinin düzenine sebep olmalarına tabiat olayları, fizik, kimyâ kanunları, astronomi formülleri, fizyolojik faaliyetler gibi isimler veriyoruz. Fen bilgisi demek, Allahü teâlânın yaratmış olduğu varlıkların düzenlerini, birbirlerine etkilerini, aralarındaki bağlılıkları, hesapları araştırmak, incelemek, böylece bunlardan faydalanmak demektir.

Allahü teâlâ, canlı cansız bütün varlıkların düzenli, hesaplı olmalarını dilemiş ve dilediği gibi yaratmiştir. Böyle yaratmasına, maddeleri, kuvvetleri, enerjileri vesile ve sebep kılmıştır. Allahü teâlâ, insanların yaşamalarının da, düzenli ve faydalı olmasını dilemektedir. Bunun için de, insanların irâdelerini vesile ve sebep kılmıştır. İnsan, bir şey yapmak irâde eder, ister. Allahü teâlâ da isterse, o şeyi yaratır. İnsanların şahsi yaşamalarının ve aile yuvası kurmalarının ve sosyal hayatlarının düzenli olması için, insanların iyi ve doğru ve faydalı şeyleri irâde etmeleri lâzımdır. İradenin, dileğin iyi olması için, Allahü teâlâ, onlara (Akıl) vermiştir. Akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvettir. İnsanlar çok şeye muhtaç oldukları için ve lazım olan şeyleri elde etmek zorunda oldukları için, bunları elde etmek isteyen (Nefs) denilen kuvvet, aklı şaşırtıyor. Lazım olan şey, zararlı olsa da, nefs bunu akla güzel gösteriyor.
Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, (Peygamber) denilen seçtiği insanlara, melek ile (Din) denilen bilgiler gönderdi. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bu bilgileri insanlara öğretti. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği (İslam) dini, her yerdeki her insanın karşılaşabileceği, her şeyin iyi veya kötü, faydalı veya zararlı olduğunu ayırmakta, faydalı şeyleri yapmamızı emretmektedir.

Nefs, insanları yine aldatıyor. Din bilgilerine uymak istemiyor. Hatta bunları ve îman edilmesi, inanılması lazım olan şeyleri değiştirmeye, bozmaya kalkışıyor. Allahü teâlânın Peygamberi Muhammed aleyhisselâm, insanların nefslerine uyarak, İslamiyeti değiştirmeye kalkışacaklarını haber verdi. “Ümmetim 73’e ayrılacak, yalnız biri Cennete gidecek” buyurdu. Bozuk inançlarından dolayı Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırka, meydana çıktı. Bu 72 fırka, Kurân-ı Kerîmin ve hadis-i şeriflerin, açık olmayan, şüpheli olan mânâlarını yanlış anladıkları için, kâfir olmuyorlar. Fakat, İslamiyeti değiştirdikleri için, Cehenneme gireceklerdir. Bunlara (Bidat) veya (Dalâlet) ehli, yani mezhepsiz ve sapık denir. Bunlar, müslüman oldukları için, Cehennemden çıkacak, yine Cennete gireceklerdir. Bunlardan başka, (Müslüman) ismini taşıyan, fakat İslamiyeti, bozuk bilgilerine ve kısa görüşlerine göre değiştiren, bunun için, müslümanlıktan çıkanlar vardır. Bunlar, Cehennemde sonsuz kalacaklardır. Bunlar zındıklar ve reformculardır.

Şimdi mezhepsizler milyonlarca altın saçarak, kendi inançlarını, her memlekete yaymaya çalışıyor. Din cahillerinden kiminin, bol paraya kavuşmak için, kiminin de aldatılarak, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirmiş oldukları doğru yoldan ayrıldıkları, acı acı görülmektedir. Hatta, Ehl-i sünnet kitaplarını lekelemeye kalkışıyorlar. Bunun için, mezhepsizlerin bir kısmı olan vehhâbîlerin, Ehl-i sünnete uymayan inanışlarını vesikaları ile ayrıca bir kitap halinde bildirmek ve bu kimselerin müslümanlara yaptıkları zararları sağlam kaynaklardan alarak yazmak zaruret hâlini aldı. Böylece müslümanların sahte, yalan sözlere ve yazılara aldanmaktan korunmaları lazım oldu.

Abdülvehhab oğlu Muhammed isminde bir kimse, (Kitab-üt-tevhid) adında küçük bir kitap yazdı. Torunu Süleyman bin Abdullah, bunu şerh etmeye başladı ise de,1233 [m. 1817] senesi sonunda, İbrahim Paşa Der’iyeye girip, cezalarını verdiği zaman, öldü. 2. torunu Abdurrahmân bin Hasan, şerh edip, (Feth-ul-mecid) adını verdi. Sonra bu şerhini kısaltıp (Kurre-ül-uyun) adında 2. bir kitap hazırladı. Şerhin Mısırda 1377 [m. 1957] de, Muhammed Hamid isminde bir vehhâbî tarafından yapılan 7. baskısına ilaveler de yapıldı. Kâfirler için gelmiş olan âyet-i kerimeleri ve birçok hadis-i şerif yazarak, müslümanların gözlerini boyamaktadır. Bunlara yanlış, bozuk mânâlar uydurarak (Ehl-i sünnet) olan doğru müslümanlara saldırmakta, bu temiz müslümanlara kâfir demektedir. Kitabının birkaç yerinde, şiîlere mel’un müşrikler diyerek ateş püskürmektedir. Bu şerhin çok yerlerini ibni Teymiye’den ve onun talebesi ibni Kayyım-ı Cevziyye’den ve torunu Ahmed bin Abdülhalim’den almış, birine allame, ikincisine şeyh-ül-İslam ve Ebül-Abbas adını takmıştır. İbni TeymiyYe’ye de “radıyallâhu anh” demektedir.

İşbu, (Müslümana Nasihat) kitabını hazırlamakta iken, elimize türkçe yazılmış küçük bir vehhâbî kitabı geçti. (Cevab-ı Numan) adındaki bu kitap, 1385 [m. 1965] senesinde 2. defa olarak Şam’da basılmış. Türk hacılarını aldatarak, Ehl-i sünnet yolundan ayırmak için, parasız dağıtılıyor. Allahü teâlânın lütfü ve ihsanı ile bunun da bozuk, uydurma yazılarına, sağlam, vesikalı cevaplar yazmak nasip oldu.

İşbu (Müslümana Nasihat) kitabımız 2 kısım olarak hazırlandı. 1. kısımda, (Feth-ul-mecid) kitabından ve sonra (Cevab-ı Numan) kitabından yazılar alınıp, bunlara İslam âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitaplarından cevaplar verildi. Böylece, 35 madde hâsıl oldu.

Kitabın 2. kısmında, vehhâbîlerin nasıl meydana çıktıkları, nasıl yayıldıkları ve mal, mevki ele geçirmek için, vehhâbîler arasına karışan câhil, vahşi kimselerin, müslümanların canlarına, mallarına kıydıkları, İslam memleketlerine barbarca saldırdıkları, Osmanlı devleti tarafından nasıl cezalandırıldıkları ve I. cihan harbinden sonra, ingilizlerin bol para ve silah yardımı ile tekrar nasıl devlet kurdukları yazılıdır.

Allahü teâlâ müslümanları mezhepsizlik felaketine düşmekten korusun! Bu yollara kaymış olan zavallıları da, bu felaketten kurtarsın! Âmin.
______________________

MÜSLÜMANA NASİHAT KİTABI İÇİNDEKİLER
Bu kitapta 42 madde vardır. Bunların 35 maddesinde (Fethu’l-mecid) ismindeki vehhâbî kitabından bir parça bildirilmiş ve bunlara İslam âlimlerinin kitaplarından cevaplar verilmiştir. Madde numaraları ve her maddedeki kitabın yazısı ve bunların kitabımızda bulundukları sayfaların numaraları aşağıda gösterilmiştir. Tarafımızdan eklenmiş olan açıklamalar köşeli parantez [ ] içinde gösterilmiştir.

Madde Sayfa
No. (Fethu’l-mecid) kitabından alınan yazı No.

1- Tasavvufçuların kitapları şirk ile dolu imiş. Buna İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevap vermektedir https://dinisualler.com/vehhabilik/tasavvuf-kitaplarinda-sirk-sozler-mi-var/

2- Ameller, ibâdetler, imandan parça imiş. Buna, Emali kasidesinden ve Hadika’dan cevap verildi https://dinisualler.com/vehhabilik/ameller-imandan-bir-parca-midir/

3- Ölmüşten ve uzaktakinden yardım istemek şirk imiş

https://dinisualler.com/vehhabilik/vefat-etmis-evliyadan-yardim-istemek-sirk-mi/
4- Tasavvufçular, kâfir imiş. Mürid şeyhine tapınıyormuş. Buna (Usûl-ül-erbea) kitabından tercüme ederek cevap verildi https://dinisualler.com/vehhabilik/vefat-etmis-evliyadan-yardim-istemek-sirk-mi/

5- Türbe yapmak, kabir ile teberrük şirk imiş. Bu iftirâlarına (Savaık-ı ilâhiyye) kitabından tercüme ederek cevap verildi https://dinisualler.com/vehhabilik/kabirde-dua-etmenin-sakincasi-var-mi/

6- Ashâb ve din büyükleri Peygamberimizden başka kimse ile bereketlenmemiş
7- Tasavvuf, Hind yahudilerinden alınmış. Buna Muhammed Mâ’sûm hazretlerinden cevap verilmiştir
8- Ölüden bir şey beklemek, Evliyânın ruhları hazırdır demek şirk imiş
9- Resûlullahı övmek, ondan yardım istemek şirk imiş. Buna (Mîr’at-i Medine) kitabından cevap verildi
10- Ölüye yalvarmakla, şefaati elde edilmez diyor
11- Şeyhlere, Ahmed Bedevinin mezarına tapınılıyormuş
12- Peygamber yardım edebilseydi, Ashâb arasındaki fitneyi önlerdi diyor
13- Kaside-i bürde gibi, Resûlullahı metheden kitaplar şirk ile dolu imiş. Buna Muhammed Mâ’sûm hazretlerinden
cevap verilmiştir
14- Türbeleri yıkmalı imiş. Buna, İbni Hacer hazretlerinin (Zevacir) kitabından cevap verildi
15- Mescide girenlerin, Hucre-i saadeti ziyaret etmeleri câiz değilmiş. Buna (Mîr’at-i Medine) kitabından cevap verildi
16- Okunan salavâtın Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber verildiğini kendi de yazmaktadır
17- Evliyâdan yardım istemek şirk imiş. Buna, allame Ahmed ibni Kemâl efendiden cevap verilmektedir
18- Evliyânın kerâmetlerine küfür, şirk demektedir. Buna, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden ve (Mevahib) den cevap verildi
19- Evliyâ kerâmet satarmış. Velî ve zındıkları birbirlerine karıştırıyor. Bana yaklaşmak için vesile arayınız ayeti
20- Allah ve müminler sana kâfidir ayetini yanlış anlatıyor. Buna (Berika) kitabından cevap verildi
21- Mezhep imamlarına uymak sapıklık imiş
22- Ölülerden şefaat beklemek şirk imiş. Buna (Hadika) kitabından cevap verildi
23- Ehl-i sünnet, Kaside-i bürdeyi Kurandan üstün tutuyormuş
24- Ölü duymaz, fayda vermez. Ondan bir şey istemek şirk olur diyor. Buna (Minhat-ül-Vehbiye) kitabından cevap verilmektedir
25- Vehhâbîlerin ictihadlarının bozuk olduğunu kendileri de söylemektedir
26- Kabir ziyaretine izin verildi. Sonradan bidatler karıştı diyor. Buna (Râbıta-i şerife) risalesinden cevap veriyoruz
27- Resûlullah, salavât okuyanları bilir diyebilmektedir
28- Ashâb-ı kirâmın ve Tabiînin üstünlüklerini bildiriyor
29- Diriden yardım istenir. Ölüden istenmez diyor. Buna (Merakıl-felah) ve (Zevacir) den cevap verilmektedir
30- Ölü için adak yapmak, hayvan kesmek şirk imiş. Buna (Minhat-ül-Vehbiye) kitabının sonundaki (Eşedd-ül-cihad)
kitabında Arabî olarak cevap verilmektedir
31- Vehhâbîler hakkındaki fetva. Bu fetvanın aslı (Minhat- ül-Vehbiye) kitabının sonunda Arabî olarak mevcuttur
32- (Cevap-ı Numan) adındaki vehhâbî kitabına (Mektûbât) dan cevap verildi. Mevlid kıssası ve Delail-ül-hayrat okumanın meşru olduğu ispat edildi
33- Tasavvuf ve tarîkatler sonradan ortaya çıktı. Bunları İslam dini emretmemektedir, diyor. Buna Senaullah-ı Dehlevînin (İrşad-üt-talibin) kitabından cevap verildi
34- Tasavvuf ve kerâmete inanmayanlara (Hadika) kitabından cevap verildi
35- Kıyamet günü, herkes sevdiğinin yanında bulunacaktır

______________________

MÜSLİMANA NASİHAT
I. Kısım
VEHHABİ İNANÇLARI VE EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNİN BUNLARA VERDİĞİ CEVAPLAR
Elhamdülillah! Herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir sûretle hamd ederse, bu hamd ve şükürlerin hepsi, Allahü teâlâya olur. Çünkü, her şeyi yaratan, terbiye eden, yetiştiren, her iyiliği yaptıran, gönderen hep Odur. Kuvvet, kudret sâhibi yalnız Odur. O, hatırlatmazsa kimse, iyilik ve kötülük yapmayı irâde, arzu edemez. Kulun irâdesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik ve kötülük yapamaz. Kulun istediği her şey, O da irâde ederse, dilerse meydana gelir. Yalnız Onun dilediği olur. İyilik ve kötülük yapmayı, çeşitli sebeplerle hatırlatmaktadır. Merhamet ettiği kulları, kötülük yapmak irâde edince, O irâde etmez ve yaratmaz. İyilik yapmak irâde ettikleri zaman, O da irâde eder ve yaratır. Böyle kullardan hep iyilik meydana gelir. Gazap ettiği düşmanlarının kötü irâdelerinin yaratılmasını, O da irâde eder. Bu kötü kullar, iyilik yapmak irâde etmedikleri için, bunlardan hep fenâlık hâsıl olur. Demek oluyor ki insanlar bir alet, bir vasıtadır. Katibin elindeki kalem gibidir. Şu kadar var ki kendilerine ihsan edilmiş olan İrade-i cüziyelerini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen sevap kazanır. Kötülük yaratılmasını isteyen, günah kazanır. Bunun için, hep iyilik yapmayı düşünmeli, hep iyilik yapmayı istemeliyiz! İyi şeyleri öğrenmeliyiz. İyiliklerin kaynağı olan Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitaplarını okuyup, iyiyi, kötüyü anlamalıyız. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîliğin ingilizler tarafından kurulduğunu ve hatalı bir yol olduğunu vesikalarla ispat ediyor. Kitabımızın birinci kısmında, 324. sayfaya kadar bu vesikalardan 35 tanesini sıra ile bildireceğiz.

1 –

2 –
3 –

4 –
5 –
6 – Kitabının 142. sayfasında: (Ashâb ve onlardan sonra gelenler, Peygamberden başka, kimse ile bereketlenmedi. Peygambere mahsus olan şeylerde, kimse ona ortak olamaz) diyor.

Bu da, yazarın yalanlarından biridir. Hazret-i Ömer, yağmur duâsına çıkarken, hazret-i Abbas ile bereketlendi. Bunu 24. maddede uzun bildirdik. Lütfen oradan okuyunuz! İslam âlimleri, Resûlullaha mahsus olan şeyleri uzun yazmışlardır. Mesela, (Mevahib-i ledünniye) tercümesinde vardır. Bu kitapların hiçbiri, Resûlullahla “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” bereketlenmek, yalnız ona mahsustur. Başkaları ile bereketlenmek câiz olmaz dememişlerdir. Başkaları ile de bereketlenildiğini bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerini ziyaret ederek, onlardan bereketlenmeyi, Lat ve Uzza putlarına tapınmaya benzetmek, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere iftirâ etmektir. Hadis-i şerifte, (Kurân-ı Kerîme yanlış mânâ veren kâfir olur) buyuruldu. Kitabın müellifi, mânâları şüpheli olan âyet-i kerimelere yanlış mânâ vererek, Ehl-i İslama müşrik diyor.

7 – Tasavvuf Hindistan Kökenli midir?

 

8 – Vasıta yaparak dua etmek caiz mi?

 

9 – Resulullahı vesile ederek dua edilir mi?

 

Tavsiye Yazı: Mescid-i Nebevi’yi ziyaret adabı nasıldır?

10 – Kitabın 208. sayfasında diyor ki: (İbni Kayyım-i Cevziyye dedi ki şirkin çeşitleri vardır: Muhtaç olduğu şeyleri ölüden istemek, ölülerden istigase etmek de şirktir. Ölü iş yapamaz. Kendine lazım olan şeyi yapamaz ve zarar veren şeyi gideremez ki başkalarına faydası olsun. Kendisi için Allaha şefaat etmesini ölüden istemek de şirktir. Allah izin verirse, ölü şefaat edebilir. Onun ölüye yalvarması, Allah’ın izin vermesi için sebep olmaz. Bu müşrik, izine mâni olan bir şey ile şefaat istemektedir) diyor.

Halbuki Allahü teâlânın şefaat edemeyeceklerini bildirdiği şeylerden, yani putlardan, tapınılan, şerik edilen şeylerden, şefaat istemek yasak edilmiştir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, Velilerin, âlimlerin “rahime-hümullahü teâlâ” şefaat edecekleri bildirilmiştir. Bunların şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmak, Kurân-ı Kerîme ve hadis-i şeriflere inanmış olmayı göstermektedir. Evet, şefaat, Allahü teâlânın izin vermesi ile olacak. Fakat, izin vereceği kimseleri, Kurân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler bildirmektedir. Bunlar da, dilediklerine, râzı olduklarına, şefaat edeceklerdir. (Vedduha) sûresinde, (Rabbin sana, râzı oldum deyinceye kadar, her istediğini verecek) buyurması da, bunu göstermektedir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe “rahime-hullahü teâlâ” (Fıkh-ı ekber) kitabının 14. maddesinde, (Peygamberler ve âlimler, sâlihler, büyük günahı olanlara şefaat edip, Cehennemden kurtaracaklardır) buyurdu. (Fıkh-ı ekber) in, (Kavl-ül-fasl) şerhinde, bu hususta geniş bilgi vardır.

Evliyâya yalvarmak, Allahü teâlânın, onlara izin vermesi için değil, izin verdiği zaman bize de şefaat etmeleri içindir. Bu inceliği anlayamayan bir kimse, sapıtmakta, şefaat isteyen milyonlarca müslümana kâfir damgası basmaktadır. Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” müminlere şefaat edeceğini buyurduğunu, müşriklere şefaat edilmiyeceğini, kendi kitapları da yazıyor. Ölülerden şefaat istemenin şirk olduğunu kendisi uyduruyor. Bu müşriklere şefaat edilmiyeceğini Kurân-ı Kerîm bildiriyor diyerek, Allahü teâlânın kitabını kendine yalancı şahit göstermeye kalkışıyor.

11 –  Fethü’l-mecid kitabının 216, 220 ve 224. sayfalarında, Resûlullahın amcası Ebû Talib için gelmiş olan, Kasas sûresinin, (Sen sevdiğini hidayete getiremezsin. Fakat, Allahü teâlâ, dilediğini hidayete kavuşturur) mealindeki 56. âyet-i kerimesini yazıp, kalpleri küfürden, fısktan imana ve itaate ancak Allahü teâlânın çevireceğini bildirdikten sonra: (Tasavvuf büyüklerinden talebesinin kalbine girerek, kalbinde olanları bildiklerini ve kalbini dilediği gibi çevirdiklerini söyleyenler yalancıdır. Bunlara inananlar da, Allaha ve Peygamberlere inanmamış olur. Allahtan başka tapınılan her şeye (Vesen) denir. Kabir, türbe de vesendir. Mesela, Mısırlıların en büyük mâbudları Ahmed Bedevi’dir. Adı belli olmadığı gibi, bir üstünlüğü, ilmi ve ibâdeti de bilinmiyor. Bir gün camiye girip, bevl yapmış. Namaz kılmadan çıkmış olduğunu Sahavi, İbni Hayan’dan haber veriyor. Bunu 2 cihanda tasarruf eder, yangınları söndürür. Fırtınada olan gemileri kurtarır sanıyorlar. İlah, Rab ve gaybleri bilir diyorlar. Uzaktan işitir ve dilekleri yapar diyor, türbesinin toprağına secde ediyorlar. Aman ve Irak ahalisi de Abdülkâdir Geylânî’ye böyle tapınıyorlar. Muhyiddin-i Arabî, yeryüzünün en büyük kâfiridir) diyor.

Tasavvuf büyükleri, Allahü teâlânın, hidayetlerini ve saadetlerini dilemiş olduğu, azaptan kurtulacaklarını ezelde takdir etmiş olduğu kimseleri tanırlar. Onların irşadlarına sebep olurlar. Evliyâya rastlamak, o seçilmiş büyükleri tanımak, onlara yalvarmak da, Allahü teâlânın takdiri ve ihsanıdır. Allahü teâlâ, ezelde hidayet takdir etmiş olduğu kimseye, Ehl-i sünnet âlimlerinin, tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okumak nasip ederek, saadete ve şefaate kavuşturur. Dalâletini, felaketini dilediklerini de, zındıkların tuzaklarına düşürür. Onların bozuk kitaplarını, alçak yalanlarını okuyarak Cehenneme sürüklenir. Vehhâbî kitabı, isimleri geçen, Allahü teâlânın sevgili kullarına, büyük Velilere iftirâlar yaparak, müslümanlara saldırmaktadır. Evet birkaç câhilin ve dinini dünya çıkarına alet eden sapığın, İslamiyete uymayan çirkin sözü ve hareketi olabilir. Fakat, bunları ileri sürerek, bütün Ehl-i sünneti kötülemeye kalkışması, hıristiyanlar kendisine tapınıyor diyerek, Îsâ aleyhisselâma dil uzatmaya benzemektedir.

Ahmed Bedevi “rahime-hullahü teâlâ”, Evliyânın büyüklerindendir. Şeyh Beri’nin talebesidir. Şeyh Beri de, Ali bin Nuaym Bağdâdî’nin talebesidir. Bu da, harikalar, kerâmetler sâhibi, şerif Ahmed Rifai’nin yetiştirdiği büyük bir Velidir “rahime-hümullahü teâlâ”. Ahmed Bedevi, şeriflerdendir. Hicretin 675 [m. 1276] senesinde, Mısır’da vefât etti. Tanta şehrindeki türbesini her yıl yüzbinlerce müslümanın ziyaret ederek feyiz aldıklarını ve İslamiyete uymayan hiçbir şey yapılmadığını Mîr’atü’l-Medine kitabı, 1049. sayfasından başlayarak, uzun yazmaktadır. Abdülkâdir-i Geylânî ve Muhyiddin-i Arabi’nin “rahime-hümullahü teâlâ” büyüklüklerini de, ancak onlar gibi yüksek olan İslam âlimleri anlamış ve yazdıkları yüzlerce kitaplarında anlatmaya çalışmışlardır. İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât kitabı, bu yüce Velilerin meth ve senaları ile doludur. Abdülgani Nablüsi de “rahime-hullahü teâlâ” (Hadika) kitabında anlatmaktadır.

12 – 224. sayfasında: (Şarani, şeyhi Aliyyül-havas’ın Resûlullahtan bir ân ayrılmadığını yazıyor. Bunlar yalandır. Doğru olsaydı Peygamber gelip, Ashâbı arasındaki ayrılıkları önlerdi) diyor. Zerre kadar aklı ve din bilgisi olan, böyle söyleyemez. Çünkü, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Ashâbı arasında olacak fitnelerin, ayrılıkların hepsini haber vermişti. Gelip de, bunları önlemesi, nasıl düşünülebilir? Şarani’nin “rahime-hullahü teâlâ” bildirdiği beraberlik, keşif ve müşahede idi. Bu ahmakların anladıkları gibi maddi bir şey değildi. Anlamadıklarını, bilmediklerini inkâr ediyorlar. (İnsan bilmediği şeylerin düşmanıdır) ata sözü, burada tam yerini bulmaktadır. Hazret-i Ebû Bekir “radıyallahü teâlâ anh”, Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” her ân gördüğünü söyler ve senden utanıyorum derdi.

13 – Fethu’l-mecid kitabı, Busayri’nin kasidesindeki (Ya ekremelhalkı mâ li men euzü bihi-sivake inde hulul-i hadisil-amemi) beytini yazarak, Resûlullahtan istigase şirktir diyor. Bu beyt, (Ey bütün yaratılmışların en üstünü ve en cömerti olan yüce Peygamber! Son nefesimde, sığınacağım senden başka kimse yoktur) demektir. Vehhâbî yazar, Taberani’nin bildirdiği hadis-i şerifi yazarak, kuldan istigase etmek şirktir diyor. Bu hadis-i şerifte, bir münâfık, müminlere sıkıntı veriyordu. Ebû Bekr-i Sıddîk, gidelim, Resûlullaha istigase edelim, ona sığınalım dedi. Resûlullah da, (Bana istigase olunmaz. Allaha istigase olunur) buyurdu. Vehhâbî, bu hadis-i şerifi ileri sürerek, Ehl-i sünnete hücum etmek çabasındadır. Halbuki hadis-i şerif, herkesi her zarardan koruyan Allahü teâlâdır. Koruyucu sebepleri yaratan ve bu sebeplere koruma kuvvetini ve tesirini veren Odur. O korumak istemese, sebebe kavuşturmaz. Sebep olsa da, tesir edemez demektir. Hadis-i şerif, (Bana sığınanlar, tesiri benden değil, Allahtan bilsin) demektir. Hazret-i Ebû Bekir, böyle olduğunu bilmiyor mu idi. Elbet biliyordu. Fakat kıyamete kadar gelecek olan müminlerin, onun bu sözünü yanlış anlamamaları için, Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, onun bu kısa sözünü açıkladı. Bunun için, bütün müminler, her zaman, tesiri yalnız Allahü teâlâdan bilirler.

İmâm-ı Muhammed Mâ’sûm, Mektûbât’ının 1. cildi, 110. mektubunda buyuruyor ki: Allahü teâlâ, kendi kudretini sebepler altında gizledi. Kudret sâhibi yalnız kendisi olduğunu bildirdiği gibi, sebeplere yapışmayı emir buyurdu. Tam müslümanın, sebeplere yapışmasını ve sebeplere kuvvet veren yaratana güveneceğini bildirdi. Yakup aleyhisselâmın bu ikisini birlikte yaptığını Kurân-ı Kerîmde bildirerek, onu övdü. Yusuf sûresinde meâlen, (Yakup aleyhisselâm, bizim bildirdiğimizi bilir. Fakat, insanların çoğu, takdirin tedbire gâlip olduğunu bilmezler) buyurdu. Tibyan tefsirinde, bu âyet-i kerimeye (Müşrikler, Allahü teâlânın Evliyâsına ilhâm ettiği şeyleri bilmezler) demiştir. Tesiri sebeplerden bilip, Allahü teâlânın kuvveti ile tesir ettiklerini bilmeyenler sapıktır. Sebepleri ortadan kaldırmak isteyen de, Allahü teâlânın hikmetini bilmemiş, Allahü teâlânın, mahlukları boş yere, faydasız yaratmış olduğunu söylemiş olur. İnsanları tembelliğe sürükler. Sebeplere tesir kuvvetini Allahü teâlânın verdiğine inanan ise, hak yola kavuşmuş olur. Her 2 tehlikeden kurtulmuş olur. 110.  mektubun tercümesi tamam oldu. Bu inceliği anlayabilen, yukarıdaki hadis-i şerifi de doğru anlayabilir.

Tavsiye Yazı: Kaside-i Bürde okumak caiz mi?

 

14 – Türbe Yapmak Caiz mi?

 

15 – Hücre-i Saadeti ziyaret caiz mi?

16 –

17 –Evliyadan yardım istemek caiz mi?

18 – Veli ve Keraet ne demek?

Tavsiye Yazı: Ashab-ı kiramda hiç keramet görülmedi mi?

19 – EVLİYA KERAMET Mİ SATAR?

 

20 – Enfal Suresi 64. ayet-i kerimesi nasıl tefsir edilmiş?

 

21 – Niçin bir müctehide uymak lazım? Bir müctehide uymanın delili ne?

22 – Ölülerden şefaat beklemek şirk mi?

23 – Kaside-i bürde okumak caiz mi?

24 – Vehhâbîlerin Fethu’l-mecid kitabının kitabının 416. sayfasında, “İbrahim Nehai, Allahü teâlâya, sonra sana sığınırım demek câiz olur dedi ise de, bu söz diri ve hazır olup bir şey yapmaya gücü yeten ve sebep olan kimse için söylenir. Ölüler his etmez, duymaz, fayda ve zarar yapmaya güçleri yoktur. Ölülere ve gaib olan dirilere karşı böyle söylenmez. Ölülere herhangi bir sûretle bağlanmak câiz değildir. Böyle olduğunu, Kuran açıkça bildiriyor. Ölülerden bir şey istemek, yahut onlara bir şey söyleyerek değer vermek, kalbi ile veya bir iş yapmakla bağlanmak, onları ilah, mâbud, tanrı yapmak olur” diyor.

Bu saçma yazıları ile Kurân-ı Kerîme de iftirâ etmektedir. İslam âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” bu sapık yazılara, âyet-i kerimelerle ve hadis-i şeriflerle cevap vermişler. Bunların aldandıklarını ve gençleri aldatarak felakete sürüklemekte olduklarını ispat etmişlerdir. Bu kıymetli kitaplardan Seyyid Davud bin Süleyman’ın “rahime-hullahü teâlâ” Minhatü’l-vehbiye fi Redd-il-vehhâbîye kitabı, ofset yolu ile [m. 1969] da İstanbul’da bastırılmıştır. 1973 de 2. , 1990’da 3. baskısı yapılmıştır. Arabî olan bu kitap, ilk olarak 1305 hicri yılında, Bombay’da basılmıştı. Seyyid Davud, derin âlim, büyük Velî, kerâmetler sâhibi olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin “rahime-hullahü teâlâ” talebesi olup hicri 1222 de Bağdatta tevellüd ve [m. 1881] da orada vefât etti. Hâl tercümesi (Müncid) lügat kitabında (Hâlidi) isminde yazılıdır. İbrahim Nehai İmâm-ı Âzâm’ın hocasının hocasıdır. Hicri 96 da Kufe’de vefât etti.

Minhatü’l-Vehbiyye kitabının tamamı

 

Abdülgani Nablüsi (Keşif-ün-Nur min-Ashâb-il-kubur) kitabında buyuruyor ki Allahü teâlâ, kendisine yaklaşmış olan kullarına kerâmetler ihsan etmiştir. (Kerâmet), Evliyâ denilen insanlarda Allahü teâlânın yarattığı, adet ve fen bilgileri dışında olan şeylerdir. Allahü teâlâ, kendi kudreti ile ve irâdesi ile yani dilediği zaman, bu şeyleri, bu kullarında yaratmaktadır. Kulun kudretini de Allahü teâlâ yaratmaktadır. Bu şeylerin yaratılmasında, kulun kudretinin ve irâdesinin tesiri yoktur. Kulun irâdesi ve kudreti, kerâmetlerin yaratılmasına ancak sebep olmaktadır. Kul, istediği zaman, kendi kuvveti ile kerâmet yapar diyen kimse ve böyle inanan kimse kâfir olur.

Kendisinde kerâmet hâsıl olan Velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın dileği ile ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiçbir tesiri olmadığını bilmektedir. Bunun gibi, kendi bedenindeki görmek, işitmek, tad almak, sertlik, sıcaklık duymak, düşünmek, ezberlemek, hatırlamak gibi duygularının ve iç ve dış organlarının hareketlerinin, hasılı bütün işlerinin hep Allahü teâlânın dilemesi ile ve kudreti ile ve yaratması ile olduğunu her ân bilmektedir. Evliyâlık da, bu demektir. Yani, böyle olduğunu her ân bilen ve inanan kimse, Allaha yakın olmuş, Velî olmuştur. Bu bilgisi, her ân bütün varlığını kaplamaktadır. Allahü teâlâ, Velisine bâzen gaflet verir. Bu bilgisini unutturur. Bu zaman, Veliliği kalmaz ise de, önceki zamanlarında Velî olduğu için, böyle zamanlarda da, kendisine Velî denilir. Bunun gibi, imanı olan insana mümin denildiği için, uyku zamanında, gaflet halinde olduğu zaman da, kendisine mümin denilmektedir. Bu gaflet zamanı, Evliyânın aşağı halleridir. Allahü teâlânın (Sen elbette ölüsün. Onlar da ölüdürler!) buyurduğu ölü olmak hâli de bunun gibidir. Bunun için Veliler “rahime-hümullahü teâlâ”, her şeylerinin Allahü teâlâdan olduğunu anlamaları hallerine [(Fenâ fillâh) veya] (mevt-i ihtiyârî) demişlerdir. Hadis-i şerifte, “Kendini tanıyan, Rabbini tanımış olur” buyuruldu. Bütün hareketlerinin ve işlerinin, görünen ve görünmeyen kuvvetlerinin kendisinden olmadığını, başka bir irâde ve kudret sâhibi tarafından meydana getirildiğini anlayan kimse, bu kudret sâhibi olan Allahü teâlâyı tanımış olur. Allahü teâlânın emrettiği farzların hepsini yapan ve ayrıca Muhammed aleyhisselâmın ibâdetlerini, yaşayışını, hallerini, yani nâfile ibâdetleri de yapan bir müslüman Allaha yaklaşır, Velî olur. Duyguları ve hareketleri kendisinden değil, Allahü teâlâdan olduğu meydana çıkar. Böyle olduğunu bildiren hadis-i şerif, tasavvuf kitaplarında yazılıdır.

Ariflere göre, Velî olmak için, kendisinin (Mevt-i ihtiyârî) denilen bir mevt ile ölü olduğunu bilmek lâzımdır. Velilerde “rahime-hümullahü teâlâ” kerâmetin hâsıl olması için, böyle ölü olmaları lâzımdır. Böyle olduğunu anlayan kimse, meyyitte kerâmet olmaz diyebilir mi? Câhiller, gafiller, kendi işlerini kendi irâdeleri ile ve kudretleri ile yaptıklarını sanırlar. Her şeyi Allahü teâlânın yarattığını unuturlar.
Evliyânın, öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduklarını fıkıh kitapları da bildirmektedir. Hanefi mezhebinde kabir üzerine basmak, oturmak, uyumak, abdest bozmak mekruhtur. Çünkü bunlar ihanet, hakaret etmektir. Hadis-i şerifte, (Kabir üzerine basmaktansa, ateşe basmayı tercih ederim) buyuruldu. Bu sözler, insana öldükten sonra da saygı göstermek lazım olduğunu bildiriyorlar. Yani dinimiz, ölülerin kerâmet sâhibi yani muhterem olduklarını bildiriyor. Kerâmet, adet hârici yapılan iş demek olduğunu yukarıda bildirmiştik. İnsanın yer yüzünde yürümesi, oturması adet olduğu için, müminin kabri üzerine basılmaması, oturulmaması, ona kerâmet yani ikram ve ihsan olmaktadır. Her mümine öldükten sonra böyle kerâmet veren dinimiz, ilim, irfan sâhibi olan Evliyâya daha kıymetli kerâmetler de ihsan olunacağını göstermektedir.

Peygamberimiz “sallallâhü aleyhi ve sellem” (Bâkî) kabristanını ziyaret eder, mezar yanında ayakta duâ ederdi. Bu da, ölülerin kerâmet sâhibi olduklarını göstermektedir. Çünkü, müminin kabri başında yapılan duanın kabul olacağını bilmeseydi, orada duâ etmezdi. Müminin kabri başında duanın kabul olması, onun kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Her mümin için böyle kerâmet olunca, Evliyâ için “rahime-hümullahü teâlâ” daha çok olacağı meydandadır.

Mümin ölünce, onu yıkamak, kefenlemek ve defnetmek lâzımdır. Dinimiz bunu emretmektedir. Bu emir, müminin öldükten sonra da, kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Kâfirlerin ve hayvanların ölülerinde bu kerâmet yoktur.

Mümin ölürken necasetlenmektedir. Onu bu necasetten kurtarmak, temizlemek için yıkamak emrolundu. Bu emir, müminin öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir.

(Camiul-fetava) kitabında âlimlerin ve Seyyidlerin mezarları üzerine bina, türbe yapmak mekruh değildir diyor. Yine bu kitapta, ölü yıkayanın temiz olması lâzımdır. Cünüp olması mekruhtur diyor. Bu da, her müminin öldükten sonra kerâmet sâhibi olduğunu göstermektedir. Halbuki diri iken her mümin kerâmet sâhibi olmaz. Yalnız Evliyâ diri iken de kerâmet sâhibidir.

İmâm-ı Abdullah Nesefi’nin “rahime-hullahü teâlâ” (Umdet-ül-îtikat) kitabında, (Her mümin uykuda da mümin olduğu gibi, öldükten sonra da mümindir. Bunun gibi Peygamberler, öldükten sonra da Peygamberdirler. Çünkü, Peygamber olan ve îman sâhibi olan ruhtur. İnsan ölünce, ruhunda bir değişiklik olmaz) demektedir.

İnsan, beden demek değildir. İnsan ruh demektir. Beden, ruhun konak yeridir. Kıymetli olan, ev değil, evde oturanlardır. Cebrâil aleyhisselâm, Peygamber efendimize insan şeklinde görünürdü. Ekseriye, Dıhye ismindeki sahabi şeklinde görünürdü. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları da, Cebrâil aleyhisselâmı insan şeklinde gördüler. Cebrâil aleyhisselâm insan şeklinden çıkarak, kendi şekline girince, ruh gibi olunca, yok oluyor denilemez. Şekil değiştirdi denilir. İnsan ruhu da, bunun gibidir. İnsan ölünce, ruhu bir âlemden başka âleme geçmektedir. Ruhun böyle değişikliğe uğraması, kerâmetinin kalmayacağını göstermez. [(Câmi-ul-fetava) nın yazarı Muhammed Semerkandi hanefi 556 [m. 1162] da, Abdullah Nesefi hanefi 710 [m. 1310] da Bağdat’ta vefât etti.]

Evliyânın öldükten sonra da kerâmet sâhibi olduklarını bildiren bir çok vak’a ve hikayeler kitaplarda yazılıdır. Mesela, büyük Velî, Muhyiddin-i Arabi’nin (Ruh-ul-Kuds) kitabında, Ebû Abdullah bin Zeyn-ül-büri İşbili’nin çeşitli kerâmetleri yazılıdır. Bir gece, Ebül Kasım bin Hamdin ismindeki kimsenin İmâm-ı Muhammed Gazâlî’yi reddeden, kötüliyen bir kitabı okurken, gözleri kör oldu. Hemen secde edip yalvardı. Bu kitabı hiç okumıyacağına yemin etti. Allahü teâlâ kabul buyurup, görmek ihsan etti. Bu da, İmâm-ı Gazâlî’nin öldükten sonra olan bir kerâmetini göstermektedir.

İmâm-ı Yafii (Ravdur-Riyahin) kitabında diyor ki Evliyâdan biri, kabirdekilerin derecelerinin kendisine gösterilmesi için duâ etti. Bir gece çeşitli kabirler gösterildi. Kimi tahta üzerinde, kimi ipek yatakta, kimi kokulu çiçekler arasında, kimi sevinçli, kimi ağlar, kimi güler idi. Bir ses işitti. Bu halleri, dünyadaki amellerinin karşılığıdır diyordu. Güzel huylular, şehitler, nâfile oruçları da tutanlar, Allahü teâlâ için sevişenler, günah işleyenler, tövbe edenler, ayrı ayrı hâlde idiler. Mezardakilerin halleri bazı Evliyâya uykuda, bazılarına da uyanık hâlde iken gösterilir. İmâm-ı Yafii “rahmetullâhi aleyh” (Kifâyet-ül-Mutekad) kitabında, bazı Evliyânın babasının mezarına gidip konuştukları yazılıdır.

Elkai, (Es-sünnet) kitabında, Yahya bin Muin diyor ki inandığım, güvendiğim mezarcı bir arkadaşım dedi ki şaşılacak çok şeyler gördüm. En çok şaştığım şey, bir meyyitin, müezzinin ezanını tekrar ettiğini işittim dedi. [Hibetullah Elkai “rahmetullâhi aleyh” 418 [m. 1027] de vefât etti.]

Ebû Nuaym, (Hilye) kitabında diyor ki Şeyban bin Cisr’den işittim. Sâbit-ül-benani’yi mezara koyduk. Hamid-üt-tavil de yanımda idi, kabrin kerpici düştü. Sabitin kabirde namaz kıldığını gördüm. Sâbit diri iken, her zaman, (Ya Rabbi! Bir kuluna kabirde namaz kılmak kerâmetini ihsan edersen, bana da ihsan et!) diyerek duâ ederdi. [Abdullah Yafii 768 [m. 1367] de Mekke’de, Yahya bin Muin Bağdâdî Şâfiî 233 [m. 848] de Medinede, Ebû Nuaym İsfehani 430 [m. 1038] de vefât etti “rahmetullâhi aleyhim ecma’în”.]

İmâm-ı Tirmüzi ve Hakim ve Beyheki bildiriyorlar: Abdullah ibni Abbas söyledi ki birkaç Sahabi yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu bilmiyorduk. Birisinin sûre-i Mülkü başından sonuna kadar okuduğunu işittik. Medine’ye gelince, bunu Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” söyledik. (Bu sûre, meyyiti kabirdeki azaptan kurtarır) buyurdu. Ebül-Kasım Sadi, (İsfah) kitabında, bunu anlatıyor ve bu, meyyitin kabirde Kuran okuduğunu ispat etmektedir diyor.

İbni Mendeh haber veriyor: Talha, Ubeydullah’tan haber veriyor ki ormanda idim. Akşam oldu. Abdullah bin Âmir bin Hizâm’ın kabri yanında oturdum. Kabirde çok güzel sesle Kuran okuduğunu işittim. Resûlullaha “sallallâhü aleyhi ve sellem” haber verdim. (Bunu okuyan Abdullah’tır. Allahü teâlâ ruhları kabz edince, Cennetteki yerlerinde muhafaza olunur. Her gece, sabaha kadar, kabirlerine bırakılır) buyurdu. [Muhammed ibni Mendeh “rahmetullâhi aleyh” 395 [m. 1005] de vefât etti.]

İnsan ölünce, ruh da ölmez. Ruh bedenden başka bir varlıktır. Mezardaki beden ile toprak olduktan sonra da, ilgisi yok olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okumamış olan câhiller ve mezhepsizler ve Cehenneme gidecekleri bildirilmiş 72 fırkadan olan sapıklar, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bilmiyorlar. İnsan ölünce, hareketi yok olduğu gibi, ruhun da bedenin bir sıfatı, özelliği olduğunu, hareketin yok olduğu gibi ruhun da yok olacağını sanıyorlar. Evliyâ da, her insan gibi, ölür, toprak olur, insanlığı ve rûhâniyeti kalmaz diyorlar. Mevtalarına hürmet etmiyorlar. Hakaret ediyorlar. Evliyânın kabrini ziyaret ederek, onlarla bereketlenmeyi, tevessül etmeyi inkâr ediyorlar. Bir gün Velî Arslan Dımışki’nin kabrini ziyarete gidiyordum. Sapıklardan birisi, toprak ziyaret olunur mu dedi. Buna çok şaştım. Müslüman olduğunu bildiren bir kimsenin böyle söylemesine çok üzüldüm.

Hadis-i şerifte, (Kabir, ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Yahut Cehennem çukurlarından bir çukurdur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, ruhların, çürümüş cesetlerle birleştiklerini açıkça bildirmektedir. Müminlerin mezarlarının muhterem, mübarek olduğunu göstermektedir. Âlime hakaret edenin, düşmanlık edenin kâfir olmasından korkulur.

Meyyitler de, diriler de Allah’ın mahluklarıdır. Hiçbirinin, hiçbir şeye tesiri yoktur. Her şeye tesir eden, yalnız Allahü teâlâdır. Fakat, müminin ölüsüne de, dirisine de tazim, saygı göstermek vâcibdir. Çünkü, müminlerin ölüleri de, dirileri de, Allahü teâlânın (Şeair) i oldukları için, tazim edilmelerini Kurân-ı Kerîm emretmektedir. Hac sûresinin 32. âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın şeairini tazim etmek, kalplerin takvâsından dolayıdır) buyuruldu. Şeair, Allahü teâlâyı hatırlatan, bildiren şeyler demektir. Âlimlerin, sâlihlerin ölüleri ve dirileri şeairdir.

Âlimleri, Velileri tazim etmek, bunlara saygı göstermek, çeşitli şekilde olur. Bunlardan biri, kendilerine tahtadan tabut yapmak ve mezarları üzerine kubbe yapmaktır. Sarıklarının büyük olması, elbiselerinin geniş ve temiz olması da bunları tazim etmek içindir. (Camiul-Fetava) da Âlimlerin, Velilerin, Seyyidlerin mezarları üzerine bina, türbe yapmanın mekruh olmadığı yazılıdır. Evliyânın kabirlerine nefret edilmemek, saygı göstermek için sanduka, örtü ve sarık koymak, bunları kabir sahiplerini hakaretten korumak, tazim ve saygıya sebep olmak niyeti ile yapmak, bize göre câizdir. Selef-i sâlihin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” zamanında bunlar yapılmazdı. Fakat, o zaman herkes kabirlere hürmet ederdi. Fıkıh kitaplarında vedâ tavafından sonra, geri geri giderek, Mescid-il-haramdan çıkmalıdır. Böyle çıkmakla, Kâbeye tazim edilmiş olur yazılıdır. Selef-i sâlihin, geri geri çıkmazdı. Fakat onlar, Kâbeyi tazim etmekte kusur yapmazlardı. Kâbeye örtü koymak eskiden yoktu. Buna sonradan fetva verildi, meşru oldu. Kabirler üzerini örtmek de, bunun gibi meşru olmaktadır. Hadis-i şerifte, (Bir kimse güzel, yani İslamiyete uygun çığır açarsa, bu yolda bulunanların her birine verilen sevap gibi, buna da verilir) buyuruldu.

(Camiul-Fetava) da diyor ki: (Kabir üzerine el koymanın sünnet veya müstehab olduğunu bildiren bir haber görmedik. Câiz olmadığını da söyleyemeğiz). Bunların haram olduğunu söyleyenlerin hiçbir delili, vesikası yoktur. Bunlara haram diyebilmek için, (Edille-i erbea) nın birinden, yani (Kurân-ı Kerîm) den veya (Hadis-i şerif) den veya (İcmaı Ümmet) den yahut (Kıyas-ı Fükaha) dan birinden bir delil göstermek lâzımdır. Müctehid olmayanların yaptıkları kıyasların, delillerin hiç kıymeti yoktur. Bazı câhiller, Evliyânın kabirlerine hürmet edilirse, onlardan bereket ve yardım istenirse, bunların dilediklerini yapacaklarını, Allahü teâlâ gibi tesir edeceklerini zannedenler olur. Böylece, kâfir olurlar, müşrik olurlar. Bunun için mâni oluyoruz ve kabirlerini, türbelerini yıkıyoruz. Onlara böylece hakaret edince, herkes bunların bir şey yapamadıklarını, kendilerini hakaretten kurtaramadıklarını anlayarak, kâfir olmaktan, müşrik olmaktan kurtulurlar diyorlar. Sapıkların bu sözleri küfürdür. Firavunın sözüne benzemektedir. Mümin sûresinin 26. âyetinde meâlen, (Bırakınız Musayı öldüreyim. O, Rabbine yalvararak, kendini benden kurtarsın. Onun dininizi değiştireceğinden ve yer yüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum) buyuruldu. Bu câhiller, Allahü teâlânın Evliyâyı sevdiğini ve sevdiklerinin dualarını kabul edeceğini ve öldükten sonra ruhlarının dileklerini yaratacağını inkâr ediyorlar. Zan ile şüphe ile vehim ile ve hayal ile konuşuyorlar. Hakkı batıldan fark edemiyorlar. Müslüman olan kimse, bin seneden beri gelen (Ümmet-i Muhammediye) nin dalâlette olduklarını söyleyemez. Bunlara sui zannedemez. Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem” münâfıkların hepsini, yani kâfir oldukları hâlde müslüman görünenleri bildiği hâlde, hiçbirini açığa vurmazdı. Soranlara, (Biz söze, işe, görünüşe bakarız. Kalpleri ancak Allahü teâlâ bilir) buyururdu. (Keşif-ün-nur) kitabından tercüme tamam oldu.

Bir müslümanın bir sözünde veya bir işinde 100 mânâ olsa, yani 100 şey anlaşılsa, bunlardan biri, o kimsenin imanlı olduğunu gösterse, 99’u ise, kâfir olduğunu gösterse, bu kimsenin müslüman olduğunu söylememiz lâzımdır. Yani, küfrü gösteren 99 manaya bakılmaz. İmanı gösteren bir manaya bakılır. Bunun için müslümanlara kâfir dememeli, müşrik dememelidir. Müslümanlara suizan etmemelidir. Bu sözümüzü yanlış anlamamalı! Bunu yanlış anlamamak için, 2 noktaya dikkat etmek lâzımdır. Birincisi, söz veya iş sâhibinin müslüman olduğu bildirildi. Yoksa, bir kâfirin, değil bir sözü veya değil bir işi, birçok sözleri ve işleri imanı gösterse de, bu kâfire müslüman oldu denilemez. Bir fransız, Kurân-ı Kerîmi överse, bir ingiliz, Allah birdir derse, bir alman felsefecisi, en iyi din, İslamiyettir derse, bunların müslüman olduğu söylenemez. Bir kâfirin müslüman olması için, (Allah vardır. Birdir. Muhammed aleyhisselâm Allah’ın Peygamberidir. Onu, dünyanın her tarafında, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara Peygamber olarak göndermiştir. Onun her dediğine inandım) demesi ve imanın 6 şartı ile 33 farzı hemen öğrenip, hepsine inanması lâzımdır. Dikkat edilecek 2. noktaya gelince, bir sözün veya bir işin 100 mânâsı olsa denildi. Yoksa, 100 sözden veya 100 işten biri imanı gösterse, 99’u küfrü bildirse, bu kimseye müslüman denileceği bildirilmedi. Çünkü, bir kimsenin yalnız bir sözü veya bir işi, açık olarak küfrü gösterse, yani imanı gösterecek hiçbir mânâsı olmasa, o kimsenin kâfir olduğu anlaşılır. Başka sözlerinin ve işlerinin imanı göstermeleri, imanlı olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfürden kurtarmaz, müslüman olduğuna hüküm olunmaz!

(Keşif-ün-nur) kitabı, el yazması olarak, İstanbul’da, Süleymaniye kütüphanesinde vardır. İlk olarak 1397 [m. 1977] tarihinde, Pakistan’ın Lahor şehrinde, nefis olarak basılmış, 1398 [m. 1978] senesinde, İstanbul’da, bunun fotokopisi alınarak (Minhat-ül vehbiye) kitabı ile birlikte bastırılmıştır.

25 – Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” haklı olduklarını, vehhâbîler de söylemektedir. Allahü teâlâ, bu doğru sözü, onlara da söyletmektedir. Bakınız, bu kitabın 432. sayfasında Ehl-i sünneti nasıl övmektedir: (Resûlullah “sallallâhü aleyhi ve sellem”, Muaz’ı Yemen’e hâkim olarak göndereceği zaman, (Ne ile hüküm edeceksin?) buyurdu. Allah’ın kitabı ile dedi. (Allah’ın kitabında bulamazsan?) O zaman, Resûlullahın sünneti ile hüküm ederim dedi. (Orada da bulamazsan) buyurunca, ictihad ederek, anladığıma göre, hüküm edeceğim dedi. Bunun üzerine, (Resûlünün hakimine, Resûlünün râzı olduğunu ihsan eden Allahü teâlâya hamd ederim) buyurdu. Muaz Ashâb-ı kirâmın fıkıh, helal ve haram bilgilerini en çok bilenlerden idi. Bunun için, ictihad yapabilecek, yüksek âlim idi. Allahü teâlânın Kitabında ve Resûlullahın sünnetinde bulamadığı şeyleri, kendi ictihadına göre hüküm etmesi câiz idi. Fakat bugün ve bundan önce, Allahü teâlânın Kitabındaki hükümleri ve Resûlünün sünnetini bilmeyenler, böyle câhil oldukları hâlde, kendilerinin ictihad edebileceklerini sanıyorlar. Bunlara yazıklar olsun) diyor.

Bütün vesikalarını Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” kitaplarından almış olduğu gibi, bu satırlarını da, o büyük âlimlerin kitaplarından almıştır. Çünkü, İbni Teymiyeden önce, onun sapık fikirleri gibi yazanlar yoktu. Bu çığrı o açtı. Ondan sonra gelenler, işi azıttılar. Taşkınlık yaptılar. Ehl-i sünnet kitaplarından aldıkları kıymetli yazılara, yanlış bozuk mânâlar verdiler. Herkes, Arabî öğrenmeli ve ictihad yapmalıdır dediler. Doğru yoldan ayrıldılar. Milyonlarca insanı da saptırdılar. Yukarıdaki yazı, kendi iddialarını çürütmekte, onlar gibi câhillerin ictihad yapamayacaklarını, çıkaracakları hükümlerin, mânâların yanlış, bozuk olacaklarını göstermektedir.

Son günlerde, ictihada inanmayanlar çoğalmaktadır. (Mezhep ne imiş. Mezhepler, müslümanları bölmüşler. Dini güç duruma sokmuşlar. Allah kolaylık emrediyor. İslamiyette mezhep diye bir şey yoktur. Bunlar sonradan uydurulmuştur. Ben Ashâbın yolundayım. Başka yol tanımıyorum) diyorlar.

Böyle sözleri din cahilleri çıkarmıştır. Şimdi de, müslümanlar arasına yayıyorlar. Hem de, çok kurnaz davranıyorlar. Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından doğru bir bilgi söyleyip, bundan sonra kendi yalanlarını söylüyorlar. Doğrusunu işitenler, hepsini doğru sanıp aldanıyorlar. Kurtuluş yolu, Ashâb-ı kirâmın yoludur “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Beyheki’nin haber verdiği ve Künuzü’d-dekaık kitabında yazılı hadis-i şerifte, “Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidayete kavuşursunuz!” buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki Ashâb-ı kirâmdan herhangi birine uyan, Onun yolunu tutan, dünya ve ahiret saadetine kavuşacaktır. Deylemi’nin bildirdiği hadis-i şerifte, “Ashâbım, iyi insanlardır. Allahü teâlâ, Onlara hep iyilik versin” buyuruldu. Yine Deylemi’nin “rahmetullâhi aleyh” bildirdiği hadis-i şeriflerde, “Ashâbımın kabahatlerini konuşmayınız!” ve “Muaviye elbet melik olacaktır” buyuruldu.

Ashâb-ı kirâmın yolundayız diyenler, bu yolu nereden öğrenecekler? Bin sene sonra gelmiş olan mezhepsizlerden mi? Yoksa, Ashâb zamanında bulunan, onların yetiştirdikleri âlimlerin kitaplarından mı? Ashâb-ı kirâmın yetiştirdikleri ve onların talebesinin yetiştirdikleri âlimler Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin âlimleridir “rahime-hümullahü teâlâ”. (Mezhep), yol demektir. Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi demek, Resûlullahın ve Onun cemaatinin yani Ashâbının yolunda olan müslümanlar demektir. Bu mübarek âlimler, hep Ashâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlardır. Kendi görüşleri ile bir şey yazmamışlardır. Kitaplarında, vesikasız, senetsiz bir kelime yoktur. 4 mezhebin imanları birdir. Ashâb-ı kirâmın “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolu, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilebilir.

Ashâb-ı kirâmın “Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda olmak isteyenin, Ehl-i sünnet mezhebinde olması lâzımdır. Sonradan türeyen bozuk yollardan sakınması lâzımdır.

26 – KABİR ZİYARETİ MAHZURLU MU?

27 –

28 – 490. sayfasında: (Müslim sahihi ve Ebû Davud ve Tirmizi’nin, İmran bin Husayn’dan “radıyallahü teâlâ anh” bildirdikleri hadis-i şerifte, (Ümmetimin en iyileri, benim zamanımda bulunanlardır. Onlardan sonra, en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir. Onlardan sonra da en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, Buhârî’de de yazılıdır ve (En iyiniz) diye başlamaktadır. En iyi olmak, ilimleri, imanları ve işleri en iyi olanlar demektir. Bunlar, çıkan bidatleri inkâr etmişler, yok etmişlerdir. 3. asırda bidatler çoğaldı ise de, âlimler çok idi. İslamiyet revacda idi. Cihat yapılıyordu. Müslim sahihindeki Abdullah ibni Mesud tarafından bildirilen hadis-i şerif de böyledir. Yalnız burada sonra gelen asırlar 3 kere tekrar edilmektedir. 4. asrın sonuna kadar hayrın, şerden çok olduğu anlaşılmaktadır) diyor.

Bu hadis-i şerif, Ehl-i sünnet âlimlerini övmektedir. Çünkü, Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ” en hayırlı olan bu 4 asrın en üstünleri, en kıymetlileri idiler. Bu üstünlükleri, kendi asırlarında bulunan milyonlarca müslümanın söz birliği ile bildirilmektedir. Müellif, Ehl-i sünnet âlimlerini, işine geldiği yerde övmekte, onların yazılarını, ictihad buyurarak bildirdikleri şeyleri kendi sözlerine vesika olarak yazmaktadır. Bir yandan, Ehl-i sünnet âlimlerini övmek zorunda kalıyor, bir yandan da âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere Ehl-i sünnet âlimlerinin verdikleri mânâları beğenmiyorlar. Bu manalardan birçoklarına şirk diyorlar. Ehl-i sünnete, müşrik damgasını basmaktan haya etmiyorlar. Müellif, birçok yerinde, hadis âlimlerinden İsmail bin Ömer ibni Kesir İmadeddin’in kitaplarından vesikalar vermektedir. Çünkü, İmad bin Kesir, İbni Teymiyye’ye göre fetva verirdi. [Ebülfida hafız İsmail ibni Kesir Şâfiî Basrî, 734 [m. 1372] de Şam’da vefât etti.]

29 –

30 – Allahtan Başkasına Kurban Adamak Caiz Mi?

31 – (Eşedd-ül-cihad) kitabında diyor ki Muhammed bin Süleyman-ı Medeni Şâfiî “rahmetullâhi aleyh”den Muhammed bin Abdülvehhab-ı Necdi soruldu. Cevap olarak, (Bu adam son zamanın cahillerini sapık yola sürüklemektedir. Allahü teâlânın nurunu söndürüyor. Allahü teâlâ, müşrikler istemese de, nurunu söndürmiyecek, her yeri Ehl-i sünnet âlimlerinin nurları ile aydınlatacaktır) dedi. Muhammed bin Süleyman’ın fetvalarının sonundaki sual ve cevap da şöyledir:

SUAL: Büyük âlimler! Mahlukların en iyisinin yolunu gösteren yıldızlar! Size soruyorum: Bir kimse, çeşitli din kitaplarını okuyup, bilgilerini kısa görüşü ile ve noksan aklı ile tartarak, bu ümmetin hepsinin dinin özünden ve Resûlullahın “sallallâhü aleyhi ve sellem” yolundan ayrıldıklarını, sapıttıklarını söylese ve kendisinin müctehid olduğunu, Allah kelâmindan ve Resûlullahın hadislerinden bilgiler çıkardığını ileri sürse, halbuki âlimlerin, bir müctehitte bulunması lazım dedikleri şartlardan hiçbiri bunda bulunmasa, bu sözleri yaymasına izin verilir mi? Yoksa, vazgeçip, İslam âlimlerine uyması lazım mıdır? Kendisinin imâm olduğunu, her müslümanın ona uyması vâcib olduğunu, mezhebinin lazım olduğunu söylüyor. Müslümanları mezhebine sokmaya zorluyor. Kendisine uymayanlara kâfir diyor. Bunları öldürmeli, mallarını paylaşmalı diyor. Bu adam doğru mu söylüyor? Yoksa yanlış mıdır? Bir kimsede, ictihad için lazım olan şartların hepsi bulunsa, bir mezhep kursa, herkesi bu mezhebe girmeye zorlaması câiz olur mu? Belli bir mezhebe girmek lazım mıdır? Yoksa herkes dilediği mezhebi seçmekte serbest midir? Sâlih bir kulun veya Sahabinin kabrini ziyaret eden, buna adak yapan, kabir yanında hayvan kesen, onu vesile ederek duâ eden, toprağından alıp bereketlenmek için saklıyan, tehlikeden kurtulmak için, Resûlullahtan “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” veya Sahâbiden yardım isteyen bir müslüman, dinden çıkar mı? Ben bu kabrin sâhibine tapınmıyorum, onun bir şey yapacak güçte olduğuna inanmıyorum. Onun Allahü teâlânın sevgili kulu olduğuna inandığım için, Allahü teâlânın dileğime kavuşturması için, onu vesile sebep yapıyorum dediği hâlde, böyle yapanı öldürmek helal olur mu? Allahtan başka bir şey ile yemin eden kimse, dinden, imandan çıkar mı?

CEVAP: İyi anlamalıdır ki ilim üstattan öğrenilir. İlmi, dini, kendi kendine kitaptan öğrenenler çok yanılır, yanlışı, doğrusundan çok olur. Bugün, ictihad edecek kimse yoktur. İmâm-ı Rafii ve İmâm-ı Nevevî ve Fahreddin Razi dediler ki bugün hiç müctehid kalmadığında âlimler söz birliğine varmıştır. İmâm-ı Süyuti gibi, her ilmde deniz gibi olan derin bir âlim nisbi müctehid, yani mezhep içinde müctehid olduğunu bildirince, hiçbir âlim bu sözünü kabul etmedi. Halbuki mutlak müctehid olduğunu, mezhep sâhibi olduğunu söylememişti. 500’den fazla kitap yazdı. Her kitabı, tefsir ve hadis ilimlerinde ve din bilgilerinin her birinde çok yüksek derecede olduğunu göstermektedir. İmâm-ı Süyuti gibi bir âlimin nisbi müctehid olduğu kabul edilmeyince, onun yüksek derecesinden çok uzak olanların böyle sözlerine inanılır mı? Hiç dinlenmez bile. Hele İslam âlimlerinin kitaplarının bozuk olduğunu da söylerse, bunun aklından ve dininden şüphe olunur. Çünkü bu kimse, Resûlullahı “sallallâhü aleyhi ve sellem” ve Ashâb-ı kirâmdan hiçbirini görmediğine göre ilmini nereden öğrendi? Bir şeyler öğrendi ise, İslam âlimlerinin kitaplarından öğrenmiştir. O âlimlerin kitaplarına bozuk derse, kendisi doğru yolu nereden bulmuştur? Bunu bize açıklasın! 4 mezhebin imamları ve bunların mezheplerinde yetişmiş olan büyük âlimler, bütün bilgilerini âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden çıkarmışlardır. Bu adam, onlara uymayan bilgilerini nereden çıkarmıştır? Onun ictihad derecesine varamamış olduğu meydandadır. Bu adama düşen iş, sahih bir hadis görüp, anlamadığı zaman, müctehidlerin bu hadis-i şeriften anlayıp bildirdiklerini araştırmalıdır. Bunlar arasında beğendiğine uymalıdır. Böyle yapmak lazım geldiğini, derin âlim İmâm-ı Nevevî “rahime-hullahü teâlâ” (Ravda) kitabında bildirmektedir. Âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri, ancak ictihad derecesine yükselmiş olan derin âlimler anlayabilir. Müctehid olmayanların, âyet-i kerimeleri ve hadis-i şerifleri anlamaya kalkışmaları câiz değildir. Abdülvehhab oğlunun doğru yola gelmesi, bozuk sözlerinden vazgeçmesi lâzımdır.

Vehhâbî kitabını yazan müellifin, müslümanlara kâfir demesine gelince, hadis-i şerifte, (Bir kimse, bir müslümana kâfir derse, ikisinden biri kâfir olur. Söylediği kimse müslüman ise, kendisi kâfir olur) buyuruldu. İmâm-ı Abdülkerim Rafii “rahmetullâhi aleyh” (Şerh-ul-kebir) kitabında (Tuhfe) den alarak diyor ki (Müslümana kâfir diyen ve te’vil edemeyen kimse, kâfir olur. Çünkü, İslama küfür demektedir). İmâm-ı Nevevî de, (Ravda) kitabında bunu bildiriyor. Ebû İshak İbrahim İsferaini ve Hüseyin Hâlimi Cürcani ve Nasır-ul-mukaddesi Nablüsi ve Gazâlî ve İbnü Dakik-il-iyd ve daha birçok âlimler, te’vil etse de etmese de, kâfir olur diyorlar. [Nasırul-mukaddesi 490 [m. 1096] da vefât etti.]

Müslümanların kanı ve malı helal olur demesine gelince, hadis-i şerifte, (Kâfirlere lailahe illallah dedirtinceye kadar, harp etmekle emrolundum) buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki müslümanı öldürmek câiz değildir. Bu hadis-i şerif, Tevbe sûresi 6. âyetinin, (Tövbe edenleri ve namaz kılıp zekat verenleri serbest bırakınız) meâl-i şerifinden alınmıştır. Tevbe sûresi 12. âyetinde meâlen, (Onlar din kardeşlerinizdir) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, (Biz görünüşe göre anlarız. Gizli olanları Allahü teâlâ bilir) buyuruldu. [Kitabın müellifi, bu hadis-i şerife de inanmıyor. 146. sayfasında, biz söze bakmayız, maksada ve manaya bakarız diyor. Bunun gibi, kitabının birçok yerlerinde âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere uymayan yazılar vardır.] Bir hadis-i şerifte, (İnsanların kalplerini yarmak, gizli şeylerini anlamak için emrolunmadım) buyuruldu. Üsame hazretleri, Lailahe illallah diyen bir kimseyi öldürdüğü zaman, kalbinde îman yoktu deyince, Peygamberimiz “sallallâhü teâlâ aleyhi ve sellem” (Kalbini yardın mı?) buyurdu.

Bir müctehidin insanları kendi mezhebine girmek için zorlaması câiz değildir. Müctehid olan Zât, mahkemede kadı ise, o zaman kendi ictihadı ile karar verir ve bu kararın yapılmasını emreder.

Evliyâ için adak yapmaya gelince, Şâfiî âlimleri bunu uzun bildirmektedir. (Hibe) kitabı, (Tuhfe) kitabından alarak bildiriyor ki ölmüş bir Velî için nezir eder ve adak ettiği malın ölünün olmasını niyet ederse, bu nezir sahih olmaz. Ölünün olmasını niyet etmezse, nezri sahih olup nezir olunan mal, hizmetçilere, türbe yanındaki mektep talebe ve hocalarına, fakirlere verilir. Türbe yanında adak malını almaya alışık kimseler toplanmış ise ve Velîye nezir olunan malın bunlara verilmesi adet olmuş ise, bunlara verilir. Böyle bir adet yoksa, nezir batıl olur. Semlavi’den ve Remli’den de böyle haberler gelmiştir. Herkes bilir ki Evliyâ için adak yapanlar arasında hiç kimse yoktur ki adak olunan malın ölüye verilmesini düşünmüş olsun. Çünkü, ölünün bir şey almıyacağını, bir şey kullanmıyacağını herkes bilir. Bu malların fakirlere veya türbede hizmet edenlere verileceğini bilmeyen yoktur. Bunun için ibâdet olmaktadır. Çünkü, Şâfiî mezhebinde mubah olan, mekruh ve haram olan şeylerin nezir edilmesi sahih olmaz. Yapması zaten farz ve vâcib olmayan ibâdetler ve sünnetler nezir olunur.

Kabirleri öpmek, yüzünü gözünü sürmek için, câiz olur da denildi. Olmaz da denildi. Câiz olmaz diyenler mekruh dedi. Haramdır diyen olmadı.

Peygamberleri “aleyhimüssalâtü vesselâm” ve sâlih kulları tevessül etmek, onları vesile ederek Allahü teâlâya yalvarmak câizdir. Hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Bunları kitabımızın başında bildirmiştik. Sâlih ameller ile tevessül etmek câiz olduğunu bildiren çok hadis-i şerif vardır. İyi işlerle tevessül câiz olunca, iyi insanlarla tevessül daha çok câiz olur.

Allahü teâlâdan başka şeylere yemin etmeye gelince, yemin olunan şey, tazim olunursa, Allahü teâlâya şerik, ortak tutulursa, ancak o zaman küfür olur. Hakimin ve İmâm-ı Ahmed’in bildirdikleri ve Münavide yazılı (Allahtan başkası ile yemin eden kâfir olur) hadis-i şerifi de bunu bildirmektedir. Fakat İmâm-ı Nevevî “rahmetullâhi aleyh” âlimlerin çoğundan alarak, mekruh olduğunu bildirmekte ve müslümanların icmaı huccettir demektedir.

Nisa sûresinin 114. âyetinde meâlen, (Kendisine tevhid ve doğru yol bildirildikten sonra, Resûlullahın doğru yolundan sapan ve îtikat ve amelde müminlerden ayrılan kimseyi, ahirette kâfirlerle birlikte Cehenneme sokarız) buyuruldu. Her müminin (Ehl-i sünnet vel cemaat) mezhebine uyması lazım geldiği, bu âyet-i kerimeden de anlaşılmaktadır. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar sözünü unutmamalıdır. Ehl-i sünnet vel cemaatten ayrılan da Cehenneme gider.

Derin âlim Muhammed bin Süleyman Medeninin fetvası uzundur. Biz kısaltarak bildirdik. Allahü teâlânın hidayet nasip ettiği kimseye bu kadar yetişir. Bu âlim 1195 [m. 1780] senesinde vefât etmiştir. Muhammed bin Abdülvehhab 1699’da Necd çölünde tevellüd ve 1792’de öldü. Muhammed bin Süleyman bunun cahilliğini ortaya çıkardı. Sözlerini çürüddü. İctihad ediyorum demesini yalanladı. Onun hiçbir İslam aliminden ilim ve feyiz almadığını, müslümanlara kâfir dediği için, kendisinin dalâlete düştüğünü yaydı.
Hanefi âlimlerinden Muhammed bin Abdülazim Mekki’nin “rahmetullâhi aleyh” (El-Kavl-üs-Sedid) kitabında, İbni Hazm Muhammed Alinin sapık yazıları bildirilmekte ve cevap verilmektedir. İbni Hazm, herkese ictihad yapmayı emrediyordu. Başkasına uymak haramdır diyordu. Bu sözlerini, Nisa sûresinin 58. âyetinin, (Uyuşamadığınız şeyi Allahü teâlânın ve Resûlünün bildirdiği gibi yapınız!) meâl-i şerifi ile ispat etmeye kalkışıyordu. Abdülazim, buna cevap verirken, (Biz, elhamdülillah büyük İslam alimi İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfeye “rahime-hullahü teâlâ” uymak derecesinden dışarıda kalmıyoruz. Biz, o yüce imama ve onun büyük talebelerine ve daha sonra gelen, Şemsül-eimme gibi dünyaya nur saçan derin âlimlere ve on asırdan beri yetişen böyle hakiki âlimlere “rahime-hümullahü teâlâ” uymakla şerefleniyoruz) diyor.

İbni Hazm, Endülüslüdür. Zâhiriye mezhebinde idi. Bu mezhebi Davud-i İsfehani kurmuştu. Kendi de, mezhebi de yok oldu, unutuldular. İbn-ül-Ehed ve Zehebi ve İbni Hilligan diyor ki İbni Hazma selam verenler, ondan nefret ederlerdi. Sözlerini beğenmezlerdi. Onun sapık olduğunda söz birliğine vardılar. Onu kötülediler. Sultanlara ondan sakınmalarını bildirdiler. Müslümanlara ona yaklaşmamalarını söylediler. İbn-ül Ârif diyor ki: İbni Hazmın dili ve Haccac’ın kılıcı, aynı şeyi yapmışlardır. İbni Hazmın, hadis-i şeriflere uymayan habis, sapık çok sözleri vardır. Haccac-ı zalim, 120.000 Mâ’sûm’u sebepsiz ve suçsuz öldürdü. İbni Hazm’ın dili de, hadis-i şerif ile bildirilen hayırlı zamanlardan sonra, yüzbinlerle müslümanı doğru yoldan saptırdı. Çünkü, kendisi [m. 1064] senesinde öldü.

Allahü teâlâ, bütün müslüman kardeşlerimi sapık ve bozuk yola kaymaktan muhafaza buyursun! Hepimize 4 mezhep âlimlerinin hak olan ictihadlarına uygun îman ve ameller nasip eylesin! Kıyamet günü, onların mezhebinde olarak, Peygamberlerle, Sıddîklarla ve şehitlerle ve sâlihlerle birlikte haşr eylesin! Âmin. Davud bin Süleyman’ın (Eşedd-ül-Cihad) kitabından tercüme burada tamam oldu. Bu kitabın yazılması hicretin 1293 senesinde tamam olmuştur. Arabîden türkçeye tercümesi de, 1390 [m. 1970] senesinde yapılmış ve neşredilmiştir.

32 – Mesail-i mühimmeye cevab-ı numan isimli vehhabi kitabı

33 – Evliya kimdir? Vilayet nedir? (İrşâdü’t-talibin kitabı)

34 – Ruhsatla mı Azimetle mi Amel Etmeli?

35 – Batıni İlimler Var Mıdır?

 

Müslümanlar nasıl birleşirler?

“Büyükleri Seven Kurtulur” ne demek?

 

En Çok Okunan Yazılar

Tavsiye Ettiğimiz Temel KitaplarMeâl Okumak Câiz Midir? Ehl-i Sünnet İtikadı Nedir? Ehl-i Sünnet Olmanın Şartları Nelerdir?Her Gün Okunması Gereken Çok Mühim Bir DuâSeyyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleri ve Tasavvuf Terbiyesi Sultan Vahideddîn Hân'a Dâir Sualler